text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Bir varmış bir yokmuş. Bir padişahın hiç çocuğu yokmuş. Günün birinde ülkelerine bir adam gelmiş. Padişah çocuğu olması için adamdan yardım istemiş. Adam padişaha: -iki çocuğunuz olacak ama birini bana vereceksiniz, der. Padişah adama söz verir. İki erkek çocuğu olur. Çocukların isimlerini Medet ile Güzel koyarlar. Aradan zaman geçer. Çocuklar beş yaşlarına gelir. Adam çocuklardan birini almak için tekrar gelir. Padişah ile hanımı çocuklarından hiçbirini vermek istemezler. Ama söz verdiklerinden dolayı vermek zorunda kalırlar. Medet yaramaz bir çocuk olduğu için onu vermeye karar verirler. Medeti adama verirler. Aradan zaman geçer çocuklar on iki, on üç yaşına girerler. Medet   ana babasının yanına döner. Döner ki anne ve babası vefat etmiş. iki kardeş bir heybe altın ile ülkeden sürgün edilirler. Kardeşler bir heybe altın ile yola revan olurlar. Dere tepe düz giderler. Ta yol ikiye ayrılır. Kardeşler şöyle konuşurlar: - Bu heybenin altınını şu taşın altına bırakalım. İkimizde farklı yollara varalım. Buraya geri dönen heybenin altınını alsın diğer yola varıp kardeşini bulsun. Medet gider gider bir şehre varır. Şehirde bir kalabalık görür. Medet: -Şu kalabalığa doğru gideyim bakayım ne var ne yok, diye düşünür. Kalabalığa gidiyor ki bu şehrin padişahı ölmüş. Padişahı seçmek için halk toplanmış. Padişahı seçmek için bir kuş uçuruyorlar, kuş kimin başına konarsa padişah o olacakmış. Medet kalabalığın arasına karışır. Kuş gidip gelip Medet’in başına konarmış. Üç kez tekrar ediyorlar, üç kez de kuş Medet’in başına konuyor. Halk: -Kim bu nereden geldi? diye isyan etmişler. -Bu yabancıyı götürün zindana atın, demişler. Medet’i zindana atarlar. Kırk gün üst üste kuş uçururlar. Kuş kimsenin başına konmaz, döner dolaşır zindanın kapısının önüne konarmış. Bunu gören halk: -Bunda bir hikmet vardır. Zindanda ki çocuğu çıkarın gelsin, demişler. Medet’i zindandan çıkarıp getirirler. Tekrar kuş uçururlar, kuş tekrar Medet’in başına konar. Şehrin tellalı halka: -Kuş kimin başına konarsa padişah o olmayacak mıydı? Kuş bu çocuğun başına konuyor. O zaman padişah bu çocuk olmalı, der. Medet’i padişah seçerler. Güzel, geri döner gelir ki Medet gelmemiş. Güzel, Medet’in yoluna gitmeden dinlenmek için heybeyi başının altına koyar ve uyur. Bir bezirgan başı ile adamları ava kuşa  çıkarlar. Av avlarken bakıyorlar ki burada bir güzel yatıyor. Bakıyorlar ki başının altında bir heybe altın Bezirganbaşının hiç çocuğu olmazmış. Bezirganbaşı: -Malı size canı bana olsun, der. Bezirganbaşı Güzel’i alır eve götürür. Hanımına der ki: -Hanım çok güzel bir çocuk buldum, bunu biz evlat edinelim.  -Hanımı ile sevinirler. Güzeli evlat edinirler. Güzeli yediriyorlar, içiriyorlar, üstüne başına elbiseler alıyorlar. Mutlu mesut  yaşamaya başlıyorlar. Aradan zaman geçer. Köydeki tüm kızlar Güzel’i  seviyor. Güzel de köydeki bir kızı sever. Güzel’i seven başka bir kız bunu fark edince çok kıskanır. Güzel’i köyden göndermek için bir koca karının yanına giderler. Kız, koca karıya: -Nene senin ocağına düştüm. Bana yardım et, der. Koca karı: -Sana nasıl yardım edeyim, diye sorar. Kız:  -Ne yap yap bezirgânbaşının oğlunu buradan gönder, der. Koca karı kalkıp bezirganbaşının evine gider. Gider ki bezirganbaşı oğlu ile yine ava kuşa gitmiş. Koca karı bezirganbaşının hanımını görünce: - Ooooooo gelin neden öyle sararıp soldun?  diye sorar. Bezirgânbaşının hanımı: -Yok, nene ben çok mutluyum. Bizim bir evladımız yoktu onu da Allah verdi. Bir şeyim yok çok iyiyim neden sararıp solayım, der. Kocakarı kadının hasta olduğuna inandırır. Kadın  sorar: -Nene ne yapayım? der. Koca karı:  -Güzel’i göndermeden sıhhat bulamazsın. Güzel’i göndermek için evin bütün eşyasını kapının arkasına yığ. Kocan gelince; "Güzel geldi geleli benle ilgilenmedin, sarardım soldum. Ya Güzel ya ben." de. Akşam olur  kocası ile Güzel gelir. Kapı açılmaz. Kapının arkasında bütün evin eşyaları var. Bezirgan başı sorar: -Hanım bu ne hal köşkencelik mi var, der. Kadın: -Evet  köşkencelik var, der. Bezirganbaşı: -Neden hanım nereye, diye sorar. Kadın: -Evet getirdin bir çocuk onunla ilgileniyorsun ava kuşa gidersin, bana bakmaz oldun, sarardım soldum. Ya o ya ben. Ya o çocuğu nerden aldıysan oraya götürürsün ya ben giderim, der. Adam düşünür taşınır karısına der: -Kadın sen cadı şerrine uğramışsın. Allah bize bir evlat verdi. Sen neden böyle yaparsın. Senin yanına kim geldi, der. Kadın: -Hayır kimse gelmedi, der. Adam karısına inanmaz birinin geldiğinden emindir. Ama bir şey yapamaz. Düşünür taşınır ne yapsam kırk günlük evlattan mı olsam, kırk yıllık kadından mı olsam. Kırk günlük evlattan olmaya karar verir. Bir heybe alttın doldurur: - Güzel oğlum, hadi ava kuşa gidelim,  der. Baba oğul ava kuşa giderler. Adam akşam geç vakte kadar oyalanır. Güzel’in uykusu gelir. Adam der:  -Güzel oğlum, şu heybeyi başının altına al da yat sen, biraz ben şu tarafa da bir bakayım, der. Güzel uyur. Babası mecburen bırakır gider. Güzel uyanır ki güneş doğmuş etraf aydınