text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten … Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı, derken zamanın birinde bir adam varmış. Bu adamın borçtan kurtulacak hâli kalmamış. İşleri hiç de düzgün gitmiyormuş: — Ben gideyim, şu talihimi bulayım, neden borçtan kurtulamıyorum, neden işlerim hep ters gidiyor, bir sorayım, demiş. Yola çıkmış. Yolu bir dağa uğramış. Bu dağda bir inilti varmış. Gitmiş bakmış ki aslan inliyor, hasta olmuş. Aslan sormuş: — Kardeş nereye gidiyorsun, demiş. Adam anlatmış: — Benim borçtan kurtulacak hâlim kalmadı, talihimi aramaya gidiyorum, demiş. Aslan, adama: — Şu benim talihime de bak, ben bu derdi çok çekecek miyim, ölecek miyim, demiş. Adam: — Peki, demiş. Az gitmiş uz gitmiş bir köye varmış. Köyde bir adama rastlamış. Adam sormuş: — Nereye gidiyorsun, demiş. O da anlatmış. Köylü adam demiş ki: — Şu benim talihime de bak, on dönüm bir tarlam var, ekiyorum ürün büyümüyor, demiş. Adam, köylü adama: — Peki, demiş. Az gitmiş uz gitmiş bir şehre varmış. Bir ev görmüş. Bu eve giren çıkan belirsizmiş. Bu ev padişahın sarayıymış. Adam içeri girmiş. Oturmuşlar, eğlenmişler. Herkes dağılınca da padişahla yalnız kalmışlar. Padişah adama sormuş: — Kardeşim, sen fakir bir adama benziyorsun, senin buralarda ne işin var, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, demiş. Adam: — Padişahım benim borçtan kurtulacağım kalmadı, ben de talihimi aramaya gidiyorum, demiş. Padişah adama bir işaret vermiş: — İleri gittin mi önüne bir deniz gelir. Bu işareti yap, karşına bir aygır çıkar, aygıra bin gözünü yum, denizi geç. Denizi geçince karşına bir bina çıkacak, işte talihler orada, orada talihlerimize bakarsın. Yalnız gitmişken benim durumumu da sor. Bu ülkede kimse benim sözümü dinlemiyor, demiş. Adam denizin kenarına gelince padişahın dediği işareti yapmış. Aygır gelmiş, binmiş üstüne denizi geçmiş. Binayı görmüş, içeri gelmiş, bakmış talihlerin hepsi orada. Kendi talihini görmüş. Talihi yıkıkmış. Talihini düzeltmiş. Etrafına taş falan koymuş. Diğer köylü adamın talihini düzeltmiş, etrafına taş falan koymuş. Diğer köylünün talihini bulmuş, o adamın talihi: — Tarlayı ekmeğe gerek yok, tarlanın bir köşesinde altın var, demiş. Yerini göstermiş. — Orayı eşsin, çıkarsın ekmeye biçmeye gerek yok, demiş. Sıra padişaha gelmiş; padişah, kız padişahmış: — Padişah bir kocaya varmazsa akıbeti iyi olmaz, demiş. Aslanın talihi de demiş ki: — Dünyada manyak, kafadan kontak bir adam bulup yerse o derdi geçer, demiş. Adam geri gelmiş. Aygırın yanına gelmiş. Aygırın ağzından bir mücevher düşmüş. Adam: — Ne yapacağım ben mücevheri ben talihimi düzelttim nasıl olsa, demiş. Aygır mücevheri tekrar ağzına almış denizin içine gitmiş. Padişaha durumu anlatmış. Padişah, adama: — Gel seninle evlenelim, çoluğunu çocuğunu da buraya getir, beraber yaşarız, demiş. Adam, padişaha: — Yok, padişahım ben nasıl olsa talihimi doğrulttum, demiş. Padişahla evlenmemiş. Sonra köye varmış. Tarla sahibine de durumu anlatmış. Beraber gitmişler, tarlada altını bulmuşlar. Tarla sahibi altının yarısını adama vermiş. Adam: — Yok, kardeşim ben nasıl olsa talihimi düzelttim, deyip altınları almamış. Sonra aslanın yanına gitmiş. Ona durumu anlatmış. Aslana nasıl iyileşeceğini söylemiş. Aslana başından geçenleri de anlatmış. Aslan adama demiş ki: — Gel kardeş, benim kulağım duymuyor, sen yanıma yaklaş da söyle, demiş. Adam yaklaşınca aslan adamın kafasını ağzına almış, dişlerini geçirmiş. Aslan, adama demiş ki: — Kardeşim dünyada senden manyak adam var mıdır? Ben nereden bulacağım? Mücevheri almamışsın, padişahla evlenmemişsin, bir kazan altını da almamışsın, demiş. Bu masal da burada bitmiş.
Aslan ile Adam
Çorum
Karadeniz Bölgesi
                                                                                            BALIKÇI İLE DEV Evvel zaman içinde ülkelerin birinde deniz kıyısında oturan, yaşlı, yoksul bir adam yaşarmış. Karısı ve kızıyla yaşayıp geçimini balıkçılık yaparak geçiriyormuş. Günlerden bir gün yine ağını almış, denize gitmiş. Uzun bir aradan sonra ağını çektiğinde ölmüş bir ineğin gövdesiyle karşılaşmış. Çok şaşırmış, çok kızmış. Ağını uğraşa uğraşa temizlemiş. Başka çaresi yokmuş, ağı yeniden denize fırlatmış. Yeniden beklemeye koyulmuş. Denizden kıpırtıları, havada martıları görünce ağı yeniden çekmiş. Bu kez de üç eski çömlekle karşılaşmış. Karısıyla kızı evdeymiş ve açmış; onun balık getirmesini bekliyorlarmış. Balıkçı bu duruma çok üzülüyormuş. Mutlaka balık tutması, eve götürmesi lazımmış. Akşam da çok yakınmış. İnek ölüsü, çömlek eskisi canını çok sıkmış. Kendi kendine söylenmiş: —Ağımı son kez bir daha atacağım. Eğer gene balık çıkmazsa kafayı vurup yatacağım, demiş. Ağı denizin yüzüne olanca gücüyle fırlatmış. Akşam olurken üzgün ve bitkin bir halde ağını toplamaya başlamış. Yuvarlanan bir şey görmüş. Bu balık olamazmış, bakmış, o bir kavanozmuş. Ama öyle sıradan bir kavanoz değilmiş. Sapı, ağzı her yanı altından bir kavanozmuş. Ağzı sıkı sıkı kapatılmış. Balıkçı düşünmüş: —Bu altın kavanoz ne işime yarayacak? En iyisi mi onu satayım, yiyecek alayım, demiş. Kapağını zorla açmış. İçinde bir şey olup olmadığını görmek istiyormuş ki kavanozun içinden koskoca bir dev çıkmış. Devin gözleri değirmentaşı gibiymiş. Dev, ellerini açmış, birden bağırmış: —Kavanozun ağzını açtın, beni çıkardın. Seni öldüreceğim, demiş. Balıkçı şaşırmış. Sormuş: —Beni niçin öldürmek istiyorsun? Dev: —Kavanozun içinde keyfim yerindeydi. Şimdi ise çok rahatsızım. İşte seni bu yüzden öldüreceğim. Nasıl ölmek istiyorsun, hemen söyle! Boğayım mı yoksa denizin derinliklerine mi atayım, demiş. Balıkçı: —Beni öldürme lütfen! Yaşamak, eşime ve kızıma bakmak istiyorum, demiş. Dev: —Orası beni ilgilendirmez. Haydi, söyle! Ölümlerden ölüm beğen! Balıkçı: —Ama dev kardeş, senin bana ödül vermen gerekir. Özürlüğe kavuşturdum seni. Tutsaklıktan kurtulmuş oldun. Dev: —Belki haklısın. Doğru söylüyorsun. Eğer çok önceleri olsa ödülü alabilirdin. Şimdiyse çok geç kaldın, demiş. Balıkçı: —Nasıl olur? Dev: —Olur işte… Yüzyıllar önce devlerin kralı bana bir haksızlık yapmıştı. Ben de hakkımı zorla almıştım. Bu yüzden devlerin kralı beni bu kavanoza soktu. Yüz yıldan beri denizin dalgaları arasındayım. Durmadan oradan oraya sürüklenip durdum. Bir ara bunalmıştım. O zaman şöyle bir söz vermiştim. Eğer beni bu kavanozdan çıkaran olursa kral yapacağım. Günlerce, aylarca, yıllarca bekledim. Kavanozu açan, beni çıkaran olmadı. Sonradan verdiğim sözü geri aldım. Çünkü oraya alışmıştım. Ömrümü orada tüketecektim. Sen geldin beni çıkardın. Şimdi seni öldürmem lazım, demiş. Balıkçının zaten canı burnundaymış. Balıkçılık yapmaktan bıkmış. Balıkçının aklına bir soru gelmiş: —Sana bir soru sormama izin veriyor musun?, demiş. Dev ivedi ivedi: —Çabuk ol, hemen sor, demiş. Balıkçı: —Sen kavanoza nasıl girdin, nasıl sığdın o kavanoza? Sana inanmıyorum. Çünkü bu koca beden o ufacık kavanoza asla girmez, demiş. Dev küçülebildiğini, kavanoza girebildiğini kanıtlamak için küçük bir kuşa dönmüş. Birden kavanoza girmiş ve bağırmış: —Bak, bak! Kavanoza nasıl girdiğimi görüyor musun, demiş. Bu arada Balıkçı bir kurnazlık düşünmüş. Kapağı hızla kapmış, kavanozun ağzını sıkıca kapatmış. Dev, yeniden bağırmış: —Beni buradan çıkarırsan seni zengin ederim, demiş. Balıkçı: —Yoo! Seni çıkarmam. Çıkınca beni öldüreceksin değil mi, demiş. Dev: —Hayır, seni öldürmeyeceğim; zengin edeceğim, bolluk içinde yaşatacağım. Yemin ederim, demiş. Balıkçı inanmış, kavanozun ağzını açmış. Dev kapağı açar açmaz fırlayıp dışarı çıkmış. Dev, büyümüş büyümüş, devleşmiş. Boş kavanozu denize atmış. Balıkçıya şöyle söylemiş: —Ağzını topla, benimle gel, demiş. Bir tepeye doğru tırmanmışlar. Balıkçı onun peşinden yürümüş. Tepe noktasına varınca arka tarafa yokuş aşağı inmişler. Arka tarafta üç tepe birleşiyormuş. Arada ise büyükçe bir göl varmış. Göl balıkla doluymuş. Balıkçıya seslenmiş: —Haydi, ağını at, bol bol balık tut, demiş. Balıkçı ağını atmış, kısa sürede üç balık tutmuş. Biri kırmızı, biri beyaz diğeri altın rengindeymiş. Dev, balıkçıya bir akıl daha vermiş: —Bu balıkları al, ülkenin kralına götür. O sana çok para verecek, demiş. Balıkçı balıkları krala götürmüş. Kral balıkları görünce çok sevinmiş. Danışmanına buyruk vermiş: —Bu balıkları al, aşçıya götür. Balıkçıya da bir torba altın ver, demiş. Altınları alan balıkçı, üç balığa bu kadar çok para aldığı için uçar gibi evine gitmiş. Eve giderken türlü türlü yiyecekler, giyecekler almış. Karısını, kızını mutlu etmiş. Balıkları pişiren sarayın aşçısı balıkları havaya attığında büyük bir cazırtı ve patlama olmuş. O anda mutfak duvarlarından biri bu gürültüyle yıkılmış. Ortaya güzel bir kadın çıkmış. Tavada kızarmakta olan balıklara seslenmiş: —Ey balıklar, balıklar!... Görevinizi tam olarak yapıyor musunuz, demiş. Balıklar fokurdayıp kaynayan yağın içinde başlarını kaldırarak bağırmışlar: —Evet, evet… Görevimizi tam olarak yapıyoruz. Şimdi ise çok mutluyuz, demişler. Balıklar böyle söyleyince kadın ocakta kaynamakta olan balıklı yağ tavasını yere fırlatmış. Bu kez duvarın başka bir tarafı açılmış. Kadın birden yok olmuş. Ateşin üzerine savrulan balıklar cayır cayır yanarak kül olmuşlar. Balık bekleyen kral aşçının geciktiğini görünce haber göndermiş: —Balıklar çok geç kaldı, aşçı neden bu kadar gecikti. Derhal bana haber getirin, demiş. Kralın danışmanı mutfağa koşmuş, aşçı ona gördüklerini hayretle anlatmış. Danışman söylenenlerden ve anlatılanlardan bir şey çıkaramamış. Hemen balıkçıyı çağırtmış: —Bana aynılarından üç balık daha getir, demiş. Balıkçı aynı göle gitmiş, üç balık daha getirmiş. Danışman balıkları yine aşçıya vermiş: —Hemen pişir, krala götür, demiş. Danışman, aşçıyı gözetlemeye başlamış. Aşçı yine önceki gibi yapmış. Tencereye yağı doldurmuş. Balıklar fokurdamaya başlayınca mutfağın duvarı yıkılmış. O kadın tekrar ortaya çıkmış ve yine aynı soruyu sormuş. Danışman gördüklerini, duyduklarını krala anlatmış. Kulaklarına inanamayan kral: —Gideyim kendi gözümle göreyim, demiş. Bu durum üzerine kral balıkçıyı çağırtmış. Aynılarından üç balık daha istemiş. Kral, balıkları karşılığında balıkçıya tekrar altın vermiş. Aşçı, kralın isteği üzerine balıkları pişirmeye koyulmuş, tencereyi yağla doldurmuş, ateşe koymuş. Yağ kaynayıp balıklar kızarmaya başlayınca mutfağın duvarı birden açılmış. Orada kızıl sakallı, yaşlı bir adam belirmiş. Yine aynı soruları balıklara sormuş. Kral şaşırmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Olanlardan da bir anlam çıkaramamış. Kral, balıkçıya yeniden haber göndermiş. Danışmanına da: —Balıkçı bu balıkları nereden tutuyor, öğren, demiş. Balıkçı, balık tuttuğu üç tepe arasında kalan büyük mavi gölü tarif etmiş. Danışman adamlarını yanına alarak tarif edilen yere gitmiş. Fakat orada ne üç tepe ne de bir göl görebilmişler. Kral o yerin ne kadar uzakta olduğunu sormuş. Doğrusu o da orayı görmeyi çok istiyormuş. Balıkçı: —Sabah çıkılırsa öğleye varılır kralım, demiş. Kral, balıkçıyı ve adamlarını da alarak yola revan olmuşlar. Balıkçının dediği gibi öğleye doğru o bölgeye ulaşmışlar. Balıkçı parmağıyla göstererek: —İşte üç tepeler ve büyük mavi göl!... Hep birlikte kıyıya inmişler. Gölde balıkçının yakaladığı beyaz, kırmızı ve altın renkli balıklardan yüzlercesi gölde yüzüyormuş. Kral çevrede uzun bir inceleme yapmış. Tepeyi tırmanmış. Öbür taraftan yokuş aşağı inmiş. Orada kırmızı taşlardan yapılmış büyük bir ev görmüş. Kapıyı çalmış. Kimse çıkmamış. Ev boşmuş. İçeriye girmiş. Sayısız güzel odalarla, salonlarla karşılaşmış. Evin dört bir yanı bahçeyle çevriliymiş, çiçeklerle süslüymüş. Kral odalardan birini geçince içeride yatmakta olan birinin inlediğini işitmiş: —Yaşamak istiyorum, ölmek istemiyorum, diye bağırmış. Bu, genç biriymiş. Kralı görünce iniltisini biraz daha arttırarak: —Senin bir kral olduğunu biliyorum; fakat ayağa kalkacak gücüm yok, demiş. Sonra genç, ayaklarını açmış. Kral ayaklarına hayretle bakmış. Çünkü gencin ayakları etten, kemikten değil taştanmış. Bildiğimiz mermer taşındanmış! Kral sormuş, konuşmaya başlamışlar: —Ayakların niye taştandır? —Sorma! —Soruyorum. —Bir zamanlar şu gördüğün üç tepenin arasında büyük bir kent vardı. Babam o zamanlar kraldı. O ölünce krallık bana geçti. Dünyalar güzeli ve iyi kalpli bir kadınla evlendim. Ben onu çok sevdim ama o uşaklarımdan birini sevdi. Uşağımı öldürmek istedim, karım karşı koydu. Bana kızdı. Anlamadığım bazı sözler söyledi. Ondan sonra ayaklarım taş oldu. Ardından kent sulara gömüldü, insanlar da balık oldu. —Peki, şimdi uşağın ve karın nerde? —Az ilerde küçük bir evde yaşıyorlar. Kral hışımla gitmiş, uşağı yatıyorken bulmuş. Onu bir vuruşta yere sermiş. Uşağı sakladıktan sonra onun yatağına girmiş, yorganla yüzünü örtmüş. Çok geçmeden kadın odaya girmiş. Kadın onu sevgilisi sanıyormuş, sormuş: —Nasılsın sevgilim, iyi misin? (Kral da): —Gözlerime uyku girmiyor, kocanın dizlerinden aşağısı taş olduğu için yürüyemiyor. Bu yüzden durmadan bağırıyor. Ben buna çok üzülüyorum, demiş. Bu durum kadını da çok üzüyormuş. Kadının gizli güçleri varmış. Birden geriye dönmüş, kocasının yanına gitmiş. Gölden bir kova sihirli ve buz gibi suyu doldurmuş kocasının ayaklarına serpmiş. Genç kralın ayakları eski haline dönmüş, ayaklarını hissedebiliyormuş artık. Hemen ayağa kalkmış. O sırada mavi gölde yüzen balıklar: —Biz insanız, insan olmak istiyoruz!... diye bağırmaya başlamışlar. Kadın onlara da sihirli bir şeyler söylemiş. Söylediği şeyler biter bitmez bir yer sarsıntısı olmuş. Gölün yerinde eski kent oluşmuş. Kentin içinde de eski insanlar belirmiş. Çok geçmeden kadın yeniden uşağın bulunduğu eve dönmüş. Yaşlı konuk kral, uşağın yatağında yatmayı sürdürüyormuş. Kadın yine sormuş: —Nasılsın sevgili uşağım, iyi misin? (Kral şöyle söylemiş): —İyiyim, biraz yaklaşırsan daha iyi olacağım, demiş. Kadın yaklaşınca kral onu bir vuruşta yere sermiş. Sonra kadının kocası olan genç kralın yanına gelmiş: —Uşağı da kadını da öldürdüm. Taş olan ayağın kurtuldu. Gölün yerine eski kent yeniden geldi. Balık olan insanlar şimdi eski hallerine dönüştü. Artık kentin, insanların ve krallığın seni bekliyor, demiş. Kral oradan ayrılırken balıkçıyı görmüş ve: —Sana teşekkür ederim. Batan bir kenti, balık olan insanları senin sayende öğrendik. Şimdi onların hepsi eskisi gibi… Sen de eskisi gibi garip bir balıkçısın. Bundan sonra gölden balık da avlayamayacaksın. Çünkü göl yok, balık yok! Bu yüzden seni, karını ve çocuğunu sarayıma götürüyorum. Bundan sonra birlikte yaşayacağız, demiş.           Onlar ermiş muradına           Biz geçelim salona           Salon bize dar gelir           Yaptıralım bir oda                   Masal kalsın size …                   Uzun ömür bize …
Balıkçı ile Dev
Manisa
Ege Bölgesi
İNCİLİ ÇADIR Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allah’ın kulu çok, çok demesi pek günahmış. Bir padişahla karısının büyük bir derdi varmış. Günlerden bir gün padişah odasına oturmuş, derin düşüncelere dalmıştı. Sultan yanına gelerek, — Ne yapalım, der; derdini veren, dermanını da verir. Sen hele bir yolculuğa çık. Bunun üzerine padişah, vezirlerini alarak atlara binip yola düşmüşler. Saatleri günler, günleri haftalar, haftaları aylar kovalar. Bir de arkalarına bakarlar ki bir çuvaldız boyu yol yürümüşler. Oturup dinlenmek için bir yerde konaklamışlar. Bir de bakmışlar ki karşı tepeden garip bir şey uçup geliyor. Beklemişler, beklemişler bir de görmüşler ki yaklaşan ateş topacı, nur yüzlü aksakallı bir ihtiyar. Yanlarına yaklaşınca, — Merhaba padişahım, der. Padişah hemen ayağa kalkar ve, — Madem ki benim padişah olduğumu bildin, derdimin de ne olduğunu bilirsin, diye sorar. — Evet, senin derdini biliyorum. Sonra cebinden bir elma çıkarır, yarısını sen, yarısını da sultan yesin. Dualarınızı da eksik etmeyin, der. Ortadan kaybolur. Dokuz ay, dokuz gün sonra, nur gibi bir kız bebekleri dünyaya gelir. Çocuk iki üç yaşına gelince, vezirler ilk olarak görmiye gelirler. İçlerinden en yaşlısı, padişahin kulağına eğilerek, — Bu kız çok güzel, büyüyünce başınıza dert açabilir, der. Bunun üzerine padişah, yer altında bir saray yaptırır. Dışarı ile bağlantısı olmayan, dışarıdan içeriye ışık sızmayan bu saraya küçük kız ile nedimesi yerleşir. Nedime ona okuma yazma ve daha birçok faydalı şeyler öğretir ama doğadan söz açmaktan bilhassa kaçınır. Aradan uzun yıllar geçmiş, kız on beş yaşında bir dünya güzeli olmuştur. Bir gün et yemeği yerlerken nedime, — Aman, der. Sakın kemiği boğazına kaçırma. Bu söz üzerine kız, tutar kemiği pencereden fırlatır, cam kırılır, pencereden içeriye ışık girer. Işığın ne olduğunu unutmuş olan genç kız, onu yakalamak için saatlerce uğraşır, kan ter içinde kalır. Akşam olur, yatarlar ama kızı bir türlü uyku tutmaz. Işığın geldiği yerleri merak eder. Ertesi gece dadısı uykuya yatınca, bir yolunu bulup yer altı sarayından kaçar, dışarı çıkar. Bir de ne görsün? Saraya yakın tepelerin eteğinde yumak yumak ışıklar. Koşa koşa oraya gider, bakar ki bir sürü çadır. Kapısında iki nöbetçinin uyuya kaldığı, her tarafı inci ile donatılmış en süslü çadırın içine girer. Yatakta, çok güzel bir delikanlı yatmaktadır. Bir tarafında dürülü bir gömlek, başucunda altın, ayakucunda gümüş şamdan yanmakta, sofrada bir kişilik yemek ve bir bardak su durmaktadır. Kız, tül gömleğin dürüsünü* bozar, şamdanların yerini değiştirir, yemeklerden yer, yarım bardak da su içer ve eve döner. Bakar ki dadı horul horul uyuyor, o da yatar uyur. Delikanlı sabahleyin kalkınca bakar ki yemeklerden yenmiş, gömlek bozulmuş, su içilmiş, nöbetçilere bağırıp çağırır. Akşam dağdan bir torba kar getirip başının üzerine asar. Kar eridikçe torbadan akan soğuk su damlaları yüzüne düşer, uyumasına engel olur. Kız gene gelir, bir önceki gece yaptıklarının aynını yapar, fakat tam gideceği sırada delikanlı kolundan tutar: — Sen kimsin, is misin cis misin, diye sorar. Kız da, — Ne isim ne de cis, seni yaratan Allah’ın bir kuluyum, der. Geceyi incili çadırda geçirir. Sabahleyin uyanır ki güneş doğmuş, etrafta da ne incili çadır ne de bir kimse var. Meğerse bir başka ülkenin padişahının oğlu, evlenecekmiş. Âdet olduğu üzere güveyi ile arkadaşları, kırk gün kırk gece dağa çıkar eğlenirlermiş. Bugün de kırkıncı gün olduğu için, çadırlar toplanmış, incili çadırda yatan padişahın oğlu da arkadaşlarını alıp memleketine dönmüş. Kız başlar ağlamaya. Neden sonra, oradan geçen bir çobandan, çadırların bulunduğu yerin, “Şehvaneli” olduğunu öğrenir. Bunun üzerine kız, çobana, — Ne olur çoban, üzerimdeki altınların hepsi senin olsun, bana arkandaki elbiseyle bir koyun karnı ver, der. Çoban kızın isteklerini yerini getirir. Partal* elbiseleri sırtına, koyun karnını da başına geçirince, olur bir keloğlan. Bizim kaçak kız, düşer yola. Padişahın oğlu da gider, bir arkasına bakar, iç çekermiş. Keloğlan yanına yaklaşınca, — Adın nedir, diye sormuş. Keloğlan da, — Abdal, demiş. — Nereden gelirsin? — Şehvaneli’nden. — Orada ne gördün? — İncili çadır kurulu gördüm. Tül gömleği dürülü gördüm, gümüş şamdan döner gördüm, içinde bir güzel ah edip, ağlar gördüm, deyince delikanlı, — Ne deyip ağlıyordu, diye sorar. Abdal da, — Uyudum, nittim, Ben bana ettim, Gülünen nerkis, Yarimi nittin, deyince, abdalın çadırına gelen genç güzel kız olduğunu anlar. Birbirlerine sarılıp, muratlarına ererler.   * dürü: 1, Dürülmüş şey, 2. Armağan, 3. Çeyiz, 4. Düğüne çağrılanlara düğün sahibi tarafından verilen armağan * partal: Çok kullanılmaktan yıpranmış
İncili Çadır
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
SİHİRLİ TAVŞAN Masal masal malı taş*, kalaylandı bakır tas, çukura düştü çıkamaz, pır pır eder uçamaz. Var varanın, sür sürenin, habersiz bağa girenin hâli yaman demişler. Masaldır bunun adı, söylemekle çıkar tadı. Bir varmış, bir yokmuş; vakti zamanında bir padişahın üç oğlu ile küçük bir kızı varmış. Günlerden bir gün, bu küçük kız has bahçede oynarken ortadan yok oluvermiş. Aramadık yer bırakmamışlar ama bir türlü bulamamışlar. Bir gün çıkar gelir diyerek, üzüntülerini belli etmemeye çalışmışlar. Has bahçede, rengi, kokusu, tadı, başka elmalara benzemiyen ve yılda ancak bir tek elma veren bir ağaç varmış. Onun için, her yıl elmanın kızaracağı sırada, başına nöbetçi konulur, elma törenle koparılırmış. Fakat bir yıl tören gününden bir gün önce, elmanın koparılıp götürülmüş olduğu görülür. Padişah buna çok üzülür ama elden ne gelir, giden gitmiş bir kere. Ertesi yıl, büyük şehzade babasına, — Baba, bu yıl nöbeti ben tutayım, elmayı çalan hırsızı yakalarız, demiş. Padişah da razı olmuş. Şehzade ağacın dibine oturmuş, beklemeye başlamış. İlk gece ne gelen olmuş ne giden, ne de gözüne uyku girmiş. İkinci geceyi de uykusuz geçirebilmiş ama üçüncü gece yorgunluğunu yenemiyerek uyuya kalmış. Uyanınca baksa ki elma yerinde yok. Hop etmiş yüreği ama elden ne gelir, olan olmuş bir kere. Koşup babasına olanı biteni anlatmış, üzüntüsünü belirtmiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, ertesi yıl gelip çatmış. Bu sefer ortanca şehzade, — Baba, izin ver, bu yıl da elmayı ben bekleyeyim, çalanı yakalayayım, der. Padişah razı olur, ortanca şehzade ağacın dibine oturup beklemeye başlar. İlk iki gece uyumaz, dayanır ama üçüncü gece uykuya dalınca, tıpkı önceki yıl gibi elma ağaçtan yok olur. Uzatmayalım sözü, ertesi yıl, nöbet sırası küçük şehzadeye gelir. İlk iki geceyi rahatça atlatır. Üçüncü gece, ağabeylerinin uğradıklarına uğramamak için, küçük parmağının bir yerini biraz keser, üzerine tuz koyar, acısından sabaha kadar gözlerine uyku girmez. Tam gece yarısında bir kanat sesi işitir. Kocaman bir kuş gelip ağaca konar, hemen elmayı kapıp kaçarken ardından bir ok atar ama vuramaz. Kuş uçup gider, gözden kaybolur ancak sırtından bir tüy yere düşer. Küçük şehzade, tüyü alır saraya döner. Bbabasını uyandırıp hem olanı biteni anlatır hem de elindeki tüyü gösterir. Tüy o kadar güzel, o kadar güzelmiş ki, seyredenlerin gözlerini kamaştırmış. Büyük şehzade, — Tüyü bu kadar güzel olan kendi kim bilir ne kadar güzeldir? Ben onu arayıp bulacağım, der ve ahırdaki en güzel atlardan birini alır. Heybelere altın doldurur, üstüne de zırhını geçirip yola düşer: — Bir aya kadar dönmezsem, beni aramaya çıkarsınız, der. Az gider, uz gider, dere tepe düz gider, altı ay bir güz gider, yorulunca bir pınarın başında atından iner. Eliyle pınardan su içerken, karşısına kar gibi beyaz ve sevimli tavşan çıkmış, insan gibi dile gelerek şehzadeye, nereden gelip nereye gittiğini sormuş. Şehzade de olup bitenleri bir bir anlatmış. Gün doğmuş, akşam olmuş, güneşin batması ile tavşanın silkinip ayın on dördü gibi bir kız olması da bir olmuş. Şehzadenin aklı başından gitmiş. Ne elmayı, ne altın tüylü kuşu, ne kaybolan kız kardeşini düşünür olmuş, bu kızla evlenip uzun yıllar mutlu yaşamışlar. Padişah büyük oğlunun dönmediğini görünce, gittiği tarafa atlılar salmış, her yanda aratmış ama onu bir türlü bulduramamış. Öteki iki oğlunun da aynı düşmemeleri için, altın tüylü kuşu da, kaybolan kızını da aratmaktan vazgeçmiş. Yıllar yılları kovalamış, büyük şehzade ile tavşan kızın nur topu gibi bir oğulları olmuş. O zaman kız, elmayı çalan kuşun kendisi olduğunu, tanınmamak için tavşan kılığına girdiğini anlatır. Yemişler, içmişler, murada geçmişler.   *malı taş: Bazen kayıklarda çıpa yerine kullanılan, ipe bağlı büyükçe taş.
Sihirli Tavşan
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Sırlı Kız Vaktin zamanında bir Sait Hoca varmış. Bu Sait Hoca köyünden huzursuz olmuş demiş ki: — Muhacir gideceğim buradan.  Bu Sait hocanın bir tane de kızı varmış. Bu kız çok güzel imiş. Bu kızı da Kur’an’a hocaya vermiş. Bu kızı burada nasıl bırakacağım diye düşünüyormuş. Kızı okutan hoca da demiş ki sen bana bu kızı bırak, sen nereye gidersen git. O benim evladımdır demiş. Ben onu okutacağım. Bunlar muhacir olmuş gitmiş, kızları kalmış hoca ile. Bir gün beş gün derken hocanın kızda gözü kalmış. Hoca bir gün evde evde tek kalmışken bunu sıkıştırımaya başlamış: —Sen benim karım olacaksın, sende benim gözüm var, demiş. Kız da: —Hoca ayıp ediyorsun ben senin çocuğun yerindeydim hani sen beni okutuyordun, niye böyle şeyler diyorsun, demiş. Derken Hoca var, kız da yok, demeye kalmadan bunlar cenge tutuşuyor. Kız diyor ki: —Gel diyor, seni ben bir hamama koyayım, seni bir güzel banyo ettireyim ondan sonra sen benimsin ben de seninim, demiş. Hoca da: — Tamam ettir, demiş. Bunu hamama sokmuş ve sıcak suyu açıp, adamı bir güzel sabunlamış. Hamam tasını da torbanın içine komuş. Sonra adamı iyice köpürttükten sonra o tasla adama vurmaya başlamış. Adamı bir güzel dövdükten sonra bayıltıp, bohçasını toplayıp oradan kaçmış. Çok gitmiş, az gitmiş dere tepe düz gitmiş. Mevla bilir akşamın gece darında bir köyün başına varmış. Varmış ki köyün başında bir kurun var bu kurunun başında da bir kavak var. Kendi kendine Şimdi gitsem beni kurt kuş yer, en iyisi bu kavağa çıkayım da burada bekleyeyim, sabahleyin inip giderim, diyor. Çıkıyor kavağa sabah oluyor bakıyor ki bir delikanlı atını almış oraya getirmiş suyun başına. O da padişahın oğlu. Delikanlının atı eğiliyor su içmeye suda kızın yansımasını görüyor, at korkup geriye kaçıyor, sonra tekrar eğiliyor su içmeye, geriye koşuyor. Bu oğlan da bu at ne görüyor ki böyle korkuyor, diye kendi kendine söyleniyor. Sonra eğiliyor suya bakıyor ki bir kız suratı var. Ama bu kız öyle güzel ki bakmaya kıyamazsın. Oğlan yukarı bakıyor, bakıyor ki bir tane kız var yukarda. Kıza ses veriyor, kız ses vermiyor. Oğlan ağaca çıkıyor ve kızı aşağıya indiriyor. Bunu alıyor ata bindirip eve götürüyor. Evlenmek için bir hoca tutuyor ve kızla evleniyor. Ama kız sessiz hiç konuşmuyor, hiç sesini çıkarmıyor. Sonra gel zaman git zaman bunların çocukları oluyor. Kız gene konuşmuyor. İki tane oğlu oluyor. Bu adam gidiyor bir tane cadı nenesini buluyor. Diyor ki neneye: —Nene bir kadın buldum, falan kavakta, getirdim onu aldım çok güzeldir ama dili yok diyor. Bunun dilini neyden anlayalım ki var mı yok mu? Nenede diyor ki: —Çocuğunuz var mı sizin? —Var iki tane. —Git çarşıdan bir tane elma al, sakın iki tane alma.Kapıda gizlen ve elmayı kapıdan içeri at. Çocukların biri alır biri alamaz, kavga ederler. Karının dili varsa o zaman ortaya çıkar. Ama sen saklan, görünme, diyor. Elma alıyor eve geliyor, camdan fırlatıyor evin içine. Kapının arkasına saklanıyor. Biri kapıyor öbürü kapamıyor derken bunlar başlıyor kavga etmeye. Kadın da diyor ki: —Ey Allah’tan korkmaz o elmayı kim almışsa bari iki tane alsaydı da bunlar kavga etmeseydi, diyor. Karısının konuştuğunu duyan adam kapıdan içeriye dalıyor kızın boğazına sarılıyor. —Demek dilin varmış da sen benden niye sakladın bunu, niye konuşmadın hiç? —Niye konuşmadım biliyor musun? —Niye? —Beni o kavakta buldun ya, getirdin ya, hiç bana sen sordun mu, sen nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Annen var mı, baban var mı? Sen kimsin? Bana hiç sordun mu? —Sormadım. Ama şimdi sorayım var mı anan baban? —Var anam babam. —Nerdeler peki? —Filan memlekettedir. Beni babama götüreceksin, göstereceksin ki baba böyle böyle oldu, diyeceğim. Adam da tamam göndereyim diyor ve bir tabur askerle beraber yolluyor karısını. Bir de taburun reisini katıyorlar kızın peşine. Reise tembih ediyor: —Karımı götüreceksin babasına göstereceksin ondan sonrada geri getireceksin, diyor. Meğersem reis kıza göz koymuş. Bunları götürüyorlar akşama kalıyorlar bir ormanın düzlüğünde, çadırları kuruyorlar. Askerler bir yerde, reis bir yerde, kızın çadırını da askerler ayrı bir yerde kuruyorlar. Akşam oluyor bu reis kızın çadırına giriyor. Kıza diyor ki: —Sende gözüm var sen benim karım olacaksın diyor. —Olmam. —Olacaksın. —Olmam. —Kalkıp çocuğunu keserim. —Kalk kes, gene senin karın olmam, diyor. Adam da kalkıyor çocuklarından birini kesiyor. Gene bunun üstüne düşüyor diyor ki —Benim karım olacaksın. —Olmam. —Bu sefer öbür çocuğunu keserim, diyor. Kalkıp öbür çocuğunu da kesiyor. Kız gene senin karın olmam diyor. Sabahleyin bu adam kızı iyice sıkıştırınca kızın da çaresi kesiliyor, diyor ki: —Bari diyor izin ver de bir tuvalete gideyim de geleyim. —Yok göndermem ya kaçarsan ? —Niye kaçayım bağla iple beni, tut ucundan ben gideyim tuvalete sonra geri geleyim. Kız gizlice cebine bıçak koyuyor eline su dolu ibriği de alıyor gidiyor, gider gitmez belinden ipi kesiyor ipin ucunu köknar ağacına bağlıyor. Oradan bir güzel kaçıyor kız. Kaçıyor kaçıyor. Adamda ipi çekiyor bakıyor ki kız halen daha orda duruyor. Oturuyor saatlerce kızı bekliyor. İpi biraz daha kuvvetli çekiyor gene olmuyor. Sonunda diyor ki kalkıp gideyim bakayım bu ipin peşine bakalım ne oldu. Kız, ipi ağaca bağlamış çekmiş gitmiş. Askerlere bağırıyor: —Hemen kalkın hele kalkın ortalıkta bulunan kadından ne olur çocuklarını kesmiş, kaçmış, diyor. Ortalıkta bulunan kadın derken, kızın ağaçta görüldükten sonra alınıp saraya getirilmesinen bahsediyor. Kızı da kötülüyor böylece. Çadırdaki askerler de inanıyor. Reislerinden hiç ummazlarmış ki böyle bir şey yapsın. Bunlar alıyorlar çocukların cenazesini de geriye dönüyorlar. Gidiyorlar varıyorlar evlerine. Çocukları babalarına gösteriyorlar, diyorlar ki: —Al bak karın çocukları kesmiş kaçmış gece çadırdan. Neyse haberi verelim şimdi kızdan. Gidiyor gidiyor sabah oluyor ki bir tane çoban koyun otlatıyor bir düzde. Çoban bu kızı görüyor kıza âşık oluyor diyor ki: —Senin geldiğin yollara kurban olayım sen nerden geldin? Kıza sarılmak istiyor hemen. Kız da diyor ki: —Dur benim hâlen karnım aç, yol geldim ben çok açım susuzum. Sen bana git, bir yerden bir ekmek bul getir. Ben seninim, sen de benim zaten benim hiç kimsem yok. —Sen a şu sandalyeme otur koyunlarıma bak ben sana hemen yemek bulup getireceğim. Kız oğlan gider gitmez sandalyeyi koyunların içine fırlatıyor koyunların her biri bir yere kaçıyor. Kız da oradan kaçıp gidiyor. Adam da geri dönüyor bakıyor ki ne kız var ne koyunlar var. Kız da gidiyor gidiyor bir dereye varıyor. Dere ama büyük bir dere, o dereyi geçtiği zaman babasına yakın oluyor, oraya varacak. Oraya geliyor. Geliyor ki bir deveci bu geleni geçeni geçiriyor ondan da para kazanıyor. Bu da aynı öbürleri gibi kıza âşık oluyor. Kıza: —Sen benim ol, diyor. —Tamam ama bana bu deveye nasıl bindiğini anlat ben bilmiyorum, tamam o zaman senin olurum. Bunun üstüne binersin kıh dersin kalkar, kıh dedin mi gene durur diyor. Kız da: —Bir kez deneyebilir miyim diyor. Adam da zavallı, —Dene diyor. Aklı kesmiyor ki gidip kaybolacak. Kız güzelce biniyor buna geçiyor karşıya kıh diyor yatıyor deve adama dönüp: —Allah’a ısmarladık diyor. Adam da yalvarıyor ki: —Bari devemi yolla da gelsin. —Yok deve bu tarafta kalacak. Bunu yollarsam peşime geleceksin değil mi? diyor. Neyse bu gidiyor babası Sait Hoca’nın evine doğru. Eve yakın bir yerde görüyor ki babasının kazlarını daha önceden tanıdığı kaz çobanı Deli Balta otlatıyor. Kız çobanı, çoban da kızı tanımış. Kısa bir süre konuştuktan sonra kız çobana: —Deli Balta, sana bir şey söyleyeceğim. Bu elbiselerimi sana giydireyim, senin elbiselerini de ben giyeyim, öyle gideyim babamlara, diyor. Ben götürürüm kazları, sen nereye gidersen git diyor. Alıyor o elbiseleri kız giyiyor, kendi üzerindekileri de çobana veriyor. Kazları önden sürüyor, kazların peşine gidiyor kazlar alışkın nereye gidiyorlarsa. Kız da bunların peşine uyup gidiyor ki kazlar babasının evine gidiyor. Kız da evine giriyor. Ama demiyor ki ben kızınım diye. Kazcı kılığında geliyor. Kazları yerine kapatıyor, içeri eve giriyor. Oturuyor yemek falan yiyorlar. O anda kızın kocası eve geliyor. Meyersen o reis denilen kişiyle kızı arıyorlarmış. Gelip oturmuşlar o evde babasının evinde. Birazdan bakıyor ki o deveci de geliyor. Ondan sonra bakıyor ki koyuncu geliyor. Sonra da bakıyorlar ki ordaki hoca geliyor. Bunlar bir arada toplanınca kız açılıyor artık diyor ki size bir masal anlatacağım izin verirseniz ama kendi de kazcı kılığındadır. Önceden de Deli Balta’ya sen bir büyük baltayla kapıda bekleyeceksin, diyor. Kızın kocası da: —Dertliyiz söyle de dinleyelim, diyor. Başlıyor kaz çobanı kılığındaki kız anlatmaya: Varmış yokmuş, bir yerde bir Sait Hoca varmış, diyor. Adam da: —Sait Hoca benim, hele anlat, diyor. -Bunun bir güzel kızı varmış. Bu kızını vermiş bir hocaya okutmak için, kendi de muhacir olmuş, diyor. Adam da: —Anlat hele, diyor. —Sait Hoca kızını bir hocaya emanet etmiş. Bu hoca da kıza musallat olmuş. Bu kızı ne kadar çabalamışsa bu kızı elde edememiş. Kız bu adamı banyoya sokmuş hamam tasıyla, hamam torbasıyla bayıltmış. Ondan sonra da bohçasını almış, kaçmış oradan. Sonra da gelmiş bir köyün başına, gece olduğu için bir suyun üstündeki kavağa çıkmış. Öte yandan da kocasına bu masal da anlattığı olaylar tanıdık gelmiş. Kocası da: —Anlat hele, anlat, demiş. Kız da devam etmiş anlatmaya. —Bu kız ki çıkmış ağaca, sabah olmuş, Padişahın bir oğlu gelmiş atıyla, atını suya getirmiş. Bu adam atına su içirirken at, kızın yansıması suda gözükmüş, korkmuş sonra adam da bakmış ki bir kız var ağaçta, o kızı ağaçtan indirmiş, alımış kızı nikâhına. Ama bu kıza hiç sormuyor ki sen kimsin, kimin kimsen yok mu? diye. Kız da bunun için yalandan lal gibi davranmış, diyor. —Kızın kocası da: —Hele anlat bu benim işim, diyor. —Bu kız ki lal gibi davranmış. Bunun üzerine bu adam da gitmiş bir tane nene bulmuş derdini anlatmış. Nene demiş, benim bir tane güzel karım var, getirdim iki tane çocuğum oldu, dili yok karımın. Ben nasıl anlayacağım ki bu karımın dili var mı yok mu? Nene de demiş ki bir elma al evine at karının dili varsa ortaya çıkar. Adam da almış, bir elmayı içeri atmış, çocuklar başlamış kavga etmeye. Kız da o zaman demiş ki. Bari atan iki tane ataydı da bu çocuklar kavga etmeseydi. O zaman meğersem adam takip ediyor. Bu kıza sarılıyor. Sevinmiş ki karımın dili var diye. Kıza sormuş kız da anlatmış ki benim annem de var, babam da var beni babama yolla. Kızın kocası bu kızı bir tabur askerle beraber göndermiş. Bir de bu tabur reisini göndermiş. Padişahın oğlu, reise, kızı götürün sonra da geri getirin diye söylemiş. Bu tabur yolda gece vakti dinlenmek için çadırları kuruyor. Reisin bunda gözü kalıyor. Reis anlatılanları anlıyor diyor ki: —Bir tuvalete gidebilir miyim? diyor. Deli Dalta da elinde baltayla bekliyor. O sırada da kaz pişiriyorlar kız da diyor ki: —Çevirin kazan yanmasın, sözde yalan olmasın, bekle. Deli Balta dışarı kimse çıkmasın. Tuvaleti olan altına yapacak diyor. Deli Balta da diyor ki: —Bu baltayla sana öyle vururum ki, otur aşağıya, diyor. Kız anlatmaya devam ediyor: —Neyse bu adam gece bu kızın çadırına gidiyor. Bu kıza yapışmış demiş ki sen bana teslim olacaksın, diye. Kız da demiş ki teslim olmam. O sırada da kızın kocası sürekli reisin yüzüne bakıyormuş. Kız anlatmaya devam etmiş: —Bu reis bu kıza demiş ki kalkarım çocuklarını öldürürüm, demiş. Sonra kalkmış çocuklarının ikisine öldürmüş. Sabah olunca kızın gene üstüne yürümüş demiş benim olacaksın bu kızın da çaresi tükenmiş demiş ki tamam senin olacağım ama bir tuvalete gideyim geleyim öyle olurum demiş. Benim belime halatı bağla, gideyim tuvaletimi yapıp geleyim demiş. Sonra kız gitmiş bıçakla halatı kesmiş oradan kaçmış gitmiş. Reis de ölüleri almış gitmişler. O arada da reis sıkışıyor: —Az bir dışarı çıkayım diyor. Deli Balta da çıkarmam baltayla keserim sizi, diyor. Kız anlatmaya devam ediyor: —Neyse kız gidiyor bakıyor ki bir çoban koyunları otarıyor. Kızı görüyor çoban kıza sarılmaya çalışıyor. Kız da diyor ki ben açım ben susuzum bana yemek bul getir senin olurum. Sonra çoban da gidiyor yemek bulmaya. Çoban gider gitmez kız sandalyeyi koyunların içine atıyor koyunlar dağılıyor. Çoban da orda diyor ki: —O bendim anlat hele, diyor. Kız da anlatmaya devam ediyor: —Geçip gidiyor kız oradan. Sonra kız derenin başına geliyor bakıyor ki orda bir deveci var. Bu deveci de kızı görüyor. Neyse kız bunun elinden de bir şekilde kaçıp kurtuluyor. Kız geliyor sonra babasının köyüne, babasının kazcısı, kaz otarıyor. Kız çobana durumu anlattıktan sonra, benim üstündekileri sana vereyim, senin üstündekileri de bana ver. Neyse bunlar elbiselerini değişiyorlar, kız kazları süre süre babasının evine geliyor. Öyle dedikten sonra başını açıyor kız: —Bakın ben, aha da siz, diyor. Bakıyorlar ki saçları ortaya çıktı kızın. Kızın babası: —Kızım sen miydin, diyor. Kocası da görüyor seviniyor. En kötüsü reis içlerinde, çocuklarını kesmiş. Kocasına reisi göstererek diyor ki: —Aha çocuklarını kesen de budur. Beni tutacaktı. Dönüyor çobana: —Bu bir şey yapmadı sadece gözüm kaldı dedi. Deveci de bir şey yapmadı. Bir de bu hoca, bu beni bıraktığın hoca, beni sıkıştırdı, diyor. Aha bu, aha şu aha da siz ne yaparsanız yapın, diyor. Kızın kocası da: —Çağırın diyor gün görmemiş katırları, diyor. Reisle hocayı bağlıyorlar. İkisini ordayken paramparça ettiriyorlar. Deveciye soruyor ki kaç liraydı senin deven diye, o da on akçe ederdi diyor. Çıkartıyor veriyor parayı da ona. Sonra koyuncuya dönüyor senin koyunların kaç tane idi diyor. Kaç tane koyununu kaybolmuşa onun da parasını veriyor. Alıp karısını da evine gidiyor. Sarayda yiyorlar içiyorlar mutlu bir hayat sürüyorlar.
Sırlı Kız
Artvin
Karadeniz Bölgesi
Bir zamanlar tembel bir çocuk varmış. Bu çocuk küçük yaşta annesiz kalmış. Babası odun toplayarak satar, ekmek parası kazanır ve çocuğuna bakarmış. Bir gün babası ile odun toplamaya çıkmışlar. Babası ooof of derken birdenbire karşılarında bir cin belirmiş. Babası cine sormuş: —Neden geldin? —Cin cevap vermiş: —Beni sen çağırdın, benim adım Of’tur. Dile benden ne dilersen, demiş. —Adam demiş ki: —Yanlışlıkla çağırdım ama şu oğluma bir çare bul oğlum çok tembel, demiş. —Sen oğlunu bir yıllığına bana çırak olarak ver ben onu eğitecem, demiş. Adam da oğlu ile vedalaşmış ve Cin onu alıp yerin altındaki gizli mağaraya götürmüş. Çocuk, Of’un karısıyla karşılaşmış. Karısı da çok mutsuzmuş. Çünkü Cin bu köyden evine getirdiği çocukları yiyormuş. Of’un karısı çocuğa acımış ve demiş ki: —Of’un öğrettiği şeyleri iyice dinle ama öğrenip öğrenmediğini sorarsa öğrenmedim diyeceksin. Yoksa senin kafanı keser, demiş. Cin çocuğa Öğrendin mi? diye sorduğunda hep Hayır cevabını veriyormuş. Of da bu tembel çocuktan bıkıp babasına getirmiş. Of adama demiş ki: —Oğlun çok tembel hiçbir şey anlamıyor, al oğlunu demiş ve gözden kaybolmuş.  Babası bir köşede ağlarken tembel çocuk babasının yanına gelmiş: —Ben her şeyi öğrendim ama cine öğrenmediğimi söyledim. Ben şimdi bakımlı bir katır olacağım sen beni pazarda iyi bir paraya sat, demiş. Babası da tembelin dediğini yapmış. Onu iyi bir paraya satmış. Eve geldiğinde ise oğlunun ondan önce geldiğini görmüş. Katır parasıyla bir süre geçirdikten sonra tembel çocuk, babasına demiş ki: —Ben güzel bir ev olacağım sen beni pazarda çok iyi bir paraya sat, demiş. Babası evi sattıktan sonra kendi evine geldiğinde tembel çocuğun ondan önce geldiğini görmüş. Evi satın alan adam ooof of derken Of yine çıkıvermiş. Adama sormuş ve neler olduğunu öğrenmiş. Tembeli bir düelloya çağırmış tembel de gelmiş. İlk önce Of bir kedi olmuş tembel de köpek olmuş Of’u kovalamış. Of horoz olup durmuş. Tembel de hemen tilki olmuş yine Of’u kovalamış. Of hemen bir fare olmuş tembel de bir kedi olup Of’u yemiş. Bu köyün küçük çocukları, tembel çocuğun sayesinde ölmekten kurtulmuş ve mutlu bir şekilde ömür sürmüşler.
Tembel ve Cin
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
     Bir varmış, bir yokmuş. Zaman, zaman içinde; kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, horozlar imam iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Babam düştü beşikten, anam düştü eşikten, anam kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapının ardındaki köşeyi…      Vakti zamanın birinde fakir bir çobanla kızı varmış. Bunlar kıt kanaat ama mutlu mesut yaşarlarken evlerine bir kadın gelmiş. Kızı oğluna istemiş. Çoban bu kadını evinden kovmuş. İyi kalpli kızı bu duruma hiç anlam verememiş. Günler aylar geçmiş. Kız annesinin mezarını ziyarete gittiği sırada o kadın ortaya çıkmış. Kıza onu sevdiğini, gelini olmasını istediğini anlatmış. Kız da kadından babası için özür dilemiş. Sohbet iyice koyulaşınca da kadın tuhaf bir meyve çıkarıp kıza ikram etmiş. Kızın yemesiyle bayılması bir olmuş. Meğer bu kadın bir cadıymış. Kızı sihirli küpüne bindirip göl içindeki sarayına getirmiş, kendisi de ortadan kaybolmuş. Bu saray çok ama çok güzelmiş. İçinde her telinden bin bir ses çıkan çalgılar, bin bir renkte hayvanlar varmış. Kız başlarda çok üzülüp ağlamış ama sonra durumu kabullenmeye başlamış. Saray göl içinde olduğundan dışarı çıkamıyormuş. Cadının olmadığı bir gün sarayı gezmeye başlamış. Bodrum katında bin bir tane küçük kapı görmüş. Her kapı ilginç yerlere açılıyormuş. Neyse lafı uzatmayalım. Kız odanın birinde, küçük bir kutu içinde iki kıl bulmuş. Bu kılları birbirine değdirince bir balık çıkagelmiş. Kıza: — Dile benden ne dilersen, demiş. Kız da cadıdan kurtulmak istediğini söylemiş. Kızın sözünü bitirmesiyle kendini ormanda bulması bir olmuş. Kız nereye geldiğini anlamaya çalışırken bir geyik görmüş. Geyik, kıza yaklaşıp bu ormanda ne aradığını sormuş. Kız da ağlayarak başından geçenleri anlatmış. Geyik, kıza korkmamasını, onu hep koruyacağını söylemiş. Bunlar hep birlikte gezmeye başlamışlar. Geyikle birlikte yiyecek buluyorlarmış hatta oyunlar bile oynuyorlarmış. Yine bir gün birlikte gezerlerken bir avcı görmüşler. Kız avcıdan yardım isteyeceğini söylemiş. Geyik bu avcının kötü biri olduğunu söyleyip kızı vazgeçirmiş. Avcı ertesi gün yine gelmiş. Ama bu sefer geyiği görmüş. Onun güzelliğine, boynuzlarının büyüklüğüne hayran olmuş ve onu yaralamış. Neyse ki geyik hızlı davranmış ve kaçmış. Kız onun bu hâlini görünce çok üzülmüş, feryat figan etmiş. Günlerce ona bakmış. Her gün ormandan yiyecek bulmuş, şifalı otlardan toplamış. Annesini ona küçükken öğrettiği merhemlerden yapmış da geyiği iyileştirmiş. Kızın ormana gelişinin kırkıncı gününde geyik birden insan oluvermiş. Meğerse bu geyik cadı tarafından sihirlenmiş bir padişahmış. Bir kız, onu geyik hâliyle sever ve ondan kırk gün ayrılmazsa büyü bozulurmuş. Kız, padişahı görür görmez âşık olmuş ama bu duruma da çok şaşırmış. Geyik ona başından geçenleri anlatmış. Sonra som altından saraylarına gelmişler, kırk gün kırk gece düğün yapıp muratlarına ermişler.
Cadının Sihirlediği Geyik
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu pek çokmuş. Çok yemesi haram, az yemesi sevapmış. Günlerden bir güm padişahın birisi oğluna kız aramaya çıkmış. Kendi gibi bir padişahın çok uzak olan ülkesinde çok güzel bir kızı olduğunu duymuş. Kızı istemeye dünür göndermiş ki oğluna alsınlar. Kızı oğlan görecek, konuşacak anlaşacaklar, karşılıklı birbirlerini beğenecekler. Anlaşırlarsa bir düğün orda olacak, bir düğün burada olacak. Hediyelerle o diyardaki padişahın huzuruna varmışlar. Misafir olmuşlar ve ağırlanmışlar. Oğlan bu arada kızla karşılaşmış ve konuşmuşlar. Padişahın ülkesinde nar meşhurmuş. Misafirlere nar ikram edilmiş. Oğlan ile kız beraber nar yerken oğlan elindeki narın bir tanesini yere düşürmüş. Padişahın oğlu eğilip yerden narı almış, üflemiş ve yemiş. Kız bunu görünce:       — Yere düşen bir nar tanesini alıp yiyen erkeğe varmam, demiş. Israr etmişler ama kız:       — Varmam. Bu iş olmaz, demiş. Bakmışlar ki işin olacak tarafı yok, padişahın oğlunun canı çok sıkılmış. Oğlan maiyetindekilere:       — Madem ben bu kızı almaya diye geldim. Ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim. Sizler gidiniz, demiş. Sonra da       — Kendi yöntemimi uygulamaktan başka çarem yok, diye söylenmiş. Çevresindekiler bırakıp gitmişler. Oradan ayrılınca bir sihirbazın yanına çırak girmiş. Parasıyla altı ay gibi bir müddet içinde bütün hünerlerini öğrenmiş. Sonra tebdil-i kıyafet edip keloğlan kılığında saraya gelmiş. Padişahın kızının olduğu sarayın etrafında dolaşmaya başlamış. Bir taraftan dolaşıyor bir taraftan da bağırıyormuş:       — Bahçevancı, bahçevancı geldi. Her gün renk renk güller açtırırım. Etrafa neşe saçtırırım, diye. Cariyeler bu olayı padişahın kızına haber verirler. Kız, Keloğlan’ı çağırmış ve:       — Nasıl yapıyorsun bu işi görelim, demiş. Keloğlan işe başlamış. Bir gün olmuş yeşil güller açtırmış, bir gün olmuş mor güller açtırmış, bir gün olmuş pembe güller açtırmış. Bu olay böyle devam etmiş gitmiş. Keloğlan’ı sonunda saraya bahçevan olarak almışlar. Padişahın oğlu öyle sihirler gösteriyor öyle güzel işler yapıyormuş ki kızın aklını başından alıyormuş. Zaten kendisi de çok yakışıklıymış. Keloğlan, kızı birlikte kaçmaya razı etmiş. Yükte hafif pahada ağır ne varsa heybeye doldurmuşlar ve ikisi birden kaçmışlar. Yol boyu gele gele Keloğlan’ın memleketine doğru ilerlemişler. Bu arada kızın parasını Keloğlan bitirecek şekilde harcıyormuş. Padişahın oğlu olduğunu bildirmemiş. Bu arada paraları da bitmiş. Öyle bir duruma gelmişler ki aç biilaç. Memleketlerine yaklaşmışlar. Yolda delik bir hamam tası görmüşler. Keloğlan padişahın kızına:       — İn de şu tası al.       — Ne yapacağım o tası?       — Oraya gidince hamama gidersin. Neyle su döküneceksin, deyince kız da:       — Ya sabır! diyerek inip tası almış. Giderlerken biraz sonra kırık tarak bulmuşlar. Keloğlan kıza:       — Şu tarağı al.       — Ne yapacağım ben bunu?       — Hamamda başını neyle tarayacaksın, diye sorunca kız, Keloğlan’ı sevdiğinden cevap vermemiş. Kızla birlikte padişahın oğlu olan Keloğlan memleketine gelmişler nihayet. Kenar mahallelerin birinde emin bildiği bir yaşlı kadının yanına götürmüş kızı. Oraya yerleşmişler. Sabah olunca oğlan erkenden “Ben çalışmaya gidiyorum.” deyip evden ayrılıyor, akşam dönüyormuş. Bu hâl böyle günlerce devam edip durmuş. Sarayda ise durum farklıymış. Padişah geri dönen oğlunu yeniden evlendirmeye karar vermiş. Ona yakışacak bir gelin arıyormuş. Fakat oğlanın bir şartı varmış. Bu şartı kim yerine getirirse onunla evlenecek diye ilen vermişler. Bir de hamam açmışlar; “Evlenmek isteyen ne kadar kız varsa o gün hamama gelecek ve sorulacak bulmacanın cevabını bilecek. Bilenler uygun olursa padişahın oğlunun karısı olacak.” diye ilan vermişler. Memleketin bütün genç kızları evlenmek niyetiyle akın akın hamama gelmişler. Fakat hiç kimse bu bulmacanın cevabının verememiş. Bulmaca şöyleymiş: Bir altın tepsi içinde bir tane altın, bir tane şeker, bir tane köşk, bir tane filiz, bir tane gül, bir tane diken, bir tane nar tanesi var. Bunlar manası nedir? Hamam gelen herkese bu bulmacayı soruyorlarmış anlamı nedir diye. Dudak büken gidiyormuş. Hamam faslı bir hafta, on gün devam edince Keloğlan karısına:       — Sen epeyidir yıkanmadın. Padişahın oğlu hamamı açmış. Şu delik tası, kırık tarağı al hamama git, demiş. O da herkesle hamama gitmiş, yunmuş, arınmış. Tak çıkacağı zaman önüne altın tepsi ile bulmacayı getirip göstermişler. “Bu ne?” demiş padişahın kızı. Oradakiler de:       — İşte bunun anlamını soruyorlar, biliyorsan söyleyeceksin, demişler. Kız bir ah çekmiş ve şöyle söylemiş:       — Altın gibi azizdim, şeker gibi lezizdim, hünkâr köşkünde bitmiş bir tek filizdim. Bahçelerde gül iken oldum bir kaba diken, sebep bir nar tanesi, Keloğlan’a vardım ben.       — Bunu duyar duymaz kızı kaptıkları gibi doğru padişahın sarayına götürmüşler. Kız ne dediyse de bağırıp feryat ettiyse de sesini duyuramamış. Fakat kızı bırakmamışlar. Yuyup arıtmışlar, giydirip kuşatmışlar ve bir odaya koymuşlar. Kız feryat ediyormuş “Ben Keloğlan’dan başkasına varmam, istemem.” diye. Ne haddine. Bu padişahın oğlu kızın direndiğini görünce geri çıkmış, Keloğlan elbiselerini giyince tekrardan geri gelmiş. Onu görünce kız “Keloğlan’ım” diye boynuna sarılmış. Ondan sonra oğlan kıza olanları açıklamış ve kıza bir nar tanesini küçümsemenin başına neler getirebileceğini göstermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.  
Önce Padişah Sonra Bahçevan Olan Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Bir zamanlar bir padişah ve bu padişahın sekiz tane kızı varmış. Fakat bu padişahın oğlu olmuyormuş. Bir gün padişahın hanımı yine hamile kalır. Padişah hanımına:       — Eğer yine kız doğurursan seni öldürtürüm, der. Kadın yine bir kız çocuğu dünyaya getirir. Korktuğu için de padişaha erkek oldu diye söyler. Kadın, padişahı yıllarca çocuk erkek diyerek kandırır. Aradan zaman geçip çocuğun sünnet zamanı gelince hazırlıklar yapılır ve her yerden davetliler gelir. Padişah:       — Çocuğu hazırlayın, deyince kadın korkmaya başlar. Annesinin yalanının ortaya çıkacağını anlayan kız:       — Anne sen korkma, bana hakkını helal et, Allah’ın memleketi sadece burası değil ben başka bir yerde de yaşarım, diyerek annesiyle vedalaşıp oradan ayrılır. Kız giderken bir at almak için ahıra girer ve hayvanların arasından güzel bir tane at seçer. Seçtiği atı sevip okşarken kızın derdini anlayan at, dile gelip konuşmaya başlar:       — Benden ne istiyorsunuz şehzadem, der. Kız:       — Babam beni erkek biliyor, benim sünnet zamanım geldi o yüzden buralardan gitmek istiyorum.       — Sırtıma bin o zaman, der. Kız, atın sırtına biner ve at tam altı aylık yolu rüzgâr gibi bir hızla iki saatte alır. Yabancı bir ülkeye gelirler. Gezerken bir yerde büyük bir topluluk olduğunu görürler. At, kıza kuyruğundan iki tüy verip:       — Başın sıkıştığında bunları gizli bir yerde birbirine sürt, ben hemen ortaya çıkarım, der. At, oradan kaybolunca kız da merak edip topluluğun arasına girer ve içlerinden birisine burada ne olduğunu sorar. Adamın birisi:       — Bu ülkede bir dev var. Bu dev her sene bu ülkenin padişahının bir çocuğunu alır gider. O zaman ters akan sular düz akar, kirli akan sular temiz akar. Şimdi de padişahın kızını hazırlayıp bekliyoruz, der. Kız bunu duyunca kimsenin olmadığı bir yere gidip atın verdiği tüyleri birbirine sürter. At, hemen kızın karşısına çıkıp:       — Emriniz?       — Ben senden bir devi bir vuruşta öldürecek kadar keskin bir kılıç istiyorum. At da hemen kılıcı kıza verip ortadan kaybolur. Birden yer sallanmaya başlar. Kız, bir de bakmış ki, padişahın kızını alacak olan dev geliyor. Kız “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Sabır, Ya Selâmet” deyip kılıcı devin kellesine vurunca devin kellesini bir vuruşta koparır. Padişahın kızını da devin elinden kurtarıp kayıplara karışır. Herkes devi öldürenin kim olduğunu ve kızı nereye götürdüğünü merak etmeye başlar. Padişah da hem devi öldüreni hem de kızını aratmaya başlar. Hem devi öldürene hem de kızını bulana büyük bir ödül vereceğini söyler. Kız yine kimsenin olmadığı bir yerde atın verdiği tüyleri birbirine sürtünce at hemen karşısına çıkar:       — Emriniz?       — Ben erkek olmak istiyorum.       — Tamam. Şimdi kendine bir bak erkek olmuş musun, der. Kız, kendi vücudunu yoklayınca erkek olduğunu anlar. Kız, erkek olduğu için çok mutlu olur ve ata çok teşekkür eder. Padişah devamlı devi öldürüp kızını kurtaran delikanlıyı memleketin her tarafında aratırken en sonunda delikanlıyı adamlarından birisi yakalayıp padişahın huzuruna çıkartır. Padişah, kızına:       — Kızım seni kurtaran delikanlı bu mu, diye sorar. Kız da delikanlıyı hemen babasına tanıtır.       — Evet, baba beni kurtaran delikanlı bu, der. Padişah delikanlıya:       — Dile benden ne dilersen, der. Delikanlı:       — Sağlığınızı diliyorum, der. Padişah yine:       — Dile benden ne dilersen, der. Delikanlı tekrar:       — Sağlığınızı diliyorum, der. Padişah üçüncü kere:       — Dile benden ne dilersen, diye sorar. Delikanlı bu sefer:       — Benim memleketim burası değil, ben kendi memleketime gitmek istiyorum, der. Padişah:        — Tamam, o zaman seni serbest bırakıyorum. İstediğin yere git ama sana kızımı vereceğim, der. Delikanlı kızı da alıp yine gizli bir yere giderek atın tüylerini birbirine sürter ve at hemen karşısına çıkıp:        — Emriniz?       — Ben geldiğim ülkeye geri gitmek istiyorum. Oğlanla kız, ata binerler ve at, altı aylık yolu rüzgâr gibi giderek iki saatte alırlar. Oğlan eski ülkesine gelince ailesinin yanına giderek annesinin babasının elini öper ve başından geçenleri tek tek anlatır. Padişahın kızıyla da evlenip mutlu bir hayat sürerler. Onlar ermiş muradına, biz de çıkalım kerevetine.
Sekiz Kızın Bacısı
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Aç Kurt Bir varmış, bir yokmuş… Bir topal kurt günün birinde aç kalınca, “Bugün yoluma koyulayım da şu karnımı doyurayım.” der. İlk önce bir keçi yavrusuna rast gelir. Kurt:       — Seni yiyeceğim, deyince keçi:       — Ben sana yetmem, üçü beş olayım da öyle ye, der. Keçi, üçü beş olayım diye oynarken kaçıp sürüye karışır ve kurt yine aç kalır. Kurt, yolda giderken bu sefer de bir koyuna rast gelir:       — Seni yiyeceğim, deyince koyun:       — Ben sana bir kere oynayıvereyim de ondan sonra beni ye, der. Koyun oynuyorum derken, kurdu şaşırtarak kaçar. Koyun, sürüye karışınca kurt yine aç kalır. Kurt, üçüncü sefer de bir eşeğe rast gelir:       — Seni yiyeceğim, deyince eşek:        — Benim haftaya sahibimin düğünü var. Örtü döşek taşıyacağım, beni sonra ye, der. Kurt, eşeği de yemekten vazgeçer. Dördüncü sefer de bir katıra rast gelir. Kurt:       — Katır seni bugün yiyeceğim, karnım çok aç, der. Katır:       — Sahibime demeyince ben kendimi sana yedirmem. Sahibimin hatırı kalır, der. Kurt, katırı da yiyemeyince, yoluna devam eder. Sonra biraz daha ilerleyip bir ata rast gelir:       — Bugün seni mutlaka yiyeceğim, deyince at:       — Arkamda barat var, der. Kurt, baratı almak için atın arkasına eğildiğinde, at çifteyi vurunca, kurt fırlayıp dereden aşağı yuvarlanır. Daha sonra kendine gelince bir tepeye çıkıp ağlamaya başlar. Aklına ilk önce keçi gelir:       — Buldun bir keçi,           Neme lazım üçü beşi,           A kahpeoğlu,          Sürü sahibi mi olacaktın? Sonra aklına koyun gelir:       — Buldun bir koyun,           Neme lazım oyun moyun,           A kahpeoğlu,          Niye karnını aç durdurdun? Sonra aklına eşek gelir:        — Buldun bir eşek,            Neme lazım örtü döşek,            A kahpeoğlu,           Gelin güyo mu olacaktın? Sonra aklına katır gelir:        — Buldun bir katır,            Ne sayıyorsun hatır,            A kahpeoğlu,           Köye kaymakam mı olacaktın? En sonunda da aklına at gelir:        — Buldun bir at,            Neyine lazım berat merat,             A kahpeoğlu,            Mahkeme mi kuracaktın? der. Böylelikle kurt yine aç kalır ve diğer hayvanlar da kurnazlıklarının sayesine kurtulurlar.
Aç Kurt
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde, bir kasabada iki fakir delikanlı yaşarmış. Bu iki delikanlı, odun satmakla geçinirlermiş. Bunların bir de eşekleri varmış, her gün dağdan kestikleri odunları eşeklerine yükler, kasabaya getirip satarlarmış. Bir gün yine odun kesmek için dağa giderler. Odunları eşeğe yükleyip kasabaya dönerken, dağın yamacında parlayan sapsarı bir şey görüp bunun ne olduğunu merak ederler. Yanına geldiklerinde burada bir bal kuyusunun olduğunu anlarlar ve buna çok sevinirler. Delikanlılar:       — Biz artık odun taşımayalım, bu balı taşıyıp bir tüccara satalım. Böylece daha çok para kazanırız, diye aralarında anlaşırlar. Kasabaya gelip balı taşıyabilecekleri birer kap alarak tekrar bal kuyusunun yanına gelirler. Kapları balla doldurarak bir tüccara bal satmaya başlarlar. Birkaç gün böyle balı satmaya devam ederler. Bir gün yine bal kuyusunun yanına gelirler. Delikanlılardan birisi bal kuyusunun içine girer fakat bir daha da çıkamaz. Hemen arkadaşına seslenir fakat arkadaşı onu kurtarmak için hiç uğraşmaz. Arkadaşı balı tek başına satıp zengin olma hayali kurmaya başlar ve arkadaşını kuyudan çıkartmaz. Balla doldurduğu kapları alıp arkadaşını kuyuda bırakarak kasabaya döner. Kuyudaki delikanlı bir iki gece kuyuda kalır. Bir ­gün yine çıkmak için debelenirken kuyunun içinde bir kapı olduğunu görür. Kapıyı açıp da içeriye baktığında, içerde üst tarafı insana benzer, alt tarafı yılan olan bir yaratık görür. Delikanlı:       — İn misin, cin misin, sen kimsin?       — Ben Şahmaranım, sen kimsin?       — Ben insanoğluyum.       — İnsanoğlu sen buraya nasıl girdin, diye sorar. Delikanlı da başından geçenleri Şahmaran’a tek tek anlatır ve bu kuyudan çıkamadığını söyler. Şahmaran:       — Ben seni bu kuyudan çıkarırım ama insanoğluna iyilik yaramaz, sen beni bir gün gelir öldürürsün, der. Şahmaran, delikanlıya sırtına binmesini söyler. Delikanlı, Şahmaran’ın sırtına biner ve Şahmaran iki dakikada delikanlıyı kuyudan çıkartınca delikanlı bu işe şaşırıp kalır. Şahmaran hemen kuyuya geri döner ve delikanlı da oradan kasabasına geri gider. Memleketine vardıktan sonra arkadaşını bulup bir güzel kızar ve arkadaşından hakkını alır. Yalnız Şahmaran’ı görenin sırtında bir al olurmuş. Delikanlının sırtında da Şahmaran’ı gördüğü için bir al oluşmuş. Bir gün padişahın karısı hastalanır ve iyileşmesi için de Şahmaran’ın kanı gerekmektedir. Padişah, tellalla herkesi kendi hamamına çağırtır. Herkes padişahın emrine uyup hamama gider fakat Şahmaran’ı gören delikanlı gitmez. Hamamda bir bir herkesin sırtına bakarlar fakat hiç kimsenin sırtında al bulamazlar. Sonra Şahmaran’ı gören delikanlının gelmediğini anlarlar. Padişah, delikanlıyı getirmeleri için adamlarına emir verir. Delikanlıyı bulup getirirler ve soyduklarında da sırtında al olduğunu görürler. Padişah delikanlıya Şahmaran’ın kanını gidip getirmesini söyler. Delikanlı da Şahmaran’ın iyiliğine karşılık ona kötülük yapmak istemez. Padişahın adamları delikanlının bu tavrına karşılık delikanlıyı döverler ve öldürmekle tehdit ederler. Delikanlı en sonunda Şahmaran’ı gördüğü yeri söylemek zorunda kalır. Padişahın adamlarıyla birlikte delikanlı Şahmaran’ın olduğu kuyunun başına gelir. Delikanlı, urganla kuyudan içeriye sallandırılır. Delikanlı inerken de yanına Şahmaran sütle beslendiği için süt ve rakı alır. Kuyuya inince Şahmaran’ın havuzuna sütle rakıyı boşaltır. Şahmaran bu havuzdan süt içince içinde rakı da olduğu için sarhoş olup uykuya dalar. Delikanlı bunu fırsat bilip Şahmaran’ı öldürerek kanından alır. Sonra dışarıda bekleyenler delikanlıyı tekrar yukarı çekerler. Delikanlı yukarı çıkınca adamlar delikanlıyı doğru padişahın yanına götürürler. Padişahın karısına Şahmaran’ın kanından kan verdikten bir süre sonra kadın iyileşir. Delikanlı da padişah tarafından mücevherlerle ödüllendirilir. Delikanlı bekâr olduğu için çok güzel, ihtişamlı bir düğünle evlendirilir ve padişahın da sağ kolu olur. Şahmaran’ın, “Ben seni kurtarırım ama insanoğluna iyilik yaramaz, sen beni gün gelip öldürürsün.” sözü de gerçek olur.
ŞAHMARAN
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
“Hıdılı” ile “Dıdılı” isimli iki kuş birbirleriyle en çok kim yiyecek bulacak diye iddialaşmışlar. Hıdılı bir dağ başına konup oradan bir çöp almış. Çöple birlikte uzak diyarlara uçup bir evin bacasına konmuş. Evdeki kadın tandırda ekmek yapmak için hazırlık yapıyormuş. Kadının yanına gelen Hıdılı kadına: — Şu çöpü tut, ben çalılıkta ötüp geleyim, demiş ve oradan uzaklaşmış. Kadın saatlerce Hıdılı’yı beklemiş ama kuş gelmemiş. Sonunda kadın tandırı yakınca çöpü de içine atmış. Bir köşede kadını izleyen Hıdılı gelmiş, çöpünü istemiş. Kadın çok beklediğini gelmeyince çöpünü yaktığını söylemiş. Hıdılı: — O zaman o yana giderim, bu yana giderim, ekmeğini alır, kaçarım, demiş. Hıdılı o yana gitmiş, bu yana gitmiş, bir ekmek alıp kaçmış. Ekmek ile beraber uçarken bir çobanı görmüş. Çobana: — Ekmeğimi tut, ben şu çalıda ötüp geleyim, demiş. Ekmeği alan çoban beklemiş. Hıdılı bir türlü gelmemiş. Acıkan çoban ekmeği yemiş.  O sıra Hıdılı gelip ekmeğinin nerede olduğunu çobana sormuş. Çoban acıkıp ekmeği yediğini söylemiş. Bunun üzerine Hıdılı: — O yana giderim, bu yana giderim, bir kınalı koçu alıp kaçarım, demiş. Hıdılı o yana gitmiş, bu yana gitmiş, bir kınalı koçu alıp kaçmış. Koçla beraber uzak diyarlara giden Hıdılı yolda bir düğün alayına rastlamış. Onlara: — Koçumu tutun, ben şu çalılıkta ötüp geleyim, demiş. Düğüncüler kuşu beklemiş ama gelen giden olmuyormuş. Sonunda düğüncüler koçu kesip düğün yemeği yapmışlar. Diğerlerinde olduğu gibi Hıdılı bunları da izliyormuş. Olanları görünce düğüncülerin yanına gelip koçunu istemiş. Düğüncüler koçu kesip yemek yaptıklarını söylemiş. Bunun üzerine Hıdılı: — O yana giderim, bu yana giderim, gelini alıp kaçarım, demiş. Hıdılı o yana gitmiş, bu yana gitmiş, gelini alıp kaçmış. Gelinle beraber bir dağa gelen Hıdılı, Dıdılı ile orada buluşmuş. Dıdılı’ya ne bulduğunu sormuş. Dıdılı hiçbir şey bulamadığını söylemiş. Dıdılı sormuş: — Sen ne buldun?  Hıdılı, Dıdılı’nın elinden tutup halay çeke çeke: — Dın dın dın! Bir çöp verdim ekmek aldım, bir ekmek verdim kınalı koç aldım, bir kınalı koç verdim gelin aldım. Dın dın dın, demiş
Hıdılı ile Dıdılı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Kurnaz Tilki Bir varmış bir yokmuş. Bir tilki varmış, yola gidiyormuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir altı ay güz gitmiş. Önüne bir tavuk gelmiş. — Nereye gidiyorsun Tilki Paşa, dermiş. — Hacca gidiyorum, demiş. — Beni de götürür müsün, dermiş. Onu da almış götürmüş. İleri gitmiş gitmiş. Bir kaza rast gelmiş. — Nereye gidiyorsun Tilki Paşa, demiş. — Hacca gidiyorum, demiş. — Beni de götürür müsün, dermiş. — Ya götürürüm, demiş. Varmış varmış gitmiş. Bir bağırtlağa* rast gelmiş. — Nereye gidiyorsun Tilki Paşa, demiş. — Hacca gidiyorum, demiş. — Beni de götürür müsün, dermiş. — Götürürüm, demiş. Onu da almış götürmüş varmış varmış, bir deliğin ağzına koymuş. Sabah olunca tavuk demiş ki: — Haydi Tilki Paşa sabah oldu. Hacca gidelim, demiş. — Yok, öğle olsun, gün göbeğime düşsün, seni de yiyeyim, öyle gidelim, demiş. O gün onu pişirmiş yemiş. Evvelki gün olmuş. Kaz da: — Haydi tilki Paşa sabah oldu gidelim, demiş. — Yok, öğle olsun gün göbeğime düşsün seni de yiyeyim öyle gidelim, demiş. Onu da o gün yemiş, kala kala bağırtlak kalmış. — Haydi Tilki Paşa sabah oldu gidelim, demiş. — Yok öğle olsun öğle olsun gün göbeğime düşsün, seni de yiyim öyle gidelim, demiş. — İyi tamam beni yiyecek misin, dermiş. — Yiyeceğim, demiş. — Deliğin ağzına gel, beni ağzına al, adımı de beni ye, demiş. Tilki deliğin ağzına gelmiş. Bağırtlağı ağzına almış. “Bağırtlak” deyince pırr uçmuş gitmiş. Tilki de: — Hay vah! “Bağırtlak” demeseydim “çığırtlak” deseydim seni de yeseydim, demiş. *bağırtlak: Orta büyüklükte, eti sevilen bir cins göçebe ördek, bozkır tavuğu
Kurnaz Tilki
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir gün ormanlar padişahı aslan ormanda dolaşıyormuş. Bir kedi görmüş, kediye gülmüş. Kedi de: — Ne gülüyorsun, ben senin dayınım, demiş. Aslan daha fazla gülmüş ve: — Sen mi benim dayımsın? Ha hay… demiş. Bunun üzerine Kedi: — Hele bir insan eline düş de o zaman gör, demiş. Aslan gülüp geçmiş. Bir zaman sonra aslan ormandan sıkılmış. Biraz da dışarıda dolaşayım, kısmetimi arayayım, demiş. Ormanın dışında dolaşırken bir çiftçiyi görmüş. Görmüş ki çiftçi öküzü ile çift sürüyor. Tam hazırlanmış, öküze saldıracakken çiftçi görmüş. — Dur Aslan kardeş, ne yapıyorsun, demiş. Aslan da: — Ne yapayım, o benim kısmetim. Öküzü yiyeceğim, demiş. Çiftçi korkmuş. — Dur Aslan kardeş, kıyma ona. Onu yersen ben ne yaparım, demiş. Aslan: — Ben anlamam, ne yaparsan yap. Ben açım ve onu yiyeceğim, demiş. Bunu üzerine çiftçi düşünmüş, Aslan’a: — Gel etme Aslan kardeş, açsan ben sana körpesinden bir koyun getireyim, sen onu ye. Ama bir tek öküzüm var, ona dokunma, demiş. Bunun üzerine Aslan biraz düşünmüş ve: — Olur, bari git getir, koyunu yiyeyim, demiş. Çiftçi sevinmiş ama bir kurnazlık düşünmüş hemen. — Aslan kardeş, ben koyunu getirmeye gidince sen benim öküzümü yersen, anlaşmayı bozarsan ben ne yaparım, demiş. Aslan da: — Ee! ne yapayım canım, inanırsan inan, demiş. Çiftçi de: — Yapma aslan kardeş, sen koskoca aslansın nasıl olsa… Gel seni şu iple şu ağaca bağlıyım, koyunu alıp gelince çözerim. Sen de koyunu afiyetle yersin, demiş. Aslan düşünmüş. Kendine çok güveniyor ya hani. — Dediğin gibi olsun, bağla bakalım, demiş. Hemen çiftçi aslanı ağaca sıkıca bağlamış, eline kocaman bir sopa almış ve aslana vurmaya başlamış. Aslan: — Ne yapıyorsun? Seninle böyle mi anlaştık, demiş. Çiftçi: — Ne yapayım? Ben sana böyle davranmasam, sen ya koyunu ya da öküzü yiyecektin, demiş. Aslanı dövmeye devam etmiş. Aslan da inleyerek: — İnsan eline düşüp kendini beğenmiş bir aslan olacağıma, ormanda gezinen bir kedi olsaydım keşke, demiş. Oradan kurtulduktan sonra da bir daha ne kimseyle dalga geçmiş ne de kibirlilik yapmış. Ormandan da bir daha dışarı çıkmamış.
Kedi ile Aslan
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Keloğlan varmış.             Keloğlan bir gün bir yere misafirliğe gitmiş. Misafirliğe gittiği yerdeki evin kadını da helva yapıyormuş. Kadın helva yapmaya başlar ve tavaya yağı koyup bir iş için aşağıya iner. Kadın aşağıya inince Keloğlan’ın aklına hemen bir şeytanlık gelir. Yerinden kalkar ve tavanın içindeki kızgın yağı evde yatalak olan kadının kocasının ağzına doldurur. Adam o dakikada ölür.             Keloğlan hemen yağ tavasına su doldurup tekrar ocağa koyar ve yerine oturur. Kadın eve gelince de hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başlar. Kadın, tavadaki suya ununu, şekerini falan katıp helvayı yapmaya başlar. Fakat bir türlü helvanın kıvamını tutturamaz. Kadın:       — Bu helva neden olmuyor, bu helva neden olmuyor, diye kendi kendine söylenmeye başlar. Sonunda kadın güç bela da olsa helvayı suyla yapar. Fakat helva istediği gibi olmaz. Kadın yaptığı helvayı yedirmek için kocasının yanına gider ve kocasına:       — Herif kalk, sana helva yaptım. Herif kalk, sana helva yaptım, der. Ama adam öldüğü için kalkması imkânsızdır. Kadın bakmış ki, adam ölmüş. Kadın, kocasının öldüğünü görünce ne yapacağını şaşırır. Hemen Keloğlan’ın yanına gelip:       — Keloğlan, kalk şurada bir adam ölmüş. Sana üç beş kuruş vereyim de adamı bir yere at da gel, der. Keloğlan da bunu kabul edip önce paraları alır. Daha sonra adamı sırtına alıp bir caminin kapısına bağlar. Tam o sırada da ezan vakti geldiği için hoca camiye gelir. Hoca caminin kapısında adamı görünce:       — Dayı kaç ezan vakti geldi, ezan okumam lazım. Dayı kaç ezan vakti geçiyor, diye adama söylenir. Sonunda sinirlenen hoca, adamı iterek camiye girince adam da olduğu yere yıkılır. Keloğlan da bütün bu olanları uzaktan izlerken adamın yere düştüğünü görünce:       — “Hööööt… O yere yıktığın adam benim babamdı. Sen benim babamı nasıl yere yıkarsın. Sen benim babamı öldürdün. Ben seni şikâyet etmeye karakola gidiyorum, der. Hoca da:       — Etme Keloğlan, gitme Keloğlan, sana para vereyim de beni şikâyet etme, der.             Keloğlan biraz para da hocadan aldıktan sonra adamı sırtına yükleyip yola koyulur. Az gitmiş uz gitmiş, yolda giderken bir merkebe rastlar. Cenazeyi merkebin sırtına bağlayıp tekrar yola koyulur.             Keloğlan gide gide bir ekin tarlasına varır. Keloğlan’ın yine aklına bir şeytanlık gelir. Merkebi ekin tarlasının içine doğru salar ve sonra da kendisi saklanıp uzaktan seyretmeye başlar. Ekin tarlasında ekin biçen adamlar merkebin ekin tarlasının içine doğru geldiğini görünce üzerinde bağlı olan adama:       — Dayı ekinin içinden yedirme, yedireceksen kenardan yedir de ekin dolaşmasın, derler.             Adam ölü olduğu için zaten hiçbir şeyin farkında değil. Adamlar tekrar:        — Dayı ekinin içinden yedirme, yedireceksen kenardan yedir de ekin dolaşmasın, derler.             Adamların bu sözüne de aldırmayıp eşeği ekinin içine doğru gidince ekin biçen adamlardan birisi sinirlenip elindeki tırpanın sapını eşeğin üstündeki adama vurduğu gibi adamı yere indirir. Adamın yere düştüğünü gören Keloğlan, hemen saklandığı yerden çıkıp:       — Höööt… O benim babamdı. Siz benim babamı öldürdünüz. Sizi karakola şikâyet etmeye gidiyorum, deyince adamlar da:       — Etme Keloğlan, gitme Keloğlan, bizi karakola şikâyet etme. Sana biraz para verelim bizi şikâyet etme, derler.             Keloğlan, biraz para da bu adamlardan alır ve cebini iyice doldurur. Parayı aldıktan sonra ölen adamı sırtladığı gibi doğruca bir dereye gömer. Daha sonra da kazandığı paraları afiyetle yer.
Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Oğlanın birisi, babasına günün birinde, bana padişahın kızını alıver, diye ısrar eder. Babası da bu duruma şaşırır ve:       — Oğlum, hiç padişah bize kızını verir mi? Sen deli mi oldun, şaşırdın mı?       — Ne şaşırdım ne de delirdim. İlla bana padişahın kızını alıvereceksin.             Oğlanın ısrarlarına dayanamayınca baba oğul padişahın huzuruna giderler. Padişaha oğlanın babası bu durumu anlatır. Padişah da:       — Şayet oğlun dünyada olmayan zeneti alabilirse kızımı ona veririm, der.             Oğlanla babası akşam eve gelince bu zeneti nasıl bulacaklarını düşünmeye başlarlar. Ertesi gün oğlan sırtına bir azık sarıp babasıyla beraber yola çıkar. Bir kayanın yanına gelince yoruldukları için –adam da yaşlıymış- hemen dinlenirler. Oğlan kayanın yanına oturup “ooof of” deyince oturdukları yerden bir kapı açılır ve içeriden bir adam çıkar. Adamın adı “Of Koca” imiş. Hemen Of Koca, oğlana:       — Ne derdin var, ne sıkıntın var? Bana söyle de halledeyim, der. Oğlanın babası da:        — Oğlum padişahın kızına âşık oldu. Padişah kızını vermek için dünyada olmayan zeneti getirmesini istedi. Biz de bu zeneti bulmaya gidiyoruz.       — Belki dünyada olmayan zenet buradadır. Sen oğlanı bana bırak, şu zaman da gel al, der.             Of Koca ne kadar süre söyledi, altı ay mı, bir sene mi, ne kadar belli değil! Adam, oğlanı Of Koca’ya bırakıp doğru köyüne gider. Of Koca, oğlana da içerde dünyada olmayan zeneti öğretmeye çalışır. Adam zenetin ötesini berisini iyice anlatıyor fakat oğlan anlamıyor. Adamın anlattığı hiçbir şeye de anladım diye cevap vermiyor.             Adamın tanıdığı süre gelir ve oğlanın babası Of Koca’nın yanına gelir. Of Koca:       — Senin oğlun hiçbir zenet öğrenmedi. Oğlanını artık al git, der.             Adam da oğlanını oradan alıp çıkar giderler. Köye doğru giderlerken oğlan, babasına:       — Baba ben bir şey içeceğim, deyip arkada kalır. Oğlan hemen koça dönüşüp babasını yakalar. Oğlanın babasını yakaladığı yerde de bir çoban davarlarını yatırıyormuş. Oğlanın babası hemen bu koçu yakalayıp çobana sattıktan sonra parasını alıp tekrar yola koyulur.  Adam gittikten sonra oğlan, davarın içinde Keloğlan’a dönüşür ve hemen babasının yanına gider. Babasına:       — Baba koç nasılmış, gitmeden son kez koça bakalım, der. Oğlanla babası gelip çobanın koçuna bakarlar ama koçu göremezler. Oğlan olanları babasına anlatır ve tekrar köyün yolunu tutarlar. Köye gelince de oğlan çok güzel bir at olur ve babası bu atı da satınca olanları Of Koca duyar.       — Bu oğlan bana bir şey öğrenmedim diyordu. Fakat birçok şeyi öğrenmiş de bana söylememiş, der. Oğlan bu sefer de katır olur. Of Koca gelip kendisini belli etmeden bu katırı oğlanın babasından alır. Katırla birlikte Of Koca yolda giderken çiş yapmak için yolda durunca katır yulardan kurtulup hemen kaçmaya başlar. Katırın kaçtığını gören Of Koca da hemen ata dönüşüp arkasından onu yakalamaya çalışır. Katır yakalanacağını anlayınca hemen güvercine dönüşür. Of Koca da arkasından bir doğana dönüşüp güvercini yakalamaya çalışır. İkisi de gide gide padişahın sarayının penceresine kadar giderler. Güvercinin pencereye konduğunu gören padişahın kızı, hemen güvercini içeri alır. Kız tam güvercini içeri aldığı sırada doğan da arkadan yetişir ve beni de içeri al diye kıza yalvarmaya başlar. Doğanın yalvarmasına dayanamayan kız, doğanı da içeri alır. Doğanın içeri girdiğini gören güvercin hemen silkinip kabılca olup evin içine yayılır. Doğan da silkinip kırk civcivli bir gülük olur. Orda olan mahsulün hepsini civcivlerle birlikte gülük toplar. Fakat evin bir köşesinde bir tane kabılcayı yemeyi unuturlar. O kabılca da silkinip hemen bir tilki olur ve evvela gülüğü sonra da civcivlerin hepsini birden yiyip ortadan kaldırır. Oğlan en sonunda kendi hâline geri dönünce padişahın kızı da hayretler içinde kalır. Oğlan hemen olanları kıza anlatır ve kız da oğlana âşık olur. Daha sonra oğlan, padişahın huzuruna çıkarak öğrendiği zeneti padişaha da gösterir. Padişah zeneti beğenir ve kızını oğlana verir. Kırk gün, kırk gece düğün yaparak kızla Keloğlan’ı evlendirir.
Of Koca
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Bir fakir adam varmış. Bu fakir adamın karısı hamile kalınca doğuma yakın bir gün hamama gider. Kadın hamama gittiği zaman da içerde bir cadı karı varmış. Fakir adamın hamile karısı hamamda bir kız çocuğu doğurmuş. Doğan kız çocuğunun ağlayınca gözlerinden inci dökülür, gülünce de yanaklarında gül açarmış. Cadı karı da bu kızın bu özelliğini görmüş.             Aradan zaman geçer, kız büyüyerek evlenme çağına gelir. Bir gün kız, evin önünde otururken padişahın oğlu da oradan geçer. Oğlan, kızı görür görmez âşık olur. Kız da padişahın oğluna âşık olur. Padişahın oğlu olanları babasına anlatır ve hemen babasına kızı istetir. Kızı alan padişah, düğün, sarayda olsun diye kızı saraya götürmek ister. Cadı karı da bu haberi duyunca kılığını değiştirip padişaha:        — Eğer izin verirseniz kızı ben götüreyim saraya, deyince padişah da bunu kabul eder.             Cadı karı, kızı evinden alıp köyden çıkınca kızın gözlerini çıkartıp kızı bir yılgunluğa[*] atıverir. Daha sonra o kızın yerine kendi kör kızını saraya götürür. Padişahın oğlu bu benim gördüğüm kız değil dese de kimseyi inandıramaz. Sonra cadı karının kızıyla evlenmek zorunda kalır. Düğün yapıldıktan sonra kız saraya iyice yerleşmeye başlar.             İhtiyar bir adam yılgunluğa atılan kör kızı bulunca bakar ki, kız ağlaya ağlaya önünü inciyle doldurmuş. Kızı alır ve evine götürüp babası gibi kıza bakmaya başlar. Günlerden bir gün ihtiyar adam bir şeyler almak için kasabaya gider. Adam sarayın önünden geçerken sarayın camının önünde kızın çıkarılan gözlerini görür. Hemen eve gelip kıza:       — Ben bugün senin gözlerini sarayın camında gördüm. Sen kasabaya git, sarayın önünden geçerken “Vakitsiz gül satıyorum. Bir göze bir gül, iki göze iki gül veriyorum.” diye bağır, der.             Kız kasabaya gidip sarayın önünden geçerken:       — Vakitsiz gül satıyorum. Bir göze bir gül, iki göze iki gül veriyorum, diye bağırmaya başlar. Cadı kadınla kızı da bunu duyarlar:       — Camın önündeki gözler bir işimize yaramıyor, onları verelim de gül alalım, diyerek gözleri kıza verip gül alırlar.                Kız, gözleri alıp büyük bir sevinç içerisinde evine gider. Eve gelince babası kızın gözlerini takar ve kız tekrar görmeye başlar. Sarayda padişahın oğlu, cadı karının elindeki güllerden birisini alıp koklayınca öbür tarafta gülleri veren kız, padişahın oğlundan hamile kalır. Cadı karıyla kızı bu olanları duyunca kızı öldürüp kurtulmak için plan yaparlar. Hemen kıza bir muska yapıp kızı öldürürler. Kız, ölmeden önce babasına:       — Ben ölünce falan tepeye bana bir türbe yaptırıver. Onun kapakları açılıp örtülsün. Kapağına da “Muradına nail olamayan dilber” yaz, der. İhtiyar adam kızın dediklerini kız öldükten sonra hemen yapar. Padişahın oğlu da bir gün kızın türbesinin olduğu bölgeye doğru ava gider. Avlanırken kızın türbesini görür ve türbenin kapağında “Muradına nail olamayan dilber.” yazan yazıyı okur. Tam o sırada türbenin içine bakmış ki, bir çocuk annesini emiyor. Çocuğu hemen oradan alıp saraya götürerek çocuğu büyütür. Padişahın oğlu aradan zaman geçtikten sonra cadı karıyla kızının yaptığı muskayı bulur. Bu sefer de babasıyla kızın türbesinin olduğu yere ava gider. Avda türbenin yanından geçerken çocuk hemen atından atlayıp muskayı türbeye koyar. Çocuk, muskayı türbeye koyduktan sonra türbedeki çocuğun annesi canlanır. Padişahın oğlu da kızı tanır ve hemen onunla evlenir. Çocuklarıyla beraber muratlarına ererler. Cadı karıyla kızına da kırk katır mı istersin, kırk satır mı? diyerek saraydan atarlar.   [*]yılgunluk: Ağaçlık yer.    
İncili Kız
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Sihirli Top Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler deve iken, develer cüce iken, bir ülkenin gaddar mı gaddar, acımasız mı acımasız bir padişahı varmış. Keyfine göre adam astırır, keyfine göre de bağışlarmış. Bu padişahın bir de dünyalar güzeli bir kızı varmış. Bütün ülkenin delikanlıları kızı çok beğeniyorlarmış fakat padişahtan korktukları için padişahtan bir türlü istemeye cesaret edemiyorlarmış. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra kız evlenme çağına gelir. Kızın da bir türlü talibi çıkmayınca canı sıkılır, hiçbir şey yapmak istemez. Bir gün saraydan kimseye görünmeden kaçarak ırmak kenarında yürümeye gider. Kızın çocukluğundan beri yanında taşıdığı küçük bir altın top varmış. Derenin kenarında topuyla oynarken topunu suya düşürür. Topun düştüğü suyun içinde de bir gırbo varmış. Kızın altın topu gırbonun kafasına düşünce gırbo insana dönüşerek yakışıklı mı yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı olur. Kız bu oğlanı görüp çok korkar. Oğlan:       — Korkma! Ben de senin gibi bir insanım, sen kimsin?       — Ben kralın kızıyım.       — Ben, babandan şikâyetçiyim, insanları haksız yere öldürüp zulüm ediyor.       — Ne yapabilirim ki, sonuçta benim babam. Benim dediğimi mi yapacak. Peki sen kimsin?       — Ne sen sor ne de ben söyleyeyim. Küçük yaşta annem vefat edince babam hemen başka bir kadınla evlendi. Benim babam şu memleketin kralı olduğu için çok zengindi. Üvey annemin de iki tane çocuğu olunca beni istemedi. Hep bana kötü davranıp horladı. Buna rağmen babam da “Benim tahtımı benim oğlum alacak.” deyince üvey annem beni ortadan kaldırmak için bir büyücüye gidip büyü yaptırmış. Fakat büyücü daha önceden hiç insan öldürmedim yine öldürmem fakat istersen bu çocuğu bir hayvana çevirivereyim, demiş. Kadın da:       — Dile benden ne dilersen, yeter ki sen oğlanı bir hayvana çevir, der. Büyücü de bir ilaç yapıp üvey anneme vererek oğlana içir, içirdikten sonra da bir dereye atmasını söyler. Kadın eve gelince ilacı oğlana nasıl içireyim diye düşünmeye başlar. Padişahın sarayda olmadığı bir gün oğlanın yemeğine ilacı katarak oğlana yemeği yedirir. İlacın etkisiyle oğlan hemen bayılınca kadın, adamlarına bağırıp oğlanı bir dereye attırır. Oğlan suya düşer düşmez bir gırboya dönüşür. Yıllardır da bu şekilde dere de gırbo* olarak yaşar:       — Her şeyi anladım da benim topum kafana düşünce sen nasıl eski hâline döndün?       — Vallahi neden olduğunu bilmiyorum ama senin bu topta bir hikmet var, der. Kız, oğlanı alarak saraya getirir ve babasına olanları uzun uzun anlatarak oğlanla tanıştırır. Oğlan da ilk görüşte kıza âşık olmuştur. Hemen padişaha:       — Padişahım, ben sizin kızına ilk görüşte âşık oldum, kızınızı sizden istiyorum, der. Padişah, oğlanın bu isteğinden çok etkilenerek:       — Ulan! Bugüne kadar kimse benim kızımı bırak istemeyi, yanımdan geçmeye bile cesaret edemezken, bu oğlan hemen istedi. Çok cesur bir delikanlıymış, kızımı buna veriyorum, der. Padişah, kırk gün kırk gece düğün yaparak onları evlendirir. Aradan biraz zaman geçince padişah tahtını damadına devreder. Çok zalim, gaddar birisi olan padişahın yerine adaletli, hoşgörülü, herkese yardım eden bir padişah gelir. Zamanla bu padişahın adaletli oluşu her tarafa yayılır. Oğlanın babasıyla, üvey annesi bu padişahı merak edip, tanışmak için ziyaretine gelirler. Oğlan, gelenlerin kendi ailesi olduğunu anlar fakat bunu hiç belli etmez. Oğlan hemen ailesinin sevdiği yemekleri yaptırıp sofraya getirtir. Ailesi bu yemekleri görünce bunları sevdiklerini nerden öğrendiğini bir türlü anlayamazlar. Yemekten sonra oğlan, üvey annesinin kendisine yaptıklarını babasına tek tek anlatır. Gerçekleri öğrenen adam, sorgusuz sualsiz karısını oracıkta öldürür. Oğlan daha sonra babası ve eşiyle birlikte yaşamaya devam eder.    *gırbo: Kurbağa.
Sihirli Top
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde bedavadan geçinen bir keçi varmış. Bu keçi herkesin malını çalar. Hırsızlıkla hayatını sürdürürmüş. Bir gün yine bir sokaktan geçerken keçi, burnuna gelen kokuya doğru yönelmiş. Bakmış ki pencere önünde iki tane taze çörek var. Birisini çalmış. Ertesi gün yine aynı yere gidip yine aynı çörekten birini daha çalmış. Keçi bunu adet haline getirmiş. Her gün gider, iki çörekten birini çalarmış. Çöreklerinin çalındığını gören yaşlı kadın, bir gün çörekleri yine pencereye koymuş ve pencerenin altına saklanıp, keçinin gelmesini beklemiş. Keçi yine gelip tam çöreği çalarken, nine keçinin sakalını tuttuğu gibi koparmış. — Nine sakalımı ver! Nine sakalımı ver! Nine: — Eğer bana bir adet çörek getirirsen. Sana sakalını veririm. Keçi hemen çörek bulmaya çıkmış. Fırına gitmiş. — Fırıncı kardeş! Fırıncı kardeş! Ne olur bana bir çörek ver. Nine sakalımı vermiyor. Fırıncı: — Eğer bana un getirirsen, sana çörek yapıp vereyim. Keçi koşmuş değirmene. — Değirmenci kardeş! Değirmenci kardeş! Ne olur bana un ver. Değirmenci: — Eğer bana buğday getirirsen, sana un yapıp vereyim. Keçi koşmuş tarlaya. — Toprak kardeş! Toprak kardeş! Ne olur bana buğday ver. Toprak: — Eğer beni ekip, sulayıp, bir sene bana bakarsan, sana buğday veririm. Keçi buna razı olmuş. Hasat etmiş. Buğdayı değirmene götürmüş. Değirmenci, buğdayı una çevirmiş. Keçi unu almış, fırına götürmüş. Fırıncı unu çörek yapmış. Keçi çöreği almış, nineye götürmüş. Nine keçinin sakalını geri vermiş. O gün bu gündür keçi bir daha hırsızlık yapmamış.
Bedavacı Keçi
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir keçi ile bir koyun arkadaş olmuşlar. Bir gün kırlara otlamaya çıkmışlar. O sırada yanlarına bir kurt gelmiş. Kurt, koyuna: — Sevgili koyun kardeş! Ne kadar da besili görünüyorsun. Kim bilir etin ne kadar lezzetlidir. Ben seni yiyeceğim, demiş. Koyun çaresiz boynunu bükmüş ve şu karşılığı vermiş: — Eline düşmüşüm bir kere. İstersen elbette beni yiyebilirsin. Ama beni yemeden önce sana bir pehlivanlık gösterisi yapayım. Ondan sonra istediğin zaman, istediğin şekilde beni yiyebilirsin, demiş. Aç kurt koyunun bu isteğini kabul etmiş. Koyun başlamış hoplamaya zıplamaya, yerlerde yuvarlanmaya. Bu arada kurt uyuyakalmış. Koyun da kaçıp gitmiş.  Bir müddet sonra gözlerini açtığında koyunun olmadığını görmüş kurt. Beklemiş koyunu. Bir türlü gelmemiş koyun. Keçiyi görmüş bir vakit sonra. Keçiye: — Bana bak keçi kardeş! Arkadaşın kaçıp gitmiş. Ben de seni yiyeceğim, demiş. Keçi de: — Aman kurt kardeş, yavrum var, onu emzirip geleyim, demiş. Hatta onu da getireyim, ikimizi birlikte ye, demiş. Kurt da bunu kabul etmiş. Keçi gitmiş fakat dönmemiş. Kurt gene beklemiş beklemiş… Gelen yok. Sonra bir atı kestirmiş gözüne. Atın yanına gitmiş: — At kardeş, seni yemek istiyorum, demiş. At ise ben padişahın atıyım, beni yersen çok büyük ceza alırsın, demiş. Kurt ise inanmamış buna. At ise nalımda padişaha ait olduğuma dair yazı var, okuma biliyorsan görebilirsin, demiş. Kurt: — Nalını göster de görelim, demiş. Ata doğru yürümüş. At kendisini yemek isteyen kurdun alnına öyle bir tekme atmış ki kurt can çekişmeye başlamış. Bu arada kurdun ağzından şu sözler dökülmüş: — Gittin, buldun bir koyun, neyine gerek senin oyun,     Gittin, buldun, bir keçiyi, ne yapacaksın oğlağını,     Gittin buldun bir at, neyine gerek naldaki yazı, padişaha vezir mi olacaksın? Aç kurt bu sözlerini tamamladığında çoktan can vermiş. Böylece koyun, keçi ve at sırasıyla kurda iyi birer ders vermişler. Ama kurda en ağır dersi at vermiş. Aç kurdu canından etmiş.
Kurda Ders Veren At
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir zamanlar bir oduncu bir de aslan varmış. Adamın biri odun kesmek için ormana gitmiş. Bir ağacın yanına gelmiş. Tam ağacı kesmiş, devirecekken yanına bir aslan gelmiş ve: — Ademoğlu niye geldin buraya? Ne yapıyorsun, diye sormuş. Adam: — İşte şu gördüğün ağacı kesiyorum, demiş. Aslan: — Ben bu kuvvetimle bu ağacı deviremiyorum da sen nasıl devireceksin, demiş. Adam: — Ben çok güçlüyüm, kuvvetliyim, demiş. Aslan: — Eğer o kadar güçlüysen gel ikimiz dövüşelim de hangimizin güçlü olduğunu görelim, demiş. Adam: — Peki. Dövüşelim, demiş. İkisi dövüşürken adam: — Kuvvetim evde kalmış, gidip onu getireyim, demiş. Aslan: — Peki. Git getir, yoksa eğer yenilirsen, kuvvetimin yarısı evdeydi, der yenilgiyi kabullenmezsin, demiş. Adam kuvvetinin yarısını getirmek için bir yere saklanmış ve tekrar geri gelmiş. Aslan: — Gücünü alıp geldin mi, demiş. Adam: — He alıp geldim, demiş. İkisi tekrar dövüşmeye başlar başlamaz adam: — Aslan kardeş, şimdi de kuvvetimin birazı evde kalmış, alıp geleyim, demiş ve gitmiş biraz sonra yoldan geri dönüp gelerek: — Sakın kaçıp gitme ha, demiş. Aslan: — Yok. Ben kaçmam, özüm sözüm birdir, demiş. Adam: — Yok. Ben sana inanmıyorum, en iyisi seni bağlayıp gideyim, demiş. Aslan: — Peki. Bağla, demiş ve kendini bağlatmış. Adam onu sıkıca bağlamış, ağaçtan bir değnek koparıp, aslana vurmaya başlamış. Aslan: — Sevgili insanoğlu bana vurma bundan böyle bir daha insanoğlu ile karşılaşmam, diyerek yalvarmaya başlamış. Adam aslanın yalvarışına bakmadan vurmaya devam etmiş. O sırada bir kaplan çıkıp gelmiş. Bu durumu görünce de korkup ağaca çıkmış. Demiş ki: — Ey aslan! Bu insanın sana vurmasına neden izin veriyorsun? Aslan: — Aklın varsa insanlarla karşılaşma! Seni de bağlayıp döverler, demiş. Kaplan da kaçmaya başlamış. Adam da aslanı bırakmış ve ağacı kesmeye devam etmiş.
Oduncu ve Aslan
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Deve tellallık ederken, eşek hamallık ederken ülkenin birinde fakir bir çoban varmış. Çoban davar yayladığı bağa üzüm ekermiş. Her yıl üzüm daha olgunlaşsın diye beklerken birileri yermiş. Yiyen de tilkiymiş. Çoban bir gün onu yerken yakalamış. Tilki de: — Beni öldürme sana padişahın kızını alırım, demiş. Çoban da öldürmekten vazgeçmiş. Biraz zaman geçmiş, Çoban tilkiyi sıkıştırmaya başlamış. Tilki kafasında bir tezgah kurmuş. Padişahtan üçlük ölçmek için ölçeği istemiş. Hizmetçi vermiş. Tilki ölçeği götürürken altına üçlük yapıştırıp öyle vermiş. Birkaç gün sonra yine gitmiş. Bu defa beşlik ölçmek için ölçeği istemiş. Verirken altına beşlik yaptırmış. Padişah bu işe çok karışmış, tilkinin beyiyle tanışmak istemiş. Tilki de gidip dünür köşküne oturmuş. Padişah tilkinin beyinin çok zengin olduğunu düşünerek, kızını vermiş. Bu defa da çoban yırtık elbiselerle nasıl güvey olacağını düşünürken tilki: — Bundan kolay ne var. Denizin kenarına gidelim, sen soyunup suya girersin, ben kıyafetlerini atarım. Sonra beyim boğuluyor, diye bağırırım, demiş. Çoban tilkinin dediğini yapmış. Tilki bağırmış. Padişah en iyi terzilerine güzel elbiseler diktirmiş. Çoban hayatında ilk defa böyle elbiseler giymiş, o yüzden tuhaf tuhaf bakmış. Padişah da çobanın beğenmediğini düşünerek, daha iyi elbiseler diktirmiş. Düğün hazırlıkları başlatmış. Kıyafet sorunu bitti derken, ev sorunu başlamış. Tilki yine: — Ondan kolay ne var, demiş. Padişahın askerlerinin önüne geçmiş, kırk haramilerin sarayına doğru yola koyulmuş. Biraz önden gitmiş ve kırk haramilere padişahın askerlerinin geleceğini söylemiş. Onlarda sarayı terk etmiş. Tilki çobanı saraya koşmuş, kırk haramilerin eşyalarını askerlere dağıtmış. Askerler padişaha gidip çobanın çok zengin olduğunu söylemiş. Padişahın kızıyla çoban evlenmiş. Aradan yıllar geçmiş. Tilki çobanın evine gitmiş. Padişahın kızından yiyecek bir şey istemiş. Kız korkmuş. Çoban da tilkiyi dövmüş.  Tilki hemen intikam almak için kırk haramilere ve padişaha olanları anlatmış. Padişah gidip kızını, kırk haramiler de sarayı almış. Tilkiye nankörlük eden çoban cezasını çekmiş. Yiyip içip eğlenmişler.
ÇOBAN İLE TİLKİ
Çorum
Karadeniz Bölgesi
İyiliğin Mükafatı Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir ülkede küçük bir köyde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kızın bir de üvey babası varmış. Babası kızın güzelliğinin farkında olduğundan bundan faydalanmak istermiş. Derdi onun zengin bir adamla evlendirip hayatının geri kalanını daha rahat devam ettirmekmiş. Gel gelelim kızın kendi gibi fakir ama çok mert yürekli bir sevdiği varmış. Kızın üvey babası kızı delikanlıya vermeye bir türlü yanaşmaz, ne zaman evlerine gelecek olsalar delikanlıyı ve ailesini evden kovarmış. Böylece uzun bir zaman geçmiş. Ama kızın üvey babası, kızı delikanlıya vermeye razı olmamış. Bir akşam güzel kız ve delikanlı yine bir yerde buluşmuşlar, ayrılık ikisinin de canına yettiğinden birlikte çok uzaklara kaçmaya karar vermişler. Ertesi gün güzel kız ve sevdiği düşündükleri gibi yapıp kaçmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, sonunda bir ülkeye varmışlar. Burada önce kendilerine bir ev bulup yerleşmişler. Delikanlı avcılık yapmaya başlamış. Avladığı hayvanları pazara götürüp satıyor, kazandığı parayla da zor şartlarda da olsa geçinip gidiyorlarmış. Tek üzüntüleri memleketlerinden ayrı olmalarıymış. Bu hasret ikisini de çok üzüyormuş ama, ikisinin de elinden bir şey gelmiyormuş. Çünkü geri dönerlerse kızın üvey babası ikisinden birine bir kötülük yaparmış. Adamın derdi para olduğundan memleketlerine dönmenin tek yolu kızın üvey babasının istediği parayı vermekmiş. Ama onlar kendi hayatlarını zor devam ettiriyorlarmış. Bir gün delikanlı pazardan dönerken, evlerinin önünde beyaz, uzun sakallı yaşlı bir adam görmüş, ona: — Sizi tanımıyorum, ama aç olmalısınız. Lütfen içeri buyurun da bir şeyler yiyin, demiş. Adam delikanlıyla içeri girmiş. Genç kız yemekleri hazırlayıp getirmiş. Hep birlikte yemişler. İkisi de yaşlı adam çok misafirperver davranmışlar. Delikanlı: — Amca, bundan sonra istersen bizle birlikte yaşayabilirsin. Hem bize de babalık edip hasret olduğumuz ailemizin yerine geçersin, demiş. Güzel kız da sevinçle bunu onaylamış. Bunun üzerine yaşlı adam elindeki bastonu yere vurmuş ve bir anda bir iyilik perisine dönüşmüş. Bu şekilde birçok insanın kapısına gidip hepsinden de kovulduğunu, bir tek onların böyle sevecen davrandığını anlatmış. Onlardan gözlerini kapamalarını istemiş. Güzel kız ve delikanlı gözlerini kapatınca, iyilik perisi elindeki bastonu yine yere vurmuş ve gözlerini açmalarını istemiş. Gözlerini açtıklarında kendilerini bir sarayda çok güzel elbiseler içinde bulmuşlar. Onları kendi ülkelerinin padişahı ve sultanı yaptığını söylemiş. Ülkeyi dürüstlük ve adalet içinde yönetmelerini söyledikten sonra bir anda kaybolmuş. Genç kız ve delikanlı şaşkınlık ve mutluluğu bir arada yaşadıktan sonra, kızın kötü üvey babasını yakalatıp cezasını çekmesi için zindana attırmışlar. Mutluluk ve adalet içinde uzun yıllar yaşamışlar.
İyiliğin Mükafatı
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde, bir ormanda, aslanın biri bir kediyi yakalamış. Kediye: — Ey kedi, sen benim cinsimden olmana rağmen neden böyle küçük ve korkaksın, diye bağırmış. Kedi ezilmiş, büzülmüş aklına bir kurnazlık gelmiş: — Beni insanoğlu bu hâle getirdi, demiş. Aslan: — Ne demek yani, diye sormuş. Kedi: — İnsanoğlunun çeşit çeşit aletleri var. O aletleri ile beni bu hâle getirdi, demiş. Bunun üzerine aslan: — Beni de insanoğlunun yanına götür beni de küçültsün de göreyim, demiş. Kedi bu istek karşısında çok korkmuş, aslanı vazgeçirmeye çalışsa da ikna edememiş. Bunun üzerine kedi ve aslan ormanda uzun bir gezintiye çıkmışlar, uzun süre yürümüşler, bir ormancıya rastlamışlar. Kedi, ormancıyı işaret ederek “işte insanoğlu” demiş. Aslan ormancının önüne çıkıp: — Ey insanoğlu, duyduğuma göre sen benim cinsimi küçültüyormuşsun, deyince, ormancı bir aslana, bir yanındaki kediye bakmış ve “evet” demiş. Bunun üzerine aslan: — Haydi beni de küçült de göreyim demiş, demiş. Ormancı: — Tamam küçültürüm ama aletlerim yanımda değil, demiş. Aslan: — Nerede, demiş. Ormancı: — Köyde, diye cevap vermiş. Aslan kükreyerek: — Demek beni kandırmak istiyorsun. Korkudan köye gidip bir daha gelmeyeceksin değil mi, demiş. Ormancı gülerek: — Hayır, benim esas korkum, köye aletlerimi getirmeye gidip de geri döndüğümde seni burada bulamamaktır, demiş. Aslan kükreyerek: — Ne! Benim gibi bir ormanlar padişahına ha, demiş. Ormancı ise: — Seni burada bir ağaca bağlayayım, ben gidip dönünceye kadar burada bağlı kal. Ancak bu şekilde içim rahat edecek, demiş. Aslan ormancının bu teklifini kabul etmiş. Ormancı da aslanı bir ağaca sıkı sıkıya bağlamış. Ormancı gevrek gevrek gülerek: — İşte benim aletlerim burada, demiş ve baltayı alarak sapı ile aslana vurmaya başlamış. Aslan yediği balta ile iç içe geçmiş. Ormancı aslanın kemiklerini bir güzel kırdıktan sonra ipleri çözmüş. Aslan, orada saklanan kedinin yanına sürüne sürüne gitmiş ve: — Haklıymışsın kedi kardeş. İnsanoğlu beni de küçülttü, demiş.
KÜÇÜLTEN ALET
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin birinde küçük bir kasabada babalarıyla yaşayan üç kız varmış. Bir gün kızların en büyüğü gölün yanındaki çeşmeye su getirmeye gitmiş, fakat saatlerce dönmemiş. Meraklanan baba ortanca kızını göndermiş, o da uzun süre dönmemiş, merakı daha da artan adam bu defa en küçük kızını göndermiş. O da dönmeyince kendi ne oldu bu kızlara diye hayıflanarak gölün kenarına gitmiş. Bir de ne görsün üç kızda gölün kenarına oturmuş ağlaşıyorlar. Meraklanan baba: — Ne oldu, niye ağlaşıyorsunuz, diye sormuş. Kızların en küçüğü: — Ablam bir gün çocuğumuz olur da gelip bu göle düşüp boğulursa diyor, ona ağlıyoruz, deyince kızlarının aptallıklarından küplere binen baba üçüne de bir güzel bağırıp çağırmış: .— Gidip dolaşacağım. Eğer sizin gibi geri zekâlı, aptal insanlar bulursam size karışmayacağım. Fakat bulamazsam sizi geri dönüp sizi bir güzel terbiye edeceğim, deyip yola çıkmış. Yolda çamaşır seren bir gelinle karşılaşmış. Gelin adama seslenmiş: — Nereye gidiyorsun kardeşim, demiş. Adam da zaten sıkıntılı olduğundan : — Cehennemden geliyorum bacı, deyip yoluna devam etmiş. Fakat gelin adamın peşi sıra seslenerek: — Hasan’ı gördün mü, demez mi. İşte kozlarım gibi bir aptal daha diye düşünüp: — Evet gördüm, demiş adam. Kadın: — Ne yapıyordu, bir şeye ihtiyacı var mıydı, deyince — Evet aç, susuz, yardıma ihtiyacı vardı, demiş adam. Saf kadın: — Kardeş gel, sana şu altınlarla paraları verem, götür cehennemde Hasan’a ver de karnını doyursun, demiş. Adam kadının verdiği altınları, paraları alıp gitmiş. O sırada gelinin babası eve gelmiş. Gelinin boynunda altınları göremeyince sormuş: — Kızım altınları ne yaptın?  Yaptığı işi gayet normal sanan gelin, yaptıklarını babasına anlatmış. Olanları duyan baba sinirinden gelini evire çevire dövmüş. Atını alıp yola çıkmış, giderken adama rastlamış. Adama: —İki saat içinde buradan geçen birini gördün mü, demiş. Adam: — Evet gördüm fakat o yaya gidiyordu, sen atlısın. Atın dört ayağını atana kadar adam iki ayakla nerelere varır, deyince attan inerek adama: — O zaman atım sende kalsın ben de ayakla gidip tez kavuşayım, deyip. Atı bırakıp yola çıkmış. Ata binen adam evinin yolunu tutmuş. Eve vardığında kızlarını: — Sizlere hiç karışmayacağım, yine akıllı olan sizsiniz. Sizden aptalları da varmış meğer, demiş ve mutlu bir hayat sürmüşler.
Ne Dediğini Bilmeyenler
İstanbul
Marmara Bölgesi
Vaktiyle Kepenek Koca isminde yaşlı bir adam varmış. Kepenek Koca bir yerden bir yere gitmek için yola koyulmuş. Akşam olunca kalacak bir yer ararken karşısına bir han çıkmış ve oraya girmiş. Bu handa üç dev bulunuyormuş. Devler böyle bir av geldiği için çok sevinmişler. Devler, Kepenek Koca’yı yiyebilmek için birkaç bahane ile onu denemeye karar vermişler. Ama Kepenek Koca da çok kurnaz bir adammış. Devler Kepenek Koca’ya büyük büyük ibrikler vermişler ve: — Bunları doldur, bize getir, demişler. Kepenek Koca aşağı inmiş ve ibrikleri boş bir hâlde devlere geri getirmiş. Devler ibriklere sarılıp su içecekleri zaman boş olduğunu fark etmişler ve Kepenek Koca’ya neden boş olduğunu sormuşlar. Kepenek Koca da: — İbriği doldurmuştum, ama gelirken yolda susadım ve merdivenlerde hepsini içtim, demiş. Bunun üzerine devler düşünmüş ve büyük bir kayayı göstererek: — Bu taşı kaldırabilirsen seni bağışlarız, demişler. Kepenek Koca hemen taşın başına geçmiş. Taşı kucağına alıp şu tarafa mı yoksa bu tarafa mı atayım derken, devler hemen araya girmiş: — Aman, sakın atma. Bu bizim sınama taşımız, demişler. Devler Kepenek Koca’yı ne yiyebilmişler ne de başlarından atabilmişler. Birkaç gün sonra Kepenek Koca’yı bir ormana götürüp: — Buradan şu ağaçları kesip odun yapacaksın, demişler. Kepenek Koca buradan şuraya kadar, şuradan oraya kadar hepsini keseyim deyince, devler burası bizim ormanımız diye bıraktırmışlar. Kepenek Koca’yı yine yiyemeyince: — Kepenek Koca, artık sen memleketine git demişler. O da burada rahat olduğunu söyleyerek gitmemiş. Son olarak devler gitmesi için: — Sana şu kadar altın verelim. Yanına da seni götürmesi için bir dev verelim, demişler. Kepenek Koca kabul etmiş. Dev, Kepenek Koca’yı sırtına almış ve yola çıkmışlar. Bir süre sonra evine varmışlar. Evin bahçesinde arı kovanları varmış. Arılar oğul vermiş. Dev bunları görmüş ve Kepenek Koca’ya bunların ne olduklarını sormuş. Kepenek Koca, bunların kendi çocukları olduğunu söylemiş. Dev bundan korkmuş ve oradan kaçıp gitmiş. Kepenek Koca da devlerden kurtulmuş ve muradına ermiş.
Kepenek Koca ile Üç Dev
Samsun
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde genç bir kız varmış. Kız daima koyun güdüyormuş. Koyun güderken bir kuş gelip: — Vay kız, vay başına, vay kız vay başına, diyormuş. Kız da kuşun dilinden anlıyormuş. Bir gün böyle, iki gün böyle kız en sonunda durumu annesine anlatmış. Annesi de bilgili kadınmış: — Ne gelirse gençlikte gelsin kızım, kocalıkta çekilmez demiş. Kız ertesi gün yine koyun gütmeye gitmiş kuş yine: — Vay kız, vay başına, vay kız vay başına, demiş. Kuş gidiyor, kız gidiyor. Kuş en sonunda bir eve giriyor. Kız da peşinden giriyor. Kız eve girince ardından kapı kilitleniyor. Kız bakıyor ki odanın birinde altın yığılı, diğerinde de bir genç yatıyor. Delikanlı oldukça hasta imiş. Kız bu delikanlıya otuz dokuz gün boyunca bakıyor. Yemeğini, çorbasını yediriyormuş. Kırkıncı gün bakıyor ki dışarıda çingeneler gidiyor. Çingenelere: — Bana bir kız verin, size bir kalbur altın vereyim, diyor. Çingeneler parayı da sevdikleri için hemen buna bir kız veriyorlar. Birinci kız başından geçenleri çingene kızına anlatıyor. Çingene kızı bunları ezberliyor. Birinci kız, erzak almak için kasabaya inince delikanlı uyanıyor ve çingene kızı karşısında görüyor: — Ne oldu bana deyince, çingene kızı: — Ne olacak, diye kızın anlattıklarını kendi yapmış gibi anlatıyor. Oğlan: — Öyleyse ne dilersen dile benden. Sana kırk gün kırk gece düğün yapıp seni alacağım, diyor. Birinci kız geldiğinde, oğlanın kendisini çingene kızı olarak tanıdığını görüyor. Birinci kız ne yapsa oğlanı inandıramıyor. Bir gün oğlan kasabaya eksik görmeye giderken iki kıza da ne istediklerini soruyor. Birinci kız: — Bana bir ustura ile bir sabır taşı al. Eğer dediğimi unutur da gelirsen Allah yoluna boz duman çıkartsın, bir yeri göremeyesin, diye de beddua ediyor. Oğlan kasabada eksik görüp geri gelirken kızın dediklerini unuttuğu için yoluna pus çöküyor göz gözü görmez oluyor. Geri kasabaya dönüyor, ustura ve sabır taşı satanlara soruyor. Kadın bir satıcı: — Bunu isteyene dikkat et, başından büyük bir şey geçmeyen bunu istemez, diyor. Oğlan taşı ve usturayı alıp birinci kıza götürüyor. Kız taşı alıp karşısına koyuyor ve başından geçenleri taşa anlatıyor. Kız anlattıkça sabur taşı şişiyor. Kız taşa: — Sen benim yerimde olsan ne yapardın deyip usturayı boğazına çalacakken sabır taşı çatlayıp parçalanıyor. O zaman delikanlı: — Ben ettim, sen etme, bu kız beni kandırdı, diyor. Çingene kızını da kovup evleniyorlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Sabır Taşı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Vakti zamanında tezgâhta kilim dokuyup satan bir kadın varmış. Çocuğu olmayan bu kadın, bir gün yalancı bir bebek yapmış. Onu iyice süslemiş. Bu kadının evinin önünde de bir çeşme varmış. Padişahın oğlu da her gün bu çeşmeye atını sulamaya getirirmiş. Kadın yalancı bebeği: — Aman benim kızım kilim dokur, aman benim kızım şöyle yapar, aman benim kızım böyle yapar, diye severmiş. Padişahın oğlu da bu methiyelerden etkilenerek yalandan kıza sevdalanır. Annesinden bu kıza dünür gitmelerini ister. Annesi: — Oğlum o kadının kızı yok, dese de oğlan: — Var, deyip illa gitmelerini ister. Sonunda çaresiz, kadına dünür gidiyorlar. Kadın: — İyi has geldiniz ama kızı size gösteremem. Düğün için şunu alacaksınız, bunu alacaksınız, diyor ve dünürleri geri gönderiyor. Dünürcüler her şeyi hazırlıyorlar, ediyorlar kızı götürmeye geliyorlar. Kadın tahtırevana yalandan kızı bindiriyor. Bu arada bir peri oğlu varmış ve bu oğlanın çenesinin altında bir çıban varmış. Dünyayı dolaşıyor ama derdine çare bulamıyor. Kadının yaptığı sahtekârlığı görünce peri oğlu gülüyor, gülünce çıbanı deşilip kaybolup gidiyor. Peri oğlunun da bir bacısı varmış ki doğan aya, ya sen doğ ya ben doğayım, dermiş. O kadar güzelmiş. Peri oğlu, bacısına: — Bacım, ben dünyayı dolaştım derdime bir çare bulamadım. Allah bana bu şifayı verdi. Biz de onları utandırmayalım, diyor. Yalandan kız yerine kendi bacısını bindiriyor. Ama peri oğlu, bacısına: — Padişahın oğlu “gardaşının başı için” demedikçe onunla konuşma, diyor. Kız her şeyi yapıyor ediyor ama oğlanla hiç konuşmuyor. Padişahın oğlu kızın üstüne kuma bile getiriyor ama kız gene de konuşmuyor. Padişahın oğlu bir gün gidiyor bir âlime danışıyor. Durumu anlatıyor. Âlim de oğlana: — O zaman oğul! Sen de şu kadar yemek yap, şu kadar misafir çağıracağım, de dolaba saklan bakalım sen gidince konuşuyor mu, diyor. Peri kızı ya hani ocağın başına oturuyor, neye gel dese o geliyormuş ayağına. Peri kızı nane kabağına: — Gel, nane kabağı, diyor. Eğilip içindekini döküyor. Peri kızı, nane kabağına: — Şöyle bir şamar vurayım mı diyor. Nane kabağı: — Hanım “gardaşının başı için vurma” deyince. Peri kızı: — Yazıklar olsun, padişahın oğlu ki şu nene kabağı kadar olamadın, diyor. O anda padişahın oğlu dolaptan çıkıyor. — Hanım, “gardaşının başı için konuş” diyor. Peri kızı da konuşuyor. Onlar ermiş muradına biz çıkalım tahtına.
Padişahın Oğlu ile Peri Kızı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Çok eski zamanlarda bir ülkenin padişahı avı çok severmiş. Yine bir gün veziriyle beraber ava çıkmış. Av sırasında padişah yorulmuş, bir ağaç kenarına oturmuş veziriyle birlikte. Ağaca bakmış armut ağacı. Vezirine ağaçtan bir tane armut koparmasını istemiş. Padişah armudu çok beğenmiş ve afiyetle yemiş. O sırada bahçenin sahibi gelmiş. Padişah sormuş: — Neden bu armut az tutmuş diye? Bahçe sahibi de bir sene az, bir sene çok tuttuğunu söylemiş. Bu sırada bahçe sahibi karşısında padişahın olduğunu bilmiyormuş. Padişah: — Eğer seneye tutarsa bana bir heybe* getirir misin, demiş. Bahçe sahibi: — Elbette, fakat sizi nerede bulacağım, diye sormuş. — Şehre geldiğinde Mahmut dersen beni herkes sana gösterir, demiş padişah. Günler geçmiş, aylar geçmiş ve tam bir yıl olmuş. Tabi bu durumu bahçe sahibi eşine anlatmış. Zaman geçmiş, armut ağacı iyi tutmuş. Adamın hanımı demiş ki: — Hani geçen sene bir adam armut istedi diyordun bey, armudumuz çok bir heybe alsan, demiş. Adam da olur demiş. Bir heybe armut toplayarak şehrin yolunu tutmuş ve şehre varmış. adm. Oradaki insanlara Mahmut adlı birini aradığını söylemiş. — Şu karşıda oturuyor, demişler. Orası da padişahın sarayı imiş. Adamın geldiği sırada saray cezaevindeki insanlar havalandırmaya çıkarılmış. Tam o sırada adam oraya gelerek mahkumlardan birine Mahmut adlı birini aradığını söylerken kendisini de cezaevine atmışlar. Adam ne kadar söylese de bir türlü anlatamamış derdini. Yine bir gün mahkumlar havalandırmaya çıkarılmış. Padişah da mahkumları izlerken bu bahçe sahibini tanımış. Elçilerine: — Şu adamı bana getirin, demiş. Getirmişler. Padişah sormuş suçun ne diye? Adam da başına gelenleri anlatmış: — Size armut getirirken beni buraya attılar, demiş. Padişah vicdan azabı çekmiş. Haznedarına: — Bu adamı hazineye götürün, ne isterse verin, demiş. Adamı hazineye götürerek: — Ne istiyorsun, demişler. Adam bir tane ip, bir tane balta ve bir tane Kur’an-ı Kerim istemiş. Haznedar şaşırmış: — Burada bu kadar altın var, bu talih kuşu bin kişiden birine düşer, neden hiç altın almıyorsun, diye sormuş. Adam bana bunlar lazım demiş ve padişahın huzuruna gelmişler. Padişah sormuş: — Neden altın almadın bakalım, demiş. Padişah adamın elindekileri görünce şaşırmış. O kadar altın içinden bunları neden aldığını sormuş padişah, adama. Adam cevap vermiş: — Bu iple, bana armudu satmayı aklıma düşüren avradımı bağlayacağım. Bu balta ile armudu keseceğim. Sapı ile de kadını döveceğim. Bu Kur’an’ın üstüne yemin edeceğim, Mahmut diye bir ismi ağzıma almayacağıma dair, demiş. Adam, çekip gitmiş köyüne… *heybe: At, eşek vb. binek hayvanlarının eyeri üzerine geçirilen veya omuzda taşınan, içine öteberi koymaya yarayan, kilim veya halıdan yapılmış iki gözlü torba:
Padişah ile Köylü
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde tembel bir genç yaşarmış. O kadar tembel ki yemek yapmaya erinir, miskin miskin yatarmış. Yine böyle yatarken aç olduğu aklına gelmiş, uyuyamamış. Kalkıp kendine yemek yapmış, yemeği yiyince sofrayı kaldırmadan yine yatmış. Uyurken birden uyanmış. Bir de ne görsün sofranın etrafını bir yığın sinek ve fare almış. Bunlar yemek kabına üşüşmüşler. Miskin genç hemen oradan bir sopayı tabağa doğru fırlatmış. Bir de ne görsün kırk sinek, bir de fare ölmüş. Buna şaşıran genç, hemen bir demirciye gider, kendisine bir kılıç yaptırır, üzerine “kırk uçanla bir kaçanı vuran Deli Pala” yazdırır ve artık miskin miskin yatmaktan vazgeçer. Başka bir memlekete doğru yol alır. Az gider uz gider. Dere tepe düz gider, yorgunluktan bir evin eşiğinde yatar. Bu evde güzel bir kız varmış, bir de bunun yedi kardeşi. Bunlar bu sırada avdalarmış. Eve döndüklerinde kapının önünde Deli Pala’yı yatarken bulurlar. Bunu öldürmek isterler, fakat kırk uçanla bir kaçanı vuran Deli Pala yazısını görünce vazgeçerler. Bunu usluca başlarından atmanın yollarını ararlar. Bunu köylerine bela olan iki devle savaşmaya götürürler. Deli Pala bunları birbirine düşürür. Devler birbirini öldürür. Bunun üzerine Deli Pala’yı köyde hiçbir koyun bırakmayan canavarla savaşmaya götürürler. Deli Pala ağaca çıkar, canavar gelince korkudan onun üzerine düşer. Köylüler canavar üzerinde Deli Pala’yı görünce canavarı öldürürler. Deli Pala'ya "ne yapacaktınız", diye sorarlar? O da canavarı canlı yakalayacaktım, der. Bunun üzerine Deli Pala’yı başlarından atamayacaklarını anlayan kardeşler kendi aralarında bir plan kurarlar. Planları şudur: Gece Deli Pala’yı damda yatıracaklardır. Deli Pala uyurken üzerine kaynar su döküp öldüreceklermiş. Kendi aralarında konuşurlarken Deli Pala gizlice bunları duyar. Gidip bir yerden ağaç kavuğu bulur. Gece bunu yatağına yerleştirir. Gece olmuş kardeşler suyu hazırlamış, götürüp dökeceklermiş. Deli Pala yataktan çıkar ve ağaç kavuğunu yerleştirir. Kardeşler suyu dökerler, sabah olur, kardeşler Deli Pala’yı karşılarında görünce şaşırırlar, durumu bozuntuya vermemek için ona geceyi nasıl geçirdiğini sorarlar. O da biraz sıcak olduğunu terlediğini, söyler. Bunun üzerine şaşırırlar ve kardeşlerini Deli Pala’ya vererek onu başından savarlar.
Deli Pala
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, şehrin birinde ünü ve adaleti her tarafa yayılmış bir padişah varmış. Padişahın da güzelliği dillere destan bir kızı varmış. Padişah kızının saraydan dışarı çıkmasına izin vermezmiş. Bir gün çok sıkılan padişahın kızı babasından izin almayı başarmış. Padişah, vezirine: — Benim çok işim var, kızım sana emanet, sen gezdirip akşam olmadan getir, demiş. Vezir ve kız saraydan çıkmış, ormana doğru ilerlemişler. Vezir çok kötü niyetli birisiymiş. Aklı padişahın kızı ile evlenip zengin olmaktaymış. Ormanda padişahın kızını kendi ile evlenmeye zorlamış, padişahın kızı evlenmeyi kabul etmeyince çok sinirlenmiş. Padişahın kızı, vezirden kendini zor kurtarmış. Vezir, saraya döndüğünde padişaha: — Kızınızın niyeti dışarıda gezmek değil; sevdiğiyle kaçmakmış, demiş. Padişaha yalan söylemiş. Padişahın kızı ise ormanda koşarken bir çobana rastlamış. Çoban çok iyi niyetli biriymiş. Onu evine götürmüş, karnını doyurmuş, onunla çok iyi ilgilenmiş. Sabah olduğunda ise çoban, kıza: — Şimdi nereye gideceksin, diye sormuş. Kız: — Ben sahipsiz biriyim, kabul edersen seninle evleneyim, sana da yoldaş olurum, demiş. Çoban duyduklarına çok sevinmiş. Kısa zamanda evlenmişler, üç erkek çocukları olmuş. Anneleri büyük oğlunun adını Ne İdim, ortancanınkini Ne Oldum, küçüğünkini Ne Olacağım koymuş. Çoban, eşinin neden bu isimleri çocuklarına verdiğine bir anlam verememiş. Aradan uzun seneler geçmiş. Padişah ve veziri halkın durumunu öğrenmek için ev gezilerine çıkmış. Yolda çobana rastlamış, tanışmışlar ama çoban padişahın, sultanın ne demek olduğunu bilmiyormuş. Padişaha: — Sultan dayı, siz Tanrı misafirisiniz, yemek yedirmeden sizi bırakmam, diyerek ısrar etmiş ve eve götürmüş onları. Padişah eve geldiğinde kızını tanıyamamış. Çobanın eşi güzel bir sofra hazırlamış. Çoban, sofra hazır olunca sırasıyla çocuklarını, Ne İdim, Ne Oldum, Ne Olacağım diyerek çağırmış. Padişah bu isimleri duyunca çobana: — Bu isimleri neden çocuklarınıza verdiniz, diye sormuş. Çoban: — Eşim bu isimleri verdi çocuklara, ben de hiç merak edip sormadım, eşim neden bu isimleri verdi, kendine sorun, demiş. Padişah çobanın karısına, neden bu isimleri çocuklarına verdiğini sormuş. Çobanın karısı: — Eğer odadan eşimle vezir çıkarsa söylerim, demiş. Çoban, vezir odadan çıkmış, kız da başından geçenleri bir bir padişaha anlatmış: — Geçmişte “ne idim”, şimdi “ne oldum”, sonra “ne olacağım” bunun için bu isimleri çocuklarıma verdim, demiş. Padişah olanlara bir yandan üzülmüş, bir yandan da sevinmiş. Üç akıllı torunu, bir de çok iyi niyetli, temiz huylu damadı olmuş. Padişah dışarıdan çobanla veziri çağırmış, çobanın sopasını vezirine vererek onu huzurundan kovmuş. Çobanı baş veziri yapmış. Hepsi beraber saraya dönmüş mutlu ve huzurlu yaşamışlar.
Ne İdim Ne Oldum Ne Olacağım
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Eskiden köyün birinde bir su değirmeni varmış. Köydeki ve civardaki herkes gelip bu değirmende sabahlara kadar gıldır gıldır un ve hayvanlarına yem öğütürlermiş.             Adamın birisi bir gün uzak köyün birinden değirmene un öğütmeye gelir. Tahılı değirmene doldurduktan sonra köyü uzak olduğu için buğdayları öğütülene kadar değirmende yatıp uyur. Adam tam uykuya dalacağı sırada dışarıdan gelen ses ve gürültünün yüzüne uyuyamaz. Yerinden kalkıp hemen dışarıdan gelen sesin ne olduğuna bakar. Pencereden bakınca uzaklardan davullu zurnalı büyük bir topluluğun değirmene doğru geldiğini görür. Topluluk değirmene yaklaşınca adam bakar ki, bunların hiçbirini tanıyamaz. Gelenler de iki üç karış uzunluğunda adamlarmış. Bu gelen cücelerin düğünleri varmış.             Cüceler, hızlı hızlı gelip, davul zurna çalarak direk değirmene girerler. Adam, kalabalığın değirmene doğru geldiğini anlayınca hemen onlara görünmeden değirmenin içine bir yere saklanır. Saklandığı yerde de korkudan tir tir titrer. Cüceler, düğünde yemek yapmak için kap kacak aramaya başlayınca cücelerin başı:        — Falan yerde bismillasız kaşık, falan yerde bismillasız tencere, falan yerde bismillasız kazan var. Gidin bunları getirin, diye emir verir.           Diğerleri de giderek bunları hemen alıp getirirler. Cüceler, bu eşyalarla düğünlerinde yemek yapmak için yanlarında bir şeyler getirmişlerdir. Cüceler, eşyalar geldikten sonra düğün yemeğini yapmaya başlarlar. Aslında cüceler adamın içerde olduğunu ve saklandığını biliyorlardır. Fakat bunu adama belli etmeden düğünlerini yapmaya devam ederler. Cüceler bir taraftan yemeklerini bir taraftan da düğünlerini yapıp eğlenmeye başlarlar. Adam da şaşkın şaşkın saklandığı yerden cücelerin düğününü izlerken ilk başta kendisine bir şey yapacaklarından korkar fakat daha sonra cücelerin düğün yaptıklarını görünce kendisine bir şey yapmayacaklarını anlar ve rahatlar. Sabaha kadar cüceler düğünlerini yapıp eğlenirler. Düğün bittikten sonra cüceler:       — Sabah olup horozlar ötmeden şu aldığımız emanetleri yerlerine bırakalım, derler. Kapların içinde kalan yemekleri de adam görsün diye değirmenin içine dökerler. Cüceler, eşyaları bırakıp gittikten sonra adam ortaya çıkıp kendi kazanına bakar. Cücelerin aldığı kazanlardan bir tanesi adamın kazanıymış. Adam:       — Bakayım kazanıma bir şey yapmışlar mı, der. Cüceler getirdikleri bütün eşyaları aldıkları gibi sağlam bir şekilde eski yerlerine bırakırlar. Cüceler gittikten sonra adam bir bakar ki, cücelerin yemek diye yedikleri keçi pisliğidir. Adam bu işin içinde bir iş olduğunu anlar fakat bir türlü çözemez. Adam, ununu öğüttükten sonra kazanını da alıp akşam evine varır ve olanları karısına bir bir anlatır. Kadın adamın anlattıklarını duyunca hayretler içinde kalır. Sonra adamla beraber kadın da kazanın içine bakar. Bu sefer de kazanın içinde kendi pisliklerini görünce hayretler içinde kalırlar ve ne yapacaklarını şaşırırlar. Oysa adam değirmene un öğütmeye giderken bismillah dememiştir. Cüceler de adamı bismillahsız olduğu ve eşyalarını da bismillahsız taşıdığı için seçmişlerdir. Adam da bunu anlar ve:       — Bundan sonra bismillahsız hiçbir işe yapışmam, hiçbir yere bir çivi dahi çakmam, der. Cücelerin sayesinde adam akıllanarak eşiyle beraber huzur ve refah içinde yaşamaya devam eder. Bir musibetin bin nasihatten daha iyi olduğu burada da ortaya çıkar.
Cüceler
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
            Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, biri kaptı maşayı, biri kaptı meşeyi, dolandım ben de dört köşeyi. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de dönüp baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim.            Yeni evli bir çift varmış. Kadın evliliğinin ilk günü kocasına:       — Benim bir huyum var. O da ayda yılda bir kere hanımlığım tutar. Bunun dışında senin bilmediğin başka bir hiçbir özelliğim yok. Yalnız bu hanımlığımın tuttuğu zamanlar da ne istersem onu yaparım, senden de isteklerimi yapmanı beklerim. O gün bir şey yapmak için kılımı dahi kıpırdatmam, der.             Evliliklerinin arasından baya bir zaman geçtikten sonra kadının hanımlığı tutar. Kadın o gün yatağa girer, hanımlığı geçene kadar hiç yataktan çıkmaz. Kadın yatarken kapıya da bir dilenci gelir. Fakat kadın kalkıp da kapıyı açmaz. Yattığı yerden dilenciyi içeri çağırıp yanına getirir. Dilenci, kadına:       — Hanımım, rızkımı verir misin?       — Bugün benim hanımlığım tuttuğu için yerimden kalkmıyorum. Sen şuradan ne varsa al da git, beni de rahatsız etme, der.             Sabahleyin de kadının kocası ibiyi keserek ocağa koyup gider. Karısına da ibiye bakmasını söyler. Kadının hemen aklına ibi gelir ve dilenciye:       — Sabahleyin kocam giderken ocağa ibi koymuştu, sana zahmet gitmeden şuna bir bakıp karıştırıver, der.             Dilenci de hemen ocağın yanına gidip tencerenin içindeki ibiyi karıştırmaya başlar. Kadının yerinden kalkmadığını gören dilenci ayağındaki çarıkları çıkartıp ocaktaki tencerenin içine koyar ve ibiyi de torbasına koyar. Sonra kadına:       — Tamam, hanımım bakıverdim. Pişmesine az kalmış, deyince kadın, dilenciye:       — Benim çok canım sıkıldı, bana bir türkü söyle de neşem yerine gelsin, der.          Dilenci de hemen türkü söylemeye başlar:       — Senin ibi benim torba içinde           Benim çarıklar senin tencere içinde           Ben ibiyi yerim orman altında          Sen sopayı yersin yorgan altında          Kadının bu türkü çok hoşuna gidince dilenciye tekrar söyletir. Dilenci torbada ibi[1] dururken fazla oyalanmak istemez. Hemen kadından izin alıp evden çıkıp gider. Akşam olunca kadının kocası gelir:       — Ne yaptın hanım bugün?       — Ne yapayım, bugün hanımlığım tuttuğu için akşama kadar yattım. Ama bugün bir dilenci kadın geldi ve bana bir türkü söyleyiverdi, benim de çok hoşuma gitti. Hem de ocaktaki ibiye de bakıverdi.       — Ne söyledi?       — Senin ibi benim torba içinde           Benim çarıklar senin tencere içinde           Ben ibiyi yerim orman altında           Sen sopayı yersin yorgan altında           Kadın adama bunu söyleyince adam gidip ocaktaki tencerenin içine bakar ama ibiyi göremez. Sonra karısına:       — Hanım benim mahmuzlu çizmelerim vardı. Onlar nerde, biliyor musun, der.           Kadının hanımlığı geçtiği için hemen çizmeleri bulup getirir. Adam bu sefer de:       — Benim bir kırbacım vardı, onu da getiriversene, der ve karısına:       — Benim de bir özelliğim var ama bunu sana söylemedim. Benim de sene de bir gün eşekliğim tutar, deyip kadını elinin altına alıp dövmeye başlar.           Kadın da:       — Aman herif etme, aman herif yapma. Bundan sonra ne benim hanımlığım tutsun ne de senin eşekliğin tutsun, der.   [1] İbi: Hindi.
İbi
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
 Köyün birinde yalancı, yalancı olduğu kadar da fakir bir hoca yaşarmış. Hocanın bir tane ineği varmış. Hoca karısı ile yaşarmış. Karısı ile kışı nasıl geçireceklerini düşünmüşler. Hocanın aklına bir fikir gelmiş. Köylülerin hepsi onu evine davet etsin diye biricik ineğini kesip, bütün köy halkını eve davet etmiş. Köylü yemiş, içmiş, evine gitmiş. Kış gelince hoca ve karısı çeşmenin başında durup köylülerin kendilerini eve davet etmesini beklemişler. Köylüler gelip geçiyormuş ama hocayı davet eden çıkmamış. Çaresiz kalan hoca ineğinin derisini alıp şehre satmaya gitmiş. Şehirde karanlık olunca, bir kapıyı çalmış. Kapıyı açan kadına: — Kızım zor durumdayım. Bugün beni misafir eder misin? Kadın hocayı eve almış. Yemek yedirip hocanın karnını doyurmuş. Hoca tam yemeğini yerken kapı çalmış. Eşinin geldiğini anlayan kadın, korkusundan hocayı odunluğa saklamış. Kadının kocası hiçbir şey anlamadan yemeğini yemiş ve yatmış. Gece hoca “derici derici” diye bağırmaya başlamış. Sesi duyan kadın: — Hoca ne olur bağırma. Deriyi bana sat. Kaç lira dersen veririm yeter ki sus. Hoca kadının bütün parasını alıp oradan ayrılmış. Şehirden elbiseler, yiyecekler alarak köye dönmüş. Bunu gören köylü hocaya bu paranın nereden geldiğini sormuşlar. Hoca da ineğin derisinin şehirde çok para ettiğini söyleyerek köy halkını kandırmış. Hocaya inanan köylü evlerindeki bütün inekleri kesip derisini satmak için şehrin yolunu tutmuşlar. Tabi köy halkı parasını hocaya kaptıran kadının yollara bekçi koyduğunu bilmiyormuş. — Deri, derici! diye bağıran köylüleri gören bekçiler, köylüleri dövmüşler. Dayak yiyen köylüler, hocadan intikamlarını almak üzere köyün yolunu tutmuşlar. Köye gelen zavallı çiftçiler hocayı bir çuvala koyup ağaca bağlamışlar. Daha sonra köy halkı hocayı dövmek için sopa aramaya koyulmuş. Hoca: — Almam, almam! Diye bağırırken oradan gecen bir çoban: — Hayrola, neyi almazsın? diye sormuş. Hoca: — Padişahın kızını veriyorlar, ben de almam diyorum, demiş. Bunu duyan çoban, hocayı çuvaldan çıkararak, onun yerine geçmiş. Çoban: — Alırım, alırım, diye bağırıyormuş. Köy halkı hocayı iyice dövüp, köprüden aşağı atmışlar. O arada yalancı hoca sürüyü alıp kaçmış. Akşam köy halkı hocayı sürüyle görünce çok şaşırmış: — Hoca bu sürüyü nereden aldın, diye sormuşlar. Hoca: — Beni attığınız sudan çıkardım. Daha derine atsaydınız daha çok koyun çıkaracaktım, demiş. Bunu duyan köylü hocayla beraber, köprüye gitmiş. Köylüye yer gösteren hoca “şuradan atlayın bura daha derin” diye yol göstermiş. Su yutmaya başlayan köy halkı “gılk gılk” diye sesler çıkarıyormuş. Sesleri duyan hoca “kırk yetmez, elli çıkarın” diye bağırıp kahkaha atmış. Su köylüleri sürükleyip uzaklara götürmüş. Hocayı aldatmanın sonra da onun yalanlarına inanmanın bedelini varlıklarıyla ödeyen köy halkının bütün varlığı yalancı hocaya kalmış.
Çaresiz Hoca
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bu tekerleme de böyle devam ederken çok uzun zaman önce ormanın birinde bir tilki yaşarmış. Bu tilki bir gün çok aç kalmış. Neredeyse açlıktan ölüyormuş. Gezerken, tilki ormanlar padişahı aslanı görmüş. Aslan: — Hayırdır tilki, bu ne hal, demiş. Tilki de çok acıktığını anlatmış. Aslan da: — Gel sana av bulalım, demiş. Aslanla tilki yola düşmüş. Av ararken bir başı boş bir at sürüsü görmüşler. Aslan: — Tilki kardeş dur sen şurada, beni izle, demiş. Tilki onaylamış. Aslan at sürüsünün çevresinde hızlıca bir dolaşmış. Geri gelmiş. Aslan: — Tüylerim diken diken oldu mu, demiş. Tilki: — Evet oldu, demiş. Aslan at sürüsünün etrafında şimşek gibi bir kez daha dolanıp gelmiş. — Peki gözlerim kıpkırmızı oldu mu, demiş. Tilki de: — Evet, demiş. Aslan şimşek gibi fırlamış, atların arasında otlayan bır atı bir koşuda yakalamış. Tilki ile aslan bu atı yiyip karınlarını doyurmuşlar. Aslan vedalaşıp gitmiş. Sonra tilki bir gün gezerken bir çakal görmüş. Çakal çok açıkmış. Tilki, çakala: — Gel benimle, senin karnını doyurayım, demiş. Çakal tilki ile yola düşmüş. Tilki, bir başıboş bir at sürüsü görmüş. Çakala: — İyi izle, demiş. Tilki ayaklarını yere sürtmüş, sonra at sürüsünün çevresinde bir dolaşıp gelmiş. Tilki, çakala: — Tüylerim diken diken oldu mu, demiş. Çakal: — Yok olmadı, demiş. Tilki: — Lan oldu desene, demiş. Çakal da: — Olmadı ama hadi oldu diyelim, demiş. Tilki bu defa atların çevresinde bir kez daha hızlıca dolaşıp gelmiş. Çakala: — Gözlerim kıpkırmızı oldu mu, demiş. Çakal yine olumsuz cevap vermiş. Tilki yine uyarmış. Sonra tilki koşmuş at sürüsüne doğru, aslan gibi bir at yakalayacakmış. At bakmış ki bir tilki geliyor. Tilkiye bir çifte atmış, tilkiyi iki beş öteye attırmış. Bunun üzerine çakal, tilkinin yanına gelip: — Haa tilki kardeş, şimdi tüylerin diken diken oldu, gözlerin de kıpkırmızı oldu, demiş. Şimdi oldu işte, demiş. Masal da burada bitmiş.
Tilki ile Aslan
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Baba ve İki Çocuğu Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zamanın birinde iki çocuklu bir aile yaşarmış. Bir gün anneleri ölmüş. Baba, anne ölünce evlenmiş.  Bir gün baba, üvey anneden gözleme istemiş. Kadın: — Senin çocukarının yaramazlarından gözleme yapacak fırsat mı var. Onları al, götür ormana, demiş. Baba da çocukları alıp ormana götürmüş. Ormana gitmişler. Baba çocuklarına kulübe yapmış. Baba ağaca kabak asmış. Rüzgâr estikçe kabak dallara çarpıyormuş. Çocuklar kabak dala çarptıkça babalarının odun kestiğini zannediyorlarmış. Akşam olmuş çocuklar babalarını görmeyince tak tak eden kabacığım, bizi aldatan babacığım demişler. Sonra da yola girmişler. Çocuğun yürürken su içesi gelmiş. Ablası: — İçme yavrum, ayının içtiği yerden içersen ayı olursun, kurdun içtiği yerden içersen kurt olursun, demiş. Çocuk da ablasına: — Abla çok susadım, çamurda olsa içeceğim, demiş. Tilkinin izinden içmiş. Bir anda tilki oluvermiş. Ablasına: — Pöv abla, ben tilki oldum, demiş. Ormanda aşağı çıvmış gitmiş.  Kız girmiş yola. Giderken pınar başındayken korkmuş ve bir kavak ağacına tırmanmış. Oradan hiç inmiyormuş. Oradan geçen bir atlı atını sulamak istemiş. At su içmemiş: — İç atım, demiş. At yine içmemiş. Sonra atın sahibi suya bakmış. Suda ayın on dördü gibi bir kız gölgesi görmüş. Sonra kafasını kaldırıp ağaca bakmış bir kız: — İn kızım, demiş. Kız inmemiş. Atlı atına binip köyüne gitmiş. Köye varınca başından geçenleri anlatmış.  Kocakarının biri ben onu kavaktan indiririm demiş. Bir çuvala saç, saç ayağı koymuş. Ormana gitmiş. Kızı indirmek için saç ayağı ters koyuyormuş. Kız: — Babaanne ters koydun, demiş. Babaanne: — O zaman iniver de düzelt kızım, demiş. Kız yine inmemiş. Babaanne de eğril kavağım doğrul kavağım, demiş. Kavak, eğril, deyince eğrilmiş. Kocakarı da kızı almış, çuvala koymuş. Sonra koyulmuş yola. Giderken çişi gelmiş. Kızı indirmiş. Kız da çuvala çalı çırpı koyup kaçmış. Kocakarı kızı kurtardım diye sevine sevine köyüne gitmiş. Çuvalı açıp bakmışlar ki çalı çırpı. Çalı çırpıyı fırına sokup yakmışlar.  Kız da babasının evini bulmuş. Evin bir yerine saklanmış. Babası da gözleme yedikten sonra susamış: — Keşke çocuklar olaydı da bir bardak su verseydiler, demiş. Kız da bu sesi duyup babasına: — Ben veririm, demiş. Üvey anneleri ve babaları da yaptıklarından pişman olmuşlar. Sonra oğlan kardeşi sormuşlar. Kız başından geçenleri anlatınca ağlamışlar. Kızlarına sarılıp: — Bari sen kaybolma, demişler. Artık kıza iyi davranıyorlarmış. Bundan sonra da mutluca hayatlarına devam etmişler.
Baba ve İki Çocuğu
Karabük
Karadeniz Bölgesi
        Köse, bir gün buğdayını öğütmek için değirmene gidince kadın bir dev, Köse’yi yakalar. Daha sonra dev, Köse’nin unu ve kendi elindeki otla bir çörek gömerler. Dev, Köse’yi yemek için sinsi sinsi plan yapmaktadır. Çörek pişince dev, çöreği ikiye bölüp Köse ile paylaşır. Dev, Köse’ye:         — Kim öğüden bitirirse, o, diğerini yiyecek.         — Emme, ben arkın yanına gideceğim, eğer gidersem bunu kabul ederim.         — Tamam, der.         Köse aşağıya, dev de yukarıya oturup çöreği yemeye başlarlar. Köse, çöreği yerken bir taraftan eliyle koparıp dereye atmaya başlar.  Dev de Köse’nin çöreği yediğini sanır. Köse, devle beraber çöreği bitirince yenişemezler. Birlikte yola çıkıp giderken bir nehre rast gelirler. Dev:         — Köse, bu nehirden nasıl geçersin?         — Sırtına binerim, bulutlara yapışıp öyle geçerim, der.         Köse, devin sırtına binince dev:         — Köse, Köse! Bulutları bırakıver, der.         Köse, cebinde taşıdığı bizi devin ensesine kakmaya başlar. Dev yine:         — Aman Köse, bulutlara yapış, aman Köse bulutlara yapış, der.         Köse, bulutlara yapışıp nehirden geçerek vara vara “Ağrı Dağı” diye bir yere varınca dev:         — Köse, bu dağın canavarlarını toplayıp şu dereden geçirmeye mi razısın; yoksa buraya aşağı gelenlerin önüne durup tutmaya mı razısın?         — Tutmaya razıyım, der.         Dev, dağın içine girip ne kadar vahşi hayvan varsa; ayı, kurt, tilki, geyik, domuz hepsini yukardan ürkütüp aşağıya doğru kaçırır. Dev, hayvanları ürkütmeden önce de Köse’ye burada gelen hayvanları durdurup tutmasını söyler.         Yukardan hayvanlar hızlı hızlı gelir fakat Köse bir tanesini bile tutamaz. Zaten Köse’nin kendisi küçücük bir şeydir. Uzaklardan devin hışırtısı gelmeye başlar. Bunu duyan Köse, ağaçta “cik cik” diye ötüp duran karabakan kuşuna bir taş atıp düşürür. Dev gelince:         — Ne yaptın Köse, hayvanları tuttun mu?         — Tuttuğumun hepsini yuttum. Tam bunu da yutuyordum ki, darılırsın diye sana bıraktım, der.         Bu duruma sinirlenen dev, Köse’yi alıp evine gider. Dev de üç kardeşmiş. Akşam olunca Köse’nin yatağını ocak başına yazar. Herkes yattıktan sonra Köse’yi öldürüp yemek için dev, bacanın tepesinden bir kazan kaynar suyu döker. Fakat Köse, dev odasından çıkasıya, kendisine bir plan yapıldığını düşünerek yatağının yerini değiştirir:         — Köse, aşağıda ne oluyor?         — Yağmur yağıyor, yağmur, deyince dev:         — Allah Allah! Bu Köse’nin yanması lazımdı, nasıl oldu da kurtuldu, der.         Dev, bu sefer de gidip kocaman bir kaya getirerek bacadan aşağıya atar. Tekrar:         — Köse, aşağıda ne var ne yok?         — Demin yağmur yağıyordu fakat şimdi sepkene döndü, der.         Bu duruma şaşırıp kalan dev, ben bunu öldüremeyeceğim diyerek yatar. Ertesi gün sabah olunca devler tekrar Köse’yi yemek için plan yaparlar. Devlerin oynamak için evlerinin önünde büyük bir taşları varmış. Devler, Köse’ye:          — Köse, bu taşı sırayla hepimiz yuvarlayacağız, deyince Köse:         — Şimdi ayvayı yedin Köse, der.         Devler birer kere taşı yuvarladıktan sonra sıra Köse’ye gelir ve kolları sıvayıp düşünmeye başlar. Devler:         — Hayırdır Köse, ne düşünüyorsun?         — Ben şunu düşünüyorum. Şimdi ben bu kayayı yuvarlarsam, hızımı alamayıp param parça ederim. Emme devir derseniz deviririm, devirme derseniz de bırakırım.         — Aman Köse bırak, kayamızı parçalama. Biz seni bizim yaptığımızın aynısını yapmış olarak kabul ediyoruz. Sen de bizim kadar güçlü, kuvvetlisin, deyip yemekten vazgeçerler.         Devlerin bir şilek altınları varmış. Devler altınları getirip dörde bölerler. Köse’ye de bu altınlardan düşen hakkını verip gönderirler.         Dev, Köse’yi uğurlayıp geri dönerken devin önüne bir tilki çıkıp:         — Bilmem ne yaptığımın eşek kafalı devi, yumruk kadar Köse’ye o kadar altını yükleyiverdin de gitti. Sizi nasıl kandırdı, der.         Dev de hemen Köse’nin ardından koşup:         — Köse Köse! Tilki bana böyle böyle dedi.         — Sen o tilkiyi tut da gel, ben o tilkiyi sana yutuvereyim, der.         Dev, tilkiyi yakalamaya gidince Köse de hemen ortalıktan kaybolup köyünün yolunu tutar. Köse, evine gelince:         — Hadi kızım filancanın Hafızların hakını al da gel. Ne ölçeceksiniz diye sorarlarsa, babam altın getirdi, onları ölçeceğiz dersin, der.         Kız, Hafızlara hakı almaya gelince:         — Kızım, sen bu hakı ne yapacaksın ne ölçeceksiniz?         — Babam altın getirdi, altınları ölçeceğiz.         — Ne altını getirdi Köse?         — Vallahi bilmiyorum, der.         Köse, altınları ölçtükten sonra hakın kenarına iki altın sıkıştırıp geri gönderir. Hakın sahipleri hemen haka bakarlar ki, kenarında gerçek altın var. Hemen Köse’nin yanına gelip:         — Köse, Köse! Sen bu altınları nerden buldun?         — Hani benim koca öküz vardı ya. Onu kesip derisini yüzdükten sonra İstanbul’a götürdüm. İstanbul’da bir öküz gönünü bir şilek altına sattım, der.         Köylüler, ne kadar öküzleri varsa hepsini kesip derisini yüzerler. Derileri sırtlayıp doğruca İstanbul’un yolunu tutarlar. İstanbul’da derileri satarken bir deriye bir şilek altın isterler. Herkes:         — Siz aklınızı mı kaçırdınız, bir deri bir şilek altın eder mi, deyince köylüler derileri ederine satıp köylerine geri dönerler.         Köylünün hiçbirinde çift sürecek öküz yokmuş. Köylüler, Köse’yi yakalayıp bir çuvala soktuktan sonra derenin kenarından çıkan kaynak suyunun olduğu yere bırakırlar. Köse’yi cenaze namazı kıldıktan sonra atmaya karar verip abdest almaya giderler. Köse, ilerden bir çobanın geldiğini görür:         — Ben padişahın kızını almam, ben padişahın kızını almam, diye bağırınca çoban:         — Ben alırım, ben alırım, diyerek Köse’nin yanına gelir. Köse:         — Aç şu çuvalın ağzını, padişahın kızını almıyorum diye beni çuvala soktular. Benim yerime sen gir.         — Tamam, ben girerim, der.         Köse, çuvaldan çıkıp çobanı çuvala soktuktan sonra köylüler gelmeden oradan kaybolur. Köylüler geri gelince çuvaldaki Köse diye çuvalı ırmağın kaynağına atarlar.         Akşam olunca Köse bir ağıl koyunla köye döner. Köse’yi gören köylüler:         — Köse, biz seni ırmağa atmadık mı, sen nasıl kurtuldun?         — Beni yakına attınız. Keşke bidıkı daha öbür tarafa atsaydınız, daha çok çıkartacaktım. Sizin attığınız yerden ancak bu kadar koyun çıkarttım, der.         Köylüler, hemen toplanıp ırmağın kaynağının olduğu yere giderler. Orda koyun olduğunu sanırlar. Köylünün birisi atlayınca “hık hık” diye boğulur. Köylüler de bunu “kırk” anlayınca herkes birden ırmağa atlar, köyün adamlarının hepsi ırmakta boğulup kalır. Köyün kadınları da Köse’ye kalır.
KÖSE İLE DEV
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
        Keloğlan ile Köse bir gün birlikte değirmene gidip birer çöreklik un öğütürler. Bunların tarlalarında biçilecek ekinleri de varmış. Birlikte ekin biçerken acıkırlar ve:         — Çörek gömelim de karnımızı doyuralım, derler.         Köse, hamuru yoğurmaya, Keloğlan da su getirmeye başlar. Keloğlan:         — Köse, cıvık oldu, biraz uğra koyalım, der.         Hamura uğra katarlar katı olur; su katarlar cıvık olur derken unun hepsini bitirirler ve sonunda bir çörek gömerler. Çörek pişince Köse:         — Lan Keloğlan, yalan konuşalım; kim fazla yalan konuşursa bu çörek onun olsun.         — Tamam, konuş Köse dayı.         — Anam beni yarım okka yün aldırmak için pazara yolladı. Pazardan yarım okka yünü üçte bir fiyatına alıp eve geldim. Annem yarım okka yünle güzel, kocaman bir halı dokudu. Bu halı dünyayı kapattı, daha da dünyanın bir ucunda yığılı duruyor.         — Eee.. Gerisi?         — Benim yalanım bu kadar, der Köse.         Keloğlan da:         — Bizim kovanlıkta bir sürü arılarımız vardı. Bir kovanın içinde de bacağı kırık bir topal arı vardı, nereye gittiyse kayboldu gitti. Aradık, taradık fakat topal arının hiçbir izine rastlayamadık. En sonunda topal arının İstanbul’da olduğu haberini aldık. Gittim baktım ki, topal arı; güz güymuş, çift sürmüş, buğdayları yığmış sıra sıra. Köye gelince “Bunu ne getirir ne getirir?” diye düşünmeye başladım. Şuramda bir pire tuttum, pirenin gönünü yüzüp kuruttum. Yine “Bunu ne getirir ne getirir?” diye düşünürken “Senin ak horoz getirir.” dediler. Ben de ak horozu derleyip semerledikten sonra “deh çüş, deh çüş” vardım İstanbul’a. O kadar ekini pirenin derisine doldurup horozun sırtına yükleyerek köye kadar geldim. Getirdiğim buğdaylarla evler doldu, ambarlar doldu, kalan buğdayı da köyün içinde hayvanlar yemeye başladı. Ne yapalım koyacak bir yer kalmadı. Ondan sonra horozun sırtında yük ağır olduğu için yara açıldı. “Ne yapayım ne yapayım da yarayı iyileştireyim.” diye düşünürken “O yaraya cöğüz* çal.” dediler. Bende horozun yarasına cöğüzü çaldıktan sonra yara göğerdi. Daha sonra horozun sırtında kocaman bir cöğüz ağacı bitti. Horoz yolda giderken üç yol ayrıcına geldiği zaman cöğüz yere çil attı. Horoz da hiçbir yere kımıldayamaz hale geldi. Zamanla cöğüz büyür, horoz da altında sürekli öter. Bir gün oradan geçiyordum “Seni böyle bu hâlde bırakırken çok canım sıkılıyor.” dedim horoza. Cöğüz de gitten gide daha fazla büyüyüp dallarında cöğüz olmaya başlamış. Gelen geçen cöğüz indirmek için taş, tezek* ne buldularsa ağaca atınca düşen topraklarda horozun üstünde birikmiş. Biriken topraklardan da horozun üstünde iki üç kilelik arazi olmuş. Bunu görünce babamın yanına gelip “Baba, bizim horozun üstünde iki üç kilelik arazi olmuş, gidelim sürelim.” dedim. Babamla beraber gidip sürdük, ekin ektik sonra da ekinleri biçmeye gittik. Biçerken, biçerken bir tilki kaçtı. Orak biçti tilki kaçtı, orak biçti tilki kaçtı, bak yine Köse dayı çörek bana düştü.” deyip Keloğlan çöreği alır.   *Cöğüz: Ceviz. *Tezek: Toprak parçası.
Köse ile Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
       Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynar eski hamam içinde. Hamamcının tası yok, oduncunun baltası yok, sokakta bir tazı gezer, boynunda halkası yok. Ebeler dedeler, kırklar yediler, parayla biter her şey dediler. Duydun mu Memiş parasız yemiş, hiçbir yerde verilmez imiş. Haydi öyleyse, haydi öyleyse, Kara Köse, Kambur Ese, dereden siz gelin, tepeden ben, sandığa siz girin sepete ben. Haya huya, haya huya bizim gemi çıksın yola. Biz yola çıktık, var varanın, sor soranın destursuz bağa girenin hâli budur hey.        Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan, köyün birinde bir ağanın badılarını[1] güderek çobanlık yaparmış.        Ağanın badı sürüsünün içinde de iki tane ala badı varmış. Ağa da bu badıları daha çok sever, çok değer verirmiş. Günlerden bir gün Keloğlan, yine badıları güderken ala badılardan bir tanesini kartala kaptırınca kara kara düşünmeye başlar. Kendi kendine:        — Ben şimdi ağaya ne diyeceğim, beni öldürür. Ne yapıp ne edip bu badıyı bulmam lazım, der.         Her tarafı iyice arar fakat bir türlü badıyı bulamaz. Keloğlan, bu sefer de diğer badıları kaptırmayayım diye bütün badıları ayaklarından birbirine bağlar. Kartal bir daha gelir ve diğer ala badıyı kapıp götürürken öbür badılar da birbirine bağlı olduğu için hepsini alıp götürür.        Aradan biraz zaman geçer. Çobanın, badıları bulmak için, bakmadığı yer kalmaz fakat bir türlü badıları bulamaz. Badı sürüsünü kaybettiği için, ağadan korkusundan dolayı, bir türlü eve de gidemez. Çoban, eve gidemeyince korkusundan ağanın arılığına gidip büyük bir kovanın içine saklanır. Bu arada ağa da Keloğlan’ı ve badılarını merak edip her yerde onları aratır. Ağanın adamları her tarafa bakarlar ama ne çobanın ne de badıların bir izine ulaşabilirler.        Keloğlan, korkudan kovanın içinde tir tir titrerken ağanın arılığına iki tane hırsız gelir. Hırsızlar, hangi kovanda bal çoksa onu alalım diye bütün kovanları kaldırıp kontrol ederler. Çobanın olduğu kovanı kaldırıp:        — Tamam. En çok bal bu kovanda var. Aralarında en ağır olanı bu, biz bu kovanı alalım, diyerek çobanın içinde olduğu kovanı sırtlanıp götürürler.         Hırsızlar omuzlarında kovanı götürürken çoban, kovanın yarığından elindeki çuvaldızı adamların sırtlarına batırmaya başlar. Fakat adamlar bunun çuvaldız olduğunu anlamazlar. Kovanın içinde arı olduğunu ve arının kendilerini  soktuğunu sanırlar.         Adamlar gide gide bir derenin kenarına varırlar. Kovandaki arıyı dereye silkip içindeki balı almak için dururlar. Adamlar kovanı derenin kenarına koyup çiş yapmaya gittiklerinde çoban, kovanın içinden çıkar ve:        — Hırsız var, hırsız var. Kovanları çalıyorlar, diye bağırmaya başlar.        Çobanın bağırdığını duyan adamlar kovanı almadan hemen oradan kaçıp giderler. Çoban kovanı alıp eve gelir. Fakat çoban, kovanı kurtardı ama badıları kaybettiği için hâlâ çok tedirgindir. Ağanın kızı da çobana âşıktır fakat babasına korkusundan bir türlü söyleyemez. Çoban eve gelince ağanın karşısına, olanları anlatmak için, çıkar. Ama çoban korkudan tir tir titrer. Ağa, çobana:        — Badılar nerde Keloğlan, der.        Keloğlan korkusundan hiçbir şey diyemez. Ağa tekrar:        — Badılar nerde Keloğlan, der.         Keloğlan korka sıkıla olanları ağaya bir bir anlatır. Tam o sırada da ağanın hizmetkârlarından birisi gelip arı kovanlarının olduğu yere hırsız girdiğini, kovanları hırsızların elinden Keloğlan’ın kurtardığını, anlatır. Bunu duyan ağa, Keloğlan’ı affeder.         Her şey tekrar eski hâline döner ve Keloğlan da çobanlık yapmaya devam etmeye başlar. Aradan epeyi zaman geçer fakat ağanın kızı çobana olan aşkını ne çobana ne de bir başkasına söyleyebilir.         Ağanın yaşadığı bölgede de herkesin korktuğu, kimsenin sesini dahi çıkartamadığı bir eşkıya yaşarmış. Fakat bu eşkıya bir tek ağadan haraç alamaz ve bunun için ağayı ne kadar tehdit ettiyse de muradına erememiştir. Eşkıya ağadan haraç almanın yolunu ararken, ağanın kızı bir arkadaşıyla birlikte çiftlikte gezmeye çıkar. Bunları yalnız gören eşkıya, kızları kaçırıp ağadan kızına karşılık yüklü miktarda altın ister.        Ağa da çok cimri olduğu için söz konusu para olunca onun için akan sular dururmuş. Eşkıyalara bu parayı vermeden kızımı nasıl kurtarırım diye düşünmeye başlar. En sonunda bir tellal bağırttırıp:       — Kızımı eşkıyanın elinden kim sağ salim kurtarırsa kızımı onunla evlendireceğim, der.        Bunu duyan herkes çobanlık yapmaktan kurtulma umuduyla kızı kurtarmak için yola koyulur. Zar zor da olsa Keloğlan başkasından önce kızın yerini öğrenip onu kurtarmayı başarır. Kız da her şerde bir hayır varmış diye kendi kendisine sevinir. Keloğlan, kızı alıp ağaya teslim eder.        Ağa verdiği sözü tutup kızını Keloğlan’la evlendirir. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Onlar ermiş muratlarına biz de çıkalım kerevetine.   [1] Badı: Kaz.
Çoban Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Günlerden bir gün, adamın biri bir yolculuğa çıkmış. Yolculuktan dönerken sudan geçecekmiş. Sudan tam geçerken suyun içinde bir yılanın debelendiğini görmüş. Yılan, yüzme bilmediğini söylemiş. Adam, yılana acımış, yılanı kurtarmış. Yılan, o sırada zıplayıp adamın boğazına dolanmış. Adamı sokacağını söylemiş. Adam, yılana yaptığı iyiliği hatırlatmış. Adama yılan:  — Huyumdur, seni sokacağım, diye söylemiş. Adam, kurtulmak istemiş. Sonra yılana demiş ki: — Üç hakime danışalım. Üçü de sok, derse sok, demiş. Yılan, bu teklife: — Tamam, demiş. Beraber yola koyulmuşlar. Yolda bir öküze rastlamışlar. Adam, öküze selam verip olanları anlatmış. Sonra: — Yılan beni soksun mu, diye sormuş. Öküz, çok iyilil yapmasına rağmen  insanoğlunun kendisine yaptığı kötülükleri anlatmış. Dert yakınmış. İyiliğe kötülük çok. Yılan insanı soksun, demiş. Sonra yola devam etmiş. Yolda bir katıra rastlamışlar. Katıra danışmışlar. O da sokması gerektiğini söylemiş. Yola devam etmişler. Bir tilki görmüşler. Adam, tilkiye olanları anlatmış. Tilki, adama göz kırpmış. Yılana demiş ki: — Dur hele. Bütün insanoğullarını bir tutma. Seninle bir mahkeme kuralım, demiş. Tilki bunları alıp evine götürmüş. Bir sandık varmış. Yılana: — Yılan kardeş, adamın boynunda durmaktan yorulmuşsundur. Gel, şu sandığın üstünde dur. Hatta sandıkta yumurta var. Sana ikram edeyim, demiş. Yılan, sandığın içine yönelmiş. O sırada adam yılanı sandığa koymuş. Sandığı alıp ırmağa atmış. Tilki, adama dönerek: — Şimdi iyilik sırası sende, demiş. Adam, tilkiyi köyüne davet etmiş. Köyde ona, tavuk ve horoz verecekmiş. Tilki köye gelemeyeceğini söylemiş: — İnsanoğluna bel bağlanılmaz, demiş. Köyün yakınlarında bir yerde bekleyecekmiş. Adam, tilkiden ayrılıp evine gitmiş. Olanı, biteni hanımına anlatmış. Tilkiye tavuk götüreceğini, söylemiş. Hanımı çoluk çocuğun aç kalacağını söylemiş. Çuvalı alıp içine tazı koymasını istemiş. Böylece tazı tilkiyi yakalar, postunu satarız, diye düşünmüşler. Adam önce kabul etmemiş, sonra etmiş. Tazıyı çuvala koymuş. Tilkinin yanına gitmiş. Adam, tilkiye yaklaşmış. O sırada tazı, tilkinin kokusunu almış, huylanmış. Adam, tilkiden gelip tavukları almasını istemiş. Tilki şüphelenmiş. Adama gelemeyeceğini söylemiş. Adam, çuvalı bırakmış. Tazı çıkmış. Tilki kaçmaya başlamış. Tilki, bir dağın yamacına kaçmış, izini kaybettirmiş. Daha sonra kendi kendine: — İnsanoğluna iyilik yaramaz. Keşke yapmasaydım, diye dövünmüş. Sonra kayanın üstünden adama seslenmiş: — Senin horozlarını, tavuklarını yaşatmayacağım, demiş. Tilki, o günden sonra tavuk ve horozların baş düşmanı olmuş. Devamlı onları yemiş. Adamın sözünde durmayışının cezasını tavuklar ve horozlar çekmiş.
Tilki, Yılan ve Yolcu
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde küçük bir köyde bir adam yaşarmış. Bu adamın adı Hananca imiş. Hananca çok fakir biriymiş. İki oğlu, iki kızı varmış. En küçükleri henüz bebekmiş. Karısı da dahil bunla böyle fakirlikle boğuşup durularmış. Günlerden bir gün bu adamın evine bir kadın gelmiş. Bu kadın da dev imiş, fakat her kılığa girebildiği için, kimse onun dev olduğunu anlayamıyormuş. Evde kocaman bir dev, dışarı çıktığında ise kadın olurmuş. Dev demiş ki: — Uyy! Kardeşim benim boynum kırılsın. Sen sefalet içinde yaşarken ben bolluk içinde yaşıyorum, her şeyim var. Tenceremde hep etler, yemekler kaynıyor. Gelin benim eve, beraber olalım, her şeyimizi birlikte kullanalım. Hananca ve ailesi bu dev kadına çok inanmış ve onunla komşu olmuşlar. Hananca bir gün, büyük kızını o kadının evine yemek götürmeye göndermiş. Kız, dev kadının evine gitmiş ve kapıyı çalmış. O sırada dev kadın uyuyormuş ve uyku arasında demiş ki: — Mmm... Gelirsem seni de, babanı da, ananı da yerim ha! Kız bunun üzerine çok korkmuş ve elindekileri fırlatıp kaçmış. Ve onun dev olduğunu anlamış. Kız eve gelmiş ve olanları babasına anlatmış. Fakat babası inanmamış. Kızının kendisine yalan söylediğini söylemiş. Bunun üzerine baba diğer kızını göndermiş. Kız, dev kadının evine dev kadın diğer kıza söylediklerini söylemiş ve bu kız da elindekileri atıp eve gelmiş. Olanları babasına anlatmış ve baba bu kızına da inanmamış. En son karısını göndermiş. Karısı da aynı şeylerle karşılaşmış ve eve gelmiş. Hananca karısına da inanamamış. Bir gün o dev kadın, Hananca’nın evine gelmiş ve onları kendi evine davet etmiş. Dev kadın, çeşit çeşit yemekler hazırlamış. Hazırladığı yemeklerin içinde hep insan eti varmış. Oğluyla babası yemekleri yemiş. Bu sürede Hananca, bu kadının dev olduğunu anlamış, ambara saklanmış. Kızlar ve annesi kaçmış. Bebeği de *teştin altına saklamışlar. Hananca ambarda ses çıkarınca, dev kadın onun ambarda olduğunu anlamış ve Hananca’yı da oğlunu da yemiş. Anne ve kızlar devi uzaktan izlemişler, bebeği almak için. Dev evden çıktıktan sonra, anne hemen bebeği almak için eve gelmiş ve bebeğini kurtarmış devin elinden. Bebeğin yerine taş doldurmuş teştin altını. Dev kadın bebeği sakız olarak çiğnemek istiyormuş ve iştahla gelmiş. Bakmış bebek yok. Sinirden bütün taşları alıp kafasına vurmuş ve kendi kendini öldürmüş. Hananca ve oğlunun durumuna çok üzülmüşler anne ve çocuklar, fakat bir süre sonra alışmışlar ve çok mutlu bir hayatları olmuş. *teşt: Büyük leğen.
Dev Kadın
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Deliren Aile Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,cinler cirit oynarken, develer tellal, bit süvari, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı, derken zamanın birinde bir aile varmış. Bu ailenin, üç tane kızı varmış. Bunların sığırları varmış. Sığırlar bayırdan, evin yanına gelmemiş. Babaları da sığırları aramaya, bayıra gitmiş. Anneleri ve kızlar da darı kazmaya gitmişler. Tarlada çalışırken susamışlar. Tarlanın yakınında da bir çeşme varmış. Büyük kıza: — Çeşmeden su doldur gel de içelim, demişler. Büyük kız gitmiş çeşmeye. Çeşmenin dibinde, büyük bir kavak ağacı varmış. Oturmuş kavağın dibine. Kavağa bakmış bakmış: — Ben bir kocaya gitseydim; benim bir oğlum olsaydı, adı da Mehmet olsaydı; bu kavağın tepesine çıksaydı, düşseydi ve ölseydi. Buna ağlanır mı ağlanmaz mı, demiş ve başlamış ağlamaya. Tarladakiler beklemişler beklemişler, kız çeşmeden gelmemiş. Ortanca kıza: — Git bakalım, ablan niye gelmedi, demişler. Ortanca kız, gitmiş ablasının yanına. Abla sen niye ağlıyorsun, demiş. — Ben bir kocaya gitseydim; benim bir oğlum olsaydı, adı da Mehmet olsaydı; bu kavağa çıksaydı, düşseydi ve ölseydi. Buna ağlanır mı ağlanmaz mı, demiş ablası. Ortanca kız da başlamış ağlamaya. Tarlaya yine gelen giden olmamış. Anneleri, küçük kızı yollamış bu sefer. Küçük kız varmış çeşmeye: — Abla siz niye ağlıyorsunuz, demiş. — Ablam bir kocaya gitseydi; bir oğlu olsaydı, adı da Mehmet olsaydı; bu kavağa çıksaydı, düşseydi ve ölseydi. Buna ağlanır mı ağlanmaz mı, demiş, ortanca kız. Başlamış küçük kız da ağlamaya. Babaları gelmiş tarlaya, sığır aramaktan. Karısına: — Nerde kızlar, demiş. — Çeşmeye gittiler; gelmediler, demiş karısı da. — Git bak gel şunlara, demiş adam. Kadın gitmiş çeşmeye, bakmış. Kızlar ağlaşıp duruyor. — Neden ağlıyorsunuz siz, demiş. Küçük kız: — Ablam kocaya gitseydi; bir oğlu olsaydı, adı da Mehmet olsaydı; bu kavağa çıksaydı, düşseydi ve ölseydi. Buna ağlanır mı ağlanmaz mı, demiş kızlar. Başlamış kadın da ağlamaya. Son olarak adam gelmiş çeşmenin yanına. Sanki ortada Mehmet'in ölüsü duruyor gibi hepsi, çeşmenin başında ağlaşırmış. Adam, ne oldu böyle, diye sormuş. Adama da böyle böyle demişler. Adam da şaşırmış: — Eyvah! Siz hepiniz delirmişsiniz. Hadi kalın, köye gidelim; koca öküzü keselim de Mehmet'in hayrını yapalım, demiş.
Deliren Aile
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bu tekerleme de böyle devam ederken, çok uzun zaman önce ülkenin birinde padişahın üç oğlu varmış. Bir gün padişah, çocuklarının kendisini ne kadar sevdiğini sormak için huzuruna çağırmış. Büyük oğlan: — Bal, pekmez kadar seviyorum, demiş. Ortanca oğlan: — Şeker kadar seviyorum, demiş. Küçük oğlan: — Tuz kadar seviyorum, demiş. Padişah, küçük oğlunun cevabına karşı: — Bu beni hiç sevmiyor. Hemen cellatlar gelsin, demiş. Cellatlar padişahın huzuruna çıkınca padişah: — Bu oğlanı alıp ıssız bir yere götürün, kanlı gömleğini bana getirin, demiş. Cellatlar oğlanı alıp ıssız bir yere götürmüşler; fakat oğlanı öldürmeye kıyamamışlar. Oğlanı bırakmışlar. Bir kuş öldürüp oğlanın gömleğini kuşun kanına bulamışlar, padişahın huzuruna getirmişler. Oğlanı öldürdüklerini söyleyip kanlı gömleği göstermişler. Çocuk az gitmiş, uz gitmiş, bir ülkeye varmış. O ülkeye o gün bir padişah seçilecekmiş. Halkı bir yere toplayıp bir talih kuşunu bırakacaklarmış. Kuş kimin başına konarsa o bu ülkenin padişahı olacakmış. Çocuk halkın toplandığı alana gelmiş. Bu arada talih kuşu bırakılmış. Kuş bu çocuğun başına konmuş, çocuk bu ülkeye padişah olmuş. Padişah olduktan sonra komşu ülkelerin padişahlarını teker teker ziyafete davet etmiş. Sıra kendi babasına gelmiş. Yalnız ziyafette verilecek yemeklere tuz konulmamasını emretmiş. Davetli padişah ülkeye gelmiş. Ziyafet için masaya oturmuşlar. Yemekler yenmiş. Çocuk, padişaha yemekleri beğenip beğenmediğini sormuş. Padişah: — Yemeklerde tuz yoktu. O yüzden hiç tat alamadım. Niçin yemeklerde hiç tuz yoktu, demiş. Bunun üzerine çocuk anlatmaya başlamış: — Ülkenin birinde bir padişah varmış. Bu padişah üç oğlunu kendini ne kadar sevdiklerini öğrenmek için huzuruna çağırmış. Küçük oğlu, ‘Tuz kadar.’ deyince padişah, küçük oğlunun kendini sevmediğini söyleyip cellatlara öldürmelerini emretmiş. Cellatlar çocuğu ıssız bir yere götürmüşler; fakat öldürmeye kıyamamışlar. Bir kuşu öldürüp çocuğun gömleğini bu kana bulamışlar. Padişaha bu gömleği götürmüşler. Bu çocuk bu ülkeye gelmiş. Talih kuşu onun başına konup padişah olmuş, demiş. Padişah, oğlan sözlerini bitirince bu padişahın kendi oğlu olduğunu anlamış, yaptıklarından dolayı pişman olup oğlundan özür dilemiş, birbirlerine sarılmışlar. Bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Padişahın Üç Oğlu
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde bir yalancı varmış. Köylüyü her gün kandırırmış. Köyün tepesine çıkarmış: — Kurt var, kurt var, diye bağırırmış. Bir yere varır, köy yanıyor diye yalan söylermiş. Köylüler bıkmış artık bunun yalanlarından. Köylüler bunu ne yapalım diye düşünmüşler, düşünmüşler; en sonunda çuvala koyup, denize atmaya karar vermişler, Bunlar, yalancıyı tutup çuvala koymuşlar, denize atmaya götürmüşler. Tam denizin kenarına gelmişler, ezan okunmaya başlamış: — Hadi, bunu burada bırakalım, namazımızı kıldıktan sonra gelip atarız, demişler. Onlar namaza gittikten sonra bir çoban kaval çala çala, çuvalın yanına gelmiş: — Almayacağım, almayacağım, diye bağırmış çuvalın içinden yalancı. Çoban gitmiş çuvalın yanına: — Sen ne almayacaksın hemşerim, demiş. Çuvalın içindeki yalancı: — Bana padişahın kızını veriyorlar, onu almayacağım, demiş. — Sen çık, ben alırım; koy beni çuvalın içine, demiş çoban. — Onlar gelirken, “alırım” diye bağırırım ben, demiş. Yalancıyla ikisi yer değiştirmişler. Yalancı; çobanın kavalını, kepeneğini* ve koyunlarını aldığı gibi doğru köye gitmiş, Köylüler namazdan çıkmış, gelmişler çuvalın yanına. Çoban: — Alacağım, diye bağırırmış. — Ulan bu yalancı daha ne alacak, demiş köylüler. Çobanı tuttukları gibi denize atmışlar. Akşam olmuş, yalancı koyunlarla birlikte gelmiş köye. — Ulan biz bu yalancıyı attıydık ya denize, demişler köylüler. — Siz beni denize attınız; ama bakın ben denizden bir sürü koyun çıkardım, demiş. Bunu duyan köylüler, soluğu denizde almış. Giden atmış kendini denize. Herkesi su sürükleyip uzaklara götürmüş. Köyde bir koca kadın ile oğlu varmış. O gün oğlan değirmene gitmiş. Değirmenden gelmiş, koca kadın önüne çıkmış: — Oğlum sen neredesin, sen ne duruyorsun. Yalancı denizden bir sürü koyun getirmiş, âlem koyun almaya gitti, şimdi bize kalmayacak, demiş oğluna. İkisi birden gitmişler denize. Oğlan atmış kendini denize. “Hırk hırk…” ses gelirmiş denizden. Oğlan nefes alamıyormuş. Kadın da: — Oğlum kırkına ellisine bakma, sür gel, sür gel, dermiş. Su bu oğlanı da sürükleyip götürmüş. Sonunda köylüler bir halli denizden çıkıp gelmişler, yalancıya cezasını vermişler. Öyle bir ceza vermişler ki yalancı bir daha yalan konuşmaya cesaret edememiş. *kepenek: Çobanların omuzlarına aldıkları dikişsiz, kolsuz, keçeden üstlük, aba.
Yalancı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, bitler süvari, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı, derken zamanın birinde bir  çiftçi varmış. Her gün öküzleriyle çift sürmeye gidermiş. Çift sürerken bir gün yanına koca bir ayı sallanarak gelmiş. Çiftçiye seninle sağdıç* olalım demiş. Sağdıç olmuşlar. Ayı akşama kadar çiftçinin yanında gezmiş, tozmuş, bırakmış gitmiş. Çiftçi de çiftini koyuvermiş, köye gelmiş. Çiftçi ertesi gün yine gitmiş aynı tarlaya. Koca ayı da tarlaya koca bir bakraç* bal almış, gelmiş: — Bal getirdim sana sağdıç, koy bunu oraya. Yalnız eve gittiğinde bu balı ayı getiriverdi deme, demiş. Çiftçi de: — Tamam, demiş. Ayı biraz durmuş ve gitmiş. Çiftçi de akşam olunca çifti koyuvermiş, bakracı heybesine koymuş ve eve gelmiş. Ayı da bunun peşine düşmüş. Evin bacasına çıkmış bunları dinlemeye başlamış. Çiftçi ve karısı da öküzleri bağlamışlar, yemek yiyelim diye eve çıkmışlar. Çiftçi: — Benim heybede bir bakraç bal var, alın gelin, demiş. Karısı sormuş balı nereden buldun diye. Çiftçi de: — Ayıyla sağdıç olduk da o getiriverdi, demiş. Ertesi gün çiftçi çifte yine gitmiş. Varmış tarlaya, ayı yine yanına gelmiş: — Ben seni yiyeceğim, demiş. Çiftçi de niçin diye sormuş: — Sen karına söylemeyecektin; ama söyledin, demiş ayı. Çiftçi de: — Bir evlek tohum saçtım, onu bitirivereyim de sen beni öyle ye, demiş. Ayı gitmiş, ormanın dibine yatmış. Çiftçinin işini bitirmesini beklemiş. O sırada da köylüler ava çıkmış. Çiftçinin karşısından geçen köylüler: — Çiftçi kardeş! Çiftçi kardeş! … O yatan ne, diye bağırmışlar. Ayı karşıdan seslenmiş: — Aman sağdıcım! Saman çuvalı de, aman sağdıcım saman çuvalı de, dermiş ayı. Çiftçi de: — Saman çuvalı, saman çuvalı, diye bağırmış. Avcılar: — Vur bakalım gümleyecek mi, demiş avcılar. Çiftçi gerilirmiş, gerilirmiş sopayı vurmuş ayıya. Güm, diye ses çıkarmış. En sonunda çiftçinin sopasından ayı zor kaçmış. Böylece çiftçi kendisini kurtarmış. Sonra mutlu bir hayat yaşamış. *sağdıç: Yakın arkadaş *bakraç: Çoğunlukla bakırdan yapılan küçük kova.
Çiftçi ile Ayı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, cinler cirit oynarken, pireler berber iken, iki kız kardeş varmış. Biri fakir diğeri de çok zengin biriyle evlenmiş. Fakirin yiyecek yemeği bile yokken zengin çok güzel yaşıyormuş. Bir gün fakir kız zengini ziyarete gitmiş. Kadın çok utangaçmış. Zengin, cariyesine: — Kız kardeşim çok utangaçtır, yemek yerken ağa geliyor desen hemen yemekten kalkar, demiş. Kadın yemeğe oturur oturmaz cariye: — Ağa geliyor, diye bağırmış. Kadın hemen yemekten çekilmiş. Bir dereye gitmiş ve orada ağlamış. İkisi de hamileymiş. Kadın orada ağlarken uyuyakalmış. Rüyasında bir adam: — Senin öyle bir kızın olacak ki ağlayınca gözlerinden boncuk, mercan dökülecek, gülünce dudaklarında güller açacak, yıkanınca suyu hep altın olacak, demiş. Zengin olan ablası da rüyasında aynı adamı görmüş. Ona da: — Senin bir kızın olacak simsiyah, gülünce dudakları dikenlenecek, yıkanınca suyu kararacak, demiş. İkisinin de kızı olmuş. Aynen adamın dediği gibiymişler. Zengin kadın bütün mülkünü kızını tedavi etmek için harcarken, diğeri o altınları satıp çok zengin olmuş. Zengin kadın kızından utanıyormuş. Fakir kadın ise kızıyla gurur duyuyormuş. Kızlar büyümüş. O kızın namını herkes duymuş. Bir padişah oğluna istemiş. Kızı vermişler. Kızı almaya geldiklerinde teyzesi de gitmiş. Kız yolda acıktığını söylemiş. Teyzesi çok tuzlu bir ekmek vermiş. Kız onu yiyince içi yanmış. Su istemiş. Teyzesi: — Bir gözünü çıkar, su veririm, demiş. Kız bir gözünü çıkarıp vermiş. Bu sefer de çok tuzlu su vermiş. Kız yine su istemiş. Teyzesi diğer gözünü de istemiş. Kız onu da vermiş. Teyzesi orada kızı indirip, kendi kızını onun yerine koymuş. Kız orada ağlayıp durmuş. Oradan geçen bir fakir köylü onu görmüş. Etrafı hep boncuk doluymuş. Onları götürüp satmış. Eve yığınla eşya götürmüş. Annesi şaşırmış. Oğlu her şeyi anlatmış. Kadın: — Git onu getir, demiş. Çocuk gidip getirmiş. Kadın kıza banyo yaptırmış. Kızın suyu hep altın olmuş. Çok zengin olmuşlar. Ama kız hiç konuşmuyormuş. Padişahın oğlu bu kızın o köyde olduğunu duymuş. Hemen oraya gitmiş. Kız birazcık kendine gelmiş. Kadınla konuşunca dudağında iki gül yeşermiş. Kadın onları koparıp bir köşeye atmış. O arada kızın teyzesi köye gelmiş: — İki göze iki gül, diye bağırmış. Kadın gülleri götürüp gözleri almış. Kızın gözleri görmüş. Padişahın oğlu gelip kızı almış. Evlenmişler. Kızın teyzesi ile kızını vurdurtmuş. Bundan sonra mutlu bir hayat sürmüşler.
İki Göze İki Gül
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Zamanı birliğinde bir Tilki Paşa ile Canavar Paşa arkadaş olmuşlar. Tilki Paşa: — Canavar Paşa, gel bugün gidelim. Şabe’nin tavuğunu toplayıp gelelim. Sen üç kısır koyun getir, bunu sızgıt* yapalım. Kışın ne yiyeceğimizi düşünmeyelim, demiş. Canavar gitmiş iki kısır koyun getirmiş, tilki de gitmiş, üç tavuk getirmiş. Aradan bir zaman geçtikten sonra, tilki demiş ki: — Canavar Paşa, bugün Şabe’nin gelininin şenliği var. Şunu bir doğurtsan, hamileymiş, demiş. Canavar demiş ki: — Yav ben yapamam öyle işleri Tilki Paşa. Sen git bu işi gör, gel, demiş. Tilki gitmiş sızgıt küpünün başından başlamış birazını yemiş. Geri gelmiş yatmış. Sabah olunca kalkmış canavar: — Ne yaptın, nesi oldu, demiş. — Kız, demiş. — Adını ne koydun, demiş. — Başlama koydum, demiş. Küpün ağzından başlamış ya. Aradan iki üç gün geçtikten sonra yine demiş ki: — Canavar Paşa, Misali’nin gelininin şenliği varmış, bugün sen git, ben yorgunum, demiş. O da demiş ki: — Yav ben öyle işleri beceremem, sen git yine, demiş.  Tilki gitmiş bugün de küpün yarısını yemiş. Sabah olunca canavar gene sormuş. — Nesi oldu? — Oğlu oldu. Adını da belleme koydum, demiş. Küpün yarısına kadar indiği için. Neyse yarın gitmiş, birini daha söylemiş. — Onun adını ne koydun, demiş. — Onun adını da yalama koydum, demiş. Küpü yalayıp bitirdiği için. Aradan iki üç gün geçtikten sonra demiş ki: — Canavar Paşa, bizim bir sızgıtımız vardı, gel gidelim bir bakalım. Acaba bunu kurt mu yedi, kuş mu yedi, duruyor mu? Varsalar ki sızgıtın yerinde yel esiyor. O demiş ki: — Sen yedin, demiş. — Sen yedin, demiş Canavar. Sen yedin tartışmasını sürerken Tilki demiş ki: — Sabah altına kim işese sızgıtı bil ki o yedi, demiş. Bunlar ikisi de yatmışlar. Gece tilkinin su dökesi gelmiş. Sabaha karşı demiş ki: — Kalk, kalk! Altına işemişsin, bak sen yemişsin sızgıtı, demiş. O sırada Canavar Paşa demiş ki: — Tilki Paşa, ben senden ayrılacağım, böyle iş olmaz. Tilki de: — Ayrıl, demiş. — Öyle ayrılma değil, deyip tilkinin tepesine hoplamış. Tilkiyi bir güzel afiyetle yemiş. — Şimdi sızgıtı kim yedi, anladın mı demiş. Tilki numara yapmanın cezasını çekmiş. *sızgıt: Kavurma, kavrulmuş et.
Tilki Paşa ile Canavar Paşa
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Görüyorum ama Diyemiyorum Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde bir köyde bir karı koca yaşarmış. Adam o kadar huysuzmuş ki her zaman karısını dövmek için bir fırsat ararmış. Artık kadın, kocasından bıkmış. Bir gün kadının aklına kocasının dayaklarından kurtulmak için bir fikir gelir. Kadın şehre gidenlere:       — Bana bir kilo balık getirin, der. Kadın, ısmarladığı balıklar gelince, planını uygulamak için balıkları da alıp tarlada çalışan kocasına yemek götürmeye gider. Kadın, kocası görmeden yemekleri bir köşeye bırakır ve tarlada toprağı yardıkları yere balıkları bir bir dize dize kocasının yanına kadar gider. Kadın, kocasına:       — Yemeğin hazır, ben burada biraz çalışayım sen de git kenarda yemeğini ye gel, der. Adam giderken balıkları görür ve onları toplaya toplaya tarlanın diğer ucuna kadar gider. Oradan karısına bağırır:       — Hanım tarlada balık bitmiş, der. Kadın da:       — Hayır, bitmez.       — Bitmiş işte ben topladım. Adam, kadının tarlaya dizdiği balıkları toplayıp karısına vererek:       — Akşam bunları kızart da yiyelim, der. Kadın, balıkları alıp eve gider fakat akşam olunca balıkları bilerek pişirmez. Adam, eve gelip balıkları sorunca da kadın:       — Ne balığı, der. Adam da:       — Sen benim tarladan topladığım balıkları niye pişirmedin, diyerek kadını yine bir güzel döver. Kadın adamın elinden kaçıp köy meydanına gelir:       — Benim kocam delirdi. Tarlada hiç balık biter mi? Hiç gördünüz mü, diye bağırmaya başlar. Bunu duyan köy halkı bu adam delirmiş diyerek adamı akıl hastanesine götürürler. Adam herkese olanları anlatmaya çalışsa da kimseyi inandıramaz. Böylece kadının istediği yerine gelir ve adamı akıl hastanesine yatırırlar. Altı ay adam, akıl hastanesinde yatar. Normale dönünce daha doğrusu olanları inkâr edince hastaneden çıkıp gelir. Kadın, bu sefer de evin bir odasında yataklar varmış, bu yatakların ortasına balıkları sıra sıra kafaları dışarıya gelecek şekilde dizer. Adam eve gelince balıkları görür ama bir türlü karısına yatakların arasında balık var diyemez. Kadın, adamın balıkları gördüğünü anlayınca ısrarla kocasına:       — Ne görüyorsun, söylesene, der. Adam da:       — Görüyorum ama diyemiyorum, seni de dövemiyorum, der. Böylelikle kadın dayaktan kurtulup feraha erer. Kadının fendi erkeği yenmiş olur.
GÖRÜYORUM AMA DİYEMİYORUM
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
      Bir kadının üç tane kızı varmış. Kadın, büyük kızına:       — Kız kızım yürü git de çeşmeden bir su al da gel, der.       Kız da su almak için oluğun başına gelir. Kadının kızlarının üçü de bekâr ve birbirlerine de çok düşkünlermiş. Birisine bir şey olsa dünyaları başlarına yıkılıverirmiş.             Kız su almak için çeşme başına gelip kovalarını doldururken oluğun yanında duran upuzun kavak ağacını görür ve kavak ağacına uzun uzun bakarak:       — Ben evlensem, bir oğlum olsa bu kavağa çıkıp da ölüverse ben ne yapardım, diyerek oluğun başında ağlamaya başlar. Ortanca kız da kardeşine:       — Kız ablamız gelmedi. Acaba nerde kaldı? Git bir bak bakalım, der.             Küçük kız oluğun başına gelince bakmış ki, ablası oluğun başında hüngür hüngür ağlıyor. Ablasına:       — Kız abla ne var burada ne oldu sana, neden ağlıyorsun?       — Kız ablasınım, benim bir oğlum olsa, şu kavağa çıkıp da ölüverse ne yapardım.       — A ablacığım, ben sana hiç dayanamazdım, der. Başlamış küçük kız da ablasıyla beraber ağlamaya. Bu iki kardeş de suyun başından bir türlü ayrılamamışlar. Anneleri, kızları merak edip öbür kızına:       — Kızım kardeşlerine bak da gel. Nerde kaldı bunlar, der.             Kız, oluğun başına gelince bakmış ki, iki kardeşi de kafa kafaya vurmuş ağlıyorlar.       — Kız abla neden ağlıyorsunuz, der. Ortanca kız da:       — Ablamın bir oğlu olsa, şu kavağa çıkınca düşüp de ölüverse ne yapardık?       — A kardeşim, ben siz kadar da dayanamazdım, diyerek küçük kız da orda ağlamaya başlar. Üç kız kardeş de kafa kafaya vurup ağlarken uzaktan bir atlı gelir. Kızlar:       — Şu atlıya soralım, bakalım bizim Mehmetçik nerde? Belki o bilir, derler.       — Dayı bizim Mehmetçiği gördün mü?       — Gördüm.       — Nerde gördün?             Mehmet de büyük kızın olmayan oğlanın adıymış. Kızların boyunlarında, kulaklarında, kollarında altınlar çok olduğu için atlı da kızları kafaya almaya çalışır.       — Gördüm.       — Ne yapıyor bizim Mehmetçik?       — Cehennem kapısında pakla satıyor, der.       — Vayyy… Benim oğlum, benim teyzesinim nasıl pakla satar. Bir de cehennem kapısında. Sen şu altınları oğlana ver. Cehennem kapısında pakla satmasın.             Adam hırsız olduğu için kızların altınlarını alıp oradan kaybolur. Gitti gelmez, uçtu konmaz kızların anaları da oluğun yanına gelir. Anaları bakmış ki, kızlarının üçü de ağlıyor.       — Ne oldu kızım neden ağlıyorsunuz?       — Anne böyle böyle oldu fakat biz Mehmetçiği kurtardık, der hıra kız.       — Niye kızım kimi, nerden, nasıl kurtardınız?       — Bizim Mehmet gayrı cehennem kapısında pakla satmayacak. Altınlarımızı yolladık Mehmet’e.       — Kimle, hangi Mehmet’e yolladınız altınlarınızı?       — Bir atlı geçiyordu falan yerden, biz de ondan yolladık altınları.             Bizim Keloğlan da değirmenciymiş. Kızların altınlarını alıp kaçan adam da Keloğlan’ın değirmenine gelip atını değirmenin kapısına bağlar. Adam Keloğlan’a:       — Lan Keloğlan!       — Efendim.       — Kellerin kafasını yolmaya geliyorlarmış, gelirken yolda duydum. Sen şu kavağın tepesine çık, der.             Hırsız, kendi gocuğunu, pantolonunu, takkesini Keloğlan’a giydirip kavağa çıkartır. Keloğlan’a da:       — Seni benim elbiselerimle kimse tanıyamaz, der. Hırsızın peşinden gelen adamlar da ağaçta Keloğlan’ı hırsızın elbiseleriyle görünce hırsız sanarak Keloğlan’ı hemen aşağıya indirmek isterler. Keloğlan’a:       — Çabuk aşağıya in, kaçamazsın.             Keloğlan da aşağıdakilerin kelini yolmak için gelenler olduğunu sanmaktadır. Aşağıdakilere:       — Vallahi de yoldurmam, billahi de yoldurmam kelimi, der. Aşağıdakiler:       — Çabuk in aşağı.       — Vallahi de yoldurmam, billahi de yoldurmam kelimi.             Keloğlan ile adamlar tartışa dursun hırsız da değirmenin arka tarafından altınları da alarak kaçıp gider. Adamlar sonun da Keloğlan’ı ağaçtan indirmeyi başarırlar. Bakmışlar ki, bu hırsız falan değil. Böylelikle Keloğlan da sopa yemekten kurtulur. Hırsız da altınları keyifle yer. 
Hırsız ile Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
         Bir kızla annesi bir evde birlikte yaşarlarmış. Evin geçimini sağlamak için de annesi her gün başkasına temizliğe gider, kız da evde gelgef işlermiş.           Günlerden bir gün kızın yanına bir kuş gelir ve kıza:       — Başına bir şey gelecek, der.             Bunu duyan kız çok korkar ve hemen annesine kuşun dediklerini anlatır. Annesi de kıza:       — Dolaba saklanıp mum ışığında gelgefini işle, der.             Kuş bu sefer de kızın olduğu dolaba girip yine aynı şeyleri kıza söyleyince kız bu sefer daha fazla korkmaya başlar. Ertesi gün de kızın komşuları:       — Biz gezmeye gideceğiz, sen de bizimle gezmeye gelir misin, derler.         Kızın annesi de kızını göndermek istemez. Kızına da gitmemesi için ısrar eder fakat komşuların ısrarlarına dayanamayan kız gezmeye gider.         Gezmişler, tozmuşlar akşam olup tam geri gelirlerken, çok susadık şu çeşmede biraz su içelim diyerek dururlar. Sırayla herkes suyunu içer ve sıra kıza gelir. Kız da çeşmeye yanaşıp bir yudum su alınca çeşmenin kapıları kapanır ve kız içerde kalır. Kız içerde komşuları dışarıda akşama kadar çaresiz bir şekilde ağlarlar fakat yapacak hiçbir şey bulamazlar.         Kız, çeşmenin başında ağlaya ağlaya uyuya kalır. Kız uyandığında önünde bir basak, basağın yanında da askıda kırk tane inehter görür. Kız korka korka basakları çıkar ve inehterlerinen odaların kapılarını tek tek açmaya başlar. Açtığı odaların içi de hazineyle doluymuş. Kırkıncı odaya geldiğinde ise bir cenaze başında yelpaze sallayan birisini ve yanında da bir yazı görür. Kız korka korka yazıyı alıp okur. Yazıda “Kendisine bu yazının kırk gün okunmasını, kırk birinci gün de kendisinin canlanacağını ve okuyan kişiyle evleneceği” yazıyormuş.         Kız bıkmadan usanmadan kırk gün bu yazıyı okur. Kırk birinci gün yorulup temizlenmek zorunda kalır. Şöyle bir camdan bakar ve bir Arap kızını görünce yanına çağırıp vaziyeti ona durumu anlatır. Bir gün bu yazıyı cenazeye okumasını söyler. Arap kızı yazıyı okurken kız da yunmağa* gidip gelir. Geldiğinde bir de ne görsün ki, adam canlanmış ve Arap kızıyla evlenmiş. Kızı da evin hizmetçisi diye adama anlatmış. Kız bu duruma çok üzülmüş ve günlerce ağlamış fakat kimseye derdini bir türlü anlatamamış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra bir bayram günü adam:       — Ben pazara gidiyorum, ne derseniz alayım, der.         Arap kızı bir sürü entari ısmarlar. Bu kız da sadece bir sabır taşıyla bir tane de bıçak ısmarlar.         Adam pazarda sabır taşıyla bıçağı alırken satan adam bunu ısmarlayan kişiyi gözetleyip bunları ne yapacağını öğrenmesini söyler. Adam, akşam eve gelince pazardan aldıklarını herkese dağıtır. Kızın odasına da saklanarak kızın ısmarladıkları şeyleri ne yapacağını öğrenmeye çalışır.         Kız, taşla bıçağı önüne koyup olanları bir bir anlattıktan sonra sabır taşı hemen çatlar. Sabır taşının çatladığını gören kız:       — Bu kadar şeyi sen hazmedemeyince ben nasıl hazmedeyim, der.         Adama ısmarladığı bıçağı eline alıp tam karnına sokacağı zaman adam saklandığı yerden çıkıp kızı kurtarır. Gerçekleri öğrenen adam, kızla hemen evlenir. Daha sonra beraber Arap kızının yanına giderek:       — Kırk katıra mı, yoksa kırk satıra mı razısın?       — Kırk satır bana her zaman düşman, ben kırk katıra razıyım, der.         Arap kızını kırk katırın kuyruğuna bağlayıp katırları iki tarafa doğru gönderince Arap kızı paramparça olur. Kızla adam da birlikte mutlu bir hayat yaşarlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. *yunmak: Yıkanmak
SABIR TAŞI
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir gün üç arkadaş şehre para kazanmaya gidiyorlarmış. İkisinde buğday ekmeği, birinde ise arpa ekmeği varmış. Tepenin birine gelince buğday ekmeği olanlar, arpa ekmeği olana: — Hadi senin ekmeği yiyelim, bizimkileri de şu karşıki tepeye ulaşınca yeriz, demişler. Orada arpa ekmeğini yiyip yola devam etmişler. Diğer tepeye gelince arpa ekmeği olan adam acıkmış ve diğerlerine dönüp: — Hadi sizin ekmekleri yiyelim, demiş. Onlarda: — Şu tepeye varalım, o zaman yeriz, demişler. Diğer tepeye de varmışlar, adam tekrar hatırlatmış. Onlar yine: — Şu tepeye varalım, o zaman yeriz, deyip yine oyalamışlar. O tepeye de varmışlar. Adam artık çok acıkmış, dayanacak gücü kalmamış ve tekrar söylemiş. Adamlar bu kez: — Hadi oradan, ekmeğimizi seninle mi paylaşacağız, deyip onu orada bırakıp gitmişler. Adam çaresizce ne yapacağını düşünürken bir mağara görmüş ve içeri girmiş. Bir ateş yakmış. Ateşin başına Aslan, kaplan, canavar ve bir tilki gelmiş. Bunların beşi koyu bir sohbete girmiş. Adam başından geçenlerin hepsini anlatmış. Bunun üzerine tilki: — Şu dağın arkasında karıncalar deliğe altın çekiyorla, demiş. Sonra canavar da: — Şu köyde bir padişah var, onun kızı çok hasta, iyileştirene hem kızını hem köyü veriyor. Ama onu sadece koyun ciğeri iyileştiriyor, demiş. Bunları duyan adam hemen dağı aşıp karıncaların yuvasını bulmuş. İçinden altınları almış. Sonra köye gidip bir koyun almış ve hem kendi karnını hem de fakirlerin karnını doyurmuş. Koyunun ciğerini de alıp padişahın sarayına gitmiş. Padişahın huzuruna çıkmış ve: — Ben kızını iyileştiririm, beni onun yanına götürün, demiş. Padişah bir umutla onu kızının yanına götürmüş. Adam aldığı koyun ciğerini kıza yedirmiş ve kız gözlerini açmış. Bunu gören padişah hemen düğün dernek kurdurmuş. Kırk gün kırk gece düğün olmuş. Ve adam kızla evlenmiş, hem de köyün sahibi olmuş. Gel zaman git zaman buğday ekmeği olan iki adam para kazanamamışlar ve açlık içinde gezerken, arpa ekmeği olan arkadaşlarının köyüne gelmişler. Köyün sahibinin arkadaşları olduğunu görünce çok şaşırmışlar ve nasıl bu hâle geldiğini sormuşlar. Padişah olan arkadaşları da başından geçen bütün olayları anlatmış. Bu iki arkadaş yine kurnazlık düşünüp oradan ayrılmışlar ve hemen mağaraya gitmişler. Ateş yakıp, beklemeye koyulmuşlar. Yanlarına yine aslan, kaplan, canavar ve tilki gelmiş. Adamlar bunlara dönüp: — Biz şu köyün sahibinin arkadaşıyız, çabuk bizi de onun gibi zengin edin, demişler. Bu durum karşısında çok sinirlenen tilki dönüp; — Aslan tut, Kaplan yut, demiş.
Aslan Tut, Kaplan Yut
Mardin
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde birbirlerini kardeş gibi seven iki arkadaş varmış. Bu iki arkadaş bir gün şehre çalışmaya gitmeye karar vermişler. Bu iki arkadaş kendi ihtiyaçlarını görüp, azıklarını ve sularını hazırlamışlar ve şehre gitmek üzere yola koyulmuşlar. Bu iki arkadaş uzun bir müddet yol aldıktan sonra, dağlardan ve tepelerden aşmışlar ve yine acıkmışlar. Daha sonra Ali, Ahmet’e: — Azığını çıkar da yiyelim, demiş. Bunun üzerine Ahmet de: — Yarım saat sonra yiyelim, diyerek konuyu kapatmaya çalışmış. Biraz geçtikten sonra Ahmet, Ali’ye dağ başında bırakıp kaçmış. Ancak Ali çok acıkmış, ama azığını daha önce Ahmet’le birlikte yediği için yiyecek-içecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Ali biraz daha ilerledikten sonra karşısında bir değirmen görmüş. Ve belki yiyecek içecek bir şey bulurum umuduyla oraya doğru ilerlemeye başlamış. Değirmenin yanına geldikten sonra ambara girmiş ve orada ayı, tilki ve kurtla karşılaşmış. Tilkiye: — Ne arıyorsun tilki kardeş burda, diye sormuş. Tilki ise: — Sen buradan git, ilerideki köyün girişindeki taşın altında gömü var, demiş. Ayı: — Eğer insanoğlu olmuş olsaydım da padişahın kızıyla evlenebilseydim, demiş. Kurt: — Karşı dağda kaybolmuş bir koyun var. Onu bulursan eti her derde davadır demiş. Geçen bu konuşmalar Ali’ye bir nevi yol gösterir olmuşlar. Bunlar Ali’nin aklına ermişler ve bunun üzerine Ali yola koyulmuş. Ali ilk önce tilkinin bahsetmiş olduğu gömüyü bulmuş, daha sonra ayının bahsetmiş olduğu kızı bulmuş ve kızla evlenmiş. Yalnız kız hasta imiş. En sonda da kurdun bahsetmiş olduğu koyunu almış. Koyunu kesip kıza yedirmiş, kız tamamıyla iyileşmiş. Ali’nin evlenmiş olduğu kız çok zengin olduğu için Ali de zengin olmuş ve kendilerine köşk almışlar. Almış oldukları köşk çevresinde bulunan diğer yerlere oranla en güzel ve en gösterişli köşk imiş. Bir gün onlar oturuyor iken kapı çalınmış ve hizmetçi gelip Ali’ye kapıda bir dilencinin bulunduğunu söylemiş. Bunun üzerine Ali kapıya doğru ilerlemiş. Ali kapıya geldiğinde kapıdaki dilencinin eskiden kardeşi gibi sevmiş olduğu ve kendisini yarı yolda bırakıp geri dönen eski arkadaşı Ahmet’in olduğunu görür. Fakat Ali, önce kendisini tanımazlıktan gelir. Ahmet, Ali’den yardım ister. Bunun üzerine aklına önceden Ahmet ile birlikte yaşamış olduğu tüm olumsuzluklar gelir. Ali, önceden yaşananları Ahmet’e hatırlatır. Yine de ona yüklü bir miktar sadaka verir ve uğurlar dileyip gönderir.
İki Arkadaş
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin çok olduğu zamanlarda bir orman köyünde bir anne babanın bir oğlu, bir kızı varmış. Bir gün anne ağır bir hastalığa yakalanıp ölmüş. Adam da başka bir kadınla evlenmiş. Üvey anneleri çocukları evde hiç istemiyormuş, onları sürekli rahatsız edermiş. Bir gün kocasına: — Çocukları götür ormana bırak, demiş. Babaları da çaresiz kalınca çocuklara: — Sabahleyin erkenden ormana odun getirmeye gideceğiz, demiş.  Beraber ormana gitmişler. Adam iki tane kabağı bir ağacın dalına bağlamış. Çocuklara: — Siz burada oynayın, ben gidip odun getireceğim, demiş. Çocuklar oynamaya dalmışlar. Rüzgâr estikçe ağacın dalındaki kabaklar ağaca vuruyormuş. Çıkan sesi çocukları babaları odun kesiyor sanmışlar. Sonra bir ağacın dibinde uyuyup kalmışlar. Uyandıklarında bir bakmışlar ki hava kararmış. Arıyorlar, bakıyorlar ki babaları yok. Sarılıp birbirlerine ağlamaya başlamışlar: — Top top topacık, bizi azdıran babacık, diye diye ağlıyorlar. Sabah olunca yola çıkmışlar, yürüye yürüye bir avcıyla karşılaşıyorlar. Avcı: — Sizin burada ne işiniz var. Burada bir dev var, sizi yer, demiş. Sonra çocuklara bir sabun, bir tarak bir de bıçak vermiş. — Dev sizin kokunuzu alır, peşinize düşer. Size her yaklaştığında bunların birini arkanıza atın, demiş. Bunlar yola çıkmışlar, dev bunların kokularını alıp peşlerine düşmüş. Devin yaklaştığını anlayınca arkaya doğru tarağı atmışlar. Dağlar taşlar hep tarak olmuş. Tarak devin ayaklarına batmış, onu biraz oyalamış. Bu arada çocuklar bayağı yol almışlar. Dev tekrar yaklaşınca bu sefer çocuklar arkaya sabunu atmışlar. Dağlar taşlar her yer sabun olmuş. Bu sefer dev kayıp kayıp düşmüş. Dev tekrar yaklaşınca bu sefer bıçağı atmışlar. Devin her tarafı kesilince bir daha koşacak hâli kalmamış. Çocuklar az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir kulübeye varmışlar. Burada yaşlı bir nineyle dede yaşıyormuş. Çocukları yokmuş. Dede ile nene bu çocukları alıp büyütmüşler. Çocuklar sabırları sonunda o ülkede çok önemli görevlere gelmişler. Bundan sonra mutlu mesut bir hayat yaşamışlar.
Çocukların Sabrı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzak diyarların birinde bir bülbül ile karga varmış. Bülbül’ün sesi dört bir yana nam salmış. O kadar güzelmiş ki ötüşü. Ancak karga da bu yetenek yokmuş. Zamanla bu durum kara kargayı üzmeye başlamış. Karganın bu durumunu anlayan annesi ona nasihatlerde bulunmuş: — Oğlum, ne gerek var bu kadar üzülmene. Sen sahip olduklarınla daha güzelsin. Sana lütfedilenden başkasını elde edemezsin, demiş. Karga kafasına koymuş ve diyar diyar gezerek sesini düzeltecek iksiri bulmaya karar vermiş. Annesi ne kadar kızsa da dinlemeyip yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş. Yolda bir baykuşa rastlamış, derdini anlatmış. Ancak baykuş kargaları sevmediği gibi diğer kuşları da sevmez, kıskanırmış. Baykuş bu durumdan istifade kargaya demiş ki: — Karga kardeşim, bunun çaresi şu dağın arkasındaki sihirli derede saklı. Gidip o deredeki sudan içersen dileğine kavuşursun, demiş. Baykuş’un söylediği bu sözlerin aslı yokmuş, zira o derede öyle bir tesir varmış ki suyunu içen konuşursa susar, konuşan dili mühürlenirmiş. Karga da bu durumdan habersiz az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sihirli dereye varmış. Heyecanla gagasını daldırmış, doya doya içmiş. Karga sudan içmiş ama ne fayda. Sonuç istediği gibi olmamış, aksine o beğenmediği sesini de kaybetmiş. Çaresizlikler içinde annesinin yanına varmış. Annesi karganın bu durumuna: — Oğlum, ben sana demedim mi? Elindeki ile yetinmeyi bil, bilmez isen onları da kaybedersin. Her şeyin değerini kaybetmeden önce bil. Sen kargasın, sesin karga gibi olmalı. Sana en çok senin olan yakışır, demiş. Karga da bu durumdan çok pişman olsa da bundan sonraki hayatına elindekilerin değerini bilerek devam etmiş.
Karga ile Bülbül
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken okuyan bir kız varmış. Bu okuyan kız, okulun bahçesinde oynarken bir kuş satıcısı gelmiş. Bu adam tasa kuşu satarmış. Kız bir tane tasa kuşu almış. Taşa kuşu, kıza: — Siz nasıl oynuyorsunuz, beni salıver, ben de oynayayım, demiş. Akşam giderken kuş okuldan uzaklaşmış. Geri döndüğünde kuş, kıza bir pençe atıp: — Bana tasa kuşu deyip durma, ben böyle tasa kuşuyum, daha başına ne dertler açacağım, deyip kızı almış, ormana koyup kaçmış. Kız uyanınca bir ağaca çıkıp beklemeye başlamış. Bey oğlu ava gitmiş. Çeşmeye su içmeye gittiğinde suya bakmış ve kızın gölgesini görmüş. Kızı ağaçtan indirmiş, alıp eve götürmüş ve onunla evlenmiş. Annesi, babası dağ böceğiyle evlenilir mi demişler. Bir sene sonra çocukları olmuş. Bir süre sonra tasa kuşu tekrar gelmiş. Çocuğu kaçırmış ve şöyle demiş: — Daha senin başına çok dert açacağım. Sabah olduğunda çocuğun beşikte olmadığını gören babası, karısının ağzının kan olduğunu görünce çocuğu, annesinin yediğini sanmış. Oğlanın annesi: — Oğlum, bu dağ böceği değil mi, çocuğu yemiştir, demiş. Bir daha çocuğu oluncaya kadar beklemişler. O çocuğu da kaçıran tasa kuşu, dediklerini yine tekrarlamış. Kocası, karısını evden kovmuş. Tasa kuşu gelip kızı kaçırmış, çocuklarının yanına götürmüş. Kocası, üzüntüden ava çıkmış. Karşıda bir ev görmüş, evin kime ait olduğunu öğrenmek için içeriye girmiş. Karşısında karısı ile çocukların görünce sevinmiş. Karısı önüne kaşıkla yenmeyecek bir şey koymuş ve ısrarla kaşıkla yemesini söylemiş: — Bu kaşıkla yenir mi demiş adam. Karısı da madem bu kaşıkla yenmezse, anası çocuğu yer mi demiş karısı. Kocası pişman olmuş. Karısına ve çocukların sarılmış. Sonra evlerine dönmüşler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine... Gökten üç elma düşmüş. Birisi sana, birisi bana, birisi de dinleyenlere...
Tasa Kuşu
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Oduncu ve Çocukları Bir varmış, bir yokmuş. Odunculukla geçimini sağlayan bir adam varmış. Bu adamın iki çocuğu varmış. Adamın karısı hastalanıp ölmüş. Oduncu biriyle evlenmiş. Evlendiği kadın çocukları istemiyormuş. Oduncu bir gün oduna giderken çocukları da yanında götürmüş. Çocukları uzak bir yere bırakmış. — Siz şu tepenin düzlüğünde bekleyin, balta sesi kesilmeden de yanıma gelmeyin, demiş. Adam bir ağacın altına taş dolu bir şişeyle bir kabak asmış, bunlar çarptıkça balta gibi ses çıkarıyormuş. Akşam olmuş, çocuklar beklemekten sıkılmış ama balta sesi kesilmediği için babalarının yanına gitmemişler. Biraz zaman geçmiş, artık o kadar sıkılmışlar ki; babalarının olduğu yere inmişler. Oradan gelen sesin balta sesi olmadığını, babalarının kendilerini kandırdığını düşündükleri için ağlamışlar. Karanlık çökünce korkmaya başlamışlar. Birbirlerine: — Köpek havlayan yere mi duman tüten yere mi gidelim, demişler. Kardeşi, abisine: — Köpek havlayan yere gidersek köpek ısırır, o yüzden duman tüten yere gidelim, demiş. Duman tüten yere gitmişler. Duman tüten yer devlerin eviymiş. Evin kapısını çalmışlar, devi görünce korkmuşlar ama gidecek yerleri olmadığı için içeri girmişler. Devin karısı nereden geldiklerini sormuş. Çocuklar başlarına gelenleri anlatmışlar. O gece orada kalmışlar. Kız, devin karısıyla oğlan da devle yatmış. Dev o anda oğlanı yiyecekmiş ama dişleri iyi kesmediği için yiyememiş, sabahı beklemiş. Dev sabah dişlerini keskinleştirmeye başlamış. Devin karısı dev evden çıkınca hemen çocukları uyandırmış ve oradan uzaklaşmalarını söylemiş. Gitmezlerse devin onları yiyeceğini söylemiş. Bunları söyledikten sonra çocuklara tarak, kül ve sabun vermiş. Çocuklar oradan hemen kaçmışlar. Dev çocukların kaçtığını görünce peşlerine düşmüş. Dev yaklaştığında çocuklar külü savurmuşlar ve ortalık toz duman olmuş. Dev bir şey görememiş. Toz geçene kadar çocuklar uzaklaşmışlar ama dev tekrar yaklaşmış. Önlerine bir akarsu çıkmış. Ellerindeki tarak yardımıyla akarsudan karşıya geçmişler. Geçtikten sonra sabunu suya atmışlar. Dev karşıya nasıl geçtiklerini sormuş. Onlarda sabunu göstererek bu taşa basarak geçtiklerini söylemişler. Dev karşıya geçmek için sabuna basmış ve suya düşmüş. Dev orada suya kapılıp gitmiş. Çocuklar devden kurtuldukları için çok sevinmişler. Bundan sonra çocuklar devin karısıyla birlikte yaşamışlar.
Oduncu ve Çocukları
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir memleketin kenar mahallelerinin birinde fakir bir adam ve karısı yaşarmış. Bunların yiyecekleri tükenmiş. Tam o anda tellal, padişahımız bir rüya gördü, bunu yorumlayacak varsa saraya gitsin, diye bağırıyormuş. Hanım beyinden ne yapıp edip bu rüyayı yorumlamasını istemiş. Bey ne kadar uğraşmışsa da hanımı ikna edememiş. Düşmüş yollara. Kara kara düşünürken sarayın yanına varmış. İçeri girmeden kenarda kırık bir duvar varmış. Adam oraya oturup ne diyeceğini düşünmeye başlamış. Tam o sırada duvarın kırığından çıkan bir yılan adama seslenmiş: — Yaklaş da sana padişahın rüyasını yorumlayayım, demiş. Adam şaşırarak yaklaşmış. Yılan bir şartının olduğunu söylemiş. Aldığı altınların yarısını istemiş ve adam da bunu kabul etmiş. Yılan adamın rüyasını tabir etmiş. — Padişahın yanına vardığında doğrudan konuşmaya başlayacaksın. Rüyanda bir kadın gördüğünü söyleyip yorumlayacaksın, demiş. Adam varmış padişahın yanına. İçeri girer girmez yılanın dediklerini yapmış. Padişah hayret içinde dinlemiş. Adama iki kese altın verip yollamış.  Adam hemen yılanın yanına gelmiş. Yılanı ininde bulamasa da kesenin birini atıp gitmiş. Hanımıyla beraber altınları epey zaman harcamışlar ve altınlar bitmiş. Tekrardan padişah bir rüya görmüş. Bu sefer rüyasında bir tilki görmüş. Adam yine yılanın bulunduğu yere gelmiş. Biraz bekledikten sonra yılan yine ininden çıkmış ve adama rüyanın tabirini yapmış. Adam da padişaha rüyanın tabirini yapıp bu sefer dört kese altın almış. Adam altınların yarısını yılana vermeyip doğruca eve gitmiş. Ama altınlar günün birinde yeniden bitmiş. Padişah yine bir rüya görmüş. Bu sefer rüyasında ağzı kanlı kurtlar görmüş. Adam yaptığı işten dolayı pişman olmuş ancak iş işten geçmişti. Fakat yine de bir umut yılanın bulunduğu yere gelip yalvarmaya başlamış. Yılan yalvarışlara dayanamayıp yine dışarı çıkmış. Adam yaptığından dolayı çok üzgünmüş. Yılan: — Padişahın adamları tilki olduğundan senin de bunu yapman normaldir, demiş ve rüyayı tabir edip adamı yollamış. Adam padişahın huzuruna varmış, rüyayı tabir edip bu sefer sekiz kese altın almış. Adam doğruca yılanın bulunduğu yere gelmiş. Yılan dışarıda bekliyormuş. Adama bu işin böyle devam etmeyeceğini söylemiş. Adamdan önceden aldığı keseyi de geri verip başka bir iş kurmasını istemiş. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini, söylemiş. Adam da yılanın dediğini yapıp mutlu bir hayat sürmeye başlamış.
İlimsiz Alim
Çorum
Karadeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş, çok eski zamanlarda bir padişah varmış. Bu padişahın hiç oğlu olmamış. Padişahın yaşı gittikçe ilerliyormuş, tahtını bırakacak bir oğlunun olamayışı onu çok üzüyormuş. Hanım Sultan bir gün padişahın yanına gidip hamile olduğunu söylemiş. Padişah bunu duyunca çok mutlu olmuş ve hanım sultana: — Eğer oğlum olmazsa seni bu sarayda istemem, demiş. Hanım sultan bunu duyunca çok korkmuş, çünkü o kızı olacağını anlamış. Hanım sultanı doğum için hastaneye götürmüşler. Hanım sultan ile beraber hastanede toplam altı tane hamile kadın varmış. Bu kadınlardan dört tanesinin doğuma alınma günü hanım sultan ile aynıymış. Hanım sultan bu dört kadınla konuşmuş, erkek çocukları olanlardan biriyle çocuğunu değişmek istediğini ve o kişiye çok para vereceğini söylemiş. Kadınlar bunu kabul etmiş. Hanım sultan ve bu dört kadın doğuma alınmış. Sadece birinin erkek çocuğu olmuş. Erkek çocuğun annesi çingene imiş. Hanım sultan bu çingene ile anlaşmış ve onun erkek çocuğunu alıp saraya gitmiş. Padişah, hanım sultanın saraya erkek çocuk ile geldiğini görünce çok mutlu olmuş. Padişah oğlunu çok güzel ortamlarda büyütmeye başlamış. Padişahın oğlu on altı yaşına gelmiş. Bir gün padişah, oğlu ve vezir ava gitmişler. Oğul bir ağaç görmüş ve padişaha: — Baba bu ağacı keselim, bundan çok iyi kasnak olur, demiş. Padişah çok şaşırmış. Çünkü kasnak yapımı ile genellikle çingeneler uğraşırmış. Vezir, padişaha: — Bu sizin oğlunuz olamaz, demiş. Padişah hemen hanım sultanın yanına gidip gerçeği öğrenmiş ve onu saraydan kovmuş. Öz kızının bir çingenede olduğunu öğrenince onu nasıl bulacağını düşünmeye başlamış. Vezir kızı bulabileceğini söylemiş. Vezir şehrin meydanına bir altın ibrik koyup on altı yaşındaki kızların meydanda toplanmasını istemiş. Üç dört saat sonra tüm kızlar orada toplanmış. Vezir, kızlara: — Bu ibriğin değerini bilene ödül vereceğiz, demiş. Kızlar teker teker tahminde bulunmuşlar. “100 akçe, 40 akçe, 15 akçe…” demişler. Bir tane kız: — Altının değerin sarraf bilir, demiş. Vezir bir kızın cevabını beğenmiş ve “Buldum” diye bağırıp kızı padişaha götürmüş. Padişah araştırmış ve bu kızın kendi öz kızı olduğunu öğrenmiş. Padişah kızını alıp sarayına götürmüş orada uzun yıllar mutlu olarak yaşamışlar. Buradan da, çocuklar nerede olurlarsa olsunlar ailelerinin özelliklerini taşıdığı ve aslına benzediği ortaya çıkmış.
İnsan Aslına Benzer
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir avcı varmış. Bu avcu avladığı hayvanları satarak geçimini sağlarmış. Bir gün ava çıkmış yine. Birkaç hayvan avladıktan sonra yorulmuş, oturmuş bir taşa. Birden yanındaki ağacın dalına bir kuş konmuş. Kuşun tüyleri renkli, gözleri maviymiş. Başında taç gibi tüyler varmış. Avcı aklından “Bu kuşu yakalayıp satarsam çok zengin olurum, diye geçirmiş. Bir ara kuşu avuçlarının arasına almış. Kuş önce çırpınmış. Bakmış ki faydası yok. Avcıya seslenmiş: — Ey avcı bırak beni yoluma gideyim. Eğer beni bırakırsam sana vereceğim şey ile zengin olursun., demiş. Avcı iyi kalpliymiş. Dayanamamış kuşun yalvarmalarına. Onu bırakmaya karar vermiş. Kuş da uçarken avcının avuçlarına altın bir yumurta bırakmış. Avcı altın yumurtayı görünce çok sevinmiş. Avcı altın yumurta sayesinde zengin olmuş. Kendine güzel bir ev almış. Bu arada yoksulları da unutmamış. Fakirlere hep yardım etmiş. Kuş ara sıra gelir, avcının evinin üzerinde uçar, sonra geri gidermiş. Aradan birkaç yıl geçmiş. Ülkenin padişahı çok yaşlandığı için yerine geçecek birini arıyormuş. Hiç çocuğu yokmuş padişahın. Bu yüzden yerine halktan birinin geçmesine karar vermiş. Bunu nasıl belirleyeceğini de bilmiyormuş. Veziri bir fikir vermiş. Bir kuşu varmış padişahın. Vezir demiş ki: — Tahta aday olan yiğitleri toplayalım meydana. Bırakalım kuşu da. Üç kez kimin başına konarsa o padişah olsun, Kabul edilmiş bu fikir. Toplamışlar meydana halkı. O sırada avcı da oradan geçmekteymiş. Merak edip olanları, karışmış kalabalığa. Kuşu salmışlar kafesinden. Kuş başlamış havada dönmeye. O sırada avcı kuşu tanımış. Bu onu zengin eden kuşmuş. Kuş havada dönüp üç kez gidip avcının başına konmuş. Halk şaşırmış. Ama sonra alkışlamışlar yeni padişahı. Akıllı kuş konmuş avcının omzuna, seslenmiş ona: — Sen merhametlisin, yakarışlarıma dayanamayarak bıraktın beni. Zengin olunca unutmadın yoksulları, fakirleri. Gönlün yüce, kibrin yok. Padişahlık senin gibi adil, merhametli birine yakışırdı, demiş. Gerçekten de avcı ölünceye dek ülkeyi adaletle, merhametle yönetmiş. “Başına devlet kuşu konmak” deyiminin de buradan geldiği söylenmektedir.
Avcı ile Kuş
Çorum
Karadeniz Bölgesi
       Horoz ile Beyoğlu Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Beyoğlu ve bu Beyoğlu’nun bir horozu varmış. Horoz bir gün küllükte eşinirken bir dizi altın bulur. Bu altınları Beyoğlu görünce hemen kapar. Horoz da altınları kaptırınca:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı. Verirse verir vermezse kendi bilir, der.           Horoz altınlarını alamayınca çekip gider. Giderken yolda bir çaya rastlar. Çay:       — Horoz kardeş, horoz kardeş, nereye gidiyorsun?       — Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı onu almaya gidiyorum.       — Bekle o zaman ben de geliyorum. Belki sana lazım olurum.       — Tamam, arkama gir, der.           Beyoğlu gider, arkasından da horoz gider. Bunlar yolda bir tilkiye rastlarlar. Tilki:       — Horoz kardeş nereye gidiyorsunuz?       — Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, onları geri almaya gidiyorum.       — Beni de bekle, belki sana lazım olurum. Ben de geliyorum.       — Tamam, sen de arkama gir, der.           Horoz gider, arkasından tilki ve çay da gelir. Giderken yolda horoz bir kurda rastlar. Kurt:       — Horoz kardeş nereye gidiyorsunuz böyle?       — Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, onları geri almaya gidiyorum, deyip kurdu da arkasına sokar.           Beyoğlu, daha önceden bir eve girip saklanmıştır. Horoz da Beyoğlu’nun saklandığı bu evi bulur ve evin camının dibine gelerek:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, verirse verir vermezse kendi bilir, der.           Horozun öttüğünü duyan ev sahibi adamlarına horozu kaz damına atmalarını söyler. Adamlar hemen horozu yakalayıp kaz damına atarlar. Horoz kaz damına atılır atılmaz tilkiyi çağırır ve kazları boğdurur. Horoz tekrar damda ötmeye başlar:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, verirse verir, vermezse kendi bilir, der.             Horozun yine ötmeye başladığını duyan ev sahibi horozu bu sefer de kömüş damına atılmasını emreder. Horoz dama atıldıktan sonra kurdu çağırıp kömüşleri boğdurur. Horoz yine damda ötmeye başlar:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, verirse verir vermezse kendi bilir, der.             Horozun öttüğü sırada da ev sahibi hurun yakmaktadır. Horozun tekrar öttüğünü duyan ev sahibi bu sefer de horozun huruna atılmasını emreder. Horoz huruna atılınca hemen çayı çağırır ve hurunu söndürtünce yine ötmeye başlar:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, verirse veriri vermezse kendi bilir, der.             Ev sahibi horozun hâlâ ölmediğini görünce hem şaşırır hem de daha fazla kızmaya başlar. En sonunda horozu yakalayıp kesmelerini emreder. Horozu kesip pişirirler ve yemek için masaya getirince horoz tekrar:       — Üüüü… Beyoğlu benim bir dizi altınımı aldı, verirse veriri vermezse kendi bilir, diye ötmeye başlar.             En sonunda ev sahibi ve Beyoğlu pes ederek horozun altınlarını geri verip horozdan kurtulurlar. Horoz da altınları alıp evine gider.
Horoz ile Beyoğlu
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
         Bir varmış, bir yokmuş… Köyün birinde Ürkek Mustafa diye biri varmış. Bu adam sineklerden çok korkarmış. Bir gün Mustafa tahtadan bir kama yaparak kendi köyünden çıkıp başka bir köye gider. O köyde de pekmez satan birisine rastlar. Pekmez satan adam Mustafa’ya:       — Şu ceplerine pekmez guy da ye, der.         Mustafa, pekmezi ceplerine guydurduktan sonra köyden çıkıp yola koyulur ve biraz gittikten sonra yorulup bir ağacın dibine yatar. Ağacın dibinde Mustafa’yı sinekler dolayı alır ve rahatsız etmeye başlarlar. Mustafa, uyanarak sineklere kızmaya başlar. Belinden tahta kamasını çıkartıp bir vuruşta kırk sineği öldürür. Kamasının arkasına da:       — Bir vuruşta kırk yiğidi öldüren Aslan Mustafa, diye yazar.         Mustafa tekrar yola çıkar ve gide gide bir köye varır. O köyde de üç tane dev kardeş yaşar ve köye gelen herkesi yerlermiş. Devler Mustafa’nın kamasının üstünde yazan “Bir vuruşta kırk yiğidi öldüren Aslan Mustafa.” yazıyı görürler. Devler:       — Biz bunu nasıl yiyeceğiz, biz bunu nasıl yiyeceğiz, diye düşünmeye başlarlar. Sonra da:       — Biz bunu misafir edelim, akşam olup da yatınca bir şekilde öldürürüz, derler.         Akşam olunca Ürkek Mustafa’yı eve buyur edip bir oda verirler. Karnını da doyurduktan sonra bir kenara çekilirler. Gece olunca Ürkek Mustafa yatar. Devler de:       — Şimdi biz bunu nasıl öldürelim, diye aralarında konuşmaya başlarlar.       — Uyuyunca üstüne bir kazan kaynar su dökelim, derler.         Ürkek Mustafa da devlerin konuşmalarını duyar ve hemen fesini yorganın başucuna koyup dolaba saklanır. Biraz sonra da devler bir kazan dolusu kaynar suyla Ürkek Mustafa’nın odasına gelirler. Ürkek Mustafa’nın fesini yorganın üstünde görünce yattı sanıp kaynar suyu yatağın üstüne döküp kaçarlar.         Sabahleyin devler, Ürkek Mustafa’nın ölüsünü almak için odasına gelirler. Fakat bakmışlar ki, Ürkek Mustafa yaşıyor. Devler, Mustafa’ya:       — Bu gece nasıl uyudun, rahat mıydın, diye sorarlar.         Aslan Mustafa da:       — Valla bu gece biraz terler gibi olmuşum, der.         Devler, duyduklarına şaşırırlar:       — Neyse biz bunu bu akşam öldürürüz, derler.         Akşam olunca devler Ürkek Mustafa’yı nasıl öldürelim diye tekrar düşünmeye başlarlar.       — Biz bunun, demir kendir tarağını karnına koyarız sonra da salma tokmağıyla vurarak öldürürüz, derler.         Ürkek Mustafa bunları da duyup yine fesini yorganın başucuna koyarak dolaba girer. Devler gelerek demir tarağı karnına koyarlar ve sonra salma tokmağıyla vurup kaçarlar. Sabah olunca devler Ürkek Mustafa’ya bakmaya giderler. Bakmışlar ki, Ürkek Mustafa yine ölmemiş. Ürkek Mustafa’ya:       — Bu gece nasıl uyudun, derler.        Ürkek Mustafa da:       — Bu gece beni bir pire ısırır gibi geldi, der.        Devler yine olanlara şaşırmışlar:       — Ya biz bunu nasıl öldüreceğiz? Bu göründüğü gibi değil. En iyisi biz bununla güleş edelim, derler. Ürkek Mustafa’ya da:       — Biz yenersek seni yiyeceğiz. Sen bizi yenersen sana bir heybe dolusu altınla bir de at verip köyüne kadar gidersin, derler.        Ürkek Mustafa bunu kabul eder. Beline “Kırk yiğidi öldüren Aslan Mustafa” yazan kamayı takıp devlerin en büyüğü karşısına geçer. Ürkek Mustafa:       — Sağıma mı atsam, soluma mı atsam, Kiraz Dağı’nın tepesine mi atsam, diye söylenmeye başlar.         Bunları duyan büyük kardeş Ürkek Mustafa’nın söylediklerine inanır ve korkup kaçar. Ortanca kardeş de büyük kardeşi gibi kaçar. En ufak kardeş de hiç karşısına çıkmaz. Sonun da Ürkek Mustafa bir heybe dolusu altınla birlikte atı da alıp köyüne gider.
ÜRKEK MUSTAFA
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir kız varmış. Kız her gün abdest alır, namaz kılarmış. Kız namaz kılarken yanına bir kuş gelmiş. Kıza: — Ah kız, vah kız, diyormuş. Kız, kuşa niye öyle dediğini sormuş. Kuş: — Sen kırk gün mevta başı bekleyeceksin, demiş. Kız olanları anasına, babasına anlatmış. Anası ile babası bunları duyunca kızı alıp oralardan kaçmışlar. Dağ başında bir yerde susamışlar. Su içmek için oralarda bir eve varmışlar. Kızın anası ile babası kapıyı çalmışlar. Kapıyı kimse açmamış. Kız kapıya dokunur dokunmaz kapı açılmış. Kız içeri girince kapı açılmamış. Kız orada ölü yatan adamı görmüş. Başlamış anasına, babasına yakınmaya: — Beni kendi elinizle buraya getirdiniz. Bu ölüyle yalnız bıraktınız. Ben ne yapayım, demiş. Kız, o ölünün başında kırk gün beklemiş. Tam kırkıncı günde kızın yanına paşa kızı gelmiş. Zaman dolduğunda kapı açılmış, içeri girmiş. Mevta başında bekleyen kızdan ekmek istemiş. Mevta başında duran kız: — Aha sele, git oradan al, demiş. Paşa kızı: — Ben almam, sen ver, demiş. Kız, mevtanın başından kalkmış ki paşa kızına ekmek verecek. O sırada paşa kızı, kızın yerine oturmuş. O anda da ölen adam dirilmiş. Dirilen adam başında duran paşa kızını evlenmek için yanına almış. Diğer kızı da kapı dışarı etmiş. Yaşlı bir teyze bu kıza sahip çıkmış. Dirilen adam, paşa kızıyla evlenmek için düğün dernek kurmuş. Paşa kızının incisi varmış. — Bu inci dizilmezse, ben evlenmem, demiş. İnciyi dizmek için elden ele gezdirmişler. Kimse inciyi dizememiş. Yaşlı bir adam: — Şurada yaşlı teyzenin yanında bir kız var, ona verelim, belki o dizer, demiş. Paşa kızı: — Hadi oradan, o ne bilsin, demiş. Yine de inciyi kıza vermişler. Kız inciyi dizerken de başından geçenleri anlatmaya başlamış: “Dizil incim dizil; ben bir ananın bir babanın kızıydım. Dizil incim dizil; namaz kılarken kuş yanıma geldi, “kırk gün mevta başında bekleyeceksin” dedi. Dizil incim dizil; anam babam beni kaçırdı. Susayınca bir eve vardık. Anam babam kapıyı çalınca açılmadı. Ben kapıyı çalınca kapı açıldı. İçeri girdim, kapı ardımdan kapandı. Ben orada kaldım. Dizil incim dizil; kırk gün mevta başında bekledim. Kırkıncı gün kapı açıldı. Paşa kızı geldi. Benden ekmek istedi. Ben ekmek verirken yerime oturdu. Mevta dirildi. Beni kapı dışarı etti. Paşa kızına düğün eyledi, Dirilen adam bunları duyunca hakikati öğrendi. Paşa kızını kapı dışarı etti. Diğer kızla evlendi. Kırk gün, kırk gece düğün eyledi. Onlar erdi muradına. Biz çıkalım kerevetine…
Dizil İncim Dizil
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir gün şehirlerden birinde yaşayan bir nine bulgurunu kurutmak için güneşe koymuş. Bakmış bir de ne görsün? Günbegün bulgurunda azalma oluyor. Bizim nine almış baltayı eline, başlamış nöbet tutmaya. Beklerken bir fare gelmiş. tam bulguru yiyecekken nine baltayı indirip farenin kuyruğunu kesmiş. Fare de hemen kaçıp arkadaşlarının yanına gitmiş. Arkadaşları da onunla dalga geçmeye başlamışlar. Fare bu duruma çok üzülmüş. Gelmiş nineye yalvarmaya başlamış, şu kuyruğumu yerine tak diye. Nine de: — Bir şartla! Bana üç tane yumurta getireceksin, demiş. Fare de tavuğa gitmiş ve yumurta istemiş. Tavuk da: — Bana mısır getirirsen yumurtayı veririm, demiş. Bizim fare de mısırcıya gidip mısır istemiş. Mısırcı da: — Baltacıdan baltayı getirirsen veririm, demiş. Fare baltacıdan baltayı almaya istemiş. Baltacı da: — Kayanın yanına gidip bana toprak getirirsen veririm, demiş. Sonra fare kayanın yanına gitmiş. Kaya demiş ki: — Üç tane genç kız getirip bu kızlar üzerimde dans ederlerse veririm, demiş. Fare genç kızlara gitmiş. Onlara hediyeler alıp getirip kayaya vermiş. Kaya da toprağı vermiş fareye. Fare gitmiş baltacıya toprağı götürmüş. Baltacı da ona baltayı vermiş. Baltayı alıp mısırcıya götürmüş. Mısırcı mısırları vermiş. Onları tavuğa götürmüş. Tavuk da yumurtaları vermiş. Fare de nineye götürmüş. Nine; farenin kuyruğunu süslemiş püslemiş, bir de balon bağlamış, fareye dikmiş. Fare de göğsünü gere gere arkadaşlarının yanına gitmiş. Arkadaşları çok şaşırmışlar ve demişler ki: — Lütfen fare bize de söyle nasıl yaptın bunu, demişler. Fare: — Kendimi göle attım, sabaha kadar kalınca çıktığımda böyleydi, demiş. Sabah olmuş. Bütün fareler göle atlamış. Hepsinin de kuyruğu donmuş ama nenenin süslediği gibi olmamış. Böylece kendisi ile dalga geçen arkadaşlarına gerekli dersi vermiş. Masal da burada bitmiş.
Farenin Süslü Kuyruğu
Çorum
Karadeniz Bölgesi
                                                             ODUNCU VE KIZLARI   Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer berber iken pireler tellal iken köyün birinde üç kızı bir karısı olan bir oduncu yaşarmış. Oduncu, sabah odun kesmek için dağa giderken hanımına demiş: — Hanım hanım! Bugün benim yemeğimi büyük kızım getirsin. O da: — Peki bey, demiş. Oduncunun karısı: — Peki çocuk seni nasıl bulacak? Oduncu: —  Ben giderken yola darı bırakacağım, darıları takip edip peşimden gelsin, demiş. Tam güneş tepeye ulaştığında oduncunun karısı büyük kızını babasına yemek götürmesi için göndermiş. Kız yolda giderken bir bakmış hiçbir yerde darı yok. Ormanda yaşayan kuşlar darıları toplamışlar. Kız akşama kadar orası burası derken tam hava kararacağı vakitte bir ışık görmüş. — Eyvah!, kayboldum, bari gideyim ışık olan yerden yardım isteyeyim. Gitmiş küçük bir kulübe. Kulübenin kapısını çalmış, içerden bir ses: — Gel, demiş. Kız içeri girmiş, masada oturan yaşlı bir tane adam. Üstü başı perişan, yaşlı. Bakmış içeride ocağın başında duran üç tane hayvan var. Birisi horoz, birisi köpek, birisi de inekmiş. Kız demiş ki: — Ben işte ormancının, oduncunun kızıyım. Kayboldum. Bu gece burada misafir olabilir miyim? Adam da: — Sormam lazım, demiş. Yaşlı adam hayvanlara dönmüş demiş ki: — Bu kız bugün burada misafir olabilir mi? E masal bu ya. Hayvanlar da: — Tabi kalabilir, demiş. Adam demiş ki: — Bir şartla kalabilirsin, bize yemek yapman lazım. Kız da: — Tabi, demiş, yemek yaparım. Hemen başlamış yemek yapmaya. Yemeği yapmış masayı hazırlamış. İhtiyar adamla bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Hayvanlara hiçbir şekilde hiçbir şey vermemiş kız. Sonra ihtiyar adam demiş ki: — Üstte iki tane yatak var. Birini kendin için birini de benim için hazırla. Onu da hazırlamış. Birinde kız yatmış diğerinde adam. Kız uyuduktan sonra ihtiyar kalkmış kızı yatağından alıp evin mahzenine kitlemiş. Oduncu akşam evine geldiğinde karısına demiş: — Hanım hanım! Nerde kız niye bana yemek getirmedi? O da demiş: — Ben gönderdim, gelmedi mi? Adam demiş: — Gelmedi. Neyse ben onu yarın bulurum, demiş. Ertesi gün yine evden çıkarken demiş: — Bugün yemeğimi ortanca kızla gönder. Bugün de mercimek bırakacağım yola mercimekleri takip etsin. Yine oduncu gitmiş. Yine güneş tam tepeye geldiğinde kızı çıkmış yola. Ama o da ne? Mercimekleri kuşlar ayıklamış. Bu kız da kaybolmuş. Bu kızda ormanda dolaşırken aynı kulübeyi görmüş. Aynı kulübede aynı şeyler yaşanmış. Bu kız da izin istemiş kalmak için, onlara yemek hazırlamış. Ortanca kız da ihtiyara kendine yemek hazırlamış hayvanlara hiç yemek vermemiş. Ortanca kız da uyuyunca yaşlı adam yine almış onu da mahzene kilitlemiş. Neyse üçüncü gün sabah artık oduncu demiş: — Hanım bugün yemeği küçük kız getirsin. Bugün yolu bulması için bezelye bırakacağım daha iri taneli beni çabuk bulur bu, demiş. Yola çıkmışlar adam bezelyeleri tek tek bıraka bıraka gitmiş. Öğlen vakti geldiğinde kız yola çıkmış. Aa bezelyeler yok. Yine onları kuşlar toplamışlar. Küçük kız da gezinirken aynı kulübeyi bulmuş. O da içeri girmiş, O da demiş: — Burada kalabilir miyim? Tabi ki yine hayvanlara sormuş adam: — Bizce mahsuru yok, burada kalabilir, demiş hayvanlar. — O zaman bize yemek yapmalısın, demiş adam. Kız gitmiş önce ihtiyar için yemek yapmış masayı kurmuş ihtiyara yemesini söylemiş. Daha sonra da hayvanlar için bir şeyler hazırlamış. Onların da işte güzel güzel yemekler koymuş önüne, onların da karnını doyurmuş. Sonra yatmak için herkes kendi yatağına yatmış. Gece böyle bir gürültüler olmuş. Ev yıkılıyor gibi çatı uçacak gibi çat çut sesler. Kız tabi biraz da korkudan hiç gözünü açmadan sabahı etmiş. Sabah bir uyanmış akşam yattığı yerde değil. Akşam bir kulübedeydi sabah sarayda. Her yer güzel. Başında üç tane uşak. Bir tane yakışıklı bir prens. Sormuş: — Siz kimsiniz? Ben demiş akşamki ihtiyarım. Kız: — Nasıl olur, demiş. Akşam böyle değildiniz. — Ben, demiş yıllar önce yaptığım bir hatadan dolayı bana ceza verdiler ve böyle bir büyü yaptılar. Üç uşağımı hayvana çevirdiler beni de ihtiyar bir adam haline koydular. Sarayımı da küçük bir kulübe yaptılar. Ve bu büyünün bozulması için iyi kalpli güzel bir kızın hem benim karnımı hem de uşaklarımın karnını doyurması gerektiği söylendi. Bugüne kadar da bunu yapan tek kişi sensin ve sen bu büyüyü bozdun demiş. Daha sonra da kızla evlenmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Oduncu ve Kızları
Kütahya
Ege Bölgesi
[OĞLANIN DEVLE MÜCADELESİ] Bi vamış, bi yokmuş. Bi köyün bi çeşmesi vamış. Onu da dev çeşmeyi zabdetmiş. O da çocuğu yiycek suyu salcek. Padişahın bi gızı vamış, ona gelmiş sıra. Ağlaşıyolamış padişahgil. Elinin gılıcıyla bi çocuk gelmiş. Çocuk: — Yav, ne va da ne ağlaşıyonuz, demiş. Padişahgil de: —Bidenecik gızımız va da  orda dev va. Gızı vecez, soyu goyvecek, sıra bize geldi, demiş. Oğlan da: — Ağlaşman, demiş, Padişahgile: — Gen gidemin bakam demiş. Padişah: — Aman oğlum seni yiyiverir, demiş. Dev de: — Bana iki nasib geliyor, demiş. Zıp zıp oynaşarak sevinirmiş. Oğlan devin yanına varıncık gılıcını deve bir vurmuş, Dev, olana: — Yiğitsen bi da vur, demiş. Oğlan da: — Yigitlik bi olur, iki olmaz, demiş. Olan deve bi da vursa dev dirilcekmiş. Olan devi öldürmüş. Padişah: — Oğlum, benden ne istiyorsan iste, demiş. Oğlan: — Padişahım ben senin sağlığını istiyom, demiş. Padişah: — Benim sağlığımdan sana fayda yok. Ne istiyosan iste, demiş. O da: — O gada istiyosan gızını ver, demiş. Padişah: —Olur, demiş. Olan köyünden anasını buvasını getirmek için yola çıkmış. Olan geri geri gideken bi guyuya düşmüş. Yedi gat yerin altına inmiş. Olan o yana bu yana gezmiş. Goca bidene guşla yavruları vamış. Goca guşun yavrularını yılan yicekmiş. Olan vamış, guşla “carak carak" bağırmışla. Olan yılana gılıcını bi vurmuş yılanı öldürmüş. Yılanı yastık yapmış başaltına dolamış. Gocaguş: — Olan yavrulamı yedi diye olanın gözünü oyem, demiş. Yavrular da bağırmışla düşmanımız olan değil başının altındaki yılan diye. Gocaguş olana: —Ne istiyosan benden iste, demiş. Olan: —Senin sağlığını istiyom, demiş. Guş : —Benim sağlığımı napcen sen ne istiyosan iste, demiş. — Beni vilayetime çıkar, yedi gat yerin altına indim, demiş. Guş da olana 40 kilo et 40 kilo süt vemiş. “Cark" dedikçe et, “Curk” dedikçe süt ve demiş. “Cark" demiş et vemiş, “ curk" demiş süt vemiş. Çıkmış, çıkmış yukarı et bitmiş. Olan baldırından kesip guşa et vemiş. Guş olanı yukarı çıkarmış. Guş: — Yürü bakem, demiş. Olan da: — Neme lazım beni vilayetime çıkardın ya, demiş. Yürüse olan topallecek. Guş da yalamış orayı, olan yürümüş. Anasını babasını alıp vamış padişahın yanına, kırk gün kırk gece düyün  yapmışla.
Oğlanın Devle Mücadelesi
Kütahya
Ege Bölgesi
       Bir padişahın oğlu rüyasında bir peri kızına âşık olur. Oğlan, babasına rüyasını anlatır ve kızı bulmaya gideceğini söyler. Babası da:       — Oğlum, peri kızını nereden bulacaksın, onu bulmanın imkânı yok.       — Baba, artık dayanamıyorum, ben o kızı ne yapıp ne edip bulacağım, der.        Oğlana babası iyi bir at alıverir, cebine de para koyar ve hayırlı yolculuklar diler. Oğlan yanına kılıcını, okunu falan alarak çekip gider. Oğlan ne kadar gittiyse bir şehre yanaşır, şehrin yamaçlarına doğru gidince “İmdat! İmdat!” diye bağıran bir kızın feryadını duyar. Oğlan bu sesi duyunca hemen sesin olduğu yere doğru gider. Oğlan varınca bir bakar ki, ejderha, bir kızı ağzına kadar sokup yemeye çalışıyormuş. Kızın belinden yukarısı dışarıda olduğu için ölmemiş ve feryat etmeye başlamış. Oğlan hemen ejderhaya bir ok atıp öldürerek kızı kurtarır.        Adam, kızı kurtardıktan sonra atına bindirir. Kız da bir padişahın kızıymış. Oraya gül toplamak için geldiği zaman ejderhaya yakalanmış. Kız, oğlana:       — Ben babamın tek kızıyım, babam sana dile benden ne dilersen diye sorarsa onun bir tane cevizi vardır. Sen de onu dilen, der.        Oğlan, kızı padişahın sarayına kadar götürür. Padişah olanları duyunca hemen oğlanın yanına gelir ve izzet, ikram etmeye başlar. Oğlana da:       — Kızımı sana vereyim, sonra da ölünceye kadar tahta geç.       — Yok, olmaz. Benim başka bir sevdiğim var. Ben bunu duymamış olayım.       — O zaman dile benden ne dilersen?       — Senin bir cevizin var, cevizini diliyorum.       — Ne yapacaksın cevizi?       — Verirsen cevizi alırım, der.         Padişah cevizi oğlana alıverince oğlan da atına binip gider. Ne kadar gittiyse yolda acıkmaya başlar. Yolun kenarında bir gölgeye oturup cebinden cevizi çıkartır. Cevize “Açıl cevizim açıl, tatlısıyla sütlüsüyle beraber.” deyince küçük bir sofra açılır. Sofrada kuş sütünden gayrisi varmış. Oğlan yemeğini yerken yanına bir tane derviş gelir:       — Bereketli olsun oğlum.       — Hoş geldin, safa geldin. Derviş Baba, der.         Dervişin de bir tane asası varmış.       — Buyurun yemek yiyin.       — Sağ olasın, benim karnım tok, der.        Oğlan yemeği yedikten sonra “Yumul cevizim yumul.” deyince ceviz kapanır ve oğlan cevizi cebine koyar. Derviş:       — Ulan bu yağşıdır. Lan oğlum, şu cevizle su asayı değiş eder misin?       — Değiş ederim emme onun hünerini göster bana, ne hüneri varmış göreyim, der.       — Bir yerde bir şeyin kaldı mı hiç?       — Falan şehir de falan padişahın evinde benim mendilim kaldı, der.         Derviş de:       — Hadi asa, git şuradan mendili al da gel, deyince yerinden fırlayıp bir dakikada mendili alıp gelir.         Oğlan, dervişe cevizi verir ve asayı da alıp tekrar yola koyulur. Oğlan ne kadar gittiyse yine acıkır ve durup bir yerde dinlenir. Oğlan asasına “Hadi asa git de dervişin cebinden cevizi al da gel.” deyince asa fırladığı gibi bir dakika içinde cevizi alıp gelir. Oğlan yemek yemeye başlayınca, yanına bir derviş daha gelir. Dervişin başında da külah varmış. Oğlan dervişe:       — Buyurun, yemek yiyelim beraber.       — Sağ ol, benim karnım toktur, der.         Oğlan karnını doyurunca “Yumul cevizin yumul.” diyesiye ceviz kapanır ve cebine koyar.       — Lan oğlan, su külahla şu cevizi değiş eder misin?       — Ederim ama önce külahın hünerini göster bana.       — Külahı başına giy.       — Bey giymem.       — Önce sen giy.          Derviş, fesi giyince konuşmaya başlar ama sesi çıkar kendisi ise görünmez. Oğlan fesin özelliğini anlar ve cevizle fesi değiştirir.         Oğlan tekrar yola koyulur. Ne kadar gittiyse oğlan yine acıkır ve bir gölgeliğe oturur. Asasına “Hadi git de cevizimi al da gel.” deyince asa cevizi alıp hemen gelir. Oğlan yemeği yemeğe başlayınca tekrar bir derviş gelir. Dervişin de bir tane seccadesi varmış. Derviş, oğlana:       — Seccademle şu cevizi değiştirir misin?       — Ederim emme bana seccadenin hünerini göster.         Derviş, seccadeyi yere serer ve oğlana:       — Otur üzerine.       — Yok, ben oturmam. Önce sen otur da ben göreyim.         Derviş, seccadenin üzerine oturur ve seccadeye “Hadi seccadem beni göğün tepesine çıkart.” deyince seccade dervişi göğün tepesine çıkartıp daha sonra oğlanın yanına indirir.       — Tamam. Cevizle seccadeyi değiştiririm, der.         Oğlan, dervişe cevizi verip seccadeyi alır. Oğlan seccadeyi alınca hemen yola çıkar. Gide gide üç yol ayrımına varır. Acıktığı için tekrar yolda durur ve asasına:       — Hadi asam cevizi al da gel, deyine asa cevizi alıp gelir.         Oğlan, cevizi alıp yemeği yemeğe başlayınca bir tane derviş daha gelir. Dervişin elinde de kocaman bir kabak varmış. Oğlan, dervişe:       — Gel buyur yemek yiyelim.       — Sağ olasın, benim karnım tok, der.         Oğlan karnını doyurunca “Yumul cevizim yumul” der ve ceviz kapanır. Bunu gören derviş, oğlana:       — Senin cevizle benim kabağı değiştirelim mi?       — Değiştirelim emme[1] kabağın hünerini göster bana.       — Kabak silah başı, deyince kabağın ağzı açılır ve içinden elinde silahla birlikte tam teçhizatlı sayısız asker çıkar. Oğlan, kabağın içinden çıkan askerleri görür. Derviş de “asker içeri” deyince bütün askerler kabağın içine girer ve kabak da kapanır. Oğlan, ceviz ile kabağı değiştirir.         Derviş gittikten sonra oğlan atını bir kenara güzelce bağlar. Seccadeyi de serip külahı da yanına alır. “Hadi seccadem beni peri padişahının şehrine götür.” deyince seccade hemen oğlanı peri padişahının şehrine götürür. Peri padişahının sarayın da kırk tane cariye çalışıyormuş. O kızlardan başka bir tane de peri padişahının kızı varmış.         Oğlan şehre gelince bakar ki, her taraf, askerle dolu. Bunu gören oğlan külahı hemen başına giyer. Hiç kimseye görünmeden askerlerin arasından gidip padişahın sarayına varır. Padişah, yazı yazarken oğlan da hemen yanına oturur. Tabi külahın görünmezlik sırrı olduğu için padişah oğlanı göremez. Külah da belli olmuyormuş.         Padişah yazıyı yazıp bitirince zile basar ve bir tane kız gelir. Kıza:       — Bana kahve getir, der.         Kız, kahveyi getirip padişahın yanına koyar. Oğlan da hemen kahveyi içip boşunu bırakır. Padişah tam kahveyi içmek için elini uzatır fakat bakar ki, fincan boş. Kızı çağırıp:      — Ne demek oluyor bu, sen benle dalga mı geçiyorsun, der.         Bu duruma çok sinirlenen padişah saraydaki kırk tane kızın kırkının da cellât edilmesi için emir verir. Bunu duyan padişahın kızı hemen babasının yanına gelir. Babasına:       — Baba, bu işte bir iş vardır, yoksa kızlar böyle bir şey yapmazlar, der. Tabii ki kız da dolaşık olduğu için sürekli o da bu olayı araştırıyormuş.-       — Baba bana bir saat müsaade et, ben bu durumun aslını öğreneyim. Bu işte bir iş var, bu kızlar senle dalga geçemezler, der.         Oğlan da sürekli kızın arkasında gezip dururmuş. Kızın hususi bir odası varmış. Kız odasına girip kapıyı kilitleyince:       — Ey insanoğlu kim isen çık, der.         Oğlan, başındaki külahı çıkartıp kendisini gösterir. Kız bu durumu görünce şaşırıp kalır.       — Nasıl oldu bu, diye oğlana sorar.         Oğlan da:       — Bu külahın sayesinde oldu.       — Tamam, o zaman. Ben babamdan izin isteyip kızları hamama götüreyim. Sen de bunu başına giy, hamamın yanına gelince başına bir sarık sarıp beni padişah yolladı, kızlar hasta olur diye ben muska yazıyorum deyip içeri girersin. Herkese bir ağıt yazarsın, herkes gidince bir tek ben kalırım. O zaman da beraber kaçarız. Yoksa babam beni sana vermez.       — Tamam, der.         Kız odadan çıkıp babasının yanına gider.       — Baba ben bu işin aslını öğreneceğim. Sen bana biraz müsaade et de kızlarla hamama gideyim. Ben hamam da bu işi anlayacağım, der.         Kız, kırk tane kızı toplayıp hamama götürür. Oğlan da anlaştıkları gibi hamama gelip kapıdan çıkan her kıza bir muska yazıp verir. Padişahın kızı:       — Bir muska da bana yaz, der.         Oğlan seccadeyi serip kızla beraber üstüne otururlar. Oğlan seccadeye:       — Hadi seccadem, doğruca beni atımın yanına götür, der.         Seccade hemen kızla oğlanı atın yanına götürür. At da daha oğlanın verdiği yemi yiyormuş. Seccadeden inince kızla oğlan hemen yatıp uyurlar. Padişaha da bu arada “Senin hoca kızını kaçırıp gitti.” diye haber gider. Padişah da:       — Hangi hoca?       — Senin hamama yolladığın hoca.       — Ben hamama hoca filan yollamadım. Benim başıma daha neler gelecek, deyip başını yüzünü yolmaya başlar.       — Hiç beklemeyin, ne tarafa gittiyse birkaç kişiyi hemen arkasına gönderin, der.         Herkes atına binip, oğlanın seccadeyle fırladığı yere giderek, oğlanı takip etmeye başlarlar. O kadar çok kişi gider ki oğlanın yanına doğru yaklaşınca kara bulut gibi görünürler. Adamların geldiğini gören kız hemen ağlamaya başlar. Oğlan:       — Neden ağlıyorsun?       — Babam askerlerle geliyor. İkimizi de şimdi öldürürler.       — Tamam, sen karışma ben hallederim, der.         Padişahın askeri yaklaşınca oğlan:       — Kabak silah başı, deyince kabak açılır ve içinden padişahın askerlerinden fazla asker çıkar. Hemen padişahın askerlerini esir alırlar. Bunu gören padişah oğlana:       — Askerlerimi salıver, kızım da senin olsun, der.         Oğlan, padişahın askerlerini bırakır ve kızı alıp gider.   [1] Emme: Ama
Açıl Cevizim Açıl
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir ülkede bir padişah yaşarmış. Bu padişah çok zekiymiş. Halkın arasında dolaşır ve onlarla bir olurmuş. Haftanın belli günlerinde de kılık değiştirip halkın arasına dalarmış. Sorar soruştururmuş. Millet padişah hakkında ne diyor, ne düşünüyor, ne yapmalıyım, dermiş. Padişah yine bir gün kılık değiştirmiş, girmiş halkın arasına. Atına binmiş. Uzun bir yoldan sonra bir köye varmış. Köyün girişinde bir evin bahçesinde kızın biri eliyle türlü türlü nakışlar örüyormuş. Padişah buna tuhaf tuhaf birkaç soru sormuş ama hep iyi cevaplar almış. Sorularına devam etmiş: — Baban neden evde değil? Kız cevap vermiş: — Babam azı çok etmeye gitti. Padişah: — E kızım annen neden evde yok? Kız: — Annem biri iki etmeye gitti. Padişah: — Eviniz güzelmiş ama bacası yamuk yani eğri. Kız: — Olsun dumanı doğru çıkıyor. Padişah: — Kızım sana besili bir kaz yollasam yolar mısın? Kız: — Memnuniyetle efendim, demiş. Padişah yardımcılarını toplamış. Bu olayı anlatmış: — Üç gün içinde kim bana bunu açıklarsa terfi edecek, ödüllendirilecek, demiş. İyice düşünmüşler ama bir şey de bulamamışlar. Akıllının biri gidip kıza sormuş. Kız: — Anlatırım ama her soruya beş altın isterim, demiş. Adam aslında padişahın görevlendirdiği kişilerden değilmiş, bahçıvanmış. Adam bulmuş, etmiş. Altınları getirmiş ve: — Söyle bakalım baban nereye gitti? Kız: — Babam az olan tohumu ekip çoğaltmaya gitti, demiş. — Annen nereye gitmişti peki? — Annem biri iki etmeye yani komşu doğuracakmış onun yanına gitti, der kız. Akıllı adam evin bacasına bakar: — Bacanız yamuk değilmiş, der. Kız da: — Efendim benim bir gözüm hafiften şaşı. Padişah iyisin, güzelsin fakat şaşısın demek isterdi. Ben de şaşıyım ama iyi görüyorum, dedim. Bahçıvan: — Kızım kaz olayına ne diyorsun? deyince kız da: — Efendim bahsedilen kaz sizsiniz. Padişah tahmin etmiş olmalı sizin geleceğinizi, demiş. Akıllı bahçıvan soru başına beş altın verdiğine mi yansın, yoksa kendinin kaz yerine koyulduğuna mı? Bahçıvan üçüncü günün gecesi toplantıya katılır. Kimseden ses yokken durumu padişaha arz eder. Tabii biraz mahcup olur ama sonuçta terfi eder. Bahçıvan bu akıllı kızı oğluna alır. Bir ömür mutlu mesut yaşarlar.
Akıl Akıldan Üstündür
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemek günah, az söylemek sevapmış. Vaktin zamanında iki çocuk varmış. Bunların anneleri ölmüş. Babaları yeniden evlenmiş. Analıkları: — Ya bu çocuklar gidecek ya ben gideceğim bu evden, demiş. Çocukları istememiş. Babaları çocukları alıp dağdan odun toplamaya gitmiş. Çocuklar odun toplarken babaları arkalarından kaçıp eve gelmiş. Babaları gitmeden önce kurumuş bir kabağı ağacın dalına asmış. Rüzgâr estikçe çıkan seslerle çocuklar babalarının ağaç kestiğini sanmışlar. Sonra çocuklar sesin geldiği yere doğru gitmişler ki babaları yok. Oğlan demiş ki: — Tık tık kabakçığım, bizi bırakan babacığım. Biz şimdi ne yapacağız? Ağlamışlar bir de bakmışlar ki karanlık çökmüş. Bir ışık görmüşler. Işığa doğru yol almışlar. Yürüyüp gitmişler. Bir küçücük kulübe görmüşler. Pencereden içeri bakmışlar. Bir yaşlı nine görmüşler. Kadın bunları görmüş. İçeri almış. Bunların önüne bir post getirip sermiş. — Açıl postum açıl, kırk iki meyveler saçıl! demiş. Bunların önüne çeşit çeşit yemekler, meyveler gelmiş. Çocuklar karınlarını doyurmuş. Uykuya dalmışlar. Çocuklar uykuya dalınca kadın gelmiş, oğlanın bacağından ısırmış. Isırınca oğlan uyanıyor. Kadının bunları yemeye gözü kesmiyor. Dişleri körelmiş. Ertesi gün kadın dişlerini bilemiş*: — Bari bu gece bunları yiyeyim, demiş. Oğlan kapının arkasında kadını izlemiş. Kardeşine: — Bu gece uyumayalım, bu bizi yer, demiş. Çocukları o gece de kadın yatırmış. Gelip sormuş: — Kim uyur, kim uyanık? Oğlan da: — Herkes uyur. Yarımca uyanıktır. Benim adım Yarımca’dır, demiş dev karısına. Kadın: — Niye uyumuyorsun aç mısın, susuz musun, diye sormuş. Çocuk acıktım, demiş. Kadın yine postu serip sözlerini söyleyip çocuğun karnını doyurup tekrar yatırmış. Kadın tekrar gelip sormuş: — Kim uyur, kim uyanık? Çocuk yine uyumadığını söylemiş. Bu saatlerde annesinin kalburla su taşıdığını söylemiş. Nine kalburu alıp su taşımaya gidiyor. Kalburu dolduruyor, su dökülüyor. Kadın böylece sabaha kadar su taşımaya çalışıyor. Sabah olunca çocuklar uyanıp kaçıyorlar. Kaçarken yolda bir dedeye rastlıyorlar. Dedeye başlarından geçeni anlatıyorlar. Dede bunlara bir diken, bir tas ve bir de taş veriyor. Dede: — Dikeni atın her taraf diken olur. Sonra da taşı atın. Dev karısı taşa basıp suya düşer, demiş. Dev karısı eve gelince bunları göremiyor. Koşup arkalarından yetişiyor onlara. Oğlan elindeki dikeni atıyor. Ortalık diken oluyor. Çocuklar yine kaçıyor. Dev karısı dikenlere bata çıka onlara yine yetişiyor. Oğlan bu sefer de tası atıyor. Her taraf deniz oluyor. Oğlan sonra taşı atıyor. Dev karısı taşa basınca tepesi üstüne dikiliyor. Sonra çocuklar arayarak köylerini buluyorlar. Babalarını buluyorlar. Babalarına başlarından geçenleri anlatıyorlar. Böyle böyle oldu diyorlar. Çocuklar anlatınca babaları analıklarına: — Ben senden vazgeçiyorum. Sen git, ben çocuklarımla yaşarım, diyor. Hep birlikte mutlu bir hayat sürüyorlar. *bile-: Kesici aletlerin ağzını çark, zımpara, eğe, bileği taşı vb.nde keskinleştirmek, keskin duruma getirmek. 
Üvey Anne
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Köyün birinde bir oğlan varmış. Adı Alicik imiş. Alicik bir gün annesinden ayrı düşmüş. Bir dev adam Alicik’i tek başına dolaşırken görmüş. Anlamış kaybolduğunu Alicik’in. Almış yuvasına götürmüş dev adam küçük çocuğu. Alicik dev adamın kötü niyetli olduğunu anlayınca kaçıp bir elma ağacına çıkmış. Dev adam aramış aramış en sonunda elma ağacının başındaki Alicik’i bulmuş. Ama dev çıkıp Alicik’i indirememiş ağaçtan. Devden korkan Alicik de inmek istemiyormuş ağaçtan. Sonra dev adam Alicik’e yalvarmaya başlamış: — Bana bir elma ver, diye söylemiş. Alicik bir tane elma atıyor dev adama. Ama dev elmayı tutmayınca yere düşüyor. Bir tane daha istiyor dev adam. Alicik bir tane daha elma atıyor. Dev adam onu da tutmayınca elma yine yere düşüyor. Bu kez dev adam: — Alicik elinle uzat. Alicik elmayı eliyle uzatınca Dev tutup yakalıyor. Sırtına alıp yuvasına götürüyor. Dev adam, Alicik’i kızartıp yemek istiyormuş. Bunun için yakacak toplamaya gitmiş. Dev adam yakacak toplarken iyice uzaklaşınca Alicik yine kaçıp bir armut ağacının başına çıkmış. Yakacak toplayıp yuvasına dönen dev adam, yine Alicik’i görememiş. Aramaya başlamış. Armut ağacının başındaki Alicik’i bulup yine aynı numarayla Alicik’i kandırıp yakalamış. Bu sefer dev adam, Alicik’i bir çuvala koyup götürmüş. Yolda giderken dev adamın tuvaleti gelmiş. Çuvalı yere bırakıp çalılıkların arasına gidince Alicik çuvaldan çıkıp çuvalın içine taş, odun, diken doldurup kaçmış. Sonra dev adam gelip çuvalı sırtına alıp yoluna devam etmiş. Yolda giderken dikenler dev adamın sırtına batınca adam çuvalı açıp bakmış. Ama Alicik yokmuş çuvalda. Çök sinirlenen dev adam, Alicik’i aramaya koyulmuş. Dev adam Aicik’i değirmende bulmuş. Alicik değirmenin tavanına çıkmış oturuyormuş. Dev adam: — Alicik oraya nasıl çıktın beni de çıkar, demiş. Alicik de: — Yumurtayı yumurtanın üstüne koydum, bastım çıktım, demiş. Dev adam da Alicik’in söylediklerini yapmış ama basınca bütün yumurtalar kırılmış. Dev adam yine yalvarmış Alicik’e, beni de çıkar, diye. Alicik, Dev adamı tahıl öğüten değirmenin sepetliğinin üstüne çıkartmaya çalışmış. Dev adam güç bela buraya çıkmış. Dev adam oraya çıkınca Alicik değirmeni döndürmeye başlamış. Değirmenin taşı devi savurup atmış. Değirmenin duvarına vuran dev bayılmış. Alicik dev adama galip gelmiş. Alicik dönüp evine, annesinin yanına gelmiş.
Alicik ile Dev
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir tembel Ahmet varmış. İş yapmayı hiç sevmezmiş. Yaptığını da karısının zoruyla yaparmış. El, oduna gidermiş; Ahmet yatarmış. El ekin ekermiş; bu, evde yatarmış. El, harmana inermiş; bu, daha ekini biçecek olurmuş. El, kar yağmadan ekini ekmiş; Ahmet ekmemiş. Gitmiş, karla anlaşmış. Kar: Ben gelmeden sana haber veririm. Sen beni gözle, takip et, demiş. Ahmet de onun rahatlığıyla yatmaya devam etmiş. Bir gün karısı: — Ahmet herkes ekin ekiyor. Sen daha burada yatıyorsun. Yarın kar yağar. Tembel Ahmet: — Hanım, ben karla anlaştım. Sus sen! Kar, bana söyleyecek ne zaman yağacağını. Ben o zaman ekinimi ekeceğim. Karısı da çaresiz: — Peki, öyleyse, demiş. Yüksek dağların başına yağmış kar. Tembel Ahmet hiç aldırmamış. Karısı anlamış. — Ahmet, kar yüksek yerlere yağdı, buraya gelecek, demiş. Ahmet: — Yok, o bana söyleyecek. Birkaç gün sonra daha aşağılara, tepelere yağmış. Tembel Ahmet yine aldırmamış. Karısı: — Ahmet, el ekin ekiyor. Tembel Ahmet: — Kadın, sen acele etme. O gelip bana söyleyecek. Birkaç gün sonra kar, daha berideki ovalara yağmış. Karısı: — Ahmet, kar yağacak, ekin ekemeyeceksin sen, deyince: — Karının aklına bak! Ben ekeceğim… Konuştuk, arkadaş olduk, demiş Ahmet. Karısı: — Peki, demiş yine çaresiz. Sabahtan kalkmışlar ki kar kapıyı kilitlemiş. Dışarı çıkılacağı yok… Karısı: — Hani gelip sana söyleyecekti, demiş. Tembel Ahmet kızmış. Küreği alıp kara girişmiş. — Kalleş arkadaş, hani sen bana söyleyecektin, demiş. Kar: — Eee, arkadaş ben şu dağın başına yağdım. Gördün mü? Ahmet: — Gördüm. Kar: — Aşağıdaki tepelere yağdım. Gördün mü? Ahmet: — Gördüm. Kar yine sormuş: — Ovalara yağdım. Gördün mü? — Gördüm, deyince Ahmet. Kar: — Ben sana söyleyerek geldim. Sen anlamadın. Ben daha ne yapayım, demiş. Ahmet de o yıl açlık içinde bir yıl geçirmiş. Sonra da akıllanmış ve çalışkan olmuş.
TEMBEL AHMET
Çorum
Karadeniz Bölgesi
         Köyün birinde iki arkadaş “Biz bu köyde geçinemiyoruz. En iyisi İstanbul’a gidelim de orda çalışalım.” diye gavlederler. Babalarının da onar tane malı varmış. İkisi de bunları satıp biraz para yaparlar. Gitmek için hazırlanırlarken adamın birisi:       — Arkadaş, biz bu parayı zapt edemeyip çaldırırız. En iyisi bu parayı buraya bir yere bırakalım. Eğer İstanbul’da çalışamazsak geri gelince elimizde bulunur.       — Doğru söylüyorsun, iyi akıl ettin, der.          Oğlanların köyünde de Hacı Kadın diye birisi varmış. O zaman banka, kart falan da yokmuş. Hacı kadın, çok iyi birisiymiş. Kimin ne işi olsa hemen yardım edermiş. Yankesicinin biri de adamlarda para olduğunu anlayınca hemen adamların peşlerine düşer. Adamlar varıp Hacı Kadın’ın yanına giderler:       — Hacı ana, biz gurbete gidiyoruz. Babalarımızın malını mülkünü hepsini sattık. Bizim şu kadar paramız var, bunları kaybederiz diye bir yere bırakamıyoruz. Biz gelene kadar bizim paramızı hıfz ediver.       — Peki, oğlum edivereyim, der.          Adamlar paranın tamamını sayıp kadının eline verirler. Bu sırada da yankesici bunları uzaktan izler. Adamlar parayı veresiye hemen İstanbul’a giderler. Aradan bir saat geçmeden yankesici, kadının evine gelir:       — Ya Hacı ana, biz emaneti bırakmaktan vazgeçtik, şu paraları bana alıver, der.         Hacı Kadın da yankesiciyi adamlardan birisi sanıp parayı verir. Oğlanlar da gurbete gitmişlerdir. Yedi, sekiz sene çalıştıktan sonra biraz para biriktirirler. “Şu kadar paramız da köyde var. Bu kadar parayla her şey alabiliriz.” diyerek memleketlerine dönerler.         Oğlanlar memleketlerine döndükten sonra doğruca Hacı Kadın’ın yanına giderler.       — Hacı Kadın, biz artık gurbetten geldik. Bizim İstanbul’a giderken sana verdiğimiz paraları alıver.       — A yavrularım. Bıraktığınız parayı siz o zaman aldınız.       — Hacı Kadın, biz bu parayı almadık.       — Biriniz aldınız ama hanginiz aldı bilmiyorum. Geçmiş gün nasıl hatırlayayım.       — Parayı alan adam nasıl biriydi?       — Cetmi güda, cismi siyah (Alçak boylu, kara yağız birisi), der.         Oğlanlar her tarafa giderek bu adamı arayıp tararlar ama böyle bir adamı bulamazlar. Oğlan, arkadaşına:       — Hacı Kadın ne dediydi, der.       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan.       — Bu herif Ardahan’da.       — Ne yapalım? Ardahan’a gidelim.         Oğlanlar Ardahan’a varırlar. Aşağıyı ararlar, yukarıyı ararlar, sokakları ararlar, aramadık yer kalmaz ama adamı bulamazlar. Oğlan tekrar:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan’da Bahriumman.       — Bu adam Bahriumman’dadır.       — Neydelim?       — Bahriumman’a kadar gidelim.          Bu sefer de Bahriumman’a giderler. Burada da aramadıkları bir yer bırakmazlar. Fakat adamı yine bulamazlar. Oğlan yine:       — Hacı Kadın, ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van.       — Bu adam o zaman Van’dadır, der.         Adamlar hemen Van’a giderler. Aşağıyı ara, yukarıyı ara, gez toz adam yine yok. Oğlan yine:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan.       — Bu adam o zaman Horasan’da.         Adamlar hemen Horasan’a basıp giderler. Gez Allah gez, gez Allah gez, adam yine yok. Oğlan yine:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan, adı Ramazan, dedi.          Adamlar Ramazan aşağı, Ramazan yukarı sokaklarda dolaşmaya başlarlar. Fakat adamı yine bulamazlar. Oğlan yine:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan, adı Ramazan, karısının adı Kezban.          Adamlar sokaklarda “Ramazan karısı Kezban” diye bağırmaya başlarlar. Ramazan’ın evi de şöyle bir yolun kenarındaymış. Ramazan’ın karısı kocasının adını duyunca hemen “durun” der. Ramazan da karasının arkasından bakınca parasını aldığı adamlar olduğunu anlar. Adamlar kadına:       — Ramazan nerde?       — Evde yok.       — Nereye gitti?       — Vallahi bilmiyorum. Sabahleyin evden çıkıp gitti ama.       — Gelmez mi?       — Bu gece belki gelmez.         Ramazan karısına arkadan, evde olduğunu söylememesini söyler. Adamlar “Ne yapacağız şimdi!” diye düşünmeye başlarlar. Oğlan yine:       — Hacı Kadın ne dediydi?”       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan, adı Ramazan, karısının adı Kezban, merdivenin altı mahzen, der.         Ramazan da adamlar gelince hemen merdivenin altına girip saklanır. Adamlar:       — Bu adam evde merdivenin altında. Ramazan’ın karısına “Biz eve çıkıp Ramazan’a bakacağız.” der.          Adamlar hemen eve çıkıp merdivenin altına bakarlar. Adam da merdivenin altında oturup bekliyormuş. Ramazan’ı görünce:       — Çabuk dışarı çık da bizim paramızı ver.       — Arkadaşlar, ben fakir idim, paranızı yedim. Zaten bu zamana kadar yedi sekiz sene oldu para kalır mı? Siz bilirsiniz beni bağışlayınız.       — Bir kuruş dahi bağışlamayız.         Oğlan tekrar:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan, adı Ramazan, karısının adı Kezban, merdivenin altı mahzen, sergendeki zahan, dedi. Git sergendeki paraları alda gel.          Adam paraları daha harcamamış, kaç senedir de sergende bekletiyormuş. Adam sergenden parayı getirir. Paraların hepsi de gümüş lirasıymış. Ramazan paraları getirirken bir tanesini ağzına sokup saklar. Adamlar parayı alınca hemen sayarlar. Bakarlar ki, paranın bir tanesi yok. Adamlar:       — Hani bu paranın bir tanesi?       — Bu parayı bana bağışlayın.       — Bağışlayamayız, para nerde?         Adam söylemeyince oğlan yine:       — Hacı Kadın ne dediydi?       — Cetmi güda, cismi siyah, Ardahan arasında Bahrimumman, kazası Van, vilayeti Horasan, adı Ramazan, karısının adı Kezban, merdivenin altı mahzen, sergendeki zahan, çıkar parayı ağzından, der.         Adamın, Ramazan’ın ağzına nasıl vurduysa para hemen ağzından dişleriyle beraber yere düşer. Adamlar da paralarını alıp evlerine geri dönerler.
Kurnaz Hırsız ile Akıllı Arkadaşlar
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
         Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişah, halkı denetlemek için vezirini de yanına alıp tebdîl-i kıyafetle bir köye gelerek o köyün ağasına misafir olur.          Ağa, misafirlerine elinden geldiği kadar hürmette bulunur. Koyunlar, kuzular keserek ikramlarda bulunur. Bu durum karşısında padişah:       — Ahmet Ağa, bu kadar israfa ne gerek var, diye sorar.          Ahmet Ağa da bu lafı duyunca padişaha açılıp bir tokat patlatarak:       — Sen hane sahibinin işine niye karışıyorsun, der.          Padişah bu duruma çok bozulur fakat tebdîl-i kıyafetle buraya geldiği için de bir şey söyleyemez. Misafirlerin gitme zamanı gelince padişah:       — Ahmet Ağa, ben İstanbul’da oturuyorum. İstanbul’a işin düşünce hiç çekinmeden bana gelebilirsin, der ve vedalaşıp ayrılırlar.          Aradan zaman geçer, Ahmet Ağa’nın İstanbul’a bir işi düşer. İstanbul’a gidip işini bitirdikten sonra padişahı ziyaret etmek ister. Sorup soruşturur ve padişahın oturduğu yeri bulur. Fakat padişahın oturduğu yere gelince şaşırıp kalır. Orası bir ev değil, tam bir saraydır. Ağa, kapıdaki nöbetçilere adını söyler ve nöbetçiler de ağanın geldiğini padişaha haber verirler. Padişah, Ahmet Ağa’yı karşıladıktan sonra sarayına buyur eder. Padişah, daha sonra Ahmet Ağa için deniz kenarında kocaman bir sofra kurdurur. Padişah, vezirini bir köşeye çekerek:       — Ahmet Ağa, beni evinde tokatladı. Ona bir oyun oynayıp benim de onu tokatlamam gerek. Ben yemek sırasında tabakları, çatalları, kaşıkları sofradan yere atmaya başlayacağım. Sen de Ahmet Ağa’nın kulağına, şuna söyle de atmasın dersin. Ahmet Ağa, tabakları, kaşıkları atma dediğinde ben de ona bir tokat atacağım. Böylece ödeşmiş olacağız, der.          Sonra Ahmet Ağa, padişah ve vezir birlikte yemek yemeğe geçerler. Yemek yerken padişah tabakları tek tek atmaya başlar. Ahmet Ağa bu durum karşısında hiç sesini çıkartmaz. Padişah çatalları atmaya başlar fakat Ahmet Ağa yine sesini çıkartmaz. Padişah kaşıkları atmaya başlar fakat Ahmet Ağa yine sesini çıkartmaz. Bunun üzerine vezir eğilerek Ahmet Ağa’nın kulağına:       — Ya Ahmet Ağa, padişaha söyle de tabağı, kaşığı atmasın. Bak bunlar altından, gümüşten yapılmış, deyince Ahmet Ağa açılarak vezire bir tokat vurur ve:       — Hane sahibinin işine karışılmaz, der.          Böylelikle padişah da Ahmet Ağa’ya tokat atamadığıyla kalır.
Padişah ve Ağa
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde köyde çalışan zengin bir adam varmış. Bu adamın iki oğlu, bir karısı varmış. Bir gece rüyasında bir ses duymuş: — Mehmet Ağa! Sana üç bela gelecek. Gençlikte mi istersin, ihtiyarlıkta mı? İki gece bu rüyayı görmüş ve üçüncü gece karısına anlatmış. Karısı da: — İhtiyarlıkta olursa ne yaparız; ne gelirse gençlikte gelsin, demiş. Ertesi sabah, kurtların davarlarını yediğini, evlerinin yandığını görmüşler. Artık karısını, çocuklarını toplayıp az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler ve bir köye gelmişler. O köyün çobanı yokmuş. O da köye çoban olmuş. Bir gün köye bir pehlivan gelip yerleşmiş. Çamaşırlarını yıkatacak birini ararken çobana götürmüşler. Sonra pehlivan bakmış ki şimdiye kadar ne böyle güzel yıkayan ne de katlayan olmuş. — Bu kadın bana layık, bir hile ile alayım, demiş. Çamaşırları getiren kadının çocuğuna: — Sen küçüksün, sana para verilmez, git ananı çağır, demiş. Kadın gelince hemen kaçırmış. Akşam Mehmet Ağa eve gelince bakmış ki karısı gitmiş, onlar da oradan gitmek için yola koyulmuşlar. Yolda bir nehirden geçerken oğlunun birini bırakmış, — Bunu geçireyim, diğerini de sonra alayım, demiş. Nehrin ortasındayken bekleyen çocuğu kurt götürmüş. Onu kurtarayım derken diğeri de suda gitmiş. İkisini de tutamamış. Su çocuğu bir değirmenin oraya götürmüş, değirmenci de kurtarıp kendine oğul yapmış. Diğerini de köpekler kovalayıp kurdun ağzından almışlar, onu da çoban kendine oğul yapmış. Çobanın yanındaki payını alamadığından diğeri de gerçek ailesi olmadığını öğrendiğinden evi terk etmişler. İkisi de yolda birleşip arkadaş olmuş ve yola devam etmişler. Baba ise bir şehre varmış. O şehrin de padişahı ölmüş. Herkes toplanmış. Kuş uçurmuşlar, kimin başına konarsa onu padişah seçeceklermiş. Kuş uçup Mehmet Ağa’nın başına konmuş. Üç kez denemişler, sonunda kabul etmişler. Padişah olduğu zamanlar oğulları o şehre gelmiş. Padişah hizmetini görecek iki çocuk arayınca, bu çocukları götürmüşler. Karısını kaçıran pehlivan da ölen padişahın dostuymuş. Bu padişahla da tanışmak istemiş. Karısını çadıra koymuş ve tanışmaya gitmiş. Padişah: — Bu gece burada kal, demiş ve çocukları çadırdaki kadını beklemeleri için göndermiş. Beklerlerken, birbirlerine nereden geldiklerini sormuşlar. Hikâyelerini anlatınca kardeş olduklarını anlamışlar. Bunlar birbirlerine sarıldığında çadırdan da bir kadın çıkıp: — Ben de sizin ananızım, diye sarılmış. Pehlivan bunları böyle sarmaş dolaş görünce padişaha: — Gel de gör, nedir bu, demiş. Padişah da niye böyle yaptıklarını sormuş. Onlar anlatınca ailesi olduğunu anlamış. O pehlivana cezasını vermişler. Ve orada yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Gençlikte mi İhtiyarlıkta mı?
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Keçi Kız Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellalken pireler berberken, horozlar öterken, ebem beşiğinde mışıl mışıl uyurken bir adam ve bir kadın varmış ve bunların çocuğu olmazmış. Her gece çocukları olsun diye Allah’a dua ederlermiş. Tanrı bir gün onlara çocuk vermiş. Fakat bu çocuk keçi kız imiş. Anası babası takdir-i İlahi deyip büyütmüşler keçi kızı. Keçi kız aslında dünya güzeli bir kızmış ama bunu hiç kimse bilmezmiş. Annesi keçi kızın kulaklarına kurdele takarmış. Keçi kız büyümüş, çoban olmuş. Çobanlığa giderken bir ırmağın yanında sırrını çıkarmış. O arada bir bey, keçi kızı görmüş. Keçi kızın güzelliği beyin aklını başından almış, beyin atı keçi kızın güzelliğinden ürkmüş. Bey kendine gelmiş ve keçi kızın elini tutmuş. — Sana sevdalandım, demiş. Keçi kız sırrını giyip tutmuş evin yolunu. Bir süre böyle buluşmuşlar ama beyin ailesi keçi kız istemez olduğu için bir plan yapmışlar. Plana göre bey çok hastalanacak, şifası da keçi kız olacakmış. Bunun üzerine bey hasta numarası yapıp tüm ülkeye haber yaymış. — Her kim beni bu döşekten kaldırırsa onunla evleneceğim, demiş.  Ülkenin her bir yerinden çeşitli hediyeler gelmiş; ama bizim bey aynı. Keçi kız da anasına: — Anam anam, güzel anam, biz de bir bakraç ayran götürelim, demiş. Anası: — Hey kızım! Koca bey, beğenmez bizim hediyemizi, dediyse de dinletememiş. Sonunda anası ikna olmuş. Keçi kız beyin evine zor girmiş. Her kim gördüyse onu horlamış. Bey, keçi kızın ayranını içmiş iyi olmuş ve onunla evleneceğini tüm ülkeye haber salmış. Beyin anası: — Dünyalar güzeli bir kız alırsan. Sana altından sandık veririm, demiş.  Bacısı altın top vereceğini söylemiş ama bizim bey gel gör ki tutturmuş onların sözünü. Keçi kızı alacak. Bey ile keçi kıza kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Keçi kız gerdek gecesi sırrını çıkarmış, dünyalar güzeli olmuş. Bey odanın kapısını açıp anasına, bacısına bizim dünyalar güzeli keçi kızı göstermiş ve hediyeleri almış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Keçi Kız 3
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir köyde bir aile yaşarmış. Bunların üç kızı varmış. Babaları evden uzakta bir tarlada çalışırmış. Baba, eşinden çocuklardan biriyle öğle vakti kendisine yemek göndermesini istemiş. — Giderken yola buğday dökerim, onları takip ederek beni bulun, demiş. Baba buğdayı yolda iz yaparak giderken kuşlar da arkasından yemişler. Kız azığı almış, yola çıkmış ama iz bulamamış, kaybolmuş. Beklemiş, karanlık çökünce uzaktan bir ışık görmüş. Oraya gidip kapıyı çalmış. İhtiyar bir adam açmış. Yolunu kaybettiğini orada kalıp kalamayacağını sormuş. İhtiyar adam da: — Hayvanlara sormam lazım, demiş. Evde inek, horoz, tavuk varmış. Mahsuru olmadığını söylemişler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ihtiyar adam: — Yemek yap yiyelim, demiş. Kız yapıp getirmiş, yemişler ama hayvanları düşünmemiş. Yatma zamanı geldiğinde hayvanlar: — Sen bizi düşünmedin, nerede yatarsan yat, demişler. İhtiyar adam yukarıda iki yatağın olduğunu söylemiş. Kız adamı beklemeden gitmiş ve birine yatmış. Sonra kızı zindana koymuşlar. Baba eve gelip niye yemek gönderilmediğini sorunca kızın kaybolduğunu anlamışlar. Baba yarın çocuklardan birini yine göndermesini, bu sefer mercimek dökeceğini ve bulabileceğini söylemiş. Ertesi gün baba mercimek dökerek giderken kuşlar yine yemişler. Kız yola çıkmış ama o da yolunu kaybetmiş. Karanlık çökünce kız da kardeşinin gittiği evin ışığını görmüş. Oraya gidip ihtiyar adama durumu anlatmış, o da hayvanlara sorup kızı içeri almış. Aradan zaman geçince kıza yemek yapmasını söylemiş. Kız yapmış, getirmiş, yemişler ama hayvanları düşünmemişler. Yatma zamanı geldiğinde hayvanlar: — Bizi düşünmedin; git, nerede yatarsan yat, demişler. Kız adamı beklemeden gidip yatmış ve onu da zindana kapatmışlar. Baba ertesi gün için yola bezelyeyle iz bırakacağını, son çocuğun bu sefer yolu bulabileceğini söylemiş. Ertesi günü o çocuk da kaybolmuş ve diğer kardeşleri gibi o eve gitmiş. İçeri almışlar. İhtiyar adam ona da yemek yapmasını söylemiş. Kız yapmış ve hayvanlarında karnını doyurmuş. Yatma zamanı geldiğinde de ihtiyar adamı beklemiş, herkes yatınca öyle uyumuş. Sabah uyandığında kendini sarayda bulmuş. Yaşlı adam; genç bir oğlan, tavuk, inek, horoz ise üç hizmetçi olmuşlar. Genç oğlan kendilerine yapılan büyüyü onun bu iyiliğinin bozduğunu söylemiş. Kız kardeşlerini sorduğunda onları babasının evine geri göndereceğini söylemiş. O sarayda sonsuza dek mutlu ve mesut yaşamışlar.
Üç Kız Kardeş
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir köyde Memiş ile Mıstık adından iki arkadaş varmış. Bütün günleri birlikte geçermiş; ancak yedikleri içtikleri ayrı gidermiş. Memiş ile Mıstık iş bulamadıklarından bir büyük şehre çalışmaya gitmişler. Yıllarca çalışmışlar. Her işi yapmışlar. Sırtlarında odun taşımışlar, kazma kürek sallamışlar. Her işin üstesinden gelmişler. Çok paraları birikmiş. Tam köye dönecekken, Memiş hastalanmış. Hastalık birkaç gün içinde geçmiş ama Memiş’in gözleri kör olmuş. Artık Memiş’in her işine Mıstık bakmış, yemeğini yedirmiş, giysilerini giydirmiş. Şehirde daha fazla kalamayacaklarını anlayınca yollara düşmüşler, az gitmişler, uz gitmişler, der tepe düz gitmişler. Bir ırmağın kıyısına ulaşmışlar. Öyle bir ırmak ki önüne geçen her şeyi kapıyor, esen yele “dur” diyor. Memiş ile Mıstık da araya araya ırmağın geçit yerini bulmuşlar. Ne olduysa bundan sonra olmuş. Memiş ile hiçbir şeyi ayrı gitmeyen Mıstık, şeytana uymuş. Para kesesini aldığı gibi ırmağı atlayıp geçmiş. Memiş görmez gözlerle ırmağın öbür kıyısında kalmış. Durmadan inleyip durmuş: — Mıstık Mıstık, ettiğinden bul, diye. Bulunduğu yerden yürümeye başlamış. Gece olmuş. Bulunduğu yere oturmuş. Sabah olunca kuş sesleriyle uyanmış. Kuşların kimi başına, kimi eline konuyormuş. Bir ara kuşun birisi Memiş’in eline kokulu bir çiçek bırakmış. Memiş çiçeği koklamış. Sonra aklına kuşun çiçeği neden getirdiği gelmiş. O kokulu çiçeği üç kez gözlerine sürmüş. Gözleri hemen açılmış. Memiş başını kaldırmış. Etrafı süzmeye başlamış. Doğanın güzelliklerini görünce Allah’a dualar okumuş. Irmağı geçerek köyünün yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Çayır çimen geçerek, soğuk sular içerek köyüne varmış. Köyüne vardığında anasını kendisini bekler bulmuş. Başından geçenleri kimseye anlatmamış. Babasından kalan tarlanın başına geçmiş. Gece gündüz, demeden çalışmış, çabalamış. Bir zaman sonra zengin bir çiftçi olmuş. Derken günün birinde Memiş da köye gelmiş. Paraları alıp kaçınca zengin olduğu sanılmış ama fakirlikten sersefil olmuş. Memiş’i görünce utancından hiçbir şey yapamamış. Memiş onu görünce yine arkadaşlık teklif etmiş. Dünyada sadece iyiliklerin yaşadığını, kötülüğün kalıcı olmadığını söylemiş. Memiş bu sözleri duyunca kabul etmiş ve ikisi beraber gül gibi geçinip gitmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Memiş ile Mıstık
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Vaktin birinde dere kenarında yaşlı bir anne ve babayla onların küçük kızı, insanlardan uzak, mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Yaşlı anne, kızını her gün bulaşık yıkaması için dereye gönderirmiş. Kız her gittiğinde dereden bir el çıkıp ona: — Beyaz eve git, diye seslenirmiş. Bir süre sonra dereye gitmeye korkan kız, annesine her şeyi anlatmış. Annesi kızıyla birlikte dereye gelmiş ve söylediklerinin doğru olduğunu görmüş. Birkaç gün sonra yaşlı anne ve baba iyice düşünüp kızlarını beyaz eve göndermeye karar verirler. Annesi kızını alıp, yola koyulmuş ve dere tepe aştıktan sonra beyaz eve varmayı başarmışlar. Yaşlı anne, evin kapısını açmaya çalışmış ama bir türlü açamamış. Kapının kilitli olduğunu düşünüp geri dönmek isteyen anne, kızının kolundan tutmuş ama kızı gitmek istememiş. Ve kapıya yaklaşmış. Kapı, birdenbire açılıvermiş ve kız içeri girince kapı tekrar kilitlenmiş. Annesi çok korkmuş ve içerde ne olduğunu sormuş. Kız: — Bir tabut, bir sandalye, bir süpürge, biraz da yiyecek var, demiş. Annesi bunların kendine yeterli olduğunu söyleyip mecburen oradan ayrılmış. Kız, her gün buradaki tabutu süpürür, siler sonra da sandalyede oturup ölenin ruhu için dua edermiş. Bir gün kapı çalmış ve kız kapıyı açınca karşısına bir dilenci görmüş. Dilenci kendisinden bir bardak su istemiş; ama kız, insan yüzüne o kadar hasret kalmış ki dilencinin karnını doyurmuş, neyi varsa onunla paylaşmış. Tam o sırada tabutun kapağı açılmış ve içinden bir erkek çıkmış. Kızın ve dilencinin yanına gelerek kendisini her gün kimin temizlediğini sormuş. Dilenci, kızın konuşmasına fırsat vermeden: — Seni ben temizledim, demiş. Adam, dilenciye: — Dile benden ne dilersen, demiş. Dilenci bunu fırsat bilip bir sandık dolusu altın istemiş. Adam, genç kıza da ne istediğini sormuş. Kız sadece konuşan bir bebek istemiş. Her ikisinin de dileği yerine gelmiş. Genç kız, konuşan bebeğini alıp bir duvar dibine oturarak ağlamış. Bebeğe: — Onu her gün ben temizlemedim mi? Başında bekleyip dua etmedim mi, diye sormuş. Bebek, kıza: — Sen temizledin, sen dua ettin, diye cevap vermiş. Tüm bunları dinleyen adam, kızın karşısına geçip neden doğruyu söylemediğini sormuş: — Dilenci benim Tanrı misafirimdi. Onu üzmek istemedim, demiş. Bu davranışına hayran kalan adam, dilenciyi kovalayıp bütün altınları kıza vermiş, ama kız kabul etmemiş. Bir kez daha hayran kalan adam genç kıza âşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Bunu kabul eden kız, genç adamı alıp ailesinin evine doğru yola çıkmış. Geçtikleri her yere bahar getirmişler, çorak toprakları, çiçek bahçesine dönüştürmüşler.
Beyaz Ev
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Kurbağa ile Padişahın Kızı Bir var bir yokken Allah’ın kulu çokken ırak bir memleketin çok iyi bir Padişahı varmış. Çocukları olmazmış bunların. Bütün memleket padişahlarını çok severler, hâline çok yanarlarmış. Her namazdan sonra dua ederlermiş. Bir gün padişahın karısı hamile kalmış ve güzel mi güzel, şirin mi şirin bir kızları olmuş. Kızın adı hep gülsün diye “Gülücük” konmuş. Gülücük saçları sarı, mavi gözleri varmış. Babası kızı altı yaşına değer, değmez altın bir top almış ona. Kız her gün topuyla bahçeye çıkar, kendi kendine oynarmış. Bir gün topu uzak bir köşeye kaçmış. Gülücük topun arkasından koşmuş, uzanmış almaya çalışırken top ileriye gitmiş iyice. Sonra bir kurbağa görmüş. Kurbağa bir topa bakmış, bir kıza. Sonra kıza dönmüş: — Benim hiç arkadaşım yok, eğer beni evine götürüp arkadaşım olursan topunu sana getiririm, demiş. Kız kurbağaya bakmış: — Şu pisliğine bak, bir kere hiç benimle o arkadaş olabilir mi? Ben padişahın kızıyım, demiş içinden. Kız bakmış topunu alamıyor. Topu alınca kaçarım diye düşünüp: — Tamam, demiş. Kurbağa almış topu, kıza uzatmış. Kız topu alır almaz hemen kaçıp eve gitmiş. Kurbağa bakmış kızın arkasından, çok üzülmüş, kız kendisini kandırdı diye. Sonra o da zıplaya, zıplaya arkasından gitmiş. Gülücük eve gelir gelmez hemen odasına gidip saklanmış. Babası gelmiş kızının yanına: — Neden koşarak geldin kızım, bir şey mi oldu yoksa, demiş. Kız, babasına: — Yok babacım, ne olacak ki oyun oynadım geldim, demiş. Sonra birden kapı çalınmış kız: — Baba açmasınlar tamam mı, demiş. Babası: — Hiç olur mu kızım, mecbur açacağız, demiş. Hizmetçiler kapıyı açmışlar, bir bakmışlar ki bir kurbağa var. Hemen padişahı çağırmışlar. — Padişahım bir kurbağa sizi istiyor, demişler. Padişah gelmiş. — Ne var küçük kurbağa, ne istiyorsun benden, demiş. O da olanı biteni, kızının yaptığını bir bir anlatmış. Padişah hemen kızını çağırıp sormuş: — Doğru mu kızım? Bak sen padişah kızısın, hem de yalan söylemek çok fenadır, demiş. Kız ağlaya ağlaya: — Evet babacım ama o bir kurbağa benim ile nasıl arkadaş olabilir ki, demiş. Babası, kızına: — Hiç olur mu kızım, hem söz vermişsin, tutman lazım hem de Allah’ın yarattığı herkes arkadaş olur, demiş. Kız utanmış, kurbağadan ve babasından özür dilemiş ve kızla kurbağa arkadaş olmuşlar.
Kurbağa ile Padişahın Kızı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
ADIK ile BIDIK Bir varmış, bir yokmuş. Adık ile Bıdık adında bir karı-koca varmış. Bu karı-koca, biraz saf adamlarmış. Bir de kızları varmış. Bunlar, bir gün kızlarını gelin etmişler. Aradan epey bir zaman geçmiş. Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da: — Şu kızı bir ziyaret etsek de gelsek, demiş. O da: — Tamam, edelim, demiş. Neyse, Adık ile Bıdık öteberiyle bir çift pabuç almışlar, yola düşmüşler. Yolda giderken üstlerinden bir karga; “Gakk!” demiş, geçmiş. Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da: — Karganın ayağında pabucu yok. Bize yalvarıyor. Pabuçları ona verelim mi, demiş. Adık: — İyi, verelim, demiş. Birbirlerini hiç kırmazlarmış; pabuçları kargaya verip yollarına devam etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Güz mevsimi gelmiş, ağaçlar yaprak döküyormuş. Kavak ağacı da rüzgâr vurdukça eğilip eğilip doğruluyormuş. Bunu gören Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da: — Bu kavak herhâlde üşüyor. Kıza aldığın basmayı* buna sarsak da üşümese, demiş. Adık: — Olur, demiş. Bunlar, bir top basmayı kavağa dolamışlar, yollarına devam etmişler. Aradan biraz daha zaman geçmiş, köye varmışlar. Yanlarında bir tek koyunları kalmış. Vardıklarında kızları çok sevinmiş, bayram etmiş. Koyunu kesmişler, pişirmişler. Tam yiyecekleri zaman Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da: — Şimdi, biz bu koyunu yersek dişlerimizin arasına dolmaz mı, diye sormuş. Adık: — Dolar vallahi, demiş. Bıdık: — Eee? Nasıl çıkartacağız? Baltalarla ormana gidelim; dişlerimizin arasını temizlemek için çöpük* kesip gelelim, demiş. Adık da: — Tamam, gidelim, demiş. Kızlarına da: — Biz çöpük yapmak için ormana gidiyoruz, demişler. O da: — Siz ormanı bilmezsiniz, ben de geleyim, demiş. Bunlar evden çıkmışlar. Yolda giderken adamın birine rastlamışlar. Adam: — Nereye gidiyorsunuz, diye sormuş. Onlar da: — Koyun pişirdik de dişlerimizi temizlemek için çöpük yapmaya gidiyoruz, demişler. Kız da ana-babasını hırsızlara karşı uyarmış. Kimseyle konuşmamalarını söylemiş, ama saf Bıdık hiç durur mu? Adama: — Biz kapıyı kilitledik. Anahtarı da şuraya koyduk. Sakın ola hırsızlık yapma, demiş. Adam da: — Hiç öyle şey olur mu, demiş. Öyle dedikten sonra da onları yolcu edip doğru eve gelmiş. Anahtarı bulup eve girmiş. Kazandaki koyunu bir güzel yemiş, kemiklerini de tekrar kazana koymuş. Kapıyı da kilitlemiş, anahtarı aynı yere koyup ortadan kaybolmuş. Adık ile Bıdık, bir de kızları, ormanda çöpük kesip eve dönmüşler. Kazanı kaldırmışlar ki koyunun sade kemikleri kalmış! Anahtara bakmışlar ki yerinde duruyor. — Allah Allah! Şimdi ne yapacağız? Bunu yese yese kedi yemiştir, demişler, başlamışlar kediyi kovalamaya. Kedi bir oraya, bir buraya kaçmış. En sonunda kiremitlere çıkmış. Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da: — Kediyi görüyor musun? Kiremitlere çıkmış. Bir de yalanıyor, demiş. Kediye: — Bizi de mi yiyeceksin, demiş. Kedi yine yalanmaya başlamış. Bu defa da: — Adık’ı da mı yiyeceksin, diye sormuş. Kedi yine yalanmaya başlamış. Bunlar, kediden korkmuşlar, bırakıp kaçmışlar. Adık: — Ya Bıdık! Biz bunlara ziyarete geldik, ama elimizde bir koyunumuz vardı. Onu da kediye kaptırdık. Bari biz bunların tarlasına tuz ekelim. Tuzu alan çok olur. Biz ekelim, onlar da biçip geçimlerini sağlasınlar, demiş. Bıdık: — Pekâlâ, demiş. Bunlar karar vermişler, tarlaya ekmek için iki çuval tuz almışlar. Tarlaya tuzu ekmeye başlamışlar. Adık, kızına demiş ki: — Kızım, tarlanıza tuz ektik. Bu tuz büyüyene kadar tarlana kimseyi koyma. Bütün dünya tuz yiyor. Büyüyünce zengin olursunuz. Kız da: — Olur, baba demiş. Adık ile Bıdık, tuzu ektikten sonra köylerine geri dönmüşler. Aradan biraz zaman geçince kızlarına mektup yazmışlar. — Kızım, tuzlar büyüdü mü? Kız da cevap yollamış ki: — Yok, tuz hiç büyümedi. Demişler ki: — En iyisi gidip biz bakalım, tuzdan alan var mı? Yola düşmüşler, kızlarının evine gelmişler. Tarlaya bakmışlar ki ektikleri tuzu bırak, ot bile kalmamış! Bıdık: — Ne yapalım, diye sormuş. Adık: — En iyisi biz bu tarlayı bekleyelim. Bakalım bu tuzu kim toplamış, demiş. Bunlar, ellerine tüfeği almışlar, başlamışlar dolaşmaya. Öğlen sıcağı basınca da bir ağacın dibinde oturmuşlar. Dinlenirken Adık’ın alnına bir sinek konmuş. Bıdık: — Adık! Adık, demiş. Adık: — Efendim Bıdık, demiş. Bıdık da eliyle Adık’ın alnını gösterip: — Tuzları çalanı yakaladım. Aha, seni de yiyecek, demiş. Tüfeği çekmiş, Adık’a: — Dur, kımıldama, demiş. Sineği vuracağım derken Adık’ı da alnının ortasından vurmuş. Ağlaya ağlaya da köye dönmüş. Bu masal da burada bitmiş...   *basma: Üzerinde baskı ile yapılmış renkli biçimler bulunan pamuklu kumaş. *çöpük: Kürdan.
Adık ile Bıdık
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AKILDANE Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Bu adamın hem genç hem de güzel bir karısı varmış. Yaşlı adam, bir gün evindeki buğdayları almış, değirmene öğütmeye götürmüş. Değirmenden dönerken köprünün altında koskoca bir karpuz görmüş. O zaman da mevsim kışmış, hava da çok soğukmuş. Yaşlı adam kendi kendine; “Hayrola? Bu havada bu karpuzun işi ne ki? Şimdi bunu alıp köye götürsem bir Allah’ın kulu bile bana inanmaz. En iyisi köye gidip söyleyeyim. İnanan inanır, inanmayan inanmaz,” demiş. Adam dönüp köye gelirken yolda bir delikanlıya rastlamış. Bu delikanlı, meğerse yaşlı adamın karısına göz koymuş. Adamı görünce: — Değirmenden mi geliyorsun, diye sormuş. Yaşlı adam: — He, oradan geliyorum, ama garip bir şey oldu. Köprünün altında bu havada koca bir karpuz gördüm. Alıp getiremedim. Kimse bana inanmazsa da bari ahaliye haber vereyim, diye cevap vermiş. Delikanlı, yaşlı adamın dediklerine inanmamış, fakat hemen şeytanca düşünmüş: — Hadi baba, sen şimdi eve git, ununu koyup gel! Sonra da seninle o anlattığın karpuz için bahse girelim, demiş. Yaşlı adam: — Olur, demiş, kabul etmiş. Adam eve gidince delikanlı da koşa koşa köprünün oraya varmış. Bakmış ki gerçekten koskoca bir karpuz… Hemen karpuzu koparıp saklamış. Sonra da koşa koşa geri gelmiş. Yolda yaşlı adamla karşılaşınca: — Hadi, şimdi bahse girelim mi, demiş. Yaşlı adam ne bilsin başına ne gelecek!? — Olur, girelim, demiş. O zaman delikanlı: — Bak şimdi, gidip köprünün oraya bakacağız. Sen karpuzun olduğunu söylüyorsun, ama ben inanmıyorum. Eğer karpuz ordaysa sen kazanacaksın, yoksa ben kazandım demektir. Bahsi kim kazanırsa o, öbürünün evine gidip istediği bir şeye el koyacak, tamam mı, demiş. Yaşlı adam, onun şeytanlık düşündüğünden haberi yok ya: — Tamam, öyle olsun, demiş. İkisi beraber köprünün oraya gitmişler ki ortalıkta karpuz marpuz yok… Yaşlı adam şaşırıp kalmış. Oradan ayrılıp eve gelmiş. Olup biteni karısına anlatmış. Karısı bunu duyunca şöyle bir düşünmüş. Kocasına demiş ki: — Ben şimdi anladım; onun gözü bende, bana el koyacak. Sen şimdi ona git de ki; “Bana kırk gün müsaade et, kırk birinci gün gel, ne istiyorsan ona el koy.” Yaşlı adam kalkıp delikanlının yanına gitmiş, kırk gün izin istemiş. O da kabul etmiş. Adam eve gelmiş ya; yeri, göğü ateş olmuş. Başını iki elinin arasına alıp düşünmeye başlamış. Bu hâl bir hafta kadar devam etmiş. Karısı, adamı böyle gördükçe üzülüyormuş. — Kalk, hazırlan, İstanbul’a git. Orada babamın Akıldane’si var. Ona her şeyi anlat, ondan akıl al da gel, demiş. Adam, İstanbul’a gitmiş, Akıldane’nin evini bulmuş. Akıldane evde yokmuş, karısı yaşlı adamı içeri almış. Akıldane’ye de; “Çabuk eve gelsin, bir misafiri geldi.” diye haber yollamış. Akıldane, o zamanlar sarayda padişahın yanında duruyormuş. Ona akıl hocalığı yapıyormuş. Haberi alan Akıldane, padişahtan müsaade istemiş, hemen eve gelmiş. Bakmış ki üstü başı yırtık pırtık yaşlı bir adam oturuyor. Hemen üst baş getirmiş, adama giydirmiş. Aradan bir vakit geçmiş geçmemiş; padişah, Akıldane’ye; “Yanına misafirini de alsın, çabuk saraya gelsin.” diye haber yollamış. Akıldane, misafirini de yanına almış, sarayın yolunu tutmuş. Yolda giderken yaşlı adama epey bir tembihte bulunmuş. — Saraya vardığımızda ben nereye oturursam sen de yanıma otur. Sakın kimseye yerini verme, demiş. Bunlar saraya gidince Akıldane hemen padişahın yanına oturmuş, yaşlı adam da onun yanına oturmuş. Az sonra başka gelenler olmuş, yaşlı adam yerini vermiş. Bir, beş derken her gelene yer verince kendi de kapının ağzına kadar gelmiş. Akıldane bunu görmüş, ama hiçbir şey yapamamış. Herkes tamam olunca padişah: — Haydi bakalım, şu karpuzu alın da gelin, diye emretmiş. Gelenlerden biri çelik gibi yerinden fırlamış, karpuzu kucaklayıp padişahın huzuruna getirmiş. Padişah bu sefer de: — Kimde bıçak varsa bu karpuzu kessin de görelim, demiş. Hiç kimse yerinden kalkmamış. Yaşlı adam yerinden kalkıp karpuzun yanına varmış. Cebindeki bıçağı çıkarıp kesmeye başlar başlamaz padişah çok hiddetlenmiş. — Bu bıçak, zamanında babamın hazinesindeydi. Hazine soyulunca bu bıçak da kaybolmuştu, şimdi o işi yapanı buldum, diye bağırmış. Adam da, Akıldane de, oradakiler de şaşırıp kalmışlar. Padişah: — Çabuk bu adamı asın, diye gürlemiş. Akıldane, padişahın yanına gidip: — Efendim, iznin olursa kendisini bir gece misafir edeyim, demiş. Padişah istememiş. — Olmaz, bunu eve götürürsen akıl öğretirsin, demiş. Akıldane yalvarmış, yakarmış. — Yemin olsun ki ona evde hiçbir şey söylemeyeceğim, diye söz vermiş, padişahtan zorla izin almış. İkisi birlikte eve gelmişler. Akıldane, yaşlı adama arkasını dönüp oturmuş, başındaki kalpağını da dizinin üstüne koymuş. Kalpağa bakarak konuşmaya başlamış: — Kalpak! Kalpak! Sana diyorum, sana! Yarın seni asmaya götürecekler. Götürürken diyeceksin ki; “Benim babam kervancıydı, ben de babamın yanında İstanbul’a gitmiştim.” Kalpak, sana diyorum! “Babamla İstanbul’a gelip develerin yükünü aldık, sonra da oradan ayrıldık. Bir ağaçlık yerde mola verdik. Babam bana dedi ki; ‘Biraz odun topla da kahve pişirelim.’ Kalpak, sana söylüyorum kalpak! “Ben odun toplamak için oradan ayrıldım. Geri döndüğümde babamın yanında biri vardı.” Kalpak, sana söylüyorum kalpak! “Yanlarına iyice yaklaştığımda yanında kimse yoktu, babam da bir bıçakla bıçaklanmış yerde yatıyordu.” Kalpak, sana söylüyorum, sana! “Ben bıçağı babamın karnından aldığımda babam ölmüştü. Üstelik ben o zamanlarda on iki, on üç yaşındaydım.” Kalpak, sana söylüyorum kalpak! “O zamandan bu zamana bu bıçağı saklıyordum ki babamın düşmanını bulayım diye.” İşte seni sabah asacaklar kalpak! Seni darağacına götürünce sana soru sorarlar. Kalpak duyuyor musun? Sana söylüyorum. Benim bu anlattıklarımı sen de orada söylersin, tamam mı? Sabah olmuş, Akıldane ile yaşlı adam saraya gitmişler. Akıldane söz verdiği üzere adamı padişaha teslim etmiş. Az sonra cellatlar darağacına götürmek için adamın yanına gelmişler. — Seni asmaya götürüyoruz; bir arzun, bir isteğin var mı, diye sormuşlar. Fakat adamdan hiç ses çıkmamış. Cellatlar ipi boynuna geçirince Akıldane’nin akşamki söyledikleri aklına gelmiş. Hepsini bir bir anlatmış. Cellatlar boynundaki ipi çıkarmışlar. Padişaha: — Bu anlattıklarından sonra biz bunu asamayız. Bir mahkeme kurulsun, ondan sonra asılıp asılmayacağına karar verilsin, demişler. Padişah, Akıldane’nin yanına gelerek: — Misafirin davadan vazgeçsin, iki deve yükü altın vereyim, demiş. Yaşlı adam bunu kabul etmiş. Altınları gören adam, Akıldane’ye; “Allah’a ısmarladık!” bile demeden oradan ayrılmış. Biraz yol gittikten sonra köyde gördüğü karpuz aklına gelmiş. Geri dönmüş, olanları Akıldane’ye anlatmış. Akıldane de ona şöyle söylemiş: — Köye gittiğin zaman bir ev yaptır, ama kapısını, penceresini açtırma! Bir de balkon yaptır, bu balkona da karını koy! Bu balkona çıkmak için de süslü bir merdiven yaptır. Sonra da karında gözü olan adamı evine davet et! Köyüne dönen adam, Akıldane’nin dediği evi yaptırmış. Sonra da delikanlıyı çağırmış. — Artık istediğini alabilirsin, demiş. Delikanlı elini merdivene atınca yaşlı adam arkasından bağırmış: — Sen demiştin ya! “Neye el koyarsak o onun olacak.” diye… Madem elini merdivene koydun, şimdi merdiveni al, git, demiş. Delikanlı neye uğradığını şaşırmış. Eee, yapacak bir şey de olmayınca çaresiz çekip gitmiş. Yaşlı adam da karısıyla uzun yıllar mutlu, mesut yaşamış...
Akıldane
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
AKILLI OĞLAN DELİ OĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski devirde memleketin birinde biri akıllı, biri de deli, iki kardeş yaşarmış. Bunların hem ihtiyar hem de hasta bir babaları varmış. Deli oğlan durmadan babasıyla abisinin başına türlü türlü dert açarmış. Bir gün abisi, deli oğlanı yanına çağırıp: — Bugün babamı ve çamaşırlarını yıkayacağım. Sen de git, ormandan bir araba odun getir, demiş. Deli oğlan kabul etmeyip: — Olmaz! Bütün zor işleri bana yaptırıyorsun, kolayları sen yapıyorsun. Getirmem, demiş. Abisi: — O zaman ben ormana gidiyorum, ama babama iyi bak, diye tembihlemiş. Abisi gidince deli oğlan bir kazan kurmuş, altına da ateş yakmış. Su ısınırken, bu kendi kendine konuşmaya başlamış; “Ne lüzumu var bir babamı, bir çamaşırlarını yıkamanın? En iyisi ayrı ayrı olacağına ikisini birden kazana oturtayım. Hem kendini hem de çamaşırlarını yıkayayım,” demiş. Babasını kucaklayıp kazanın içine koymuş. Su kaynar olduğu için adam haşlanmış, hemen ölmüş. O da babasını yıkadığını düşünmüş. Adamı kazandan çıkarmış, götürüp yatağına yatırmış. Sonra gitmiş, yumurta pişirmiş. Getirip babasının önüne koymuş, gitmiş. Biraz sonra geri gelmiş. Bakmış ki babası yumurtayı yememiş. Adamın eline sopayla vurmuş, — Demek nazlanıyorsun ha, demiş. Adamı bir güzel dövmüş, ama adam hiç kıpırdamıyormuş. Bir müddet sonra abisi gelmiş. Babasını o vaziyette görünce deli oğlana bir iyi kızmış. Bu da abisini dövmüş. Yapacak bir şey yok! Babalarının cenazesini götürüp gömmüşler. Eve gelir gelmez deli oğlan: — Babamın mirasını bölüşelim, demiş. Babalarından iki ahır kalmış. Biri yeni yapılmış, biri eski ahırmış. Birkaç tane de sığır kalmış. Abisi:  — Tamam, bölüşelim. Küçük olduğun için önce sen seç, demiş.  Deli oğlan yeni ahırı almış, eski ahır da akıllı oğlana kalmış. Sıra hayvanları paylaşmaya gelmiş. Deli oğlan: — Hayvanlar yeni ahırı beğenir. Ben yeni ahırı alayım, demiş.  Sonra da abisine dönüp demiş ki: — Hayvanları serbest bırakalım. Hayvanlar hangi ahıra girerse ona razı olalım, tamam mı? Akıllı oğlan razı olmuş. Akşam olunca hayvanlar yaylımdan gelmiş. Ayakları alışık olduğu için eski ahıra girmişler. Yeni ahıra kala kala bir topal inek kalmış. Ertesi gün, iki kardeş otlatmak için hayvanlarını ahırdan çıkarmışlar. Deli oğlanın ineği topal olduğu için yürüyemiyormuş. Deli oğlan: — Bu ineğin bir ayağı kısa ya, ondan yürüyemiyor, demiş. Eline baltayı aldığı gibi hayvanın öbür ayağını kesmiş. Bakmış ki hayvan düz durmuyor. — Bu böyle olmaz. En iyisi öbürlerini de keseyim, hepsi birbirine eşit olsun, demiş. Eline baltayı almış, hayvanın ön ayaklarını da kesmiş. Hayvanın kalkması için akşama kadar beklemiş. Bakmış ki hayvan kalkmıyor, hayvanı boğazlamış. Etini parçalamış. Bu sefer de satmak için müşteri beklemeye başlamış. Ama yanına kurtlar, kuşlar, yılanlar geliyormuş. Bir tek insanoğlu bile gelmemiş. Deli oğlan, müşteri zannettiği kurda, kuşa, hayvanın etini parça parça atmış. Bir yandan da hayvanlara: — Borcumu isterim ha, diyormuş. Böylece etler bitene kadar atmış. Sonunda tüketmiş. Aradan birkaç hafta geçmiş. Müşterileri hâlâ borçlarını vermiyorlarmış! Deli oğlan, bu duruma çok kızmış. Doğruca ormanın yolunu tutmuş. İneği sattığı yere gelmiş. Ağaçtaki kuşları kovalamış. Bu sırada yanında bir yılan görmüş. — Hâlâ borcumu vermedin, boyundan utan, diye diye yılanı takip etmiş. Yılan kendini bir deliğe atmış. Deli oğlan bu sefer borcunu almaya kararlıymış. Derhâl deliği kazmaya başlamış. Kazarken bir küp altın çıkmasın mı? — Sonunda yola geldin de borcunu ödedin, demiş. Küpü almış, evine gelmiş. Altın bulduğunu abisine söylemiş. Akşam olunca abisi onu köyün imamına göndermiş. — Git, imam efendiden bir ölçek iste! Ama altından hiç bahsetme, diye tembih etmiş. Deli oğlan, imam efendinin evine gitmiş. — İmam efendi, şu ölçeğini biraz ver de altın ölçmeyeceğiz, demiş. İmam efendi, deli oğlanın söylediğinden şüphelenmiş. Ölçeğin bir yerine sakız yapıştırıp vermiş. İki kardeş, altınları ölçtükten sonra ölçeği götürüp vermişler. Sakızın olduğu yere yapışan bir altını da görmemişler. Ertesi gün imam gelip: — Sizin dün ne ölçtüğünüzü biliyorum. Yarısını bana vermezseniz sizi şikâyet ederim, diye tutturmuş. İki kardeş, ne ettilerse de imamı vazgeçirememişler. En sonunda imamı öldürmüşler. Samanlıkta bir kuyu eşmişler. Akıllı oğlan, bir koyun kesmiş. İmamın cesedini bir koyun postuna sardıktan sonra gömmüş. Deli oğlana: — Bu yaptığımız işi sakın kimseye söyleme, diye tembih etmiş. Bir gün, iki gün derken imam efendiyi ortalıkta gören olmamış. Sorup soruşturmaya başlamışlar. Ama deli oğlan arada bir: — İmam efendiyi biz öldürmedik ki, diye söylüyormuş. Deli oğlandan şüphelenmeye başlamışlar. Bir gün: — Nereye gömdünüz, deyip sormuşlar. Deli oğlan da: — Onu samanlığa gömmedik, demiş.  Köylüler vaziyeti anlamışlar. Doğru samanlığa gidip deli oğlana kazdırmaya başlamışlar. Bir müddet kazdıktan sonra deli oğlan oradakilere: — İmamın tüyleri beyaz mıydı, demiş. Biraz daha kazmış. — İmam çift tırnaklı mıydı, diye sormuş. Adamlar: — Hayır, demişler. Deli oğlan: — İmamın boynuzları var mıydı, diye sorunca köylüler kızmışlar. — Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? İmamın tırnağı, boynuzu olur mu, demişler. Oğlanı orada bir güzel dövmüşler. — Bir daha senin sözüne inanmayacağız, deyip oradan ayrılmışlar. Böylece iki kardeş yakalanmaktan kurtulmuşlar...
Akıllı Oğlan Deli Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BEŞ SALKIM BAĞ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok demesi günahmış. Vaktin birinde Beş Salkım Bağ adında bir adam varmış. Bir de omcası* varmış. Her sene bir tilki gelir, beş salkım üzümünü yer, gidermiş. Bu tilki, her sene aynı zamanda gelirmiş. Böyle böyle beş altı sene gelip gelip yemiş. Bunun canı yanmış. Tilkiye tuzak kurmuş. Tilki tuzağa düşünce yakalamış, demiş ki: — Sen benim canımı yaktın. Ben de senin canını yakacağım. Seni öldüreceğim. Tilki kurnaz... Kanar mı? Kanmaz... Adama: — Sen beni öldürme, ben seni evlendireyim. Filan yerde bir padişah var. Onun kızını sana alayım, demiş. Tilkiyle Beş Salkım Bağ, padişahın yanına varmışlar. Tilki, padişahın kızına dünür olmuş. — Filan yerde bir adam var. Çok zengin, çok da iyi… Allah’ın emri, peygamberin kavliyle bu adam için senin kızına dünürüm, demiş. Padişah: — Kimmiş bu adam? Getir de bir göreyim, demiş. Tilki, Beş Salkım Bağ’ın yanına gelerek: — Seni istediler. Gideceğiz, seni görecekler, demiş. Beş Salkım Bağ: — Ben böyle nasıl giderim? Üstüm, başım yırtık. Başka bir şeyim de yok! Padişahın huzuruna böyle nasıl varayım? Üstelik evim, eşiğim de yok, demiş. Tilki: — Olsun, her şeyin bir kolayı var. Gel, gidelim, demiş. Bunu alıp gitmiş. Bir taşın dibine oturtturmuş. Kendi de padişahın yanına varıp: — Padişahım, size getiriyordum, ama bir grup atlı geldi, bunu soydular. Üstünü, başını aldılar, çıplak kaldı. Bir taşın üstünde oturuyor. Onun için getiremedim, demiş. Padişah, yanındakilere emir vermiş: — Gidin, bir urba* kestirin. Üstünü, başını giydirip getirin, demiş. Adamlar, padişahın dediğini yapmışlar. Giydirmişler. Bu arada tilki: — Sakın üstüne, başına bakma! “Bu adam hiçbir şey görmemiş.” derler. Seni kınarlar, demiş. Padişahın yanına gelince bu dayanamamış, üstüne başına bakmaya başlamış. Oradakiler merak edip tilkiye sormuşlar: — Bu niye ikide bir üstüne başına bakıyor? Tilki de: — Aman padişahım! Bunun bir elbisesi vardı ki sormayın. Herhâlde beğenmedi de ondan bakıyor, demiş. Bunun üstüne padişah: — Gidin, daha güzel bir urba kestirin, diye emretmiş. Adamlar alıp getirmişler. Giydirdikten sonra Beş Salkım Bağ yine üstüne, başına bakmaya başlamış. Yine beğenmedi diye bir urba daha kestirmişler. Bu sefer bakmamış. Tilki de padişaha bunu övüp duruyormuş. — Şöyle zengin, böyle saltanatlı, deyip ballandırıyormuş. Padişah: — Gidin, bunun zenginliğini sorun, soruşturun. Neyi var, neyi yoksa görelim, diye emretmiş. Tilki öne düşmüş, askerler arkada… Bunlar böyle gidedursunlar, tilki bir davar çobanına rastlamış. Davar çobanına demiş ki: — Bak! Şu gelen askerler; “Bu davarlar kimin?” derlerse; “Beş Salkım Bağ’ın.” deyin. Yoksa sizi keserler, demiş. Adam korkudan: — Tamam, demiş. Tilki yoluna devam etmiş. Bu sefer bir sığır çobanına rastlamış. — Arkadan gelen askerler; “Bu kimin sığırı?” diye sorarlarsa “Beş Salkım Bağ’ın.” deyin. Yoksa sizi keserler, demiş. O da: — Tamam, demiş. Tilki, bu sefer deve güden bir çobana rastlamış. Ona da aynı şeyleri söylemiş. Oradan bir konağa gelmiş. Bu konakta yaşlı bir karı koca oturuyormuş. Onlara demiş ki: — Şu gelen atlıları görüyor musunuz? Onlar sizi kesecek. Onlar da: — Eee, biz şimdi ne yapacağız, demişler, Tilki de: — Ne mi yapacaksınız? Aha şu tandıra girin! Siz girince tandırı kapatırım. Onlar gittikten sonra sizi buradan çıkarırım, demiş. Yaşlı karı kocayı tandıra koymuş. Bir kibrit çakıp bunları yakmış. Bir de bakmış ki askerler kapıya gelmiş. Hemen yanlarına varmış, buyur etmiş, içeri almış. Askerler bakmış ki her şey yerli yerinde; tertip, düzen tamam. Askerleri yedirmiş, içirmiş, yollamış. Askerler, padişahın yanına varıp: — Padişahım, bir zengin ki öyle böyle değil. Bir sürü davarı, bir sürü sığırı, bir sürü de devesi var. Deve güdeni ayrı, sığır güdeni ayrı, davar güdeni ayrı… Bir de konağı var ki sorma gitsin, demişler. Padişah, bunun üstüne kızını vermiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Bir gün tilki, Beş Salkım Bağ’ın yanına varmış: — Beni yıka, demiş. Beş Salkım Bağ da: — Hele pis tilkiye bak! Ben seni niye yıkayayım, demiş. Tilkiyi kuyruğundan tuttuğu gibi fırlatmış. Tilkinin de zoruna gitmiş. Demiş ki: — Ha! Yapmasını nasıl bildimse bozmasını da bilirim! Doğru padişahın yanına varıp: — Padişahım, kızınız bir perişan, bir perişan ki sormayın. Gidip kızınızı alın, getirin, demiş. Padişah şaşırmış: — Nasıl olur, demiş. Tilki: — Vallahi bilmem, ama öyle, demiş. Padişah, askerlerini çağırıp: — Gidin, kızımı alın, getirin, demiş. Tilkiyle askerlerini göndermiş. Tilki yine öne düşmüş. Gitmiş, Beş Salkım Bağ’ın evine: — Bak, gördün mü? Padişahın askerleri, kızı almaya geliyorlar, demiş. Beş Salkım Bağ, tilkiye yalvarmaya başlamış: — Ooo, tilki! Etme, eyleme! Tek kızı götürmesinler, her dediğini yaparım, demiş. Tilki bunu duydu ya… Hemen askerleri karşılamış. — Ooo!.. Buyurun! Buyurun, demiş. Askerler şaşırıp: — Hani padişahın kızı perişandı? Sen böyle demedin mi? Biz kızı götürmeye geldik. Peki, ne oldu, demişler. Tilki de alaylı alaylı: — Amaaaan! Dağın tilkisi mi tükenir? Karnı yemeyenin* biri gelip söylemiştir. Bakın, kızınız nasıl iyi, demiş. Askerleri yedirmiş, içirmiş, göndermiş. Yine kapının önüne yatmış. — İlla beni yıkayacaksın, deyip duruyormuş. Kız da bir kazan su kaynatmış. Tilkinin üzerine dökmüş. Tilki ölmüş, bunlar da kurtulmuşlar. Yiyip, içip muratlarına ermişler...   * omca: Bağ kütüğü. * urba: Halk ağzında giysi. * karnı yememek: Kıskanmak.
Beş Salkım Bağ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BİLDİK Bir varmış, bir yokmuş. Bildik adında bir oğlan varmış. Bir gün köydeki kızlardan bir kaçı Bildik’in yanına gelmişler. — Biz odun toplamaya gidiyoruz. Sen de bizimle gel, demişler. Bildik: — Anam hedik* yapmıştı. Gidip biraz getireyim de yolda yeriz, demiş. Eve gidip biraz hedik getirmiş. Hep beraber yola çıkmışlar. Giderken yolda bir çeşme görmüşler. Çeşmenin başında biraz dinlenmişler, hedik yemişler, su içmişler. Kızlar, birden: — Çok geç kaldık. Hemen odunları toplayıp eve dönmemiz lazım, demişler. Bildik: — Ben odun toplamam. Siz benim yerime de toplayın. Madem hediğimi yediniz, işimi de siz yapın, demiş. Kızlar kabul etmişler. Bildik, odun toplamadan kenarda öylece oturmuş. Otururken yaşlı bir kadın görmüş. Kadın, bunlara doğru geliyormuş. Meğerse bu kadın, insan yiyen biriymiş. Kızlara: — Kızlar, odun toplamaya mı geldiniz, demiş. Kızlar da: — Evet, demişler. Yaşlı kadın: — Akşam karanlığı çöktü. Eve gidemezsiniz. Bu gece benim misafirim olun. Yarın sabah erkenden odunlarınızı toplayıp gidersiniz, demiş. Kızlar, kendi aralarında: — Eyvah! Bildik odun toplamadığından akşama kaldık. Bu gece burada kalırsak ya kadın bize bir şey yaparsa, demişler. Bildik, bunların dediğini duymuş. — Bir şey olmaz. Gelin, kadınla gidelim, demiş. Hep beraber kadının mağarasına gitmişler. Kadın, hepsine bir yatak sermiş. Yorgun oldukları için uyumaya başlamışlar. Yaşlı kadın seslenmiş: — Kim uyuyor, kim uyanık? Bildik demiş ki: — Herkes uyuyor, bir Bildik uyanık. Yaşlı kadın: — Bildik niye uyanık? Bildik: — Anam bana geçen akşam bu saatlerde nohut kaynatmıştı. Onu hatırladım, canım istedi de o yüzden uyuyamadım, demiş. Yaşlı kadın da: — Dur, sana nohut kaynatayım da uyu, demiş. Kadın, nohut kaynatmış, birlikte yemişler, tekrar yatmışlar. Biraz zaman geçtikten sonra Bildik: — Ana! Çok susadım, demiş. Kadın: — Peki, ne yapayım, diye sormuş. Bildik: — Git, bana dereden su getir, demiş. Kadın da: — Ne ile getireyim suyu, demiş. O da: — Kalbur ile getir, demiş. Kadın, kalburu aldığı gibi doğru dereye gitmiş. Kalburu suya daldırdıkça kalbur dolmamış. Ne yaptıysa, ne ettiyse olmamış. Kadın, bunun üzerine başlamış kalburun deliklerini doldurmaya. Entarisinden parça koparıp kalburun deliklerini tıkasa da bir türlü suyu dolduramamış. Bildik, kadını suya gönderir göndermez hemen kızları uykudan uyandırmış. Evlerine yollamış. Kendisi de yorganı başına çekmiş, uyuyormuş gibi yapmış. Kadın, suyu dolduramadığı gibi bir de perişan olmuş. Mağaraya geri dönmüş. Bir de bakmış ki kızlar yok! — Bildik! Hani ya kızlar, demiş. Bildik de: — Ana, ben biraz önce uykuya daldım. O sırada kızlar kaçmış demek ki, demiş. Kadın da: — O zaman ben de seni kızartır yerim, demiş. Hemen Bildik’i yakalayıp çuvala koymuş, ağacın birine asmış. Bildik’i pişirmek için odun toplamaya gitmiş. Bildik, kendi kendine; “Kızlar kaçtı, kurtuldu. Ben şimdi ne yapacağım,” demiş. Birden aklına cebindeki bıçak gelmiş. Bıçağını çıkarıp çuvalı yırtmış, yere düşmüş. Hemen kadının oradaki danasını çuvala koyup yeniden ağaca asmış. Ondan sonra da dama çıkmış. Bir de bakmış ki kadın sırtında odunla geliyor. Kadın eve gelip ocağı odunla doldurmuş. Bildik de bacadan ateşin üstüne toprak atmış, söndürmüş. Kadın, toprağı atanın tilki olduğunu zannetmiş. — Tilki, kalkarsam seni dişimin kovuğuna koyarım, demiş. Bildik de kadını dama çıkarmak için uğraşıyormuş. Bu defa da damda gezinmeye başlamış. Kadın, bu gezeni fare sanmış. — Fare, kalkarsam seni dişimin kovuğuna koyarım, demiş. Derken, kadın şişleri kızdırmış, çuvala batırmış. Batırır batırmaz da dana böğürmeye başlamış. Kadın, dananın sesini duyunca dövünmeye başlamış. — Bildik, beni danamdan ettin, diye bağırmış. Bildik de kadının mağarasında ne var, ne yok alıp uçurumun kenarına götürmüş. Kadına: — Ana! Neyin var, neyin yok, hepsini atacağım, demiş. Kadın, bunu duyunca iyice kızmış, Bildik’e saldırmış. O da tam kadın geldiği sırada kenara çekilmiş. Kadın uçurumdan aşağı yuvarlanmış, ölmüş. Bildik de kadının neyi varsa yüklenip köyüne dönmüş. Mutlu, mesut yaşamış...   *  hedik: Kaynatılmış buğday, bulgur, mısır vb. şeyler. 
Bildik
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÇİL PARA Eski zamanlarda bir kadın yaşarmış. Bu kadının Çil Para adında bir oğlu varmış. Bir gün, kızlar süpürgeye gideceklermiş*. Çil Para, bunu duyunca annesinin yanına gelip: — Ana, bana bir yağlı, bir ballı dürüm hazırla! Kızlar süpürgeye gidiyor, ben de gideceğim, demiş. Annesi de: — Oğlum, onlar kız, süpürgeye gidiyor. Senin ne işin var, demiş. O da: — Ben de gideceğim, demiş. Annesi bir yağlı, bir de ballı dürüm dürmüş, bu da kızların arkasına düşmüş. — Kızlar, durun durun gitmeyin, size ballı dürüm vereceğim, demiş. Kızlar durmuş, beklemişler. Dürümü kızlara pay etmiş. Varmışlar süpürgenin dağına. Çil Para hoplamış, dala çıkmış. Kızlar: — Çil Para, in de süpürgeni çek, demişler. Çil Para da: — Yok, ballı dürümü yemesini bildiniz, yağlı dürümü yemesini de bildiniz. Süpürgemi siz çekeceksiniz, demiş. Kızlar; “Yok!” demişlerse de Çil Para oralı olmamış. Çil Para’ya birer tutam verip bir şelek* de ona yapmışlar. Akşam olunca kızlar, Çil Para’ya: — Süpürgeni yaptık, al, götür, demişler. Çil Para: — Yok, götürmem. Ballı dürüm yemesini bildiniz, yağlı dürümü yemesini de bildiniz. Süpürgemi niye götürmüyorsunuz, demiş. Kızlar, soluk soluğa bunun süpürgesini de taşımışlar. Derken hava kararmış. Köye yetişememişler. Köyün yolunu şaşırmışlar. Orada uzakta bir köy varmış. Bir evin bacasından kaba kaba tütün tütüyormuş. Bir evin önünde de it ürüyormuş. — İt ürüyen eve mi varalım? Tütün tüten eve mi varalım, demişler. Çil Para demiş ki: — İt ürüyen eve gitsek it bizi tutar. İyisi mi tütün tüten eve varalım. Varıp kapıyı çalmışlar. Çalsalar ki o ev caz karısının eviymiş. Caz karısı, orada oturuyormuş. Caz karısı, kapıyı açınca bunları kalabalık görmüş ya, canına minnet! — Gelin yavrularım, demiş. Bunları içeri almış. Üşümüşlerdir diye bunların çektiği süpürgeyi de almış, ocağa basmış. Bunları bir ısıtmış ki... — Acıktınız mı yavrularım, demiş. Bunlar da: — Acıktık, demişler. Caz karısı, memesini kesmiş, bunlara kavurma yapmış, yedirmiş. — Yorulmuşsunuzdur, demiş, yatak yapmış, yatırmış. Caz karısı: — Benimle yatanınız olacak mı, diye sormuş. Çil Para: — Ben seninle yatarım ebe*, demiş. —İyi, sen benimle yat, demiş o da. Çil Para, caz karısıyla yatmış. Caz karısı, durmuş durmuş, Çil Para’yı ısırmış. Çil Para demiş ki: — Ebe, beni bir şey ısırdı. O da: — Yat yavrum, yat! O, at karıncasıdır, demiş. Meğerse bunları yiyecekmiş; bakayım uyudular mı diye ısırıyormuş. Kadın durmuş durmuş, bir daha ısırmış Çil Para’yı. Çil Para yine: — Ebe, beni bir şey ısırıyor, demiş. Kadın bu defa da: — Yat yavrum, yat! O da it karıncasıdır, demiş. Yine yatırmış, ama Çil Para uyumuyormuş. Çil Para’nın bir bıçağı varmış. Caz karısı, memesini keserken bıçağı Çil Para’dan almış. Caz karısı, Çil Para’yı bir daha ısırmış. — Ebe, beni bir şey ısırdı, demiş Çil Para da. Caz karısı: — O ne Çil Para!? Seni niye uyku tutmadı ki, demiş. Çil Para, caz karısına: — Ebe, beni nasıl uyku tutsun!? Anam bana kırk yumurtadan kaygana* yapardı. Halburla*, gözerle* bana denizden su getirirdi, ben de içerdim. Kırk yumurtadan kayganayı yerdim de ondan sonra uyurdum, demiş. Caz karısı kalkmış, kırk yumurtadan bir kaygana yapmış. Kayganayı yedirmiş. Çil Para’ya denizden gözerle, halburla su getirmiş, içirmiş, yatırmış. Az sonra caz karısı, Çil Para’yı ısırmış, Çil Para hiç ses etmemiş. Bir daha ısırmış, yine ses vermemiş. Caz karısı: — Hah! Bunlar uyudu, demiş. Caz karısı, dişini bilemeye gitmiş ki bunları rahat yesin! Kadın gider gitmez Çil Para, kızları uyandırmış. — Kızlar, caz karısı bizi yiyecek, kaçalım, demiş. Caz karısı gelmeden kimi kapıdan kimi pencereden kaçmış. Gelse ki cazı karısı kimse yok, hepsi kaçmış! Caz karısının ağzı boşa çıkmış. Şimdi, bunlar kaçmış, evlerine gitmişler. Çil Para’nın anası da pilav pişirmiş, soğan kesecekmiş. Anası, Çil Para’ya: — Bıçağını ver de soğan keseyim, demiş. Çil Para: — Abaa! Benim bıçağım caz karısında kaldı. Ben gider bıçağımı alır, gelirim, demiş. Anası izin vermemiş, ama Çil Para: — Yok, ben gider, bıçağımı alırım, demiş. Yola düşmüş, gelmiş caz karısının evine. Hoplamış, dama çıkmış. Caz karısı da ocağın başında oturuyormuş, iniliyormuş. — Çil Para’m, sana mı yanayım? Memem, sana mı yanayım, diye ağlıyormuş. Çil Para, damdan aşağıya bir taş atmış. Caz karısı: — Karga! Varırsam gözlerini oyarım, beni oynatma, diye seslenmiş. Durmuş durmuş, bir daha atmış. — Karga! Gelirsem gözlerini oyarım, dişlerini çekerim, diye seslenmiş. Çil Para bir daha atınca caz karısı: — Vay, sen beni mi oynatacaksın, demiş, hoplamış, dama çıkmış. O dama çıkarken Çil Para da aşağıya inmiş. Caz karısı, bıçağı sandığa koymuş. Çil Para sandığa girmiş, bıçağı da beline bağlamış. Orada caz karısının cevizi varmış. Cevizi kırıp kırıp yiyormuş. Caz karısı gelmiş, ocağın başına oturmuş. Yine ağlıyormuş. — Çil Para’m, sana mı yanayım? Memem, sana mı yanayım, diyormuş. Çil Para, cevizi “Çat! Çat!” diye kırıp yiyormuş. Caz karısı bu defa da: — Sıçan! Cevizimi kırma! Gelirsem dişlerini sökerim, demiş. Çil Para bir daha kırmış. Caz karısı: — Vay sıçan! Sen beni mi oynatıyorsun, demiş, sandığa bir tekme vurmuş. Sandık düşünce Çil Para ortaya çıkmış. Caz karısı: — Vay! Seni gökte ararken yerde buldum, demiş. Çil Para’yı hemen çuvala koymuş, duvara asmış. — Gideyim de dişimi bileyip geleyim. Sonra da seni yiyeyim, demiş. Caz karısı gidince Çil Para, torbayı bıçağıyla kesmiş. Kadının kapıda bir eniği varmış, bir de ala buzağısı. Onları torbaya koymuş, ağaca asmış. Eline bir ibrik, bir kalıp da sabun almış, oradan kaçmış. Az sonra caz karısı gelmiş. Bir enikten ısırıyormuş: — Seni kapımda enik gibi çağırttırırım, diyormuş. Bir buzağıdan ısırıyor, kanını soruyormuş*. Ona da: — Seni ala buzağım gibi çağırttırırım, diyormuş. Birini ısırırken, birinin kanını sorarken aşağı indirse ki kendi köpeğiyle buzağısı! — Vay! Bu beni mi oynatıyor, demiş. Çil Para’nın arkasına düşmüş. Çil Para kaçmış, caz karısı kovalamış. Çil para suyu dökmüş, deniz olmuş. Sabunu atmış, sabundan dağ olmuş. Caz karısı oraya yıkılmış, kalmış. Çil Para, bir kavağa: — Eğil kavağım, eğil, demiş, kavak eğilmiş. Çil Para, kavağın üstüne oturmuş. Kavak doğrulunca da kavağın tepesine çıkmış. Caz karısı, yine Çil Para’nın peşine düşmüş. Bakmış ki Çil Para, kavağın tepesinde oturuyor. — Çil Para, sen oraya nasıl çıktın, demiş. O da: — Nasıl mı çıktım? Ebe, bir değirmen taşını şu dağdan getirdim. Bir değirmen taşını da bu dağdan getirdim. Hepsini üst üste koydum. Kütüğü de yaktım, üstüne oturunca hoplayıp çıktım, demiş. Caz karısı, Çil Para’ya inanmış. Bir değirmen taşını şu dağdan getirmiş. Bir değirmen taşını da başka dağdan getirmiş. Bunları üst üste koymuş. Kütüğü de yakmış, kıçını koyup üstüne oturunca caz karısı çatır çatır yanmış. Çil Para, kavaktan inmiş, gitmiş kadının evine. Bir kağnı getirmiş. Neyi var, neyi yoksa yüklemiş, anasının kapısına getirip yıkmış. Ana, oğul beraber mutlu mesut yaşamışlar...   * süpürgeye gitmek: Halk dilinde, yabanıl mısır toplamaya gitmek. * şelek: Sırtta taşınan yük. Küfe. * ebe: Büyükanne. * kaygana: Omlet. * halbur: Halk ağzında kalbur. * gözer: Buğday, toprak vb.nin elendiği iri gözlü kalbur. * sormak: Emmek.
Çil Para
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
GEYİK OĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış, az söylemesi sevapmış. Adamın birinin karısı ölmüş. Yeniden evlenmiş. Evvelki karısından da iki çocuğu varmış. Kadın geldikten sonra bir gün durmuş, iki gün durmuş. Adama: — Ben senin çocuklarının kahrını çekemem, demiş. Adam da: — Ben nasıl edeyim, nereye bırakayım? Madem istemiyorsun, götüreyim de ormana bırakayım, demiş. Azıklarını koymuş, üstlerini başlarını koymuş. Baltasını almış, ormana gitmişler. Adam, kavağın dalına kuru bir kabak asmış, sonra da çocuklara: — Yavrularım, siz burada oturun. Ben azıcık gideyim de odun keseyim, demiş. Adam, çocukları bırakıp gitmiş. Yel estikçe kabak; “Dangır!.. Dangır!” etmeye başlamış. Vakit ilerleyip de akşam olunca çocuklar babalarını seslenmişler: — Baba gelsene! Akşam oldu, bizi evimize götürsene, demişler. Biraz daha durmuşlar, yine seslenmişler; ses yok!.. — Baba, akşam ezanı oldu. Bizi götürsene, diye ağlayıp bağırmışlar. Hiç ses soluk yokmuş... Kız, kardeşine demiş ki: — Kardeşim, herhâlde babam bizi buraya bıraktı, gitti. Gel, yola düşüp de gidelim, demiş. Azıklarını almışlar, düşmüşler yola… Gitmişler… Gitmişler… Giderken bir pınara rast gelmişler. Orası da Geyik Pınarı’ymış. Oğlan: — Abla, ben çok susadım, su içeceğim, demiş. Ablası razı olmayıp: — Yok kardeş, içme! Buraya “Geyik Pınarı” derler. Geyik olup gidersin, ben yalnız kalırım. Sen olmazsan ben ne ederim, demiş. Oğlan: — Aman! Böyle yaşamaktansa geyik olup çıkarım. Yayılır, sulanır, yine gelirim yanına, demiş. Oğlan, ablasını dinlememiş. Suyu içer içmez geyik olmuş, çıkmış. Bacısının yanına düşmüş. Oğlan da geyik oldu ya, yayıla yayıla gitmişler. Bir köyün kenarına varınca bakmışlar ki bir pınar… Pınarın başında da bir ulu kavak ağacı… Oğlan: — Bacı, sen buraya çık! Ben yayılır yayılır, akşamları yanına gelirim, demiş. Kız azığını almış, çıkmış kavağın başına… Kardeşi de gündüzleri yayılıp akşam olunca gelip ağacın dibinde yatıyormuş. Sabahtan kalkıp tekrar yayılmaya gidiyormuş. Bir gün, oranın beyinin azapları*, atlarını sulamak için pınara getirmişler. Atlar suyu içmiyormuş. Suya eğildikçe horul horul geri gidiyor, sudan bir türlü içmiyormuş. Adamlar, sağa sola bakmışlar, bir şey yok… Her tarafa bakmışlar, bir şey yok... — Allah Allah! Bu atlar her zaman bu sudan içerdi. Şimdi ne oldu ki içmiyorlar, diyerek hem söylenmişler hem de şaşırıp kalmışlar. Oraya buraya derken suyun üstüne eğilip bakmışlar ki güzel mi güzel bir kızın şavkı suya düşmüş! Kafalarını kaldırınca bir de ne görsünler!? Dünya güzeli bir kız, kavağın başında öylece oturmuyor mu? Adamlar, kızı görünce: — Kız, gel, aşağı insene, diye çağırmışlar. Kız da: — İnmem de inmem, diye taban diretmiş. Neyse, adamlar atları alıp geri götürmüşler. Beyin oğluna demişler ki: — Böyle böyle bir kız var. Ağacın başına oturmuş. Yüzünün güzelliği de suya düşmüş. Atlar, bu kızın şavkını suda görünce bir türlü sudan içiremedik. Beyin oğlu, hemen hazırlanıp pınarın başına varmış. Kıza, aşağından yukarı: — Gel, aşağı insene, diye seslenmiş. Kız inat etmiş: — İnmiyorum işte, diye cevap vermiş. Kız inmeyince beyin oğlu, yanındakilere: — Bu kavağı kesin! Kızı ancak o zaman indiririz, demiş. Milleti toplamış, baltasını alan yürüyüp gelmiş. Ağaca çalmışlar, vurmuşlar, kırmışlar, yok... Tövbe kesememişler! Öyle yorulmuşlar ki: — Aman! Bu kavak, ulu bir kavak. Ne kadar uğraştıysak kesemedik. Sabah olsun yine gelip uğraşırız, demişler. Herkes köye geri dönmüş. Akşam olunca geyik yine gelip yatmış. Bakmış ki kavağı oradan, buradan kesmişler. Kesilen yerleri sabaha kadar yalaya yalaya büyütmüş. Sabah olunca da kalkıp gitmiş. Köyün ahalisi sabahleyin birbirini uyandırmış. Toplanıp kavağın yanına gelmişler. Bakmışlar ki kavak iki misli büyümüş! Baltasını eline alan başlamış kavağa vurmaya… Artık vuran vurana… Yine de bir türlü kesememişler. — Bugün de hak edemedik. Yarın sabah gelip keselim, demiş, köye dönmüşler. Akşam olmuş, geyik yine ablasının yanına yatmaya gelmiş. Bakmış ki ağacın sağını, solunu kesmişler, oraları yalamaya başlamış. Yalaya yalaya kavağı iki misli büyütmüş. Sabah olunca beyin oğlu, adamlarıyla gelip kavağa bakmış ki kavak yine iki misli daha büyümüş. Beyin oğlu, adamlarına demiş ki: — Bu böyle olmayacak; biz bu kavağı böyle kesemeyiz, bu kızı da buradan indiremeyiz. En iyisi cadı karıya söyleyelim. O, kızı nasıl indireceğini bilir. Adamlar, hemen gidip cadı karısını bulmuşlar. Cadı karısı: — Ondan kolay ne var? Bana bir sac verin, bir tahta verin, biraz da un verin. Ben gider, onu oradan indiririm, demiş. Cadı karının her istediğini bulmuş, getirmişler. Cadı karısı, ateşi bir yere yakmış, sacı bir yere kurmuş, oklavayı başka bir yere koymuş. Hamuru da başka bir yerde yoğurmuş. Kız ağacın tepesinden cadı karısını seyrediyormuş. Kadının yaptıklarından bir şey anlamamış. Ağacın üstünden seslenip: — Nene! Nene! Niye böyle pişiriyorsun? Hiç ekmek öyle pişer mi? Sacı bir yere kurdun, tahtayı bir yere koydun, hamuru da bir yere koydun, demiş. Cadı karısı da yalandan: — Aman! Ne bileyim yavrum!? Ben ihtiyar bir kadınım. Gözüm de görmüyor ki pişireyim, önüme alıp yiyeyim! Nereden sesleniyorsan gözüm görmüyor. Gel, aşağı in de bana yardım et! Beraber pişirelim yavrum, demiş. Kızın yüreği acımış. Zaten azığı da bitmiş. Kendi kendine; “Kadına yazık! Gözü de görmüyormuş. Gideyim de ekmeğini pişirip eline vereyim,” demiş, aşağıya inmiş. Kız iner inmez beyin oğlu saklandığı yerden çıkmış, bileğinden; “Şappp!” diye tutmuş. Kıza demiş ki: — Söyle bakalım, ins misin, cin misin? Kız, beyin oğlunun yüzüne bakıp: — İnsim de cinim de… Seni, beni yaratanın kuluyum, demiş. Beyin oğlu, kızın bileğini hiç bırakmamış, doğru evine götürmüş. Kız, oraya gittikten sonra beyin oğluna demiş ki: — Benim bir de geyik kardeşim var. Her gün akşam olunca gelir, benim yanımda yatar. Onu ne edeceğiz? Beyin oğlu da: — Sen hiç üzülme! Seninle beraber gider, onu da alır, geliriz. Biz nerede yatarsak o da orada yatar, demiş. Neyse, akşam olmuş... Beyin oğluyla kız, geyiği almaya gitmişler. Meğerse bu arada beyin oğlu kıza vurulmuş. — Gidip kardeşini alırız, ama sen de benimle evleneceksin, demiş. Kız, naz poz etmişse de beyin oğlunun elinden kurtulamayacağını anlamış, evlenmeye razı olmuş. Bu ikisi geyiği alıp gelmişler. Düğün hazırlıkları başlamış. Kırk gün, kırk gece düğün etmişler, evlenmişler. Artık geyik de her gün bunların yanına geliyormuş. Günler, aylar geçmiş. Bir gün kızın analığının aklına bu çocuklar düşmüş. Aynanın karşısına geçmiş: — Ooo! Ayna, sen mi güzel, ben mi? Ay mı güzel, gün mü? Aman! Kızı da yolcu ettim, oğlanı da yolcu ettim. Şimdi de yiyip, içip muradıma geçiyorum. Artık benim de bir kızım var. Söyle ayna, demiş. Ayna: — Vuuu! Ne ay güzel ne gün güzel! Ne sen güzel ne ben güzel! İlle de kız güzel! İlle de kız güzel, demiş. Kız aklına düştü ya, ondan sonra analık aynaya sormuş ki: — Neredeymiş kızın yeri? Ayna da: — Nerede olacak!? Beyin oğluna vardı. Allah etmesin, hizmetçisi bile var. Kardeşi de güzel bir geyik oldu. O da gelip yanında yatıyor. Mutlu, mesut yaşayıp gidiyorlar, demiş. Analık hırsından çatlamış. Aynaya: — Ne! Doğru mu söylüyorsun, demiş. Ayna: — Tabii ki doğru söylüyorum. İnanmazsan git, gözünle gör, demiş. Analık, doğru komşusuna gitmiş. — Vah anam, görüyor musun? Bizim kız gitmiş, bey oğluna varmış. Ne etsek ki, diye dertlenmiş. Komşusu da: — Aman! Ne canını üzüp duruyorsun? Ondan kolay ne var? Al kızını da yanına gidelim, demiş. Analık: — Oraya varıp ne diyeceğiz? Bize; “Niye geldiniz?” diye sormazlar mı, demiş. Komşu da: — “Kızımızı görmeye geldik.” deriz. Oradaki vaziyete göre de bir şeyler yaparız, demiş. Hazırlıklarını yapmış, yola düşmüşler. Yol boyu, yapacakları şeytanlıkları düşünmüşler. Gide gide beyin oğlunun evine varmışlar. Kız, bunları görünce: — Vuuu! Analığım gelmiş, komşumuz gelmiş, diye çok sevinmiş. Hâl hatır sormuş; yedirmiş, içirmiş, yatırmış, kaldırmış. Sabah olunca analık bahçedeki havuzu görmüş. — Kızım, ne güzel havuzunuz var. Hadi, sen de yıkan, biz de yıkanalım. Bir arada şenli şadümanlı yıkanırız, demiş. Kızın aklına kötü bir şey gelmemiş. — Olur, hem de çok iyi olur. Gidip lifi, tarağı, sabunu getireyim de yıkanalım, demiş. Havuzun başına oturup yıkanmaya başlamışlar. Komşu, analığa işaret etmiş ki: — Şuradan itekleyelim de havuza düşürelim. Senin kızı da beyin oğluna veririz, demiş. Analık, kızı itelediği gibi havuza düşürmüş. Meğer o havuzda çok büyük bir balık yaşarmış. Kızı olduğu gibi yutmuş. Analığın kızını da beyin oğluna vermişler. Akşam olmuş, geyik gelmiş. Her gün bacısının odasının yanında yatarmış. O gün gitmiş, havuzun başında yatmış. Ertesi gün geyik, yine havuzun kenarında yatmış. Beyin oğlu, karısının düştüğünü bilmiyor ya... Analığın kızının kendi karısı olmadığını da bilmiyor ya… Analığın kızını karısı zannedip: — Bu geyik her gün gelip yanımızda yatardı. İki gündür niye gidip havuzun kenarında yatıyor, diye sormuş. Kız da geyik sanki kendi kardeşiymiş gibi: — Amaaan! Ben ne bileyim? Şimdiye kadar kardeşimdi. Gelir, yanımızda yatardı. Daha gelip yatmıyor, ne uğraşıyorsun? Ben ona; “O sudan içme!” dedim. İçmeseydi. İçti, geyik oldu. Artık kesip yiyelim, demiş. Beyin oğlu şaşırmış: — Yoook! Sen hiç böyle demezdin de etmezdin de! Sana ne oldu ki? Akşam gelince karnını burnunu doyuruyordun; yemini, suyunu veriyordun; sırtını başını sıvazlıyordun, seviyordun. İki gündür hiç sahip çıkmıyorsun. Yem mem de vermiyorsun, demiş. — Aman! Yeter, usandım artık, demiş. Beyin oğlu, bu vaziyetten hiçbir şey anlamamış: — Dur bakalım! Bu işin içinde bir iş var, ama Allah büyüktür, demiş. Varmış, gitmiş havuzun yanına… Geyiği geriden seyretmeye başlamış. Geyik, havuzun kenarına iyice yaklaşmış, seslenmeye başlamış: — Bacı! Bacı! Neredeysen çık, gel! Bak, bıçaklar bileniyor, boğazıma dolanıyor. Çık, gelsene! Beyin oğlu hiç söylemeden eve gitmiş, sabahın olmasını beklemiş. Sabah olunca adamlarını havuzun başına toplamış. — Çabuk! Bu havuz yıkılacak, diye emretmiş. Adamlar emri yerine getirmişler. Kazmayı vurur vurmaz havuz ikiye yarılmış. Gelen balık gitmiş, gelen balık gitmiş. Az sonra bir balık gelmiş ki koskoca, havuzun içi kadarmış. Beyin oğlu: — Aman! Bu balığı tutun, karnını da yarın, diye bağırmış. Adamlar zor gücele* balığı yakalamış, usulca bıçağı sürüp balığın karnını yarmışlar. Bakmışlar ki kız orada… Kızı hemen çıkarmışlar. Kız çıkar çıkmaz da geyiğin büyüsü bozulmuş. O da tekrar insan kılığına girmiş. Bacı-kardeş birbirlerine sarılıp ağlaşmışlar. Beyin oğlu bakmış ki bunlar birbirinden ayrılmayacak, torlamış toplamış, eve getirmiş. Eve geldikten sonra merak edip sormuş: — Sana ne oldu böyle? Kız da: — Analığım gelmişti. Kızını da komşusunu da getirmişti. Havuzu görünce; “Gidip yıkanalım.” dedi. Yıkanırken beni havuza düşürdü. Balık da geldi, beni yuttu. Sonra da kendi kızını benim yerime, senin yanına koydu, demiş. Beyin oğlu, kızın analığını da kızını da kırk katırın kuyruğuna bağlatmış, memleketlerine yollamış. Kendileri de yeniden toy düğün yapmışlar, muratlarına geçmişler...   *azap: Anadolu'nun birçok bölgesinde çiftlik uşağı. *gücele: Ancak, güçlükle, zorla.
Geyik Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
HİZMETKÂRIN OĞLU Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir kadın, bir de oğlu varmış. Bu kadın, padişahın sarayında hizmetçilik yaparmış. Oğlu da bir somun ekmeğe çalışırmış. Kadının oğlu, bir gün ekmek almaya giderken bir yılan yavrusuna rast gelmiş. Çoluk çocuk, yılan yavrusunun başına toplanmış, ellerinde değneklerle öldürmeye çalışıyorlarmış. Oğlan, çocuklara: — Yılanı öldürmeyin, bana verin. Ben ona bakarım, demiş, yılanı alıp eve getirmiş. Yılan için bir kafes yapmış, beslemeye başlamış. Aradan biraz zaman geçmiş. Oğlan yine ekmek almaya gitmiş. Bu defa da bir köpek yavrusuna rast gelmiş. Çocuklar, bu yavruyu öldürmeye çalışıyormuş. Onlara: — Köpeği öldürmeyin, bana verin. Ben bakayım ona, demiş, yavruyu alıp eve getirmiş. Ertesi gün olmuş. Oğlan, yine ekmek almaya giderken bu defa da bir kedi yavrusu görmüş. Onu da çocukların elinden kurtarıp eve getirmiş. Olmuşlar üç tane... Oğlanın anası, bu duruma kızmış: — Biz zaten bir somun ekmekle zor doyuyoruz, demiş. Oğlan da yarım somunu kendi yiyormuş, yarısını da onlara veriyormuş. Böyle böyle bunları büyütmüş. Yılan, büyüyünce dile gelmiş. Oğlana: — Ey insanoğlu! Bu zamana kadar beni besleyip büyüttün. Beni dışarı sal da sana güzel bir hediye getireyim. Korkma, kaçmam! Biz sana, sen de bize alıştın, demiş. Oğlan, yılanı salmış. Yılan, birkaç zaman sonra eve dönmüş. Oğlana demiş ki: — Ey insanoğlu! Bu yüzüğü al, kimseye de söyleme. Bu yüzüğü bir tek sen bileceksin. Bu yüzük tılsımlı. Yüzüğü yalarsan kırk tane Arap hizmetçi çıkacak, sen ne dilersen yerine getirecek, demiş. Oğlan, yüzüğü almış, parmağına takmış. “Bismillah!” deyip yüzüğü yalamış. Birden karşısına kırk tane Arap çıkmış. — Dile bizden ne dilersen, demişler. Oğlan da: — Bana güzel bir sofra hazırlayın, demiş. Arap hizmetçiler bir sofra hazırlamışlar ki dillere destan; çeşit çeşit yemekler varmış. Oğlanın anası eve gelip sofrayı görünce çok şaşırmış. — Oğlum, bu ne, diye sormuş. Oğlan da: — Ne olacak ana? Allah verdi, sen de ye, demiş. Yılana söz verdiği için bunun sırrını söylememiş. Aradan bir zaman daha geçmiş. Oğlan, bir gün anasına: —  Ana! Padişahın kızını bana iste, demiş. Anası: — Oğlum, ben padişahın hizmetçisiyim. Padişah bize kız verir mi, demiş. Oğlan da: — Ana, sen git, iste. Gerisine karışma, demiş. Anası da oğlunu kırmamış; gitmiş, padişahın huzuruna varmış. Padişaha: — Padişahım! Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızını oğluma istiyorum, demiş. Padişah: — Ne diyorsun sen? Sen benim kapımda hizmetçisin. Ben ise koskoca bir padişahım. Nasıl cesaret edip de kızımı istersin, demiş. Kadını huzurundan kovmuş. Kadın, ağlaya sızlaya eve gelmiş. Oğluna demiş ki: — Oğlum, ben sana dedim. Biz kim, padişahın kızını istemek kim!? Padişah, kızını vermedi, beni saraydan attı. Oğlan: — Tamam, ana! Sen vazifeni yaptın. Gidip ben isterim, demiş. Bu defa oğlan huzura varmış. Allah’ın emriyle padişahtan kızını istemiş. Padişah: — Oğlum, sen nasıl olur da benim kızımı istersin? Anan kapımda hizmetçi. Nasıl olur da cesaret edersiniz, demiş. Oğlan iki kere daha kızı istemiş, ama padişah; “Olmaz!” demiş. En sonunda oğlan, padişah görmeden yüzüğü yalamış, ortaya kırk tane Arap çıkmış. Padişah, bunları görünce korkmuş, kızını vermeye razı olmuş. Padişah, kızını vermiş vermesine, ama kızına da tembih etmiş ki: — Kızım, ben seni bu oğlana verdim, ama bu oğlanın bir tılsımı var. Bunu öğren, bana haber et, demiş. Neyse, bunlar kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar... Kız, bir o yana, bir bu yana dolanıp durmuş. En sonunda yüzüğün farkına varmış. Oğlandan gizli, yüzüğü alıp babasının yanına varmış. — Baba! Tılsımın bu yüzükte olduğunu anladım, ama nasıl olduğunu anlayamadım, demiş. Biz haber verelim oğlandan... Oğlan, yüzüğü kaybettiğini anlayınca her yanı aramış, taramış, bulamamış. Büyüttüğü kediyle köpek, oğlanın yüzüğü aradığını fark etmişler. Kedi, köpeğe demiş ki: — Bu oğlan bizi kurtardı, bize baktı. Gel, biz bu oğlanın yüzüğünü bulalım. Padişahın sarayına gidelim. Sen kapıda bekle, ben de yüzüğü kapıp kaçayım, demiş. İkisi beraber saraya doğru yola çıkmışlar. Saray, nehrin karşı tarafındaymış. Köpek, kediyi sırtına almış, karşıya geçirmiş. Saraya varınca köpek kapıda beklemiş. Kedi de duvardan atlayıp doğruca kızın odasına girmiş. Kız, o sırada uyuyormuş. Kimse yüzüğü bulmasın diye de ağzında saklıyormuş. Kedi bunu görmüş. Odada bir fareyle karşılaşmış. Fareyi yakalamış, kuyruğunu kızın burnuna sürtmüş. Kız hapşırınca yüzük ağzından fırlamış. Kedi, yüzüğü kaptığı gibi dışarı kaçmış. Dışarıda bekleyen köpek de kedinin geldiğini görünce: — Yüzüğü bana ver, demiş. O da: — Olmaz, sen boşboğazın tekisin. Olmadık zamanda havlar, yüzüğü kaybedersin, demiş. Köpek de: — İlla vereceksin. Yoksa seni nehirden karşıya geçirmem, demiş. Kedi de razı olmuş, yüzüğü vermiş. Nehre varınca köpeğin sırtına binmiş. Nehirden geçerken karşılarına bir balıkçı çıkmış. Köpek, balıkçıyı görünce başlamış havlamaya. Havlayınca da yüzük, ağzından suya düşmüş. Kedi: — Ben sana demedim mi? “Boşboğazsın, yüzüğü kaybedersin.” demiştim, diyerek kızmış. Bunlar kara kara ne yapacaklarını düşünürken balıkçının oltasına koca bir balık takılmış. Kedi, bunu görünce: — Yüzüğü kaybettik. Bari şu balığı kapıp kaçalım da karnımızı doyuralım, demiş, balığı oltadan kapmış. Balığı alıp eve gelmişler. Oğlanın anası, balığı görünce alıp temizlemiş. Tam pişirecekmiş, bir de ne görsün!? Balığın içinde bir yüzük... Hemen oğluna haber vermiş. Oğlan, yüzüğü görünce inanamamış, çok sevinmiş. Kediyle köpek de çok şaşırmışlar, ama hiç belli etmemişler. Oğlan, hemen yüzüğü parmağına takmış, “Bismillah” deyip yalamış. Kırk tane Arap çıkmış. Onlara: — Padişahın sarayının karşısına bir saray yapacaksınız. Padişahın sarayı hiç gün görmeyecek, demiş. Kırk Arap, hemen sarayı yapmaya başlamışlar. Padişah bunu görmüş. Kızına: — Kızım, biz bununla baş edemeyiz. Saray yapılırsa gün yüzü göremeyiz. Sen en iyisi kocanın evine git, demiş. Ondan sonra kızla oğlan yeniden evlenmişler. Mutlu, mesut yaşamış, muratlarına ermişler...
Hizmetkârın Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İNCİLİ HANIM Bir adamın iki tane kızı varmış. Bu kızlar gelinlik çağına gelince büyük kızını yanına çağırıp: — Kızım, şimdi seni aç aslana mı vereyim, yoksa tok domuza mı vereyim, diye sormuş. Büyük kız demiş ki: — Aman! Aç olup aslan olacağına tok olsun, domuz olsun. Adam, büyük kızı tok domuza vermiş. Sıra küçük kıza gelmiş. Kızı yanına çağırmış, sormuş. Küçük kız da: — Tok olup domuz olacağına aç olsun, aslan olsun, demiş. Bu kızı da aç aslana vermiş. Aradan bir zaman geçmiş... Zaten zar zor geçiniyorlarmış, bir de küçük kız hamile kalmış. Aç aslanın bir şeyi yok. O yana dolanmış, bu yana dolanmış, bir şey yok… Artık çocuk doğdu doğacak. Kız, kocasına: — Ya adam! Biz ne yapacağız, demiş. Aç aslan: — Dur hele, ben bir çare düşünüyorum, demiş. Aslan, karısını tamamen sancı sarınca bir hamam tutmuş. Hamama bir de ebe götürmüş. Bunlar fakir diye ebe bırakıp gitmiş. Ebe gidince akşam olmuş. Ne kadar cin, peri varsa hamama toplanmış. Bunlar, kadını görünce el atıp doğurtmuşlar. Kadının bir kızı olmuş. Birbirlerine: — Gelin! Gelin! Mal bağışlayalım! Gelin! Gelin! Mal bağışlayalım, diye bağıra bağıra kadının başına toplanmışlar. Birbirlerini dürterek kadına: — Kızın mı güzel, biz mi güzeliz, diye sormuşlar. Kadın da: — Aman, nereden benim kızım güzel olsun? Siz daha güzelsiniz, demiş. Bunlar yine: — Gelin! Gelin! Mal bağışlayalım! Kuyunduğu* sular altın olsun, gülünce güller açılsın, ağlayınca inci saçılsın, yürüdüğü yerler çayır çimen olsun. Adı da İnci olsun, demişler. Sabah olup horozlar ötmeye başlayınca kaybolmuşlar. Adam gelmiş: — Hanım, ne oldu, demiş. — Çocuk doğdu, aha bir kızın oldu. Yalnız bir leğen bul da bunu bir yıkayalım, demiş. Aslan, bir leğen bulmuş, getirmiş. Çocuğun tepesinden suyu koydukça leğenin içi altın dolmuş. Aslan: — Hanım, bir tas daha koyalım, bir tas daha koyalım, derken leğen dolmuş, taşmış. Kadın çok sevinmiş. Çocuk gülmüş, güller açılmış; ağlamış, inci saçılmış. Efendim, bu böyle devam etmiş, gitmiş... Kız büyümüş, on beş yaşına değmiş. Evin yanında yürürken hep çayır çimen bitiyormuş. Gülünce güller açılıyor, ağlayınca inci saçılıyormuş. Bir gün padişahın oğluna birisi demiş ki: — Atları filan yere götür. Orada çayır, çimen çok… Orada bir kız var, yürüdüğü yer hep çayır çimen oluyor. Ben atları orada doyuruyorum, demiş. Padişahın oğlu, kızın olduğu yere gitmiş. Kız, suya gidiyormuş. Bakmış ki yürüdüğü yerler çayır çimen olmuş. Gülüyor, güller açılıyormuş. Saraya gidip babasına: — Filan yerde bir kız var. Onu bana alacaksınız, demiş. Babası: — Oğlum, onu bize vermezler, demiş. Oğlan: — Verirler, demiş. Kıza dünür olmuşlar. Onlar da vermiş. Biz gelelim öbür kıza… Tok domuza varan kız da bir zaman sonra hamile kalmış. Doğum zamanı gelince kocası hamam tutmuş. Periler, bu kızı ikide bir dürtüyormuş. — Çabuk doğur, çabuk doğur! Kız olursa severiz, oğlan olursa döveriz, demişler. Bu kızı da periler doğurtmuş. Bir kız da bunun olmuş. Kadına demişler ki: — Kızın mı güzel, biz mi güzeliz? Kadın: — Aman, sizin nereniz güzel? Benim kızım güzel, demiş. Periler, bağıra bağıra: — Gelin! Gelin! Mal bağışlayalım! Gelin! Gelin! Mal bağışlayalım! Güldüğü zaman ağzı kulağına varsın, ağladığı zaman irin aksın, yürüdüğü yerler yansın, demişler. O kız da büyümüş, gelinlik yaşına gelmiş. Güzel olan kıza, padişahın oğlu dünür olmuş, vermişler. Kızı almaya gelmişler. Kızın yanında biri gidecek, ama kim? “Kim gider? Kim gider?” diye düşünmüşler. Tok domuzun karısı: — Ben giderim, demiş. — Peki, demişler. Tok domuzun karısı, tuzlu bir çörek yapmış, gizli saklı kızını da ata bindirmiş. Düğüncüler yola düşmüşler… Giderken bir ormana rast gelmişler. Ormanın içinden geçerken kimse görmeden halası* kızın eline tuzlu çörekten vermiş. Kız, çöreği yiyince susayıp: — Hala, ben susadım, bana bir su versene, demiş. Halası: — Yok kızım, su yok, demiş. — Ama hala, ben çok susadım, bir yudum olsun su ver, demiş o da. Halası: — Gözünün birini verirsen su veririm, demiş. Kız, gözünün birini vermiş. Halası da bir yudum su vermiş. Kız bir yudum suyla kanmamış. Biraz daha gittikten sonra: — Etme, tutma hala, bana bir su ver, diye yalvarmış. Halası bu sefer: — Öbür gözünü de verirsen veririm, demiş. Kız, önce gözünü vermemiş. Ormanın içinde biraz daha gitmişler. Kız öbür gözünü de verince halası bir damla su daha vermiş. Nasıl olsa iki gözü de yok ya… Kızı aşağı indirmiş, elbiselerini çıkartmış, kendi kızına giydirmiş; “Ormanın içi ıssız, beni kim görecek.” diye kızı orada bırakmış. Kız, ormanın içinde çok korkmuş. Padişahın adamları, tok domuzun kızını İncili Hanım diye gelin götürmüşler. Bu kız, ormanda bir takırtı duymuş. Adamın biri odun kesiyormuş. Kız oradan oraya, oradan oraya gide gide sesin geldiği yere varmış, ama yürüdüğü yerler çayır çimen oluyormuş. Oraya varınca: — Odun kesen baba, diye seslenmiş. Ak sakallı adam, bunu görünce: — Kızım, sana ne oldu böyle, diye sormuş. Kız da: — Böyle böyle oldu. Halam, iki gözümü de aldı. Ben kör kaldım, demiş. Adam: — Kızım, evde doksan dokuz kör var. Ben bakabilir miyim ki sana? Hanım kızar, ama ne yapayım? Bir de sen ol, yüz olsun bari. Ben sana bakarım, demiş. Kız: — Sen beni eve götür! Eve varınca altıma bir leğen koy, başımdan aşağı da su dök, demiş. Efendim… Adam, kızı alıp evine götürmüş. Karısı: — Hııı! Yine bir kör getirdi ocağı sönesice! Ben bunları ne yapayım, demiş. Adam: — Dur hele, dur hele!.. Bir leğen getir, demiş. Kadın kızıp: — Ne leğeni? Ne yapacaksın leğeni, demiş. Adam: — Bunu yıkayacağım, demiş. Kadın bunu duyunca daha çok kızmış. Adam: — Yav, sen getir leğeni, ne yapacaksın, demiş. Kadın leğeni getirmemiş. Adam gitmiş, bir leğen bulmuş, getirmiş. Kızın başından aşağı suyu dökünce sular altın olup leğene dökülmüş. Kadın bunu görünce şaşırmış: — Herif dök, dök! Bir daha dök! Gideyim, bir leğen de ben bulayım, demiş. Kadın da bir leğen getirmiş. O da altın dolmuş. Kocasına demiş ki: — Herif, var ya, ben bu körü ciğerime sokarım. Ne iyi ettin de getirdin. Neyse, bu böyle devam etmiş, gitmiş... Kız gülünce güller açıyor, ağladıkça da inci saçıyormuş. Yürüdüğü yerlerde çayır çimen bitiyormuş. İncili Hanım oralarda dolaşırken padişahın hizmetkârı bu kızı görmüş. Gidip padişahın oğluna anlatmış. Padişahın oğlunun kafası karışmış, içine bir kurt düşmüş. Karısının yanına gelmiş. Tok domuzun kızının ağzı kulaklarına varıyormuş, ama gül mül açtığı yok… Demiş ki: — Benim istediğim kız sen değilsin. Ağzın kulaklarında gülüyorsun. Hani güller açacaktı, inciler saçılacaktı? Tok domuzun kızı hemen: — Daha zamanı var. Zamanı gelince hepsi olacak, demiş, padişahın oğlu da inanmış. — İyi, bekleyelim, görelim, demiş. İncili Hanım, bir gün ak sakallı adama demiş ki: — Al bu gülleri, padişahın bahçesinin önünde; “Bir göze bir gül! Bir göze bir gül!” diye sat! Ak sakallı adam, kızın dediği gibi yapmış. Padişahın bahçesinin önünde gülleri satmaya başlamış. Tok domuzun karısı da adamın sesini duyunca kızına: — Şu gözleri ver de bu gülleri alalım. Has bahçenin gül fidanına bağlayalım. Kocanı götürüp; “Aha! Gülünce güller açıldı.” deyip kandıralım, demiş. Ak sakallı adama gözleri verip gülleri almışlar. Adam da gözleri alıp evine gitmiş. Bunlar ana kız, ikisi gülleri dikene bağlamışlar. Padişahın oğlunun yanına gelmişler. Kız: — Bak! Bugün güldüm, güller açıldı, demiş. Padişahın oğlu: — Hani? Dur, ben bakayım, bahçeden alıp geleyim, demiş. Tok domuzun kızı: — Yok! Ben getireyim, demiş. Padişahın oğlu da: — Yok, ben gidip getireceğim, demiş. Padişahın oğlu bahçeye gitmiş ki gül, dikene bağlı… Doğruca karısının yanına gelerek: — Sen beni kandırıyorsun, demiş, karısına inanmamış. Şimdi… Ak sakallı adam gözleri götürmüş: — Kızım, sana iki tane göz buldum, demiş. İncili Hanım: — Nereden aldın, diye sormuş. Adam: — Padişahın evinden aldım, demiş. İncili Hanım, adama demiş ki: — Baba! Şimdi bütün körleri buraya topla! Ak sakallı adam, körleri toplamış. İncili Hanım, o iki gözü eline almış. Okumuş, okumuş, dua etmiş. Allah’a yalvarmış, sonra da körlere: — Herkes elini gözüne çalsın, demiş. Herkes elini gözüne koymuş. Kız da gözlerini koymuş. Herkesin gözü açılmış. Gözü açılan bırakmış, gitmiş. Bir tek İncili Hanım kalmış. Padişahın oğlu, babasının huzuruna varıp: — Baba, benim evleneceğim kız bu değildi. O kız, filan ihtiyarın evinde. Onu bana alalım, demiş. Padişah: — Oğlum, teraziye koyun tartın. Ağırlığınca altın verip alalım, demiş. İncili Hanım’ı almaya ihtiyarın yanına varmışlar. İhtiyar: — Bir hafta kızı vermem. Bir hafta sonra gelin, alın, demiş. Bir hafta kızı yıkamış. Evi, eşiği altınla doldurmuş. İncili Hanım: — Baba, ben gitsem de geri gelirim. Allah’ın emriyle ben varken senin sülalen yoksulluk görmez, demiş. Padişahın oğlu, kızı almış, sarayına getirmiş. İncili Hanım’ı güldürüyor güller açılıyor. Ağlatıyor, inci saçılıyor. Yürütüyor, çayır çimen bitiyormuş. — Hah! Benim alacağım kız buydu, demiş. Padişah da tok domuzun karısıyla kızını katıra bindirmiş. — Memlekete mi gidersiniz, yoksa kırk satırla parçalayalım mı, diye sormuş. Bunlar: — Katıra biner, memlekete gideriz, demişler. Ana, kızı katırın kuyruğuna adamakıllı bağlamışlar. Katıra kamçıyı vurunca katır ormana doğru gitmiş. Yolda darmadağın olmuşlar, cezalarını bulmuşlar. İncili Hanım da padişahın evinde gezmiş, tozmuş. Her yan yeşillik olmuş; güllük, gülistanlık olmuş. Yemiş, içmiş, muradına ermiş...   * kuyunmak: Tas tas su dökünmek. * hala: Anadolu’da teyze yerine kullanılır.
İncili Hanım
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KADI ile SIÇAN Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda ihtiyar bir kadın varmış. Bu kadının on tane mağarası varmış. Buraları hiç silip süpürmezmiş. Bir gün kendi kendine; “Bugün kalkayım, şu evi bir süpüreyim,” demiş. Mağarayı süpürürken bir mangır* bulmuş. Bu mangırla gitmiş; bir parça peynir, bir de ekmek almış. O peynirle ekmeğin yarısını yemiş, yarısını da dolaba koymuş. Dönmüş, dolaşmış, yine acıkmış. Kalan peynir ekmeği yemek istemiş. Dolabı açmış, bir tane sıçan görmüş. Bakmış ki sıçan! Peyniri almış, ayakkabısını çıkarıp: — Ey seni, demiş, sıçanın kafasını kırmış. Sonra da: — Niye benim peynirimi yedin, demiş. Sıçan da dönmüş, kuyruğunu kadının gözüne vurmuş. Kadını kör etmiş. Kalkmış, gitmiş kadı efendiye… Şikâyete gitmişler. Kadı efendi: — Buyurun, demiş. Kadın: — Kadı efendi, benim yedi tane mağaram vardı, demiş. Kadı da: — Zenginmişsin ya karı, demiş. Kadın: — Hiç silip süpürmezdim, demiş. Kadı efendi de: — Ne pismişsin ya karı, demiş. Kadın söylemeye devam etmiş: — Bir gün, kalktım, süpürdüm. Kadı efendi: — Temizlenmişsin ya karı, demiş. Kadın: — Bir mangır buldum, deyince kadı efendi: — Zengin oldun ya karı, demiş. O da: — Sonra gittim; peynir, ekmek aldım, demiş. Kadı: — Afiyet olsun ya karı, demiş. Kadın bu sefer demiş ki: — Sıçan yedi, dövüştük. Ben de ona vurdum, kafasını kırdım. — Kafasını kınalamışsın ya karı, demiş kadı. Kadın: — O da kalktı, kuyruğunu gözüme soktu, demiş. Kadı: — Gözünü sürmelemiş ya karı, demiş. Barışmışlar. Yemiş, içmiş, murazlarına geçmişler...   * mangır: Bakırdan yapılmış, iki buçuk para değerinde sikke:
Kadı ile Sıçan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KARPUZ KULAKLI Bir demirci varmış. Bir tane de dev varmış. Dev: — Aman, bu komşumu bir gün evvel yiyeyim de bitireyim, demiş. Elekçiye gitmiş. — Elekçi, demiş. Elekçi: — Ne, demiş. O da: — Seninle bahçelere gezmeye gidelim mi, demiş. Elekçi: — Yok, ben gitmem, demiş. Ona bir osuruk atmış, her eleği bir tarafa atılmış. Saçmış, sepelemiş onun sözünü tutmadı diye. Dev, oradan gitmiş, manifaturacıya: — Manifaturacı, demiş. Manifaturacı: — Ne!... — Gel, seninle arkadaş olalım. Bahçelere dut toplamaya gidelim, incir toplamaya gidelim, demiş dev. Manifaturacı kalkmış: — Yok ağam, ben gitmem, demiş. Dev kalkmış, ona da bir osuruk atmış. Kumaşları metre metre havalarda uçmuş, gitmiş ağaçlara sarılmış. Onu da bırakmış. Bu sefer demirciye gitmiş. — Demirci, demiş. Demirci: — Ne!... — Benimle incir yemeye bahçelere gelir misin? — Yok ağam, yok. Ben gitmem, demiş. — İyi, demiş. Ona da bir osuruk atmış. Demir ya, osuruktan kalkmamış. Demirci: — Ah ülen! Ben bunu nasıl kandırırım, nasıl kandırırım, demiş. Demirci de çok kurnazmış. Dev gider gitmez bu da bahçeye gitmiş. Bahçede dutu, inciri yemiş, içmiş. Sepetine de doldurmuş, almış, gelmiş. Az sonra dev gelmiş, anlatmaya başlamış: — Ben böyle yedim, böyle şiştim. Karnım şişti. Sen de gelsen yerdin, demiş. Demirci demiş ki: — Ağam, ben de yedim, içtim. Aha sepetimi de doldurdum. Dev: — Ah!.. Seni orada görseydim, demiş. Karnından söylemiş ki; “Bir çiğnem sakız ederdim.” demiş. Oradan kalkıp: — Üle demirci! Gel, seninle bostana gidelim, demiş. Demirci: — Ağam, ben demirciyim, müşterilerim var, ben gidemem, demiş. Ne yapsın demirci? Ha düşünmüş düşünmüş: — Hemen bu gitsin de ben de gideyim, demiş. Dev gider gitmez demirci bostana gitmiş. Bakmış ki her karpuz böyle böyle büyükmüş. Kendisi biraz yemiş. Bakmış ki karşıdan dev geliyor. — Aman nasıl edeyim? Nasıl edeyim? Ben nasıl saklanayım bu bostanda, demiş. Kalkmış, karpuzun birini oymuş, başına geçirmiş. Kumu da eşmiş, eşmiş. Kendini eştiği çukurun içine koymuş, ama kulakları dışarıda kalmış. Öteden dev gelmiş. “Lang!.. Lang!.. Lang!..” Bunun kafasına vurmuş. — Üle! Amma da kulaklı karpuzmuş. “Giderim, demirciyi kandırırım; kulaklı karpuz var; gel, sana göstereyim.” derim, demiş. Dev, bu sefer karpuza elini vurmamış. Demircinin dükkânına gitmiş.  Demirci, dev gidince hemen kalkmış, şalvarını çıkarmış, içine dört beş karpuz koymuş, iki kulağını da bağlamış. Omzuna atmış, dükkânına gelmiş. Dükkâna gelince dev demiş ki: — Ülen! Gel de bak! Benim bir kulaklı karpuzum var. Demirci: — Yok ağam, yok. Gelmem. O kulaklar benimdi, demiş. — Ülen deme, demiş o da. Demirci de: — Vallahi! Benim kulaklarım dışarıda kaldı, ne edeyim? Karpuzu başıma geçirdim, gömülmüşüm. Kulaklarım dışarıda kalmış, demiş. Dev: — Ah!.. Seni orada görseydim, bir çiğnem sakız ederdim. Ülen, gel, seninle beraber oduna gidelim, demiş. Demirci: — Odunda ne yapacağız? Yok ağam, yok. Ben gitmem, demiş. Dev de: — Ülen, alıp gelirsin, kışın odunun çok olur, demiş. Demirci de: — Ben gitmem, demiş. Bu sefer dev gitmiş. Demirci de kalkıp devin ardından oduna gitmiş. Odun etmiş, odun etmiş, bu kadar odun yığılmış. Öteden dev çıkıp gelmiş. — Ey demirci! Bostana gittin, kulaklarını dışarıda koydun, kurtuldun. Bahçeye gittin, incirleri yedin, dutları yedin, kurtuldun. Ha, şimdi elime düştün. Elimden nasıl kurtulacaksın, demiş. Dev, bu sefer de: — Ben seni yakacağım. İstersen seni çiğ yiyeyim, istersen pişirip yiyeyim, demiş. Demircinin ettiği odunlara bir tomar ateş atınca odunlar yanmaya başlamış. Demirci korkup: — Aman! Beni yemeye yiyeceksin. Bırak, gideyim de abdest alayım, iki rekât namaz kılayım. Beni o zaman ye; ister çiğ ister pişirip ye, demiş. Dev: — Eee... Kaçarsın, demiş. — Nereden kaçacağım? Çölün başındayız, demiş demirci de. Dev: — İyi, ben şu ipi beline bağlayayım, demiş. İpin bir ucunu demirciye, bir ucunu da kendine bağlamış, gitmiş. Güya abdest alacak, namaz kılıp gelecek! Demirci, dağı biraz aştığında:  — Üle! Aman, demiş, ipi çekip koparmış, kaçıp eve gelmiş. Dev de: — Üle! Aman, demiş, demirciyi beklemiş. Beklemiş, beklemiş, demirci gelmemiş. İpi çekmiş, çekmiş, bir bakmış ki demirci yine kaçmış. Dev orada çatlamış, düşmüş, yedi kafası birden yarılmış. Böylece demirci de kaçıp devden kurtulmuş...
Karpuz Kulaklı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu dağdan, taştan doğmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Bir evde üç oğlan, bir ana, bir baba yaşarmış. Bir gün, bir bezirgânbaşı gelmiş, bu oğlanların analarını kaçırmış. Sadece baba ve oğulları kalmış. Zaman geçmiş, çocuklar büyümüş. Büyüdükten sonra babaları demiş ki çocuklara: — Oğullarım, sizin ananızı bir bezirgân kaçırdı. Ananızı bulmamız lazım. Bu bezirgân nereye götürdüyse gideceğiz, bulacağız, getireceğiz. Oğulları da: — Tamam baba, demişler. Oğullarından biri: — Yalnız, baba, her birimize birer tane at vereceksin, demiş. Babası da: — Tamam oğlum, demiş. Gitmiş, üç tane at bulmuş üç evladına. Bunlar almışlar atları, düşmüşler yollara... Giderken üç tane çatal yola denk gelmişler. En büyükleri demiş ki: — Sen şu yola, ben bu yola, ben de bu yola... Her biri üç yola dağılmış. Üç yola dağıldıktan sonra en küçüğü az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Bir eve denk gelmiş. Eve denk geldiğinde de karnı acıkmış. O evin kapısını dövmüş. Bir kadın çıkıp: — Buyur evladım, demiş. Oğlan da demiş ki: — Ana, çok açım, benim karnımı doyurur musun? Kadın: — Olur evladım, demiş. Ondan sonra, acıkan oğlanı eve buyur etmiş. Karnını doyurmuş. Demiş ki: — Evladım, artık yoluna git. Burada yedi başlı dev var, dev gelir, seni yer. Oğlan da hayretle: — Deme ana, demiş. Kadın: — Dedim bile, demiş. Neyse, bu oğlan evden çıkacağı sıra dev gelmiş. Dev, gelir gelmez: — Burada bir insanoğlu kokuyor, demiş. Ondan sonra, kadın ne kadar inkâr ettiyse de dev inanmamış. Oğlan, evde bulduğu kılıcı eline almış, kapının arkasına geçmiş. Dev kafasını kapıdan uzatır uzatmaz kesip düşürmüş. Dev: — İnsanoğlu, bir daha vur, demiş. Oğlan: — Yok. Ben anamdan bir sefer doğdum, bu iş burada biter, demiş. Devi orada öldürmüş. Kadın, oğlana sormuş: — Evladım, nerelisin? Oğlan: — İşte, ben falan köylüyüm, demiş. Kadın da hayretle: — O köyde benim çocuklarım vardı, demiş. Oğlan da: — Kaç taneydi, diye sormuş. Kadın: — Üç taneydi, diye cevap vermiş. Ondan sonra, oğlan, kadının anası olduğunu anlamış. Anasıyla tanışmışlar. Tanıştıktan sonra kadın: — Oğlum, git kardeşlerini de bulup bana getir, demiş. Oğlan da: — Tamam ana, deyip gitmiş. Oğlan, kardeşlerini bulmuş, alıp gelmiş. Babasını da getirmiş. Bunlar orada kavuşmuşlar. Kavuşmuşlar, ama oğlan üç tane kız resmi görmüş duvarda. Anasına demiş ki: — Ana, bu resimler ne? Nerededir bu kızlar? Anası: — Oğlum, burada bir kuyu var, kızlar bu kuyunun içinde, demiş. Oğlan da: — Ana, ben bu kızları çıkaracağım, demiş. Anası: — Olmaz oğlum, çıkaramazsın, demiş. Oğlan da ısrar ederek: — Yok, çıkaracağım, demiş. Kuyunun kapağını açmışlar. Büyük kardeşlerini kuyuya sokmuşlar. “Yanıyorum!” dedikçe daha aşağıya göndermişler. Büyük kardeş: — Beni çekin, diye bağırmış. Büyük kardeş kuyuya inememiş. Kuyunun yarısından sonra geri dönmüş. Ondan sonra, ortancayı kuyuya sallamışlar. Ortanca, biraz daha aşağı inmiş, ama en aşağı inememiş. En küçük oğlan, anasına: — Ana, “Yanıyorum!” desem de beni aşağı salın, demiş, kuyunun dibine inmiş. Küçük oğlan, indikten sonra üç tane oda görmüş. Birini açmış ki altın tavukla altın horoz birbirlerini kovalıyorlar. Bir diğerini açmış ki altın köpekle altın tavşan birbirlerini kovalıyorlar. Neyse, sonuncu odaya girmiş ki kızların üçü de orada. Kızlara: — Ben sizi yeryüzüne çıkarmaya geldim, demiş. Tabii, bu kızlar çok sevinmişler. Kızları yanına almış: — Şu büyük kız, büyük kardeşime, çekin yukarıya, demiş. Onu çekmişler yukarıya. Ortanca kızı getirmiş: — Ortanca kız da ortanca kardeşime, demiş. Ondan sonra da sıra en küçük kıza gelmiş. En küçük oğlan: — En küçük kız da bana, demiş. Onu da çekmişler yukarıya. Sıra kendine gelmiş. Onu da çekmeye başladıkları sırada büyük kardeşi ipi kesmiş. Kestikten sonra küçük oğlan aşağı düşmüş. Büyük kardeşi demiş ki yalandan: — Artık ip dayanmıyor, çekemeyiz seni. Bu çocuk kuyuda kalmış. Kalmış, ama gelgelelim orada da bir yaşantı varmış. O kuyunun dibinde. Kuyunun kapağını kapatmışlar, bırakıp gitmişler. Küçük oğlan kuyuda kaldıktan sonra gezerken bir tane çobana rastlamış. — Çok acıktım. Şuradan bir tane kuzu versene, demiş. Neyse, kuzuyu almış çobandan, kesip yemiş. Derisini de kafasına geçirmiş. Bunun adına demişler ki; “Keloğlan!”. Keloğlan, sıcakta gezerken gitmiş, bir ağacın gölgesine yatmış. Orada tavus kuşu diye bir kuş varmış. Bir yılan gelir, devamlı o kuşun yavrularını yermiş. Yine bu tavus kuşu yavrularına yem getirmeye gitmiş, ama yılan yine gelmiş, yavruları yiyecekmiş. Keloğlan, ağacın gölgesinde uyurken hışır hışır diye bir ses gelmiş. Bakmış ki cücükler bas bas bağırıyor. Tutmuş, orada yılanı kılıçla öldürmüş. Tavus kuşu döndüğünde bakmış ki yılan ölmüş, yavruları yaşıyormuş. Yılanı Keloğlan’ın öldürdüğünü anlamış. Bakmış ki oğlanın kafası gölgede değil. Tavus kuşu, kanadını germiş, oğlanın kafasına gölgelik yapmış. Keloğlan, uyanmış ki bir kuş, başında duruyor. Tavus kuşu: — İnsanoğlu, dile benden ne dilersen, demiş. O da: — Beni gökyüzüne çıkarır mısın, diye sormuş. Tavus kuşu: — Ben biraz yaşlandım, ama ne yapalım? Bana iyiliğin dokundu; insanoğlunun dileği yerine gelsin, diye cevap vermiş. Anlaşmışlar. Ondan sonra Keloğlan: — Ben seni sonra bulurum, demiş. Şehrin içine doğru gitmiş. Şehrin içine inerken susamış. Bir eve rast gelmiş. Demiş ki: — Şu teyzeden bir su isteyeyim. Gitmiş, kapıyı çalmış. — Bir su verir misin teyze, demiş. Kadın: — Su yok ki evde, demiş. Yedi başlı bir dev yatarmış suyun başında. Yedi başlı dev, suyun başında durduğundan herkesin suyu bitmiş. Dev, ağanın kızını yerse suyu vereceğini söylemiş. Kadın: — Vah yavrum, vah! Yedi başlı dev, suyun dibinde yatıyor, demiş. Keloğlan: — Nerede, diye sormuş. O da: — Falan yerde, diye göstermiş. Oğlan, hemen kılıcı çekmiş, devin yanına gitmiş. Devi orada öldürmüş. Bırakıp gitmiş. Giderken de orada uyanığın biri, elini hemen devin kanına batırıp Keloğlan’ın sırtına sürmüş. Keloğlan, oradan ayrılınca bir tane davar çobanına azap* olmuş. Ağa da olanları öğrenmiş. Demiş ki: — Dev, kızımı yiyecekti, kurtuldu. Devi öldüren adam benden ne dilerse onu yapacağım. Bulup getirin, kızımı ona vereceğim. Ağanın dediklerini duyan herkes çıkıp; “Devi ben öldürdüm” demeye başlamış. Keloğlan’ın sırtına kan süren uyanık da ağanın yanındaymış. O adam, gelen herkesin sırtına bakmış. — Yok ağam, bu da değil, demiş. Ağanın dedikleri kulaktan kulağa yayılmış. Keloğlan’ın azap durduğu çoban da duymuş. Çoban, Keloğlan’a: — Keloğlan, böyle böyle. Devi öldürüp şehri beladan kurtaran adamı arıyorlar. Ağa, ona kızını verecekmiş, demiş. Keloğlan: — Devi öldüren benim. Gideyim, bakayım. Kızını da istemiyorum. Bana kırk tuluk* et, kırk tuluk su versin yeter, demiş. Bunun üzerine Keloğlan ile çoban, ağanın yanına gitmişler. Ağanın yanındaki uyanık adam, Keloğlan’ın sırtını açıp bakmış ki devin kanının izi var. Ağa bunu görünce: — Tamam, dile benden ne dilersen, demiş. Keloğlan: — Ne dileyeyim ağam? Bana kırk tuluk et, kırk tuluk su versen yeter, demiş. Ağa, isteğini kabul etmiş. Dediği gibi kırk tuluk et, kırk tuluk da su vermiş. Keloğlan, doğruca tavus kuşunun yanına gelmiş. Tavus kuşu, Keloğlan’ı yeryüzüne çıkarırken ağanın verdiği et ve suyla beslenecekmiş. Bunlar, gidecekleri zaman için anlaşmışlar. Gidecekleri gün gelmiş, çatmış. Keloğlan, tavus kuşunun sırtına binmiş. Tavus kuşu: — “Et” dedikçe et ver; “Su” dedikçe su ver, diye tembih etmiş. Keloğlan da: — Tamam, demiş. Yeryüzüne çıkarken tavus kuşu; “Et” demiş, Keloğlan et vermiş. “Su” demiş, Keloğlan su vermiş. Yeryüzüne gelmeye az kaldığında et bitmiş. Et biter bitmez Keloğlan, bacağından biraz et koparıp tavus kuşunun ağzına vermiş. Yeryüzüne vardıklarında tavus kuşu, yediğinin insan eti olduğunu anlamış. Demiş ki: — İnsanoğlu, yürü bakalım. Keloğlan, sendeleye sendeleye yürümüş. Meğer tavus kuşu Keloğlan’ın etini yutmamış. Ağzından çıkarıp Keloğlan’ın bacağına yapıştırmış. Ondan sonra, demiş ki: — İnsanoğlu, sana iki tane kıl vereceğim. Bunları birbirlerine sürttüğün zaman bir tane Arap gelecek. Ondan ne istersen hemen getirir. Keloğlan: — Tamam, demiş. İkisi vedalaşmışlar, tavus kuşu yurduna dönmüş. Keloğlan, yeryüzünde gezmeye başlamış. Kafasındaki deriyi de çıkartmamış. Şehirdeki bir kuyumcunun yanına çırak olmuş. Keloğlan’ın babası da meğer o şehre ün salan bir ağa olmuş. Büyük oğlunu evlendirecekmiş, ama Keloğlan’ın kuyudan çıkardığı büyük kız evlenmek istemiyormuş. — İlle de benim altın horozumla altın tavuğum, diyormuş. Keloğlan’ın babası Mehmet Ağa da çareyi kuyumcuda aramış. — Bana ne yapıp edip altın horozla altın tavuk bulup getireceksin, demiş. Dertli kuyumcu, olan biteni Keloğlan’a anlatmış. Keloğlan: — Usta, ondan kolay ne var? Sen git, ağadan bir çuval altın al. Bana da bir çuval fındık, bir de çekiç getir, demiş. Kuyumcu: — Tamam, ben bunları bulup getireyim, diye cevap vermiş, doğruca ağanın yanına giderek istediklerini getireceğinin haberini vermiş. Kuyumcu, Keloğlan’ın istediklerini getirmiş. Keloğlan oturmuş, tak tak kırarak fındık yemeye başlamış. Kuyumcu, gidip gelip ona bakmış, ama Keloğlan hâlâ fındık yiyormuş. — Keloğlan, ne yaptın altın horozla tavuğu, diye sormuş. O da: — Ustam, sen dert etme, ben halledeceğim, demiş. Keloğlan, kuyumcuyu göndermiş. Diğer yandan da düğün başlamış, cirit alanı kurulmuş. Keloğlan da cirit alanına gitmiş. Tavus kuşunun verdiği kılları birbirine sürtmüş, hemen kıyafeti değişmiş. Bir daha sürtmüş, altına doru bir at gelmiş. Cirit alanına girer girmez düğündeki herkesi bir güzel pataklamış. Hemen kılı kıla sürtüp eski hâline dönmüş; doğru dükkâna dönmüş. Yine fındık kırmaya başlamış. Bir zaman sonra ustası dükkâna gelmiş. — Keloğlan, senin işin gücün fındık kırıp yemek. Düğüne bir doru atlı geldi, hepimizi ciritte öyle bir dövdü ki sorma gitsin. Hepimizi kırdı, geçirdi. Sen altın horozla tavuğu ne yaptın, demiş. Keloğlan: — Çok geçmiş olsun. Akşama gelir ustam, sen hele biraz dolan, demiş. Ustası gitmiş. Keloğlan hemen kılı kıla sürtmüş. Arap ortaya çıkmış. Ona: — Altın horozla altın tavuğu bana getir, demiş. Arap, Keloğlan’ın dediğini yapmış, altın horozla tavuğu getirmiş. Dükkândaki dolaba koymuşlar. Bir zaman sonra kuyumcu tekrar gelmiş. Demiş ki: — Keloğlan, ne yaptın? Beni mi astıracaksın ağaya? Keloğlan da: — Ustam, dert etme. Aç da dolaba bak, demiş. Kuyumcu, dolabı açmış ki altın horozla altın tavuk birbirini kovalıyor. Hemen alıp ağaya götürmüş. Bu dertten kurtulmuş. Düğün de bitmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Bu defa da Keloğlan’ın ortanca kardeşi evleniyormuş. Kuyudan çıkan ortanca kız da: — Altın köpekle altın tavşanı isterim, yoksa evlenmem, diye tutturmuş. Mehmet Ağa, yine kuyumcuyu çağırtmış. Kuyumcudan altın köpekle altın tavşan bulup getirmesini istemiş. Kuyumcu, yine telaşlı şekilde dükkâna dönüp olanları Keloğlan’a anlatmış. O da: — Usta, ondan kolay ne var? Sen git, ağadan bir çuval altın daha al. Bana da yine bir çuval fındık, bir de çekiç getir, demiş. Kuyumcu, Keloğlan’ın dediklerini yapmış. Keloğlan, yine fındık kırıp yemeye başlamış. Düğün vakti gelince de kılı kıla sürtüp cirit meydanına girmiş. Yine düğündeki herkesi kırıp geçirmiş. Hemen eski hâline dönüp dükkâna gelmiş. Kuyumcu, geldiğinde Keloğlan’ın yine fındık yediğini görünce: — Keloğlan, sen ne yapıyorsun? Ağa bu defa beni kesin öldürür? Altın köpekle altın tavşanı bulamadın mı, demiş. Keloğlan: — Ustam, dert etme. Sen hele biraz dolan da gel, demiş. Kuyumcu, dolaşmaya çıkmış. Keloğlan yine kılı kıla sürterek dilekte bulunmuş. İstedikleri gelince de dolaba saklamış. Kuyumcu, bir zaman sonra geri gelip: — Keloğlan, ne yaptın, diye sormuş. Keloğlan: — Dert etme usta. Aç da dolaba bir bak, demiş. Kuyumcu, dolaba bakmış ki altın köpekle tavşan birbirilerini kovalıyorlar. — Hay yaşa Keloğlan, diyerek doğruca ağaya götürmüş. Aradan zaman geçmiş, sıra gelmiş en küçük kıza... En küçük kız: — Ben bu altın horozla tavuğu, altın köpekle tavşanı bulanı ille göreceğim, diye tutturmuş. Mehmet Ağa: — Ne yapacaksın görüp? Kelin biriymiş işte, diye kızmış. Kız da ısrar etmiş. Mehmet Ağa, çaresiz şekilde kuyumcuyu yeniden çağırtmış. — Bunları bulan kel oğlanı buraya getir, demiş. Kuyumcu hemen Keloğlan’ı alıp ağanın yanına getirmiş. Kız, Keloğlan’ı görür görmez onun kendisini kuyudan kurtaran en küçük oğlan olduğunu anlamış. Kafasındaki deriyi kaldırıp Mehmet Ağa’ya: — Bu kel oğlan, senin öz oğlun! Benim de kocam olacak izin verirsen, demiş. Keloğlan’ın kim olduğu ortaya çıkınca onlara da bir düğün alayı kurulmuş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...   *azap: Bir yıllık tutulan erkek hizmetçi, uşak. *tuluk: Pekmez, peynir, yağ vb. şeyler koymaya yarayan ya da yayık olarak kullanılan deri, tulum.
Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN MEHMET Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Padişahın birinin üç tane oğlu, üç de kızı varmış. Padişah, bir gün: — Oğullarım, ben ölmeden önce kim gelir de dünür taşına oturursa kızlarımı onlara verin, demiş. Oğulları da: — Tamam baba, demişler. Gel zaman, git zaman, padişah yaşlanmış ve eceli gelmiş, ölmüş. Padişahın üç tane oğlu var ya... Birinin adı Hasan, birinin adı Ahmet, birininki de Mehmet’miş. Padişah öldükten sonra aradan bir vakit geçince bunlar dağılmaya başlamışlar. Ülkeleri sıkıntıya girmiş. O zamanlarda dünür taşına bir aslan oturmuş. En küçük oğlan Mehmet: — Kim olursa olsun, ins olsun, cin olsun... Babamızın vasiyeti üzerine bacılarımızı onlara verelim, demiş. Diğerleri: — Olmaz, demişler. Mehmet: — Babamın vasiyeti neyse o olacak, demiş. Büyük kızı, aslana vermiş. Onlar da üç tane devmiş, kardeşlermiş. Tılsımlılarmış, her kılığa girerlermiş. Aslandan sonra bir de ayı kılığındaki dev oturmuş taşa. Mehmet: — Ne olursa olsun, ortanca bacımızı da vasiyet üzerine ona vereceğiz, demiş. Onu da deve vermiş. Ondan sonra öbür dev de kurt kılığında gelmiş. En küçüğü de ona vermiş. Tutup üçünü de hayvanlara vermişler. Birini aslana, birini ayıya, birini de kurda... Tabii, bu kardeşlerin ikisi razı değil. Razı olan sadece Mehmet… Zorla, babalarının vasiyeti yerine gelsin diye yapmışlar. Bilmiyorlar ya, ne bilecekler böyle olacağını, hayvanların aslında dev olduklarını. Bunlar, kızları verdikten sonra kendileri kalmış. Saltanatı fazla yürütememişler. Mehmet demiş ki: — Kardeşlerim. Ben bu memleketten gideceğim. Burada durmam, buralar bana yaramaz artık. Böyle dedikten sonra atına binmiş. — Varıp gideyim de bacılarımın yerine bakayım. Bacılarım nerede, ne yapıyorlar? Hâlleri, ahvâlleri kim bilir nasıl, demiş.  Az gitmiş, uz gitmiş. Yolu bir ovaya düşmüş. Bir de bakmış ki ileride bir kulübe. Bu kulübeden bir kız bakıyormuş. O da görmüş ki bakan kız, büyük bacısı. Büyük bacısına doğru gidip demiş ki: — Bacı, ben geldim. Eniştem nerede? Bacısı: — Enişten ovaya gitti, demiş. — Öyle mi, demiş o da. Bacısı da: — Öyle. Allah’tan ki sen geldin, öbürleri gelse kocam onları istemez, parçalar. Sen saklan, enişten gelirse ben bir söyleyeyim. Razı olursa yanına çıkarsın, yoksa bir şey yapamam, demiş. Öyle mi? Öyle... Kocası aslan gelmiş. Demiş ki: — Burada bir insanoğlu var. Kız demiş ki: — Ahmet mi gelse, Hasan mı gelse, Mehmet mi gelse? Aslan: — Hasan gelmesin, Ahmet gelmesin. Mehmet geldiyse başımın üzerinde yeri var, demiş. O böyle deyince kız, küçük kardeş Mehmet’i hemen çağırmış. Aslan: — Ya Mehmet, nasılsın, demiş, sarılmış. Mehmet, bir hafta orada durmuş. Ondan sonra demiş ki: — Bana müsaade enişte, ben gideyim. Aslan: — Burada kalaydın, gitmeyeydin, demiş. Mehmet de: — Yok, ben gideyim, demiş. Bakıyor ki ne aslanı? Eniştesi dev bir delikanlı! Neyse, oradan ayrılmış, ortanca bacısının yanına gitmiş. Gitmiş, ama ayı olan eniştesi de aynı. O da aslında dev. Ayı eniştesi, Mehmet’in geldiğini anlamış. — Mehmet ise hoş geldi, sefa geldi. Başımın üstüne. Öbürleri ise koymam, kovarım, demiş. Mehmet, bacılarının hepsini tek tek gezmiş. Tabii ki tekrar yola düşecek ya. Düşmeden evvel küçük bacısının kocası kurt demiş ki: — Sana eniştelerin ne hediye etti? Biz sana bir şey hediye edemedik. Yanıma gel! Beraber ahıra girmişler. Mehmet bakmış ki bir doru at. Atın üstünde de bir gümüş eyer. Ata bakmaya kıyamamış. Eniştesi atın kuyruğundan iki tel çıkartmış Mehmet’e demiş ki: — Ne zaman istersen bu kılları birbirine sürt! Sürttüğün anda bu at senin emrine amade. Mehmet kılları almış, ceketinin içine koymuş. Ondan sonra öbür eniştelerinden ayı olana tekrar uğramış. Ayı: — Enişten sana ne hediye etti, demiş. O da: — Vallahi, doru tay hediye etti, demiş. Ayı: — Gel, ben de sana bir at vereceğim. O attan daha iyi, demiş. Gitmiş, bakmış ki o at ötekinden daha güzel. O da atın kuyruğundan iki tel çekmiş. Aynı şeyleri demiş.  Sıra büyük olan aslana gelmiş. Belki hediye verir diye onu da tekrar ziyaret etmiş. Biri kır at, biri doru at vermiş. Bu da sakalından iki tel koparmış, demiş ki: — Ne zaman sıkışırsan ben senin yanındayım. Mehmet çekmiş, gitmiş. Bir ülkeye varmış. Oraya varınca tanınmamak için kafasına koyunun derisini ters çevirip geçirmiş. Çalışmak için o ülkenin padişahının sarayına gelmiş. Bahçıvanı görmüş. Bahçıvana selam verip: — Ya karnım aç, kalacak yerim de yok, demiş. Bahçıvan demiş ki: — Gel, o zaman Keloğlan. Karnını doyurayım. Karın tokluğuna çalışırsan yatacak yerin de var. Yiyeceğin, içeceğin, ekmeğin, suyun da var. Oraya girmiş, çalışmaya başlamış. Çiçekleri, çayırı, çimeni budamış. Ağaçlara bakmış. O ülkenin padişahının da üç tane kızı varmış. Padişahın küçük kızı da oya işliyormuş. Mehmet, bahçede uğraşırken bir gün padişahın kızı dikkatini çekmiş. İçinden; “Eniştelerim bir şey vermişlerdi. Şuna bir bakayım, aslı var mı,” demiş. Kır atın kuyruğunun kıllarını birbirine sürtmüş. Bir bakmış ki kır at sudan çıkıp gelmiş. Mehmet havuza gidip yıkanmış, kafasındaki deriyi çıkarmış, tığ gibi bir delikanlı olmuş. Kız onu görünce hemen âşık olmuş. Oranın da bir âdeti varmış. Padişah, kızlarına elma verirmiş. Bekâr erkekler toplanıp sarayın önünden geçerken kızlar elmayı kime atarlarsa onunla evlendirirmiş. Bir gün padişah demiş ki: — Büyük kızım evlenecek. Şu güne kadar tellal bağırsın, bütün ahali gelip sarayın kapısının önünden geçsin. Sarayın önünden geçerken kız kimi beğenirse elmayı ona atacak! Neyse, büyük kız birini beğenmiş, elmayı atmış. Onunla evlenmiş. Epey bir zaman geçmiş. Küçüğe sıra gelinmiş. Kör, kel, topal ne varsa gelip geçecekmiş artık. Tellal bağırmış yine, halkı haberdar etmiş. Bahçıvan, duyunca demiş ki: — Ben gidiyorum Keloğlan. Belki padişahın kızı bana atar elmayı. Mehmet: — Bahçıvan, ben de geleyim. Seni bu yaşta kim ne etsin de sana elma atsın? Tığ gibi delikanlılar dururken, demiş. Bahçıvan:  — Tamam Keloğlan, gel! Geldiğin zaman benden on adım ya önden ya da arkadan gel ki kız elmayı bana attığında sana değmesin, demiş. Bunlar oraya gitmişler. Keloğlan, kızın önüne gelir gelmez kız, elmayı onun kafasına atıp ikiye bölmüş. Padişah oradan bağırmış: — Olmadı kızım, olmadı. Kız: — Bal gibi oldu, bal gibi baba!  Kendi istediğim değil mi? Ben bunu istiyorum. Keloğlan’ı istiyorum, demiş. Vay sen Keloğlan’ı istedin ha! Bunları kötü bir yere koymuş. Düğün orada yapılsın demişler, yapılmış. Bu Mehmet dememiş ki; “Ya niye bana vurdu? Başka adam mı yoktu, genç mi yoktu? Bana attı,” dememiş. Kız gördü ya bunun aslında kim olduğunu. Neyse, gel zaman, git zaman, kız gitmiş, annesine dert yanmış: — Mehmet benimle konuşmuyor. Elmayı niye bana vurdu diye garipsiyor, demiş. Sonra Mehmet’in yanına gitmiş. Demiş ki: — Mehmet, ben seni gördüm. Sen kel mel değilsin. Şu kafandakini bir çıkar. O da: — Yok, çıkarmam, demiş. Neyse, bir vakit gelmiş. O ülkede bir savaş çıkmış. Başka bir ülkeyle savaşacaklarmış. Savaşa giderken atlarla gidiyorlarmış ya. Keloğlan’ın bacanakları: — Padişah söyledi, herkes atlarını hazırlasın, cenge gideceğiz, demişler. Keloğlan’a da biçare, gariban diye gelip demiyorlar ki; “Savaş var.” Keloğlan’ı biçare belliyorlarmış*. Bacanaklarından biri çıkıp demiş ki: — Bizim kel var ya, eğer gelirse ona da uyuz atı verin. Bunlar hazırlanmışlar. Bacanakları uyuz atın üstündeki Mehmet’e gülüyorlarmış. Bir tarafına kül koymuşlar, bir tarafına tuz koymuşlar. Tozuta tozuta gidiyormuş Mehmet. Bacanakları da tabii onun bu hâline gülüyorlarmış. — Ya sana layık gördüğü ata bak padişahın, deyip deyip gülmüşler. Mehmet, epey bir yol gittikten sonra bir derenin kenarına gelmiş. Kafasındaki deriyi çıkartmış. Ondan sonra elbiselerini değiştirmiş. Doru atın kuyruğunun kıllarını birbirine vurmuş. At bir gelmiş ki şahlanarak. Binip doğruca savaş yaptıkları ülkenin padişahına gitmiş. — Bu ülkenin padişahı kim, demiş. Padişah: — Buyur, benim! Söyle bakalım, demiş. Mehmet: — Ben buraya savaşmaya geldim, demiş. Padişah babası da orada ya, bütün olanları görüyormuş. İçinden; “Gözü pek delikanlıymış. Kızıma ne demeli, böyle delikanlı dururken tuttu, kel bir oğlana vardı.” deyip hayıflanmış. Mehmet, savaşa katılmış, düşmanın hepsini telef etmiş. Padişahın yanına gelip demiş ki: — Selamünaleyküm padişahım. Düşmanı hallettim, senin gitmene gerek yok. Sonra hemen gizlice derenin karşısına geçmiş. Elbiselerini değişmiş, deriyi kafasına geçirmiş. Diğerleri, dönerken Keloğlan’ı görmüşler. Buna demişler ki: — Vay Keloğlan, biz savaştık, geri döndük. Sen daha yeni mi gidiyorsun? Bunun hâline gülmüşler bacanakları. Hâlini bilmiyorlar ya! Mehmet’in yaptıklarını ne bilsinler? Ondan sonra hepsi evlerine dönmüşler. Kız, anasına gidip demiş ki: — Ana; “Tek başına savaşan delikanlı bizim Keloğlan’dı,” desem inanır mısın? Anası: — Tövbe inanmam, demiş. — Vallahi billahi! Gel, gel, demiş o da. Keloğlan da uyuyormuş. Kafasındaki deriyi çıkarıp anasına göstermiş. Uyandırmışlar. Kaynanası: — Bunu niye yaptın evladım, demiş. Mehmet demiş ki: — Ana, aramızda sır kalacak tamam mı? Ben de padişah evladıyım. Ben de cenk gördüm, ben de savaştım. Kızın bana âşık olmuştu. Beni beğenmeyen padişaha, bacanaklarıma ders vermek istedim. Kaynanası: — Tamam yavrum, öyle olsun, demiş. Kız da: — Ana, sakın babama söyleme, demiş. Padişah da o ara bir hastalığa yakalanmış. Öyle büyük bir hastalıkmış ki bütün hekimler derdine çare aramış. Sonunda biri: — Taze yavrulamış aslan sütü içerse bu hastalıktan kurtarır, demiş. Allah Allah! Mehmet’in bütün bacanakları öylece şaşıp kalmışlar. Padişah demiş ki damatlarına: — Evlatlarım, oğullarım! Beni bu dertten kurtarmak için taze yavrulamış aslan sütü lazım. Istırap çekiyorum, yatamıyorum, uyuyamıyorum. Bana aslan sütünü bulun getirin! Öyle mi? Öyle... Öbür damatlar, atlarına atlamış, çekip gitmişler. Mehmet, karısına: — Ben de gidip bakayım. Babana söyle, bana bir at versin. Ben de bakayım, demiş. Kız gitmiş, babasına demiş ki: — Baba, Keloğlan benimle konuştu. Diyor ki; “Bir at da bana versin. Ben de gidip bakayım.” O da gidecekmiş. Padişah: — Öyle mi? Kel başıyla mı gidecekmiş? Ne yapabilir ki o, demiş. Kız, padişahı ikna etmiş. Mehmet, atı almış, yola çıkmış. Bakmış ki bacanakları da önde gidiyor. Onlar da arkalarından gelen Mehmet’i görmüşler: — Yine sen de mi geliyorsun Keloğlan, demişler. Mehmet: — He, ben de geliyorum. Belki ben bulacağım aslan sütünü, demiş. Onlar da: — Aman aman, tez bul da, demişler. Mehmet: — Vallahi bulurum. Bulamazsam da dönerim, demiş. Mehmet yine hemen dereye gitmiş. Derenin kenarındayken en büyük eniştesinin verdiği sakal kıllarını birbirine sürtmüş. Eniştesi yıldırım gibi yardımına gelmiş. — Hayırdır, niye çağırdın Mehmet? Ne yardımım dokunursa söyle, demiş. Mehmet de: — Böyle böyle. Bana taze yavrulamış aslan sütü lazım, demiş. Eniştesi: — Öyle mi? Peki öyleyse… Şöyle öteye gittiğin zaman büyük bir mağara var. Mağaranın içinde büyük bir aslan var. Daha yeni yavrulamış. İki yavrusunu keseceksin. Birinin sütü zehirli, birininki zehirsiz. Padişah için zehirsizi alacaksın, demiş. Mehmet, eniştesinin dediği mağaraya gitmiş. Mağarada aslan yatıyormuş. Eniştesinin söylediklerini yapmış. Biri zehirli, biri zehirsiz sütleri heybesine koymuş. “Yallah!” geri dönmüş. Bacanaklarına yolda rastlamış: — Selamünaleyküm, demiş. Kafasındaki deriyi çıkardığı için bacanakları bunu tanımamışlar tabii.  — Aleykümselâm, demişler. Mehmet: — Ne arıyorsunuz, diye sormuş. Bacanakları: — Taze yavrulamış aslan sütü arıyoruz, demişler. Mehmet: — Bakın, bende taze yavrulamış aslan sütü var. Ben size veririm, para mara da istemem, ama bir şartla veririm, demiş. Onlar da: — Neymiş şartın, diye sormuşlar. Bunun üstüne Mehmet: — İkinizin de ayağına atımın nalını vuracağım. Para istemiyorum. Siz bunu alın, demiş. O, onun yüzüne bakmış; o da onun yüzüne bakmış. Demişler ki: — Niye parayla vermiyorsun? Var bunda bir şey. Mehmet: — Hayır, parayla vermiyorum. Bir şey de yok. Yoksa ben gidiyorum, demiş. Onlar da: — Dur, dur! Kim görecek ki ayağımızın altını? İyi o zaman, çak nalları, demişler. Mehmet, ikisine de nalları çakmış. Neyse, bunlara nalı vurmuş, ondan sonra hızlıca biraz ileriye gitmiş. Yine dereye gelmiş. Elbisesini değişmiş. Kafasına taktığı deriyi yine geçirmiş, olmuş Keloğlan. Bacanakları oradan geliyormuş ya, bunu görür görmez: — Keloğlan’a bak! Daha yeni mi geliyorsun, demiş, alay etmişler. Mehmet de hiç sesini çıkarmamış. Neyse, bunlar saraya dönmüşler. Padişah dertten kıvranıyormuş. Damatlar sütü vermişler. Hekim, bakıp demiş ki: — Sakın padişahım! Bunu içme, bu zehirlidir. Bacanaklar ne dese de ne etse de inandıramamışlar. Padişah, damatlarını zindana attırmış. Mehmet de zehirsiz sütü getirip vermiş. Padişah şaşırmış Keloğlan’ın sütü getirmesine. Hekimler bu süte bakmışlar. Padişaha sütü içirince dertten kurtulmuş. Padişahın karısı, padişaha: — Bu adam sana o kadar iyilik yaptı. Artık böyle davranma, demiş. O zaman Mehmet, padişahın huzurunda kafasındaki deriyi çıkartmış. — Ben Mehmet’im. Filan padişahın oğluyum. Ben bir şeye isyan ettim, bu duruma geldim. Savaşa gittim, bunu yaptım. Yine de beni sevemedin. Benim suçum yok ki! Bak öbür damatlarına. Ayaklarındaki nalları da ben vurdum. İstersen bak! Benim kim olduğumu anlarsın, demiş. Bakmışlar ki gerçekten de ayaklarında nal var. O zaman padişah gerçekleri anlamış, yumuşamış. Mehmet’le padişahın kızına yeniden kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Mutlu, mesut yaşamışlar. Gökten üç elma düştü; biri söyleyene, biri dinleyene, biri de kime olursa...   * bellemek: Sanmak.
Keloğlan Mehmet
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KURT TİLKİ EŞEK Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar bir yerde bir kurt yaşarmış. Bu kurdun yaşadığı yerde kuraklık olmuş. Kurt, açlıktan ölecek hâle gelmiş. Bakmış ki böyle olmayacak, kendi kendine çare aramaya başlamış. “Derenin öbür tarafında bir ada var. Orada muhakkak bir şeyler vardır. Suyu aşıp da oraya gideyim bari,” diye karar vermiş. Karar vermeye vermiş de suyu nasıl aşacağını bilememiş. O sırada aklına sandalla karşıya geçmek gelmiş. Hemen bir sandal bulmuş. Sandala bineceği sırada bir de bakmış ki tilki geliyor. Tilki de gelmiş, sandala binmiş. Tilki, kurda: — Kardeşim kurt, nereye gidiyorsun, diye sormuş. Kurt da: — Aç kaldım, ben de karşıdaki adaya gidiyorum. Belki orada yiyecek bir şey bulurum, demiş. Tilki: — O zaman beraber gidelim, demiş. Kurt, tilkinin dediğini kabul etmiş, ama hem de biraz şeytanlık düşünmüş. Tilki: — Peki de orada birbirimize nasıl güveneceğiz? Ya sen beni yersen n’olacak, demiş. Kurt; “Birbirimize nasıl güvenelim?” diye uzun uzun düşünmüş. Sonra da tilkiye: — O zaman karşılıklı birbirimize yemin edelim, demiş. İkisi de bunu kabul etmiş, arkasından da yemin etmişler. Derken bir süre sonra eşek de gelmiş. Onları sandalda görünce o da sandala binmiş. Eşek: — Kardeşlerim, niye burada toplandınız? Derdiniz ne? Nereye gidiyorsunuz, demiş. Sandaldakiler: — Biz açız. Karşıdaki adaya geçip karnımızı doyuracağız. Yoksa açlıktan öleceğiz, demişler. Eşek, hemen atlamış: — Beni de kardeş olarak kabul edin, ben de sizinle gelirim, demiş. Kurtla tilki, eşeğin teklifini kabul etmişler. Sandala binmiş, karşı tarafta bulunan adaya geçmişler. Tilki, sandaldan iner inmez adayı baştan başa dolaşmış, ama yiyecek bir şey bulamamış. Derken bu sefer de kurt yiyecek bulmak için adayı dolaşmış. O da bir şey bulamamış. Sıra eşeğe gelmiş. Eşek, hiç zorluk çekmemiş. Çünkü o ot yediği için adanın dört bir yanı otlarla doluymuş. Böylece günler geçmiş... Eşek, ot yiye yiye şişmanlamış, anıra anıra keyfine bakmış. Bir gün tilki, kurda: — Gel, seninle bir konuşalım, demiş. Kurt da: — Tilki kardeş, söyle ne söyleyeceksen, demiş. — Gel, bir bahane bulup bu eşeği yiyelim. O durmadan yiyip içiyor, biz ise açlıktan ölüyoruz. Başka çaremiz yok, demiş. Kurt: — Peki, ama ona nasıl bahane uyduracağız, demiş. Tilki: — Oooo!.. Sen onu bana bırak. Ben ona bir şart koşarım. O muhakkak bana yenilir, biz de onu yeriz, demiş. Kurt: — Tamam, demiş, anlaşmışlar. Tilki, eşeği yanına çağırmış. Ona: — Eşek kardeş, bu iş böyle olmaz! Sen güzelce karnını doyuruyorsun, biz açlıktan ölüyoruz. Şimdi bizim bir şartımız var. Eğer bu şarta uyarsan dünya ahret kardeşimizsin, yok eğer uymazsan biz de seni yeriz, demiş. Eşek: — Tamam, söyle bakalım, şartın neymiş, demiş. Tilki: — Herkes sırayla kendi özelliğini söyleyecek, demiş. Eşek: — Tamam, ben söylerim; ama önce siz söyleyin bakalım, demiş. Kurt: — Benim özelliğim; oturduğum yerden çok uzakta gördüğüm bir cismin ne olduğunu ayırt edebilirim. Üstelik gözlerim de çok keskindir. Onun için ben faydalı bir hayvanım, demiş. Eşek: — Tamam, senin şartın oldu. Tilki kardeş, ya senin özelliğin ne, demiş. Tilki de: — Ben oturduğum yerden çok uzaktaki bir şeyin kokusunu alırım, onun ne olduğunu bilirim. Burnum çok keskindir. Bunun için ben de faydalı bir hayvanım, demiş. Eşek: — Onu bunu bilmem. Ben de faydalı bir hayvanım. Benim de ayağımın altında bir yazı var. İnanmazsanız kurt gelsin, baksın. Sakın tilki gelip bakmasın, çünkü ben ona hiç güvenmiyorum, demiş. Kurt da: — Tamam, demiş. Bu arada eşeğin nalları da yeniymiş. Kurt, eşeğin ayağının altına bakarken eşek de arka ayaklarını iyice karnının altına çekmiş. Kurt, yazıyı görmek için eşeğe biraz daha sokulmuş. Eşek, ayaklarını vücuduna doğru biraz daha çekmiş. Kurt, eşeğe iyice sokulurken eşek, kurda hızla bir tekme atmış. Kurdun canı öyle bir yanmış ki bağırtısını duyan tilki, korkudan dereyi yüzerek geçmiş. Karşı taraftan kurda seslenip: — Kurt kardeş!.. İnşallah gözlerine bir şey olmamıştır, demiş. Kurt: — Gözlerim sağlam, ama kafamın tası yarıldı, demiş ve oracıkta ölmüş. Tilki zaten öbür tarafa geri gitmişti. Eşek de o adanın sahibi olmuş. Rahat rahat yaşamış...
Kurt Tilki Eşek
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
MERCİMEK OĞLAN Kadının birinin hiç çocuğu olmuyormuş. Her gün sabah kalkarmış, Allah’a yalvarırmış ki; “Bir çocuğum olsun” diye. Bir gün, yemek yapmak için mercimek seçerken: —  Allah’ım, bunun sayısı kadar çocuk ver bana, demiş. Ondan sonra dileği kabul olmuş, o mercimekler kadar çocuğu olmuş. Çocukların her biri bir yere kaçmış. Kadın, olanları görünce demiş ki: — Ben bu kadar çocuğu nasıl doyuracağım? Kalkayım da bari ekmek yapayım. Kalkmış, hamur yoğurmuş, ekmek yapmaya başlamış. Ekmeği yaptıkça çocukların bir tanesi alıp kaçıyormuş. Ekmek hiç çoğalmamış, kadının canı sıkılmış. Çocukları vurup vurup öldürmüş. Ondan sonra da pişman olmuş. — Bari bir tanesini bıraksaydım da babasına yemek götürseydi. Kötü mü olurdu, demiş. Çocuğun bir tanesi orada bir yere saklanmış, demiş ki: — Anne, beni öldürme, ben babama yemek götürürüm. Kadın sevinmiş, azığı koymuş, çocuğu tarlaya göndermiş. Babası çift sürüyormuş tarlada. Mercimek oğlan, babasına azığı götürüp: — Baba, sana azık getirdim, demiş. Babası: — Gel oğlum, yanıma otur. Kara öküz pisler de altında kalırsın, demiş. Mercimek oğlan da: — Bir şey olmaz baba, demiş. Adam başlamış çift sürmeye. Sonunda öküz pislemiş, mercimek oğlan altında kalmış. Neyse, o sırada devin kızıyla karısı oralarda dolaşıyormuş. Tezek topluyorlarmış. Mercimek oğlanı görmemişler, bunu da atmışlar çuvala. Eve gitmişler. Akşam dev gelip: — Burada insanoğlu kokuyor, demiş. Karısı da: — Ne insanı? Sesini kes de yat, demiş. Mercimek oğlan, bu arada olduğu yerden zıplayarak kurtulmuş. Bir ağacın dalına çıkmış. Dev yine gelmiş, demiş ki:  — Yok, burada insan var. Bir de bakmış ki mercimek oğlan yukarıda, ağacın dalında duruyor.  Demiş ki: — Mercimek oğlan, oraya nasıl çıktın? Mercimek oğlan da: — Söylemem, demiş. Dev de: — Söylersen sana şunu veririm, bunu veririm, demiş. Devin niyeti mercimek oğlanın oraya nasıl çıktığını öğrenmekmiş. Oraya çıkıp, mercimek oğlanı yakalayıp yemekmiş. Mercimek oğlan: — Bardağı bardağın üstüne koydum. Kırk tane bardağı üst üste koydum. En sivrisini de en üste koydum. Bastım, çıktım, demiş. Dev de aynısı yapmış. En üste de sivri bardağı koymuş. Üstüne basınca ayağı kesilmiş. Bir ay yatmış, ancak dayanamamış. Yine ağacın altına gelmiş. Mercimek oğlana demiş ki: — Mercimek oğlan, söyle, oraya nasıl çıktın? Söylersen sana altın veririm. Mercimek oğlan da: — Bıçağı bıçağın üstüne koydum. Kırk tane bıçağı üst üste koydum. En sivrisini de en üste koydum. Bastım, çıktım, demiş. Dev de aynısını yapmış. Yine ayağı kesilmiş. Dev, oğlana kızmış:  — Seni tutarsam yiyeceğim, demiş. Bir ay daha yatmış. Yine dayanamamış, oğlanın yanına gelmiş. — Oraya nasıl çıktığını söylersen sana kız kardeşimi vereceğim, demiş. Mercimek oğlan: — Üst üste kırk tane tandır yaptırdım. Kırk gün yaktırdım. Sonra en üsttekine bastım, çıktım, demiş. Dev de inanmış. Aynısını yapınca tandıra düşmüş, ölmüş. Sonra mercimek oğlan ağaçtan inmiş, devin kardeşiyle evlenmiş. Muradına ermiş...
Mercimek Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
MEYYİT BAŞI Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken çok eski devirlerde ihtiyar bir kadın yaşarmış. Bu ihtiyarın çok mu çok güzel bir kızı varmış, Bu kız, öyle güzelmiş ki güzellikte eşi benzeri yokmuş. Bu kız, bütün gün evinden çıkmaz, durmadan nakış işlermiş. Lafı uzatmayalım… Kız, günün birinde camın önündeki sedire oturmuş, nakış işliyormuş. İşini işlerken camın önüne kanatları rengârenk bir kuş gelmiş. Kıza: — Benim güzel sultanım! Kırk gün meyyit* başı bekledikten sonra muradına ereceksin, demiş, ortadan kaybolmuş. Kız şaşırmış. Sağa sola bakmış, gökyüzüne bakmış, kuş muş yok… “Allah Allah! Bu nasıl işti? Bu kuş neyin nesiydi?” diye meraklı meraklı düşünmeye başlamış, ama bu kuştan kimseye de bahsetmemiş. Ertesi gün, kız yine işlemesinin başına oturmuş, iş işliyormuş. Kuş yine aynı saatte, aynı şekilde camın kenarına gelerek: — Sultanım, kırk gün meyyit başı bekledikten sonra muradına ereceksin demiş, “Pırrr!” diye uçup gitmiş. Kız, bu sefer daha da heyecanlanmış, kendini tutamamış, annesinin yanına gitmiş. Kuşun dediklerini annesine bir bir anlatmış. İhtiyar kadın: — Peki, bu kuş ne vakit gelir, diye kıza sormuş. Kız da: — Akşamüstü, anneciğim, diye cevap vermiş. Bunu duyan ihtiyar kadın ertesi gün, kuşu göreceği bir yere saklanmış. Kuşun gelmesini beklemiş. Akşamüstü olunca kuş yine bir hışımla gelmiş, camın önüne konmuş. Daha önce söylediklerinin aynısını söylemiş, uçmuş, gitmiş. İhtiyar kadın da bunları duymuş. Saklandığı yerden çıkmış. Kızına: —Haydi, hazırlan kızım! Ağzını yel alasıca bu uğursuz kuşun elinden kurtulmak için buralardan kaçalım, demiş. Kız da: — Olur anne!... Ondan kolay ne var? Hemen öteberimizi topladığımız gibi yola düşeriz, demiş. Ana kız bir haynan* eşyalarını toplamışlar, azık tozuklarını* hazırlamış, yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir arpa boyu yol aldıktan sonra büyük bir sarayın önüne gelmişler. Vakit gece, onlar da yorgun olduğu için sarayın önünde uyuyakalmışlar. Öyle derin uykuya dalmışlar ki kuşun geldiğini bile duymamışlar. Onların derin uyuduğunu gören kuş, usulca gelmiş, her ikisini de kaptığı gibi sarayın odalarının birine kızı koymuş, başka birine de ihtiyar anasını koymuş. Kız, sabah olup da gözlerini açınca bakmış ki hiç bilmediği bir odada! Kendi kendine; “Burası nere ki? Ben buraya nasıl geldim?” diye düşünürken yattığı yatağa şöyle bir bakmış ki aman Allah’ım her tarafı süslü, büyük bir yatakta yatıyormuş. Yanında da beyaz örtülere sarılmış bir cenaze bulunuyormuş. Kız öyle şaşırmış ki kendi kendine; “Galiba kuşun dedikleri gerçek oluyor. N’apayım? Alnıma ne yazıldıysa onu göreceğim. En iyisi sabretmek,” demiş. Biz haber verelim anasından… İhtiyar kadın, sabah olup da gözlerini açınca şaşırıp kalmış. Sağına soluna bakmış ki kızı da yanında değil. Hepten canı sıkılmış, deliye dönmüş. Yataktan fırladığı gibi kızını aramaya başlamış. Her tarafı deli gibi aramış, ama ne fayda? Kızını bir türlü bulamamış. “Eyvahlar olsun! Ben kızımı kuştan kaçırayım derken başka birine kaptırdım,” diye dövüne dövüne ağlamaya başlamış. Ne kadar aradı taradıysa da kızını öldüm Allah bulamamış. Bakmış ki olmayacak, artık ümidini kesip ağlaya ağlaya memleketine geri dönmüş. Gelgelelim kıza… Kız, otuz dokuz gün boyunca o odadan dışarı çıkamamış. Hem ağlamış hem de ölünün başında oturmuş. Kızın kaldığı odanın denize nazır bir balkonu varmış. Kız, arada sırada bir çıkar, oradan denizi seyredermiş. Otuz dokuzuncu gün, yine o balkona çıkmış, denizi seyrediyormuş. Denizde esir cariyelerle dolu bir gemi geliyormuş. Kız, elindeki mendilini sallayarak kaptana işaret vermiş. Yani; “Bu tarafa gel!” demek istemiş. Kaptan da kızın işaretini görmüş, gemiyi balkonun altına kadar getirmiş. Kıza: — İşaret ettin, geldim. Benden ne istiyorsun, demiş. Kız da: — Sana bir kese altın versem bana bir cariye satar mısın, demiş. Meğer kızın canı o kadar sıkılmış ki; “Hiç değilse bana arkadaş olur, meyyitin başını beraber bekleriz,” diye düşünmüş. Kaptan: — Tamam, satarım. Sen bir ip sarkıt, altınımı da ver, kızı satmak kolay, demiş. Kız, hemen bir ip bulmuş, balkondan sarkıtmış. Bir kese altını da geminin içine fırlatmış. Kaptan, güzel bir cariye seçmiş, ipe bağlamış, kıza yollamış. — İşte size layık bir cariye gönderiyorum, demiş. Cariyeyi yukarı çeken kız, içinden; “Çok şükür Allah’ım, sonunda can sıkıntımı alacak bir arkadaş buldum,” diye öyle sevinmiş ki hemen cariyenin boynuna bir dizi altın takmış. Ertesi gün, kırkıncı gün imiş... Kız, aldığı cariyeye: — Ben sarayı gezeceğim, sen burada bekle! Sakın bir yere gitme, diye iyice tembihlemiş, odadan çıkıp gitmiş. Çok geçmeden yatakta yatan meyyit dirilmeye başlamış. Cariye, öyle korkmuş ki korkudan tüyleri diken diken olmuş. Ölü, yattığı yerden doğrulmuş, cariyeye seslenmiş: — Kırk gün, kırk gece başımın ucunda sen mi bekledin, demiş. Cariye, yalandan: — Hııı… Ben bekledim, demiş. Meğer bu ölü gibi yatan, o memleketin padişahının oğluymuş. Kendi kendine şöyle ahdetmiş; “Kim benim başımda kırk gün, kırk gece beklerse ben onunla evleneceğim.” Padişahın oğlu, cariyeye: — Burada senden başka kimse var mı, diye sormuş. Cariye de hiç utanmadan: — Var, var! Bir hizmetçim var, o da az önce dışarı gitti. Dur da sesleneyim, demiş. Sonra da dışarı çıkmış, hanımına: — Kız, gel buraya! Seni efendi istiyor, diye seslenmiş. Kız, odaya girince hayret etmiş. Bakmış ki günlerdir başını beklediği ölü, yakışıklı mı yakışıklı bir şehzade olmuş! Cariyesinin yaptığı hainliği anlamış, hiç sesini çıkarmamış. Şehzade, cariyeyle evlenmiş, kız da bile bile aldığı cariyenin hizmetçisi olmuş. Bir zaman sonra şehzadenin canı sıkılmış. Memleketi gezmek bahanesiyle seyahate çıkmaya niyet etmiş. Harıl harıl hazırlıklar yapılmış. Seyahat günü gelip çatınca şehzade, karısına demiş ki: — Ben seyahate çıkıyorum, gelirken hediye olarak ne istersin? Sana onu getireyim. Karısı da: — Bir elmas gerdanlık istiyorum ki eşi benzeri görülmedik olsun, demiş. Şehzade, bu sefer hizmetçiye dönüp: — Sana ne getireyim, sen ne istiyorsun, diye sormuş. Hizmetçi: — Efendim, ben de bir sabır taşı istiyorum, demiş. Şehzade, epey bir vakit dolaşmış. Karısının istediğini de hizmetçisinin istediğini de almış, evine dönmüş. Karısına da hizmetçisine de hediyelerini vermiş, odasına çekilmiş, ama aklında hep aldığı sabır taşı varmış. “Bu hizmetçi acaba bu sabır taşıyla n’apacak?” diye uzun uzun düşünmeye başlamış. Bir ara kimseye görünmeden hizmetçinin kaldığı odanın kapısına kadar gitmiş. İçinden; “Acaba dinlesem mi, dinlemesem mi?” diye düşünürken içerden hizmetçinin sesini duymuş. Odayı anahtar deliğinden gözetlemeye başlamış. Kız, içeride oturmuş, başından geçenleri bir bir sabır taşına anlatıyormuş. Anlatmış… Anlatmış… Kız anlattıkça sabır taşı şişiyormuş. Taş şiştikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda anlatılanlara dayanamamış; “Çattt!” diye çatlamış. Bu hâli gören kız: — Ey sabır taşı! Sen bile dayanamadın, çatladın; ya ben ne yapayım? Bari kendimi öldüreyim de kurtulayım, demiş, ayağa kalkmış. Kapı deliğinden olan biteni gören şehzade, kapıyı kırıp içeri girmiş. Kızı hasretle kucaklamış. — Demek bıkıp usanmadan kırk gün, kırk gece benim başımı bekleyen sendin. Ben ne halt ettim de anlayamadım, demiş. Sonra kızın elinden tutup odasına getirmiş. Karısı sandığı cariyeyi karşısına alarak: — Ben her şeyi öğrendim. Bütün bunlar doğru mu, diye sormuş. Cariye de hiç eksiği, noksanı olmadan her şeyi şehzadeye anlatmış. Bunun üzerine şehzade, ona demiş ki: — Söyle, ne istersin? Kırk katır mı, kırk satır mı? Cariye sevinip: — Kırk katır isterim. Hiç değilse beni memleketime götürür. Satırlar senin düşmanının kafasına olsun, demiş. Şehzade, cariyeyi kırk katırın kuyruğuna bağlamış, memleketine doğru yola salmış. Cariyenin vücudu paramparça olmuş, cezasını bulmuş. Şehzade de asıl hanımıyla evlenmiş. Kırk gün, kırk gece eşi benzeri görülmedik bir düğün yapmış. İkisi de muratlarına nail olmuşlar… Gökten üç elma düşmüş; biri anlatana, biri dinleyene, biri de cümle âleme…   *meyyit: Ölü. * haynan: Gayretle. * azık tozuk: Yol hazırlığı.
Meyyit Başı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAH OĞLU Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda zengin bir padişah varmış. Bu padişahın bir de oğlu varmış. Bir gün, padişahın oğlu, babasına: — Babacığım, bana bir gemi yaptır! Uzak diyarlara gitmek, denizlerde gezmek istiyorum, demiş. Padişah, oğlunun arzusu üzerine bir gemi yaptırmış. Padişahın oğlu, yanına kırk arkadaşını almış, gemiye binmiş. Bunlar, uzun bir zaman denizin üstünde yol alıp durmuşlar. Denizin ortasında bir saray varmış. Denizde yollarına devam ederken o saraya doğru, o tarafa doğru çekildiklerini hissetmişler. Geminin kaptanı, padişahın oğluna: — Efendim, böyle giderse gemimiz batacak, demiş. Padişahın oğlu: — Madem batacağız, herkes birbiriyle helâlleşsin, diye seslenmiş. Az sonra da gemi batmış. Padişahın oğlu, nasılsa bir tahta parçası bulup ona tutunmuş; bir sağa, bir sola derken denizin üstünde oraya, buraya doğru gitmiş. Sonunda bir ada görmüş, çok sevinmiş. Akşama doğru adaya çıkmış. Etrafına bakmış, kendinden başka kimse yokmuş. Adada çeşit çeşit ağaçlar varmış. Birinin tepesine çıkmış, orada sabahlamış. Aradan bir zaman geçmiş… Padişahın oğlu, kıyıda otururken ta uzaktan bir geminin geldiğini görmüş. Tekrar ağacın başına çıkmış, oradan gözetlemeye başlamış. Gemi iyice kenara yanaşmış. İçinden birkaç tane adam inmiş, adaya çıkmışlar. Adamlar, yanlarında bulunan gencin birini yaka paça tutup yakındaki mağaranın önüne gelmişler. Genci o mağaranın içine hapsetmişler. Yanına da biraz yiyecek, öteberi koyup tekrar gemiye binip gitmişler. Padişahın oğlu, adamlar gittikten sonra ağacın başından inmiş, mağaraya gitmiş. Genci hapsettikleri mağaranın ağzını açmış, önüne bir merdiven çıkmış. Merdivenden inmiş, inmiş, bakmış ki o genç, güzel bir kıraatle Kur’an okuyor. Padişahın oğlu, bir ara durmuş, dinlemiş. Sonra da yanına girmiş. Delikanlıya demiş ki: — Senin burada ne işin var? Delikanlı önce korkmuş, sonra da: — Sen kimsin, nesin? Burada ne işin var, diye sormuş. Padişahın oğlu, başından geçenleri anlatmış. Delikanlı, bunları duyunca biraz rahatlamış, başlamış anlatmaya: — Benim babam padişahtır, hem de çok zengindir. Ben tek evlat olduğum için üzerime çok titrerdi. Memlekette ne kadar hacı hoca varsa hepsine benim geleceğimi sordurdu. Hepsi de; “Padişahım, senin oğlun bir adada bir padişahın oğlu tarafından öldürülecek,” dediler. Bunun üzerine babam beni korumak için buraya getirdi, demiş. Padişahın oğlu, bunları duyunca kendi kendine yemin etmiş ki; “Ben bu delikanlıyı öldürmeyeceğim.” Bundan sonra bu mağarada sanki iki kardeşmiş gibi yaşamaya başlamışlar, gül gibi geçinip gidiyorlarmış. Bir gün, delikanlı hastalanmış. Padişahın oğlu da ona yardım etmek istemiş. Raftan ekmek bıçağı almak isterken ayağı kaymış, delikanlının üzerine düşmüş. Elindeki bıçak da delikanlının karnına saplanmış, delikanlı orada ölmüş. Padişahın oğlu dışarı çıkmış, sahile doğru yürürken delikanlıyı buraya getiren geminin adaya doğru geldiğini görmüş. Adanın öbür tarafına kaçmak istemiş. Bir de bakmış ki bütün deniz, kara olmuş. Hemen kaçmaya başlamış. Günlerce, aylarca yürüdükten sonra çok büyük bir saraya varmış. Padişahın oğlu, kapıyı çalmış. Kapıyı on, on beş yaşlarında bir genç kız açmış. Kız, padişahın oğlunu üstü başı perişan görünce oğlana acımış. İçeri almış, önüne yiyecek, içecek koymuş. Padişahın oğlu karnını doyururken birdenbire etrafında kırk tane kız peyda olmuş. Padişahın oğlu, içlerinden en büyüğüne: — Siz kimsiniz, burada ne işiniz var, diye sormuş. En büyük olanı: — Bizim babamız padişahtır. Bizi felaketlerden korumak için buraya getirdi. Senede bir defa onun ziyaretine gideriz. Şimdi onun mektubu geldi, yarın ziyaretine gideceğiz. Senin de gördüğün gibi kırk tane odamız var. Hepsinin anahtarını sana teslim edeceğiz. Biz gittikten sonra ne yaparsan yap, ama sakın kırkıncı odayı açma, demişler. Kızlar gittikten sonra padişahın oğlu merakından odaları açmaya başlamış. Birinci odayı açıp bakmış ki cennet gibi bir bahçe… Sular şırıl şırıl akıyor, çeşit çeşit ağaçlar, türlü türlü çiçekler varmış. Her açtığı oda ötekinden daha güzelmiş. “Bunların hepsi iyi güzel de acaba kırkıncı odada ne vardı?” diye düşünmüş. Padişahın oğlu; “Açsam mı, açmasam mı?” diye düşünürken dayanamamış, kırkıncı odayı açmış. Odadan çok kötü kokular geliyormuş. Öyle kötü kokuyormuş ki insanın dayanmasını çok zormuş. Yine de içeri girmiş. Büyük bir atın yem yediğini görmüş. Ata yaklaşmak istemiş. Usulca yanına gitmiş, atı okşamaya başlamış. Bu, atın çok hoşuna gitmiş. At, başını sallayıp: — Sırtıma bin, gözünü de kapat, demiş. Padişahın oğlu, hemen sıçradığı gibi atın üstüne çıkmış. Gözünü kapattığı gibi at havada uçmaya başlamış. Padişahın oğlunu kendi memleketine getirmiş. Annesi, babası çok sevinmiş. Bayram ilan etmişler, bir daha da birbirlerinden ayrılmamışlar.
Padişah Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SABAN HALATI Bir varmış, bir yokmuş. Bir adam varmış. Bu adam, tilkinin biriyle dost olmuş. Bir gün adam, tarlasını sürmeye gitmiş. İşi bittikten sonra tarladaki eşyalarını eşeğine yüklemiş. Evinin yolunu tutmuş. Yolda bir bataklık varmış. Giderken eşek, bataklığa saplanmış. Tilki, adamın dostu ya, uzaktan bunları görmüş. Adamın yanına gelince: — Biz seninle dost değil miyiz? Bu yükü böyle götüremezsin. En iyisi sen beni dinle! Sabanını bağladığın halatı burada bırak, demiş. Adam: — Bırakırsam tilkiler alıp götürür, demiş. Tilki: — Yok, götürmezler. Niye götürsünler ki? Ben senin dostunum, ona sahip çıkarım. Kimsenin alıp götürmesine izin vermem, demiş. Adam, tilkinin dediğini yapmış, halatı orada bırakıp evine dönmüş. Ertesi gün tarlasını sürmek için gitmiş ki halat yok! Çalınmış... Hemen tilkinin yanına gitmiş: — Hani sahip çıkacaktın? Sabanın halatına ne oldu tilki kardeş, diye sormuş. Tilki: — Ben görmedim, demiş. Adam: — Biz seninle dost idik? Sen ki tilkilerin ağasısın. Sabanıma ne olduysa bulup getir, demiş. Tilki, hiç oralı olmamış. Bunun üstüne adam, evine geri gelmiş. Yanan ocağın başına oturmuş, kara kara düşünmeye başlamış. Sahibinin hâlini gören eşek dayanamamış: — Niye kara kara düşünüyorsun, diye sormuş. Adam da: — Tilki, sabanımın halatını çaldı. Şimdi de vermiyor, demiş. Eşek: — Bana fazladan iki yemlik arpa ver. Gidip sabanının halatının getireyim, demiş. Adam kabul etmiş, eşeğe iki yemlik arpa vermiş. Eşek, arpasını yemiş, yola koyulmuş. Gide gide tilkinin oturduğu mağaraya varmış. Hemen önüne yayılmış. Tilkinin karısı, mağaradan çıkarken bir de bakmış ki mağaranın önünde büyükçe bir şey var! Hemen gitmiş, kocasını uyandırmış. — Kalk, kalk! Bu gece rüyamda etten yapılmış bir ağacın, mağaranın önünde yeşerdiğini gördüm, demiş. Tilki kalkmış, mağaranın önüne bakmış. Karısına demiş ki: Yoğurtlu çorba, yoğurtlu çorba! Gördüğün rüya doğru ola! Sonra da: — Git, çiftçiden çaldığım halatı getir. Halatı şu eşeğin ayağına takayım da uyandığında kaçmasın, demiş. Tilki, halatın bir ucunu eşeğin ayağına bağlamış, diğer ucunu da kendi boynuna dolamış ki eşeği mağaranın içine çekecek! Eşeği mağaranın içine çekeceği sırada eşek, ayağa kalkıp hızlıca koşmaya başlamış. O koştukça boynunda halat, tilki de onunla beraber sürüklenmiş. O sırada tilkinin karısı arkasından bağırıp demiş ki: Kocam, kocam! Hele bana bak! Ayağını çayır çimene takıp kalk Seni böyle paldır küldür görmesin halk Eşek, tilkiyi öylece sürüye sürüye adamın yanına götürmüş. Adam tilkiyi yakalamış, derisini yüzmüş. Kuyruğuna da bir teneke bağlayıp göndermiş. Tilkinin karısı, mağaranın üstünden bağırmış: —  Çiftçi, çiftçi! Kocamı görmedin mi? Tilki, karısının sesini duyunca: — Buradayım, buradayım! Eve gelince bunun hesabını senden soracağım, demiş. Sonra da: Yoğurtlu çorba, yoğurtlu çorba Gördüğün rüya hep yalan ola, demiş. Çiftçi de sabanının halatına kavuşmuş. Masalım bitti, dilime zahmet. Dinleyenin ölüsüne rahmet...
Saban Halatı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SİHİRLİ KILIÇ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde yaşlı bir adam ile üç tane de oğlu yaşarmış. Bir gün, yaşlı adam, oğullarına: — Ben yakında öleceğim. Gelin, yanıma oturun da size vasiyetimi bildireyim, demiş. Oğulları etrafına oturmuşlar, babalarına: — İşte geldik. Hadi, bize vasiyetini söyle, demişler. Yaşlı adam: — Benim ölümüme sebep olan bir duman bulutudur. Ben öldükten sonra da mezarımı ziyaret edecektir. Sizden isteğim; benim bu düşmanımı öldürmenizdir, demiş. Aradan bir zaman geçmiş, adam ölmüş. Oğulları onu götürmüş, mezara gömmüşler. Sonra da gelmiş, bir karar almışlar. — Her gün birimiz babamızın mezarını bekleyelim. Kim babamın düşmanını görürse öldürsün, demişler. Kardeşler, sırayla babalarının mezarını beklemeye başlamışlar. Önce büyük oğlan mezarın başına gitmiş. Beklemiş… Beklemiş… Akşam olunca duman bulutu görünmüş. Bulut mezara yaklaşınca büyük oğlan çok korkmuş, bırakmış, kaçmış. Sonra ortanca oğlan mezarın başına gitmiş. O da bulutu beklemeye başlamış. Derken yine akşam olmuş, Bir de bakmış ki duman bulutu bir hışımla gelmiyor mu? O da korkmuş, kaçmış. Sıra adamın küçük oğluna gelmiş. Oğlan, mezarın başında duman bulutunu beklemeye başlamış. Derken akşam vakti bulut görünmüş. Küçük oğlan, duman bulutunu kovalamaya başlamış. Kovalaya kovalaya onu bir kuyunun içine hapsetmiş. Sabah olunca kardeşlerinin yanına gidip: — Babamın düşmanını yakaladım, demiş. Onlar da merakla: — Nasıl yakaladın? Hani, nerede, demişler. Küçük oğlan: — Onu kovaladım, kovaladım… Sonra da bir kuyuya hapsettim. Oradan nasıl çıkaracağız, asıl onu düşünelim, demiş. Kardeşler, oturup düşünmeye başlamışlar. “Ne etsek, nasıl etsek? Düşmanı kuyuda nasıl yakalasak?” diye çareler aramışlar. Derken bir karara varmışlar. Kardeşler, sırasıyla bellerine ip bağlayıp kuyuya inecek, düşmanı yakalayacaklarmış. Önce büyük oğlan beline bir ip bağlamış, kuyuya inmiş. Biraz sonra: — Ah yandııım! Ah yandııım, diye bağırmaya başlamış. Kardeşleri hemen onu kuyudan çıkarmışlar. Derken ortanca oğlanı kuyuya salmışlar. Bir süre sonra o da: — Ah yandııım! Ah yandııım, diye bağırmış. Onu da kuyudan çıkarmışlar. Sıra küçük oğlana gelmiş. Oğlan, beline ipi bağlamış. Kardeşlerine de: — Size; “Yandım!” dedikçe beni kuyuya salın, demiş, sonra da kuyuya inmiş. — Ah yandııım! Ah yandııım, diye bağırmaya başlamış. Her bağırmasında kardeşleri onu biraz daha kuyuya salmışlar. Oğlan böylece kuyunun dibine inmiş. Orada bir devle karşılaşmış. Dev, oğlanın üstüne yürümüş. Tam tutup yiyeceği sırada kuyunun dibindeki bir mağaradan; “Ona dokunmaaa!” diye bir ses yükselmiş. Dev, bu sesin üstüne oğlanı bırakmış. Oğlan, mağarayı bulmak için kuyunun dibinde dolaşmış. Az sonra mağarayı bulmuş. Mağarayı gezerken bir kızla karşılaşmış. Kız, oğlana: — Buraya nasıl geldin, diye sormuş. Oğlan, başından geçenleri bir bir anlatmış. Kız, ona bir kılıç uzatıp: — Senin düşmanın bir ejderha! Bu kılıcı al! Ejderha, sadece bu kılıçla ölür, demiş. Oğlan, kılıcı almış. Kız, oğlana tekrar: — Bu kılıçla ejderhaya saldırdığın zaman ona bir seferden fazla vurma! Ya ölür ya da yaralanır. Ejderha, yaralandığı zaman sana; “Yiğidin hakkı üçtür. Bir daha vur!” diyecektir. Aman ha, bir seferden fazla vurma, demiş. Oğlan, kılıcı elinde gitmiş. Ejderhayı bulmuş, onu tek kılıç darbesiyle öldürmüş. Sonra da dönmüş, kızın yanına gelmiş. Kıza: — Benimle evlenir misin, diye sormuş. Kız da oğlanın teklifini kabul etmiş. Oğlan, kızı kuyudan çıkartmış, kardeşlerine teslim etmiş. Tekrar kuyunun dibine inmiş. Oradaki mağaranın içinden geçmiş, bir şehre varmış. Gide gide bir kalabalık görmüş. Kalabalığın içinde de yaşlı bir kadın görmüş. Ona: — Bu kalabalık niye toplanmış? Beni bu akşam evinde misafir eder misin, diye sormuş. Kadın: — Benim misafir ağırlayacak yerim yok. Ben misafir ne kabul etmem, demiş. Oğlan, cebinden biraz altın çıkartmış, kadına uzatmış. Kadına: — Bana bu akşam yatacak bir yer ver, bu altınlar senin olsun, demiş. Kadın, altınları alınca oğlanı misafir etmiş. Evine götürmüş, ona yemekler yapmış, yedirmiş. Oğlan az sonra susamış. Kadından bir tas su istemiş. Kadın da: — Kusura bakma oğul, bizim suyumuz yok, demiş. Oğlan: — Niye suyunuz yok, demiş. Kadın: — Bizim bir çeşmemiz var. O çeşmenin başında bir ejderha var. Her cuma bütün köy ona yemek yaparız. Götürüp bu yemekleri onun önüne koyarız. O yemek yerken biz de gizlice çeşmeden su taşırız. Yemekler bittikten sonra da suyu keseriz, demiş. Bunun üstüne oğlan, kılıcını almış, ejderhayı öldürmeye gitmiş. Köylüler, ejderhaya yemek vermişler. Ejderha yemekleri yiyeceği sırada oğlan kılıcını çekmiş, ejderhayı parça parça bölmüş. Bu parçaları da orada bulunan bir ağacın tepesindeki kartala ve yavrularına yedirmiş. Bu olay, padişahın kulağına gitmiş. Padişah, bunu duyar duymaz gelmiş. Oradakilere: — Bu ejderhayı kim öldürdü, diye sormuş. Orada bulunan herkes; “Ben öldürdüm! Ben öldürdüm!” demiş. Padişahın kızı, babasına dönmüş: — Babacığım, sen kimsenin sözüne inanma! Ben, ejderhayı öldüren adamın omzuna, ejderhanın kanını sürdüm. Kimin omzunda kan varsa ejderhayı o öldürmüştür, demiş. Padişah, orada bulunan herkesin omzuna bakmış, ama kan izine rastlamamış. Sonra emir vermiş; bütün şehri aratmış. Sonunda yaşlı kadının evindeki oğlanı bulmuşlar. Padişah, oğlana: — Dile benden ne dilersen? Mal istersen mal, can istersen can vereyim, demiş. Oğlan: — Senden sadece aydınlık dünyayı istiyorum, demiş. Böylece oğlan, padişahtan kuyudan çıkmanın yolunu göstermesini istemiş. Padişah: — Bu kuyudan çıkmanın yolunu bir kartal bilir. O kartal da şu ağacın üstünde yaşar. Yalnız, o kartalın her yıl yavruları yumurtadan çıkar. Bu yavruları da hep siyah bir yılan yer. Eğer o yılanı öldürebilirsen kartal da sana aydınlık dünyaya çıkmanın yolunu gösterir, demiş. Bunun üstüne oğlan, kılıcını kuşanmış, o ağacın altına gitmiş. Bir de bakmış ki kartal, yavrularının başında ağlamıyor mu? Siyah bir yılan da ağaca sarılmış, yavaş yavaş tırmanmıyor mu? Oğlan, hemen kılıcını çekmiş, yılanı parçalara bölmüş. Kartal, oğlana: — Sen benim yavrularımı kurtardın. Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan: — Doğru, ben senin yavrularını kurtardım. O zaman sen de beni kurtar! Dileğim; beni aydınlık dünyaya kavuşturmandır, demiş. Kartal: — Aydınlık dünyaya kavuşmak zordur. Gidip kırk kilo et, kırk kilo tuz, kırk litre su, kırk tane de ekmek getir, demiş. Oğlan, kartalın istediklerini getirmiş. Bunları birbirine bağlamış, kartala yüklemiş. Sonra kendi de kartalın sırtına binmiş, havalanmışlar. Biraz gittikten sonra kartal, oğlana: — Her bağırdığımda ağzıma bir kilo et, bir kilo tuz, bir litre su, bir tane de ekmek atacaksın, demiş. Böylece yollarına devam etmişler. Kartalın her bağırışında oğlan, onun istediklerini ağzına atmış. Bir zaman sonra da bütün yiyecekler tükenmiş. O sırada kartal yine bağırmış. Oğlan, bacağından bir parça et kesmiş, kartalın ağzına atmış. Kartal, bu etin insan eti olduğunu anlamış, dilinin altında saklamış. Böylece aydınlık dünyaya çıkmışlar. Oğlan, kuşa: — Hadi, artık yavrularının yanına dön, demiş. Kartal ise: — Sen yürüyüp buradan uzaklaşmadıkça ben gitmem, demiş. Oğlan ayağa kalkmış, ama bacağı ağrıdığı için yürüyememiş. Bunu gören kartal, dilinin altında sakladığı et parçasını çıkarmış, oğlanın bacağına yapıştırmış. Oğlanın bacağı, eskisi gibi olmuş. Kartal da uçmuş, yuvasına gitmiş. Oğlan, evine doğru yürümüş. Evine vardığında bir kalabalık görmüş. Orada bulunan bir kadına: — Bu kalabalık niye toplanmış, diye sormuş. Kadın: — Bu evin bir küçük oğlu vardı. Bu oğlan, falanca kuyunun dibindeki padişahın kızını kardeşlerine emanet etti. Şimdi ise oğlanın büyük kardeşi bu kızla evleniyor, demiş. Oğlan, bunu duyunca kadına: — Al şu altınları, senin olsun. Bu mendili de al, evlenecek olan kıza götür! Ona; “Kuyunun dibindeki oğlana hasret kalasın!” de, demiş. Kadın, mendili almış, kıza götürmüş. Kıza oğlanın dediklerini demiş. Kız, mendili açınca içinden bir yüzük çıkmış. Böylece kuyunun dibindeki sevdiğinin ölmediğini, geri döndüğünü anlamış. Oğlan ise kendisine ihanet eden kardeşlerini öldürmüş. Sonra da sevdiği kızla evlenmiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler...
Sihirli Kılıç
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞEMSİBANI Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ımızın kulu çokmuş. Bir padişah varmış. Bu padişahın üç oğlu, üç de kızı varmış. Gel olmuş, git olmuş, bu padişah bir gün hasta düşmüş. Hasta düşünce oğullarına: — Benim üç kızım var, bir binek taşım var. O binek taşına kim binerse o kızımı ona veririm, diyor. Padişah, böyle dedikten sonra vefat ediyor. Yuyup, yıkayıp kaldırıyorlar. Sabah kalkar bakarlar ki binek taşına biri binmiş. Oğlanlar bakıyor ki bu bir kurt... — Bir tane kurt binmiş bizim binek taşımıza, diyorlar. Kurdu içeri getiriyorlar: — Ne var, diye soruyorlar. Kurt da: — Allah’ın izniyle kızınızı istemeye geldim, diyor. Büyüğü: — Vermem, diyor. Ortanca: — Ben de vermem, diyor. En küçüğü Şıh Muhammed: — Ben veririm, diyor. Bunu giydiriyor, kuşatıyorlar. Atın sırtına bindiriyorlar. Atı alıp gidiyorlar ıssız çölün kervan yerine... Üç gün sonra binek taşına bir binen daha oluyor. Gelip oğlanlara diyorlar ki: — Bizim binek taşına binmişler. Kızımızın dünürcüsü gelmiş. Bakıyorlar ki bir tilki gelmiş, taşta oturuyor. — Hoş geldin, sefa geldin tilki kardeş, diyorlar. Tilki: — Kızınızı istemeye geldim, diyor. Büyük oğlan diyor ki: — Kızımızı istemeye geldin, ama ben vermem. Ortanca: — Ben de vermem, diyor. Küçüğü: — Gel, biz bunu verelim, diyor. Onu da giydiriyor, kuşatıyor, veriyorlar. Üç gün sonra bakıyorlar ki binek taşına yine bir binen olmuş. Bu büyük bir kartalmış. — Ne var, diyorlar. — Kızınızı istemeye, geldim, diyor. Oğlanların büyüğü: — Biz onu ona verdik. Bunu buna verdik. Ben vermem, diyor. Ortanca oğlan da: — Vermem, diyor. Küçük diyor ki: — Babamın vasiyetidir, ben veririm. Haydi… Bunu da giydirip kuşatmışlar. Koymuşlar kartalın kanadının üstüne, havalanmışlar. Gelelim büyük oğlana… Büyük oğlan, öbür kardeşlerine: — Bugün, yarın benim askere gitme zamanım. Bir Birecik benim davetlim, ama önce kışlaya gidip askerlerime bir bakayım. Ne var, ne yok, diyor. Üç kardeş, kışlaya gidiyorlar. Bakıyorlar ki askerlerin her bir şeyi tamam. Gelirken yoldan küçük bir köpek yavrusu geçermiş. Büyük oğlan: — Eyt!.. Benden iyi kimse var mı, diye bağırıyor. — Yoktur, diyorlar. Büyük oğlan, “Cart!..” diye yavru köpeği vuruyor. Kellesini kopartıyor, getirip evdeki çardağa asıyor. Üç kardeş oturup yemek yiyorlar. Bakıp bakıp gülüyorlar. Büyük oğlan diyor ki: — Kardeşler, ne var, neye gülüyorsunuz? Demiyorsunuz ki bugün senin başına neler geldi? — Ne geldi, diyorlar. O da: — Baksanıza, bir canavar öldürdüm, görmüyor musunuz? Benden iyi yiğit kim var, diyor. — Yok, vallahi kardeş, senden yiğit hiç kimse yok, diyorlar. Neyse, yemeklerini yiyorlar… Ertesi gün ortanca oğlan: — Bu sefer benim davetimdeler, diyerek herkesi davet ediyor. O da: — Hele bir gidip bakayım, askerlerin neyi var, neyi yok, diyor. Gidip bakıyor ki askerlerin her bir şeyi tamam, rahat. Koyup gelirken geldiği yerden bir sıçan geçiyor. — Hött! Hele bana kim derler, diyor, gece vakti hayvanı “Cart!” diye vuruyor, getirip çardağa asıyor. Sabah yemek yemeye başlıyorlar. Bu sefer öbür iki kardeş bakıp bakıp gülüyorlar. — Ne var kardeşler? Görmüyor musunuz? Canavarı öldürdüm. Benden yiğidi yok, diyor. Öbür oğlanlar: — Vallahi doğru, senden yiğidi yok, diyorlar. Neyse, o gün de geçiyor, ertesi gün oluyor. Küçük oğlan Şıh Muhammed diyor ki: — Bugün de benim davetimdeler. Hele bir ben de gidip bakayım, askerim nasıldır? Önüme ne çıkacak, diyor. Gider gitmez bakıyor ki askerler karanlıkta oturuyorlar. Çıraları* sönmüş, başka bir şeyleri yok. “Acep ben nereden çıra bulurum,” diye dışarı çıkıyor. Oraya buraya bakarken bakıyor ki Balkız’ın Dağı gibi bir yerde üvez üvez çıra yanıyor. Hemen atına binip çırayı yakmak için ateş almaya gidiyor. Bakıyor ki bir dev karısı orada. Bir memesini bir omzuna atmış, öbür memesini öbür omzuna atmış. Ağzına bir batman sakız almış. Bir o yana geçiriyor, bir bu yana geçiriyor. “Lak! Lak!” diye çiğniyor. Kırk kulplu kazanın başında oturuyor, insan eti kaynatıyor. Etrafına da kırk tane oğlu düzülmüş. Şıh Muhammed, hemen gidip dev karısının memesine yapışıp emiyor. Dev karısı: — Ah, sen benim oğlum oldun şimdi. Eğer emmeseydin seni de bu kazana basardım, diyor. Oğlan diyor ki: — Eee ana, bunun içinde pişen ne? Dev anası: — Oğlum, ne edeceksin? Çıranı yak, işine git, diyor. Şıh Muhammed: — Yok! İlla bunu söyleyeceksin, söylemezsen gitmem, diyor. Dev anası da: — Bunu üç kelleli deve pişiriyorum. Benim çocuklarım gider; kiminin kuzusunu, kiminin oğlağını, kiminin kızını, kiminin çocuklarını tutar, getirirler. Ben de bu kazanda pişiririm, deve veririm. Suyunu da şuraya indiririm, donar. Onu da benim çocuklarım yer, diyor. — Öyle mi? — He, öyle! Oğlan, dev anasına diyor ki: — Ana, dev şimdi nerede? Dev anası da: — Aha, şu mağarada yatıyor, diyor. Oğlan gidip bakıyor ki bir değirmen taşı altına konmuş, bir değirmen taşı da üstüne konmuş, yatıyor. Oğlan: — Kalksana, diyor. — Git başımdan. Beni rahatsız etme, diyor dev. Oğlan: — Kalk, seninle harp etmeye geldim, diyor. Dev de: — Niye, diye soruyor. Oğlan: — Niye olacak? Kırk senedir Arap Dağı’nda taş kestirirdim, Gelip araba getireyim, götüreyim dedim. Sen hepsini almış, getirmişsin. Kendine yatak etmişsin, döşek etmişsin, diyor. Dev, taşı biri fırlatıyor. — Ula al, git, diyor. Oğlan hemen kılıcını çekiyor, nasıl sallıyorsa üç kellesini birden uçuruyor. Boynundan ayırıyor. Heybesine koyuyor, atın terkisine atıp getiriyor. Oradan gelirken üç tane kız önüne çıkıyor, boynuna sarılıyor. Hepsi nasıl güzel kızlar... — Bizi kurtardın, diyorlar. Onların her biri bir padişahın kızıymış. Dev; daha kundakken almış, getirmiş, beslemiş. Oğlan, oradan dev anasının yanına gitmiş. — Ana, öte git! Ana, öte git, diyor, kırk kulplu kazanın kulpuna yapışıyor. Dev anası: — Oğlum, benim kırk tane oğlum zorla kaldırıyor. Sen nasıl kaldıracaksın, diyor. O da: — Öte! Öte, dedikten sonra Muhammed’e salavat getiriyor: kaldırdığı gibi kazanı deviriyor. Dev anası, oğlandan korkup: — Ben sana bir şey etmedim, diyor. Oğlan, dev anasına diyor ki: — Yok, Sütünü emdim ya sana bir şey etmem. Seni öldürmem. Hadi, uşaklarını topla buradan git. Bu, kızlar da yanında eve geliyor. Çardağın altına perde çekiyor. Kızları bir tarafa koyuyor. Devin kellelerini de çardağa asıyor. Sabah olunca kardeşleri yemeklerini yerken bu oğlan da yiyor. Bakıp bir kere gülüyor. — Ne var kardeş? Görmüyor musun canavarı, diyor. Bakıyorlar ki böyle koca bir devin kellesi. İnanmıyorlar. — Git, kim bilir hangi ipsiz sapsızın biri verdi, diyorlar. Oğlan: — Benim şahitlerim var, diyor. Kardeşleri de: — Getir şahitlerini, diyorlar. Oğlan, kızlara sesleniyor: — Çık Gülperi! Büyük ağabeyimin nasibi, diyor. Gene inanmıyorlar. — Hele bak! Çık Gülmamir! Ortanca ağabeyimin nasibi, diyor. Bu kız da çıkıyor, ama gene de inanmıyorlar. — Tamam, bir şahidim daha var. Çık Şemsibanı! Bu da benim nasibim, diyor. Kızlar çıkıyorlar ki hepsi birbirinden güzel, adam bakmaya kıyamıyor. O zaman inanıyorlar. Kırk gün, kırk gece davul çaldırıyorlar, düğün yapıyorlar. Bunları nikâhlıyorlar. Bir gün, küçük oğlan, ağabeyinin birine: — Kalk, seninle denizin kenarına gezmeye gidelim, diyor. Denizin kenarına gidiyorlar. Bakıyorlar ki üç ayaklı bir at, çamura çökmüş. Üstünde de bir köse; o yana uğraşıyor, bu yana uğraşıyor, çıkamıyor. Kardeşine diyor ki: — Kardeş, gel, buna yardım edelim. O da: — Git, oğlum git! Köselerle gitme yola, başına getirir türlü bela, çıkartma, diyor. Küçük kardeş: — Yok, ben çıkartırım, diyor. Çıkarıp eve getiriyor. Ekmek, yemek pişiriyor. Yedirip içiriyor. Karnını burnunu doyuyor. Köseyi bir hafta misafir ediyor. Köseye diyor ki: — Senin gidecek yerin yok mu? Köse de: — Gidecek bir yerim yok, diyor. — Eee, ne olacak? — Vallahi bilmem, diyor köse. Oğlan: — Öyleyse bizim yanımızda azap ol! Eve gelecekleri getir, götürecekleri götür. Hanımın işini gör, diyor. Köse, o yana, bu yana derken evin her yerini öğreniyor. Bir gün, kalkıp oğlanın karısının yanına geliyor. — Kirvemizin düğünü çalınıyor. Gel, seni oraya götüreyim, diyor. Kadın da: — Olur. Hangi atla gidelim, diyor. Kösenin atı, denizatı olduğu için üç ayaklı ya... Köse: — Benim atımla gidelim. Senin atın geç götürür, diyor. Köse, büyük bir çarşaf alıp getiriyor. — Benim atım yıldırım gibi gider. Seni bu çarşafla bağlayayım ki düşüp müşmüyesin. Yoksa ağam beni rezil eder, diyor. Kadını çarşafla ata iyice bağlıyor. Ata bir vuruyor, at havalanıyor. Bunları götürüyor ta köselerin memleketine. Oğlan akşam eve gelince evdekiler kilidi oğlana verirken: — Senin kardeşliğinin kirvesinin düğünü varmış. Gelini oraya götürdü, diyorlar. — İyi, tamam, gittiyse gitti, diyor o da. Bir gün, iki gün, üç gün… Bir hafta oluyor, gelinden ses yok. Bir gün kirve geliyor. Oğlan diyor ki: — Yahu kirve, bizim hanımı artık salsana! Kirve: — Ne hanımı, diyor. O da: — Ya, bizim hanım azapla beraber sizin düğüne geldi, diyor. Kirve de diyor ki: — Git babam, ne düğünü? Sen ne söylüyorsun? Oğlanın o zaman aklı başına geliyor. “Aha! Benim hanımı kaçırdılar,” diye düşünüyor. Eve geliyor. Ağabeyi diyor ki: — Kardeşim, sen bunu eve alma demedim mi? Sen niye eve koydun? De git! Hadi, nerede bulacaksan bul! Oğlan da: — İmkânı yok! Gider bulurum. Hiç imkânı yok, Şemsibanı’yı bulurum, diyor. Kalkıp atın yiyeceğini, içeceğini koyuyor, yola düşüyor. Artık az gidiyor, uz gidiyor. Dere tepe düz gidiyor. Altı ay, bir güz gidiyor. Derelerde yel gibi… Tepelerde sel gibi… Hamza-yı pehlivan gibi… Konalım, göçelim. Naneyi sümbül biçelim… Vara vara gidip bakıyor ki bir kale. Ne kapısı var ne de bir bacası var… Yorgunluktan hâli kalmadı, bir şeyi kalmadı. Kalenin içinde kırk tane cariye çalışıyormuş. Birine diyor ki: — Bacı, acımdan öldüm. Bana bir lokma ekmek verin. Cariye: — Yok, biz veremeyiz, diyor. Cariyelerin dediğini oranın hanımı işitiyor. Sesleniyor: — Kız, durun! Bu yabani, ıssız çöl-i Kerbela’da aç kalmasa buraya gelmez. Durun, ben ekmek getiririm, diyor. Ekmeğin içine, iki üç parça peynir, ufak tefek bir şey koyuyor. Alıp oğlana getiriyor. Ekmeği verirken bakıyor ki kendi kardeşi. — Aboovv! Kardeş, burada ne geziyorsun, diyor. Bu, kurda verdikleri bacısıymış. Boyun boyuna sarılıyorlar, ağlıyorlar. Bacısı: — Aman kardeş, şimdi kurt gelir. Seni bilmez; yüreğini çeker, koparır, atar. Gel seni saklayayım, diyor. Oğlanı saklarken kurt geliyor. Kız, kurdu görmüyor. Kurt: — Kız, sen beni ta öteden gelirken karşılardın. Şimdi niye karşılamıyorsun, diyor. — Vallahi gözüm görmüyor, hastayım, diyor. Her gün kız, koltuğuna girer çıkarırmış. Bu sefer kendi çıkıyor. Etrafı kokluyor. — Burada insanoğlu kokusu geliyor, diyor. Kız: — Herif, yılan göbeğinden, kuş kanadından buraları kimse bulamaz. Sen nereden çıkarttın, diyor. Kurt: — Yok, imkânı yok, söyle! Ya doğru söyleyeceksin ya da seni öldürürüm, diyor. Kız: — Yok, söylersem beni öldürmez misin? Kardeşim geldi, diyor. O da diyor ki: — Büyüğü ise dişimin altına koyarım. İkincisi ise kıpraştırmadan yutarım. Ama küçüğü ise başım gözüm üste! Kız da: — Şıh Muhammed geldi. En küçüğüm, diyor. Kurt da diyor ki: — Çıkartsana! Şimdi oğlanın yüreğini koparttın. Oğlanı çıkarıyorlar. Boyun boyuna sarılıp ağlıyorlar. Akşam oluyor, bir yemek geliyor. Oğlan bir kusma kusuyor, bir kusma kusuyor ki böyle kömür gibi, ateş gibi kusuyor. Hasta oluyor. Kurt, oğlana: — Neyin var kardeş, diyor. Oğlan da hâl böyle diyor, olanları anlatıyor. Kurt diyor ki: — Ah!.. Ah!.. Hanesi harap kalasıca köse, üç ayaklı atıyla o kadını buradan götürdü. O kadın kanlı yaş döküyordu, feryat figan ede ede götürdü. Ne kadar kurdum, kuşum varsa hepsini ardına saldım. Tozuna bile ulaşamadık, Oğlan, orada bir hafta kaldıktan sonra bacısına: — Bacım, artık bana izin verirsen ben gideyim, diyor. Bacısı: — Kardeş, gel. Seni kiminle dersen, nerede dersen evlendirelim, diyor. —Yok bacım. İlla Şemsibanı! İlla Şemsibanı, diyor o da. Bacısı kalkmış; yiyecek vermiş, içecek vermiş, at vermiş, üst baş vermiş, heybe vermiş. Oğlan yola düşmüş. Allah kulunu zapt ede, delikanlı değil mi, koyup gidiyor. Bir, iki, üç ay gittikten sonra yoruluyor. Aç, susuz, hiç sesi soluğu çıkmıyor. Nere gitsin fukaracağız? Vara vara karşıda bir kale görüyor: “Ya Rabbi! Ben o kaleye kadar ölmesem. Ulaşırsam belki bana bir parça ekmek verirler de yerim,” diyor kendi kendine. Yani üstünden de bir tel çekseler kırk yamalık dökülecek olmuş. Gidip bakıyor ki kalenin kapısı açık, kendini içeri atıyor. Oradaki kızlar dışarı iteliyor, kapıya koyuyorlar. Bu da: — İmkânı yok, ölürüm de hiçbir yere gitmem. Acımdan öleceğim, karnımı doyurun, buradan gideyim, diyor. Kalenin hanımı, bunun dediklerini duyuyor: — Ne var kızlar, diye soruyor. Kızlar da: — Hanımım, gel de bak! Buraya biri gelmiş; baş edemiyoruz, çıkaramıyoruz, diyorlar. — Açın. Durun, ben ona biraz bir şey getireyim, diyor hanım. Kalkıyor, sahana biraz öteberi koyuyor, getirip verirken bakıyor ki kardeşi… Hani tilkiye verdikleri bacısı! — Aman Şıh Muhammed! Sen burada ne arıyorsun, diye soruyor. Oğlan, bacısına hâlini anlatıyor. Ağlaşıyorlar, kızın gözleri köfte gibi şişiyor. Oğlana diyor ki: — Şimdi tilki gelir. Senin kokunu alır, parçalar. Gel, seni saklayayım. Bacısı oğlanı saklıyor. Tilki öteden çıkıp geliyor. Karısına: — Kız, her gün beni dağdan karşılardın. Bugün niye karşılamadın, diyor. Kız da: — Ne bileyim? Hastaydım, hâlim yoktu, karşılamadım, diyor. Kız ibriği getiriyor. Tilki, elini yüzünü yıkıyor. Avlarını pişirip yiyorlar. Yukarı çıkınca tilki kokluyor. — Kız, burada insanoğlunun kokusu var, diyor. Kız da diyor ki: — Hanen harap ola! Biz hep insanoğluyuz ya! Tilki: — Yok, insanoğlunun kokusu başka. Doğru söyle, yoksa seni öldürürüm, diyor. Kız da diyor ki: — Doğru söylersem beni öldürmez misin? Tilki bu defa: — Yok, diyor. O da: — Kardeşlerim geldi, diyor. Tilki: — Büyüğü ise hiç imkânı yok öldürürüm. Ortanca ise yine öldürürüm. En küçüğü ise başım gözüm üstünde yeri var, diyor. Kız kalkıp kardeşini çıkarıyor. Tilki, oğlanı görür görmez: — Hayırdır inşallah, diyor. Oğlan da hâlini, ahvâlini anlatıyor. Tilki: — Ah! Ah! Hanesi harabe kala! O üç ayaklı atın üstündeki eksiğin* bağırtısı böyle arş-ı âlâya gidiyordu. Kanlı yaş döke döke, feryat ede ede götürüyordu, diyor. O söyledikçe oğlanın yüreğine sanki ateş yapışıyor. — Eee, nasıl edelim, diyor. Tilki: — Hiç bilmem, diyor. Bir hafta geçtikten sonra oğlan, bacısına: — Bana izin ver, ben gideyim, diyor. Neyse… Bu oğlan yine yola düşüyor. Az gidiyor, uz gidiyor. Dere tepe düz gidiyor. Altı ay, bir güz gidiyor. Derede yel gibi, tepede sel gibi, Hamza-yı pehlivan gibi… Konalım, göçelim. Naneyi sümbül biçelim. Oturur kalkar da kalkar da… Kahve çubuğu içerde… Bu oğlan bir zaman gidiyor. Gide gide hâli kalmıyor. Yiyecek yok, bir şey yok! “Neydi başıma gelen?” diyor. Bakıyor ki yine karşıda bir kale görünüyor. “Hele ben beni şu kaleye ulaştırsam, hâlim yok!” diye düşünüyor. Kendini kalenin kapısına atıyor. Ne kadar ısrar etseler de kalkmıyor. Gidip hanıma haber veriyorlar. Diyorlar ki: — Bir adam gelmiş, ne ettiysek çıkmıyor. Hele gel de bir bak! Benim adamın hâline yüreğim sızladı. Hanım gelip bakıyor: — Belki açtır. Siz durun da ben biraz ekmek mekmek getireyim, diyor. Getirip eline verirken bakıyor ki kardeşi… — Aman kardeş! Bu ne hâl, diyor. Oğlan: — Sorma bacı, hâlim bu, diyor. Ağlıyorlar, sızlıyorlar... Kız: — Kartal, her kanadının üstüne bir dağ koyar. Oradan buraya gelene kadar oraya, buraya çarpa çarpa o dağı kanadının üstünde ufada ufada gelir. Şimdi gelirse seni kanadının üstüne koyar. “Gördün mü? Kanadım şuna çarptı, buna çarptı,” der, canını çıkarır. Seni saklayayım, diyor. Akşam oluyor, kartal geliyor. Kız, acısından kartalın geldiğini görmüyor. Kartal diyor ki: — Kız, sen beni her gün karşılardın. Bugün niye karşılamadın? Kız da: — Vallahi hastayım, hâlim yok herif, diyor. Neyse, oturup durdular. Yemeklerini, ekmeklerini yediler, yukarı çıktılar. Kartal diyor ki: — Buraya insanoğlu gelmiş. Kız: — Yok, hepimiz insanoğlu değil miyiz, diyor. Kartal: — Yok, sizin kokunuz başka, onun kokusu başka. İmkânı yok, söyleyeceksin. Yoksa seni kanatlarımın üstüne aldım mı ezerim, diyor. Kız: — Vallahi, kardeşim gelmiş, diyor. Kartal da: — Büyüğü geldiyse öldürürüm. Ortanca ise yine öldürürüm. Küçüğü ise başımla gözümün üstünde yeri var, diyor. — He, he! Küçüğüm geldi, diyor o da. Oğlanı sakladığı yerden çıkarıyor. Kartal: — Hayırdır inşallah, diyor. Oğlan da: — Hâlim, vaziyetim bu; köse, hanımımı kaçırdı. Ben de peşine düştüm, diyor. Kartal: — Hanesi harabe kala! Gene buradan geçirirken o eksik, kanlı yaş döke döke fizah* ediyordu. Oğlan: — Eee, ne olacak, diyor. Kartal da: — Vallahi bilmem ne olacağını? Ne kadar kurdum, kuşum varsa hepsini ardına bıraktım. Hiçbiri tozuna bile ulaşamadı, diyor. Oğlanın yüreğine sızı düşüyor. Bir hafta kaldıktan sonra: — Bacım, yolcu yolundan kalmasın. Gel, beni bırak, gideyim, diyor. Bacısı da: — Ey kardeşim! Kimi istiyorsan, hangi paşanın kızını dersen alayım. Gitme, kal, diyor. Oğlan: — İmkânı yok! İlla Şemsibanı! İlla Şemsibanı, diyor. Kartal, oğlana diyor ki: — Şimdi burada benim bir kardeşliğim var. Kırk günlük yoldur. Sana kırk tane asker katarım, onun yanına gidersin. O benden daha iyi bilir. Gider, kuşlarına sorar; “Köseler memleketini gören var mı?” diye. Şıh Muhammed’in yanına kırk tane asker veriyorlar. Bunlar kırk günlük yola düşüyorlar. Bu yol, kuşların uçmasıyla kırk gün sürüyormuş. Onun için her gün bir asker havalandırıp götürüyormuş. Oğlan, kardeşliğin yanına varıp mektubu veriyor. Mektupta; “Bu benim kaynımdır. Bunun karısını köse kaçırmıştır. İnşallah bunu bulabilirsin.” diye yazıyormuş. Adam okuyor: — Haftada bir kuşlarımı ziyaret ederim. Bir hafta sonra onları ziyarete gideceğim. Kuşlara sorarım, diyor. Oğlan, orada bir hafta kalıyor. Bir hafta sonra kuşların yanına varıyorlar. Oğlan, bir ağıt ediyor, bir ağıt ediyor ki ne kadar kuş varsa toplanıp geliyorlar. Diyorlar ki: — Ne duyduk? Ne işittik? Ne gördük? Adam: — Ey yavrum, duydun işte! Ne yapayım, nasıl edeyim? Benim karşıda bir öz kardeşim var. Seni oraya göndereyim. Orası yirmi günlük yoldur. Seni götürürler, ancak Allah vere de bulabile, diyor. Şıh Muhammed, yine yola düşüyor. Gidip bakıyor ki onun kafası insan, altı sadece kuş. Ulaaa, kerkez* bir sandalyede oturuyor. Gidip elini öpüyor. Elindeki mektubu veriyor. — Ey yavrum, iki hafta burada kalırsın. İki hafta sonra gider kuşumu ziyaret ederim. Ziyarette sorarım, belki köseler memleketini gören olur, diyor. Beklediği hafta tamam olunca kalkıp kuşu ziyarete gidiyorlar. Kuşlarını, kurtlarını, ne kadar canavarı varsa hepsini çağırıyor. Köseler memleketini soruyor. Onlar da diyor ki: — Ne biliriz? Ne işitmişiz? Ne görmüşüz? — Ey yavrum, ben ne edeyim, diyor o da. Oradan kalkıp eve geliyorlar. Düşünüyor, düşünüyor, sonra oğlana diyor ki: — Benim bir kardeşliğim var. Belki o bizden kırk gün ötede… Belki onun kuşları bilir. Oradan kalkıp kırk günlük yola düşüyorlar. Bunun yanına kırk tane asker katıyorlar. Her gün biri havalandırıp götürüyor. Gidip adamın yanına ulaşıyor. Mektubu veriyor. — İyi, tamam! Ben kuşların yanından geleli bir hafta oldu. İkinci hafta onları ziyaret edeceğim. Giderken seni de götüreyim. Allah vere de köseler memleketini bilmiş olalar, diyor. Neyse, bir hafta tamam oluyor. — Hadi, kalk, gidelim, diyor. Kuşların yanına gidiyorlar. Kuşlar diyor ki: — Ne gördük? Ne işittik? Ne duyduk? Adam: — Peki, bu köseler memleketini nasıl bulacağız, diyor. Bir tanesi diyor ki: — Kayanın dibinde bir kerkez var. Senelerden beri orada yatıyor. Belki o bilir, diyor. — İyi! Gidin, onu getirin, diyor o da. Kerkezin yanına gelip diyorlar ki: — Kuşlar padişahı seni istiyor. Kalk, gidelim! Kerkez de diyor ki: — Yürü, yürü! Kuşlar padişahı şimdiye kadar benim hatırımı sormadı. Ama biliyor ki işine gerek oldum, beni çağırıyor. Ben buradan, kayanın arasından çıkarsam soğuk beni vurur, ölürüm. Tüyüm dökülmüş, hepsi parça parça olmuş. Ben nasıl gideceğim? Gelip adama söylüyorlar. O da diyor ki: — Alın, size bir sandık! İçini pamuk döşeyin, üstünü pamuk döşeyin. Kendini de pamuğun içine koyun, getirin. Adamın dediği gibi kerkezi alıp geliyorlar. Kerkez: — Ne var, padişah hazretleri, diyor. O da: — Köseler memleketini bilir misin, diye soruyor. — Vallahi biz uşaktık. Anamız köseler memleketine bize gıda getirmeye gitti. Köseler memleketine gidince bizden toprakbastı parası alırlarmış. Anamı üç gün hapsetmişler. Biz üç gün aç kaldık. Anam orada bir tane rehin koymuş, geldi. Bizimle helâlleşip geri gitti. Orada üç ay hapis yattı. Öyle bilirim ki köseler memleketi orasıdır, diyor kerkez de. Kuşlar padişahı: — Eeee, oraya gidebilir misin? Kerkez: — Tooo, gidemem, nerede gideceğim? Nasıl gideyim? Kuşlar padişahı: — Ya nasıl olacak? Kerkez: — Kırk gün bana kuyruk yutturun. Kırk güne kadar ancak tüylenirim, tozaklanırım*, güzel olurum. Oğlanı ben götüremem. Kırk tane asker katarsın, kendini her gün biri götürür. Buna her gün kuyruk geliyor. Oğlan tek hanımını bulsun diye elinden de kesip yediriyor. Kırk gün tamam olunca kerkez: — Vallahi bir iki kuyruk daha yedirmelisin, diyor. İki kuyruk daha yiyor. Bir tüy diziyor ki tüyleri pırıl pırıl ediyor. Sanki dersin on beş yaşında. Oğlana: — Ben götürmem, diyor. Oğlan da diyor ki: — N’olacak? Kerkez: — Kırk günlük yoldur bura! Kırk tane asker katarsın, seni onlar götürür, diyor. Kırk asker katıyorlar. Kendini her gün biri götürüyor. Tam oraya götürüyorlar. — Daha üç aya ulaşamayız. Üç ay tamam olana kadar nerede bekleyeceğiz? Gelin, biz bunu biraz daha uçuralım, diyorlar. Biraz daha uçurduktan sonra bir yere ulaştırıyorlar. Oğlana diyorlar ki: — Biz buradan öte gidemeyiz. Gidersek bizden toprakbastı parası alırlar. Sen buradan öteye gizli gizli kendin git. Sen kendine bir çare bul, biz de dönüp gidelim. Bizi tutarlarsa hapsederler. Bu da kendi kendine gidiyor. Köseler memleketine ulaşıyor. Bir kadının evine varıyor. — Misafir kabul eder misin, diyor. Kadın: — Git anam, git! Biz fakiriz. Sana yer varsa atına yok. Atına yer varsa sana yok, diyor. Oğlan, kadına: — Al ana, sana bir taç, diyor. Kadın, tacı görünce: — Ah! Anan kurban olsun. Biz de bir zaman misafir sahibiydik. Ama yoksulluğun gözü kör olsun. Gel yavrum, gel! Sana da yer var, atına da yer var, diyor. Oğlanı içeri alıyor; yediriyor, içiriyor. Oğlan, kadına diyor ki: — Ana, ne var, ne yok? Buralarda bir mesele yok mu? Kadın: — Ah! Ah! Şu üstümüzdeki konağı görüyor musun? Oğlan: — He, diyor. Kadın da diyor ki: — O konak, bir kösenin. Bir kız getirmiş. Beş altı senedir bu eksik, kanlı yaş döküyor, feryat ediyor. Kız, kapıyı kilitlemiş, içeri girmiş. Bir elinde zehir, bir elinde bıçak! Ne yiyor, ne içiyor. Kan ağlıyor, kara bağlıyor. Aha işte, derdi, dümüğü* bu! — Ana, biz onu nasıl görelim? O, benim hanımımdır. Köse kaçırdı. Hanen harabe kala, diyor oğlan da. Kadın: — Ne bileyim yavrum, nasıl göreceksin? Oğlan: — Bir gün oraya süt götür. Benim yüzüğümü içine atayım, sütü götür. Dersin ki; “Uzakta kalan sevdiğinin başı için bunu al, iç!” Kadın, kösenin konağına varıyor: — Açın! Açın! O gelin bana kızmaz, diyor. — Git anam, git! Koca paşaları, beyleri kabul etmiyor, seni kor mu, diyorlar. Kadın: — Belki kor, şansım keskindir, diyor. Kıza: — Kızım, diye bağırıyor. O da diyor ki: — Ne var? Kadın: — Uzakta kalan sevdiğinin başı için hemen şu bir damla sütü iç, diyor. Kız da: — Ah ana, ah! Yedi sene zindan bekleseydim de öyle söylemeseydin. İyi, izin verdim, getirin, diyor. Kız sütü nasıl içtiyse “Gümmm!” diye oraya düşüyor. Ayılınca: — O kadını bırakın, gelsin, diyor. Kadına yüzüğü gösteriyor. — Bunun sahibi nerede, diyor. Kadın: — Kızım, bunun sahibi bizde, diyor. Kız: —Eee, nasıl olacak? Bunu nasıl göreceğim, diyor. Kadın eve geliyor. Oğlana olup biteni anlatıyor. — Oğlum, nasıl edelim? Oğlan: — Bir lağımcı tutalım.  Bizim evden onun evine lağım açsın. Bunlar lağımı açtırıyorlar. Oğlan, oradan kızın yanına gidiyor, görüşüyorlar. Kıza: — Nasıl olacak bu iş, diyor. Kız: — Köse, altı aylık uykuya yatar. Altı aydan sonra kalkar, diyor. Oğlan da: — Altı aylık uykusundayken ben seni kaçırayım, diyor. Oğlan, kızı kaçıracak, ama bunun atı konuşuyormuş. “Yel atı”ymış... Kadın da: — Kızım, kösenin atı konuşuyor. Oğlanı gördü, köseye söyler. Sen atı yemlemeye beraber git. Kurban olduğum, azıcık atı sev, diyor. Kız, atı yemlemeye gidiyor. “Kurban!” diyor, “Hayran!” diyor. — Sen niye böylesin? Niye her yerin tırnağına kadar çamur olmuş, diyor, yemliyor, yukarı çıkıyor. Köseye: — Köse! — Ne var? Kız: — Bak! Yat, kalk, nikâhımızı kıyacağız, diyor. Köse: — Olur! Yatayım, kalkayım, kıyalım, diyor. Kız: — Allah’ım! Üç aylık bir uyku ver. O yatıp kalkana kadar biz geçip gideriz. Kurtarırız, diyor. Ne bilsin kendininki yel atı!? “Vızıttt!” diye uçuyor. Oğlanınki “Tahuruk! Tuhuruk!” yürüyüp gidecek. Bunlar, “Yallah!” kaçıyorlar. Köse, bunları izliyor. Gelip buluyor. Kızı çekip alıyor, oğlanı orada bırakıyor. Oğlan, oradan kadının evine bir ayda geliyor. Kadın: — Ne ettin oğlum? Oğlan: — Vaziyet böyle böyle! Kadın: — Ah! Ben sana demedim mi, ondan kurtulamazsın, diyor. Oğlan: —Ana, nasıl edelim? Bunu gidip sor, diyor. Kadın gidip yine kızla görüşüyor. Kadın, kıza: — Ne edeceğiz? Kızım, bu uykudan kalkınca de ki; “Sen bu atı nereden tuttun?” Hele bu atı nereden tuttuysa bu oğlan da oradan tutsun. Gelsin; binin, gidin, diyor. Köse uykudan uyanıyor. — Kız, Şemsibanı, diyor. Kız da: — Buyur köse, ne diyorsun, diyor. O da: — Yemeğimi getir, diyor. Şemsibanı, yemeği getiriyor. Köse bu defa: — Ekmeğimi getir, diyor. Getiriyor. Sonra gidip atı beraber yemliyorlar. Kız: — Kurban olduğum, sen nasıl hoş bir atsın. Sen nasıl güzelsin, diyor. Kız yalvarıyor; yüzünü, gözünü öpüyor, tırnağını öpüyor. Gelip oturuyorlar. Şemsibanı, köseye diyor ki: — Köse, senin atın ne yamanmış. Bak, geldi, bize ulaştı. Sen bunu nereden tuttun? Köse: — Bu, dört ayaklıydı. Zorundan bir ayağı kırıldı, diyor. — Sen nasıl tuttun? Köse: — Denizin kenarına gittim. Orada bir havuz vardı. O havuza tatlı su akıyordu. Ben de tatlı suyu kestim, denize bıraktım. Havuzun içine arak* doldurdum. İçti, gitti; içti, gitti; içti, gitti! Ben de berdehayı* hazırladım. Baktım ki at sarhoş oldu. Kendini tuttum, zorladım. Zorladığından ayağı kırıldı, üç ayaklı oldu, diyor. Şemsibanı: — Eeee! Köse: — Aha, onun için tuttum. Bu at, benim atımdır, diyor. Şemsibanı da: — Sen altı aylık uyku istedin. Kalkınca seninle bir davul çaldıracağız, diyor. — Öyle mi? — Öyle! Tek köse yatsın diye kız, köseye iyi davranıyor. Köse uyuyunca bunlar arakı alıyorlar, atlara yüklüyorlar. Arabalar gidip o tatlı suyu kesiyor. Berdehayı da hazırlıyorlar. Denizden atlar çıkıyor. İçen gidiyor, içen gidiyor. En nihayetinde yanında tayı da olan bir at geliyor. İçince sarhoş oluyor. Oğlan, hemen atın üstüne berdehayı vuruyor. Üstüne atlıyor, “Yallah!” At: — Dur, insanoğlu, beni zorlama! Ben hamileyim, diyor. Oğlan, atı alıp Şemsibanı’nın yanına geliyor. — Hadi, kalk, gidelim, diyor. Kösenin parasından pulundan yanlarına alıyorlar. Kadına da biraz veriyorlar. — Ana, sen de biraz zengin ol, diyorlar. Az gidiyorlar, uz gidiyorlar. Dere tepe düz gidiyorlar. Altı ay, bir güz gidiyorlar. Derede sel gibi, tepede yel gibi… Hamza-yı pehlivan gibi… Konalım, göçelim, naneyi sümbül biçelim. Bunlar geldiler. Altı ay geçti. Köse kalktı, baktı ki atı kulağına kadar çamur! Ata: — Ne var, diyor. At da: — Sen atın yerini söyledin. Oğlan gitti, atı tuttu. Aha, koydu, gitti, diyor. Köse, o zamana kadar: — Ah! Deme, diyor. At: — Ekmeğimi ver, yemeğimi ver! Beni temizle, yedi yerden kolanımı* çek! Bir çubuk vur! Kendilerinin üstündeyim, diyor. Nasıl bir atmış! Ekmeğini yedi, yemeğini yedi. Nasıl bir çubuk vurduysa tam üstlerine dikiliyor. Meğer kösenin atı, oğlanla kızı taşıyanın yavrusuymuş. Yukarıda kişnediğinden aşağıdaki oğlanı, kızı götüren at, bunu görüyor. Buna: — Sağ mememden verdiğim sağ gözünden gelesice… Sol mememden verdiğim sol gözünden gelesice… Benim yüküm zaten ağır, iki canlıyım. Üstümde iki de yük var. Ekmeğim seni kör ede! Sen bu iki cihanın sevgilisini birbirinden ayırıyorsun. Acele onu yere bırak! Sonra da gel, benim yükümü kaldır, diyor. Köseyi taşıyan at da köseye: — İşittin mi anamı, diyor. Köse: — Gel, bu sevdadan vazgeç, diyor. At, köseyi dinlemiyor. Yukarıdan bıraktığı gibi yere yapıştırıyor. Sonra gelip anasının yüzünü, gözünü öpüyor. Sonra da oğlanın kartala verdikleri bacısının evine geliyorlar. Orada beş altı gün kalıyorlar. Oğlan: — Bacım, artık bize izin ver, gideceğiz, diyor. O atı, bacısına veriyor: — Bacı, bu at senin olsun, diyor. Oradan ortanca bacısına geliyorlar. — Bacı, küçük bacıma atı verdim. At doğursun, o tayı da sen gel, al, diyor. Sonra büyük bacısının yanına varıyorlar. Orada da bir hafta kalıyor, bacısına dua ediyor. — Bacı, bak! At doğurursa onu ablama gönder, diyor. Oradan memleketine uçup geliyor. Kırk gün, kırk gece davul çaldırıyor. Geri kendine nikâh yapıyor...   * çıra: Işık. * eksik: Kadın. * fizah etmek: Feryat etmek. * kerkez: Akbaba. * tozak: Uzun tüy. * dümük: Hırs. * arak: Bir çeşit içki. * berdeha: Atın sırtına konulan nesne. * kolan: At, eşek vb. hayvanların semerini veya eyerini bağlamak için göğsünden aşırılarak sıkılan yassı kemer:
Şemsibanı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TİLKİ İLE KEDİ PADİŞAH Bir varmış, bir yokmuş. Bir kocakarının bir kedisiyle on tane de tavuğu varmış. Başka da hiçbir şeyciği yokmuş. Kadın, sabah kalkıp bakıyor ki tavuğunun biri yok, tilki alıp gitmiş. — Ya Rabbi! Ben ne edeceğim? Bu tavuklar zaten benim geçimim, ben şimdi ne edeyim, diyor. Kedi diyor ki: — Ben o hırsızı tutarım. Kadın: — Nasıl tutarsın, diye soruyor. Kedi: — Bu gece beni tavuklarla kümese koy! Hırsız gelince ben onu yakalarım, diyor. Kadın razı geliyor. Kediyi tavuklarla kümese koyuyor. Gece yarılayınca tilki kümese geliyor. İçeri girince kedi pençelerini kaldırıyor yukarı, tilkiye: — Dur, diyor. Tilki geri çıksa çıkamıyor. İçeri girse giremiyor, kedinin cırnakları* var. Tilki yalvarmaya başlıyor: — Etme kedi padişahım, bana kıyma! Ben sana her gün tavuk yedireyim, diyor, kediyi kandırıyor. Kümesten bir tavuk alıyor, kediyle beraber gidiyorlar. Sabah oluyor, kocakarı kümesin yanına varıyor ki kedi de yok, tavuğun biri de yok. Bu ikisi de tilkinin evine gidiyorlar. Orada tavuğu yiyorlar. Ertesi gün tilki yine tavuk almaya gidiyor. Tavuğu kapıp getirirken önüne bir kurt geçiyor: — Dur bakayım, nere gidiyorsun? O tavuğu bana bırak, diyor. Tilki: — Aha tavuk! Yalnız kedi padişaha tavuğu senin aldığını söylerim, sonunu sen düşün, diyor. Öyle deyince kurt korkuyor: — Al, diyor, tavuğu geri veriyor.  Tilki, tavuğu getiriyor. Hiçbir şey demiyor, oturup yiyorlar. Tilki ertesi gün gene bir tavuk alıyor. Gelirken önüne bu sefer bir domuz çıkıyor. Domuz: — Dur, bakayım! Bırak onu, diyor. Tilki: — Aha bırakıyorum. Yalnız, senin aldığını söylerim kedi padişaha, sonunu sen düşün, diyor. Domuz da: — Al, diyor, tavuğu geri veriyor.  Tilki, üçüncü defa yine tavuk çalıyor. Gelirken bu sefer önüne maymun geçiyor. — Dur, bırak şu tavuğu, diyor. Tilki tavuğu bırakıyor. — Sana bu tavuğu veririm, ama kedi padişaha da söylerim seni. Bu tavuğu ona götürüyordum. Artık sonunu sen düşün, diyor. Maymun da korkuyor, tavuğu bırakıyor. Üçüncü tavuğu da yiyorlar. Kurt, domuz, maymun bir yere geliyorlar. Domuz diyor ki: — Filan yere gidiyordum. Bir tilkinin önüne geçtim, elindeki tavuğu aldım. O da kedi padişaha götürüyormuş. Kedi padişahı tanıyor musunuz? Korktum, bıraktım, diyor. Kurt diyor ki: — Ben de önüne çıktım. “Kedi padişaha götürüyorum,” deyince bıraktım. Maymun diyor ki: — Bana da öyle oldu, ben de bıraktım. Bunlar: — Madem öyle, biz bu kedi padişahla bir tanışalım, diyorlar. Kurt diyor ki: — Ben bir kısır koyun alacağım. Domuz da diyor ki: — Odunu ben toplarım. Yakacağı bana ait. Maymun da diyor ki: — Kazanı, kapağı bana ait, ben pişiririm, diyor. Kurt gidiyor, bir sürüden bir koyun alıp geliyor. Domuz da odun toplayıp getiriyor. Maymun da rençperin tarlasından kazanı kapağıyla çalıyor. Koyunu ocağa koyup pişirmeye başlıyorlar. Maymuna diyorlar ki: — Git, kedi padişahı çağır. Maymun: — Ben gitmem, diyor. — Niye, diyorlar. Maymun: — Şimdi benim maymunluğum tutar, hırçınlaşırım. O da beni öldürür. Ben gitmem, diyor. Domuza: — Sen git, çağır, diyorlar. O da: — Ben de gitmem, diyor. — Niye? — Benim de domuzluğum tutar. O da beni öldürür, diyor. Kurda: — Neyse, bari sen git, diyorlar. Kurt: — O zaman siz pişirin, hazırlayın, ben de gidip çağırayım, diyor. Kurt, tilkinin ininin önüne varıyor. Tilki çıkmış, güneşleniyor. Kurt potur potur* gidiyor. Tilki elini kaldırıp: — Dur! Kedi padişahım içeride uyuyor, uyandırma, diyor. Kurt usul usul tilkinin yanına gelip: — Kardeş, ben sizi davete çağırmaya geldim. Bir koyun pişirdik, kedi padişahı çağır da gidelim, diyor. Tilki, kedi padişahı çağırıyor. Kedi geliyor, kurda doğru elini yalıyor, gözüne sürüyor, gerneşiyor*, yuvarlanıyor. Kurt soruyor ki: — Bu böyle ne yapıyor? Tilki: — Abdest aldı, namaz kılıyor, diyor. Kurt: — Haydi gidelim, diyor. Kurt öne düşüyor, bunlar arkasından geliyorlar, ama tilki en arkada gidiyor. Tilki, çalıların arasında bir keklik görüyor. Kurdun arkasına cırnağını takıyor, kurdun arkası yırtılıyor. Kurt hemen geri sıçrıyor: — Ne oluyor, diye soruyor. Tilki diyor ki: — Ne olacak? Kedi padişahım orada bir keklik gördü. Onu tutacaktı. Sana kaçırmayasın diye “Dur!” diyerek parmağıyla değdi ki ürktün. Kurt hemen tabanları yağlıyor*. — Siz arkadan gelin, ben gideyim, arkadaşlara haber vereyim, diyor. Kurt gidip domuzla maymuna diyor ki: — Arkadaş, filan ormandan geliyorduk. Orada bir keklik görmüş, tutayım demiş. Ben farkında değilim, şöyle bir değmiş bana, cırnaklarının yeri kanıyor. Onlar gelince siz yedirin, içirin. Ben onun yanında durmam, demiş. Dur mur demişlerse de kurt durmamış, gitmiş. Çalılıkların arkasına saklanmış. Domuz: — Ben de durmam, demiş. Kazanın altında boşluk varmış, oraya girmiş. Maymun da zıplamış, dala çıkmış. Tilkiyle kedi gelmişler ki koyun pişmiş, ortalıkta kimse yok. Bir bekliyorlar, iki bekliyorlar, gelen yok... Tilki diyor ki: — Vaziyet bunlar gelmeyecekler, biz yiyip gidelim. Kedi, kazanın altından domuzun kuyruğunu görüyor. Diyor ki: — Dur! Gidip kazanın altından domuza cırnağını takınca domuz: — Bu beni yakalayacak, diye kaçıyor. Bu sefer kedi, domuzdan korktuğu için çalılıkların içine kaçıyor. Çalıların arasındaki kurt: — Aha bana geldi, beni yakalayacak, diyor. Bu sefer kedi, kurttan korktuğu için ağaca çıkıyor. Maymun da: — Aha bana geldi, diyor. O da daldan dala atlıyor. Her biri bir yere kaçıyor. Kedi daldan aşağı inip:  — Ne oldu, diye soruyor. Tilki: — Ne olacak? Her birini bir yere kaçırdın, yurtlarından ettin, diyor. Kedi, korktuğunu belli etmiyor: — Bunları ben mi yaptım? Eee, ben onları korkuttum. Onlar da kaçtılar diye şişiyor. Tilki içinden; “Allah Allah!” diyor.   Kediye de: — Biz seninle çok arkadaşlık ettik. Gel, artık ayrılalım, diyor. Helalleşip ayrılıyorlar. Kedi, evine giderken bir aslana rastlıyor. Aslan, bunun önüne geçiyor. Kediye: — Sen de bizim sülalemizdensin, ama niye böyle küçük kaldın, diye soruyor. Kedi: — Ah! Sen de insanların eline düşsen benim kadar da kalmazsın, diyor. Aslan: — Ya, o nasıl bir şey ki seni bu hâle koydular, diyor. Kedi: — Sen bu sevdadan vazgeç, tanıştığına pişman olursun, diyor. Aslan ısrarla: — Yok, sen onlarla beni tanıştır. İnsanoğlu kimse bana göster, diyor. Kedi: — Peşimden gel bakayım, diyor. Peş peşe düşüp gidiyorlar. Gelirken çayırda otlayan kömüşleri* görüyorlar. Aslan: — Bunlar mı insanoğlu, diyor. Kedi: — Yok ya, ne bunları? İnsanoğlu, bunların ikisini yan yana getiriyor, omzuna bir şey atıyor, çift sürüyor, diyor. Aslan: — Bunlardan daha mı büyük, diye soruyor. Kedi: — Tabii, diyor. Biraz daha yürüdükten sonra deve sürüsüne rastlıyorlar. Aslan: — Bunlar mı insanoğlu, diyor. Kedi: — Ne bunları? Bunlardan yüz tanesini bir ipe bağlayıp götürüyor insanoğlu, diyor. Gele gele geliyorlar ki birisi dağda odun kesiyor. Kedi, insanoğlu bu diye gösteriyor. Aslan: — Bakayım, ben bununla bir güreşeyim. Güreşe gücüm yeterse öldürmeye de gücüm yeter. Güreşirken eğer gücüm yetmezse adamı hiç ellemeyeyim, diyor. Varıyor odun kesenin yanına: — Merhaba! Benimle güreşir misin, diyor. Adam: — Güreşirim, ama kispetim* yok, diyor. Aslan: — Nerede, diye soruyor. Adam: — Köyde, diyor. Aslan: — Al, gel de güreşelim, diyor. Adam: — Olmaz! Ben şimdi kispeti alıp gelmeye sen kaçıp gidersin, diyor. Aslan:  — Niye kaçayım? Kaçmam, dese de adam inanmıyor. Adam: — Seni buraya, bu dala bağlayayım, ben kispeti almaya gideyim, diyor. Aslanı sıkıca ağaca bağlıyor, kedi de dalın tepesine çıkıyor, seyrediyor. Adam, baltayı eline alıp girişiyor. Aslan, kediye bağırıyor: — Beni kurtar! Kedi: — Ben karışmam, diyor. Adam, aslana vura vura bayıltıyor. Kestiği odunları da yükleyip gidiyor. Kedi, aslanın yanına varıyor: — Nasıl? Ben sana demedim mi? “İnsanoğluyla başa çıkılmaz,” diye, diyor. Aslan pişman oluyor. Kedi de varıyor, evine gidiyor...   * cırnak: Tırnak. * potur potur: Sesli iri adım. * gerneşmek: Kasılmak, vücudu kasıp bırakmak. * tabanları yağlamak: Kaçmak. * kömüş: Manda, camız. * kıspet: Deriden yapılmış pehlivan giysi.
Tilki ile Kedi Padişah
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TİNNOS Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde Kel Hasan adında birinin üç tane oğlu varmış. Bu oğlanlar büyümüş, evlenecek yaşa gelmişler. Babaları da hastalanmış. Üç kardeş, babalarının öleceğini zannetmişler, başından hiç ayrılmamışlar. Aradan beş ay geçmiş, babaları ölmemiş, iyileşmiş. Bunlar, kendi aralarında: — Babamız şükür ki ayağa kalktı. Kış gelecek. Öteberi alalım, tarla ekelim, işimize bakalım. Babamız nasılsa iyi, demişler. O zamanlar ekip biçme zamanı olduğundan tırpanlarını almışlar, buldukları tarlalarda günlük olarak çalışmaya niyet etmişler. Ellerinde tırpanlarıyla köyden çıkmışlar, uzaklara gitmişler. Yolda ekilecek bir tarla görmüşler. Kardeşlerden biri: — Ya biz bu tarlayı ekelim, biçelim. Elbette sahibi görüp bize yevmiyemizi verir, demiş. Biçtikleri tarla da devin tarlasıymış! Bunların tarlayı ekip biçtiğini gören dev, doğruca yanlarına gelip: — Siz benim tarlamı niye biçiyorsunuz, diye bağırmış. Büyük kardeşle ortanca kardeş, hiç seslerini çıkarmamışlar, ama en küçükleri Tinnos: — Dev padişahım! Biz senin ismini, büyüklüğünü duyduk. Tarlanı ekip, biçip sana yardım etmeye geldik, demiş. Bunun üzerine dev: — Tamam öyleyse. Ekin, biçin, demiş. Yemek vakti gelince dev: — Karnımız acıktı. Tinnos, sen git de bizim evden yemek getir, demiş. Demiş, ama karısına da bir not yazmış. Notta; “Gönderdiğim oğlanı kes, kızart. Ben akşam gelip yiyeceğim. Diğer kardeşlerini de getireceğim.” yazıyormuş. Dev, Tinnos’a kâğıdı vermiş, karısına vermesini tembihlemiş. Tinnos, kâğıdı aldığı gibi yola düşmüş. Yoldayken kâğıtta ne yazdığını merak etmiş. Bakmış ki dev, karısına onu kesip yiyeceğini söylüyor! Hemen notta yazanları değiştirmiş. Bu defa; “Bir kaz, bir de kuzu kesip pişir. Gelen oğlana ver. Tarlada yiyeceğiz.” yazmış. Tinnos, devin karısına kâğıdı vermiş. Kadın da inanmış, kazla kuzuyu pişirip Tinnos’a vermiş. Tinnos hemen tarlaya gelmiş. Dev, oğlanın sapasağlam döndüğünü görünce: — Ne oldu? Bu kazla kuzuyu nereden buldun, diye sormuş. Tinnos: — Dev padişahım! Ben o kâğıdı kaybettim. Yengeme de bize kazla kuzu kesip pişirmesini söyledim, demiş. Dev, hiç ses etmemiş. Kendi kendine; “Ben bunları akşam kendim kesip yerim,” demiş. Oğlanları yiyebilmek için de evinde misafir etmeye karar vermiş. Akşam olunca devle üç oğlan eve gelmişler. Yemişler, içmişler. Devin de üç tane kızı varmış. Kızlarının başında da altın fes varmış. Dev, üç oğlanı kızlarının yattığı odada yatırmaya karar vermiş. Gece yarısı olunca oğlanlar uyumaya gitmişler. Dev, karısına: — Ben bunları yiyeceğim, demiş, gece yarısı odaya gireceğini söylemiş. Tinnos da uyumamış, devin söylediği her şeyi duymuş. Ağabeylerine: — Dev bizi yiyecek. Sakın uyumayın, demiş, her biri kızların başındaki altın fesi kafalarına geçirmiş. Dev, gece yarısı olunca karanlıkta yavaş yavaş odaya girmiş. Eliyle oğlanların başlarını yoklamış ki başlarında altın fes var. — Bunlar benim kızlarım, demiş, başında fes olmayan kızlarını öldürmüş. Karısına da: — Sabahleyin bunları pişir de arkadaşları çağırayım, afiyetle yiyelim, demiş. Tinnos da ağabeylerine: — Hadi kaçalım, demiş. Devin evinin karşısında bir dere varmış. Dev, yemin etmiş, o derenin ötesine katiyen geçmezmiş. Üç kardeş, derenin öbür tarafına atlamışlar. Dev ile karısı sabah kalkmışlar ki dev, kendi kızlarını kesip öldürmüş. Hemen Tinnos’u aramış, ama bulamamış. Bakmış ki üç kardeş, derenin karşısında duruyor. Tinnos’a: — Bana kazla kuzuyu kestirdin. Kızlarımı da öldürttün. Bir elime geçersen seni öldüreceğim, demiş. Üç kardeş, oradan kaçarak tekrar yola düşmüşler. Gide gide bir köye varmışlar. Köyün ağasına: — Böyle böyle... Biz çalışmaya geldik. Fakir fukarayız. Mal da güderiz, ekin de biçeriz, her işi yaparız, demişler. Ağa da kabul etmiş. Bunları tarlada çalıştırmaya başlamış. Tinnos, çalışırken hiç rahat durmaz, durmadan şaka yaparmış. Tinnos’un hokkabazlıkları ağanın hoşuna gidermiş. Diğer kardeşlerine bir altın veriyorsa Tinnos’a iki altın veriyormuş. Tinnos’un her defasında iki altın alması, ağabeylerinin hoşuna gitmemiş, kıskanmışlar. — Babamız bize kazandığımız parayı sorunca ne yapacağız? “Tinnos bizden çok para kazanıyor,” desek bize inanmaz. “Siz paraları sakladınız,” der. Biz bunu bir şekilde deve öldürtelim, demişler. İki kardeş, doğruca ağanın yanına gitmişler. Ağaya: — Ağam! Devin bir atı var ki dillere destan. Ancak senin gibi bir ağaya layık, demişler. Ağa: — Oğlum, siz deli misiniz? Hiç devin atı alınır mı? Bizi öldürür, demiş. Onlar da: — Ağam, sen hiç merak etme. Tinnos gidip getirir, demişler. Tinnos: — Ağam, ben getiririm, sen merak etme, demiş. Ağa da: — Madem öyle, git, getir, demiş. Tinnos yollara düşmüş, devin evine varmış. Devin ahırına girince at kişnemeye başlamış. Atın kişnediğini duyan dev: — Aha Tinnos geldi! Şimdi öldürür yerim, demiş. Tinnos da hemen samanların altına saklanmış. Dev, ahıra girmiş, bakmış ki kimse yok. Evine dönmüş. Tinnos çıkınca at yine kişnemiş. Dev, yine gelmiş. Ata kızmış. Dev gidince Tinnos yine gizlendiği yerden çıkmış. At, bu defa ses etmemiş. Tinnos, atı çözdüğü gibi derenin karşısına götürmüş, çam ağacına bağlamış. Sabaha kadar öyle beklemiş... Dev, sabah olup da uyanınca bakmış ki at yok! Tinnos’un işi olduğunu anlamış, derenin karşısına bakmış ki Tinnos, atla beraber oturuyor. — Ulan Tinnos! Bana kazla kuzuyu kestirdin. Kızlarımı da öldürttün. Atımı da aldın, gidiyorsun. Bir elime geçersen seni öldüreceğim, demiş. Tinnos, atı aldığı gibi köye dönmüş. Ağabeyleri bakmışlar ki tozu dumana katmış, biri geliyor. Bir de ne görsünler!? Tinnos, atı kaçırmış, getirmiş. Ağabeyleri: — Eyvah! Dev, bunu nasıl öldüremedi? Şimdi ne yapacağız, demişler. Tinnos, atı ağaya vermiş. Sevinen ağa da Tinnos’a daha fazla altın hediye etmiş. Ağabeyleri de iyice sinirlenmişler. Ne yapacaklarını düşünüp yine ağanın yanına gitmeye karar vermişler. Ağaya: — Ağam! Devin bir yorganı var ki tam sana layık! Amma bunu getirse getirse Tinnos getirir, demişler. Ağa da: — Öyleyse getirsin, demiş. Tinnos: — Ben getiririm ağam, ama bir şartım var. Bana bir kutu pire getireceksiniz, demiş. Bunlar, ne kadar kedi, köpek varsa toplayıp pireleri bir araya getirmişler, kutuya koyup Tinnos’a vermişler. Tinnos, pireleri aldığı gibi kendini devin evinde bulmuş. Devin yatağının altına girmiş. Dev uyurken yorganın ayak ucundan bütün pireleri boşaltmış. Dev tepinince de yorgan üstünden düşmüş. Düşer düşmez de Tinnos, yorganı kaptığı gibi kaçmış. Dev, sabah uyanmış ki yorgan yok! Yorganı da Tinnos’un götürdüğünü anlamış. Derenin öbür tarafına bakmış ki Tinnos yorganın altında duruyor, ama derenin karşısına geçmemeye de inat etmiş. Tinnos’a: — Ulan Tinnos! Bana kazla kuzuyu kestirdin. Kızlarımı da öldürttün. Atımı, yorganımı da aldın. Bir elime geçersen seni öldüreceğim, demiş. Tinnos, yorganı aldığı gibi köye dönmüş. Ağabeyleri bakmışlar ki Tinnos, yorganı sürüye sürüye getiriyor. Devin Tinnos’u öldüremediğine hayret etmişler. — Biz bunu öldürtemezsek babamıza ne diyeceğiz, demişler. Yine şanslarını denemek için ağanın yanına gitmişler. Ağaya: — Ağam! Devin bir yüzüğü var ki sende olmayıp da kimde olacak? İlla sana yakışır, demişler. Ağa: —Eee, nasıl olacak, demiş. Tinnos: — Ben alırım ağam. O yüzükten baktığında mağripten maşrık* görünüyor, demiş. Ağa: — Sana ne lazım, diye sormuş. O da: — Bir kalıp sabunla bir şişe, demiş. Tinnos, şişeyle sabunu almış, devin evine gelmiş. Dev uyurken devin parmağına sabunu dökmüş, parmağından yüzüğü çıkarmak istemiş. Tam çıkarırken dev uyanmış, bunu bileğinden yakalamış. — Eee, Tinnos! Şimdi elime geçtin! Nasıl kurtulacaksan kurtul, demiş. O da: — Kurtulamazsam yersin. Nasıl olsa sonunda öleceğiz, demiş. Dev, Tinnos’u götürmüş, bir direğe bağlamış. Yüzüğü de karısının parmağına takmış. Karısına demiş ki: — Tinnos’u yakaladım. Direğe bağladım. Şimdi gidip arkadaşlarımı getireyim de pişirip yiyelim. Sen en iyisi odun kes. Karısı: — Tamam, demiş. Dev, arkadaşlarını çağırmaya gitmiş. Karısı da baltayı eline almış, başlamış odun kesmeye. Tinnos, kadına: — Madem beni pişireceksiniz, beni çöz de odunu kesmene yardım edeyim, demiş. Devin karısı da: — Nasıl? Çözünce kaçmaz mısın, diye sormuş. O da: — O zaman ayaklarım dursun, ellerimi çöz, öyle kaçamam, demiş. Kadın, Tinnos’un dediği gibi yapmış. Baltayı Tinnos’a vermiş. Tinnos da odun keseceğim diye kaldırıp kadını öldürmüş. Ayaklarını çözmüş, yüzüğü de alıp kaçmış. Dev, arkadaşlarını da almış, gelmiş ki karısı da yok, yüzük de yok! — Ehh, Tinnos! Karımı da öldürdün. Beni yalnız bıraktın, demiş. Tinnos, yüzüğü alıp köye dönmüş. Yüzüğü ağaya vermiş. Ağa, yüzükten bir bakmış ki dünyanın öbür ucu görünüyor. Ağa, Tinnos’un yine dünyalığını vermiş. Ağabeyleri: — Ya biz bunu nasıl öldürteceğiz!? Bir çaresini bulmamız lazım, demişler. Aradan biraz zaman geçmiş. Tinnos’un ağabeyleri yine ağanın yanına varmışlar. Ağaya: — Ağam! Eğer devi öldürtürsen bu dünyada senin üstüne ağa kalmaz, demişler. Ağa: — Aman ha! Dev duyar da... Biz onu nasıl öldürelim, demiş. Onlar da: — Sen hiç meraklanma ağam. Bizim Tinnos var ya... Devin hakkından gelir, demişler. Ağa, Tinnos’a: — Öldürür müsün, diye sormuş. O da: — Öldürürüm ağam, demiş. Ağa: — Ne lazım, demiş. Tinnos: — Sen bana bir kara boyayla bir de keskin balta ver, yeter, demiş. Ağa, hemen dediğini yapmış, kara boyayla baltayı bulmuş. Tinnos, bu kara boyayı büyük bir küpün içine dökmüş. Anadan üryan küpün içine girip çıkmış. Olmuş bir Arap! Eline de almış baltayı, varmış devin evine. Evin önünde de bir çınar ağacı varmış. Tinnos, başlamış ağacı kesmeye. Sesleri duyan dev, Tinnos geldi zannedip dışarı çıkmış ki bir kara adam ağacını kesiyor. Ona: — Sen kimsin? Ne yapıyorsun burada, diye sormuş. O da: — Hiç sorma! Senin ağacın olduğunu bilemedim. Tinnos diye bir bela var başımda. Neyim var, neyim yoksa elimden aldı. Karımı, çocuklarımı öldürdü, şimdi de beni öldürecekmiş. Onun için bu ağaca tuzak yapıyorum, demiş. Dev de: — Deme ya! Öyle mi? Aynısını bana da yaptı. Ver şu baltayı da sana yardım edeyim, demiş, Tinnos’un elinden baltayı aldığı gibi başlamış ağacı kesmeye. Bunlar, ağacı ikiye bölmüşler. Arap, deve: — Şunun arasına gir de bağlayayım. Eğer sen ipleri koparırsan Tinnos da koparır. Yok, koparamazsan o da koparamaz, demiş. Dev de denemek için iki ağacın arasına yatmış. Tinnos, ağacı urganla güzelce bağlamış, dev koparmaya çalışmış, koparamamış. Tinnos: — Seni bağlayan bendim, demiş. Ağaca bağlı devi öküzlere bağlamış, köye getirmiş, ağanın önüne koymuş. Ağaya: — Ağam, devi getirdim. Ben getirdim, ağabeylerim de öldürsün, demiş. Ağa da: — Devi öldürün, yoksa ben sizi öldürürüm, demiş. Ağabeylerinin ona tuzak kurduğunu bilen Tinnos, yine de ölmelerine razı olmamış. — Dur ağam, ben öldürürüm, demiş, öldürmüş. Ağa da ona mal, mülk, altınlar vermiş. Tinnos da fakirlikten kurtulmuş. Ağabeyleriyle birlikte köylerine dönüp babalarıyla mutlu, mesut yaşamışlar...   * mağripten maşrık görünmek: Batıdan doğuya kadar görmek.
Tinnos
Sivas
İç Anadolu Bölgesi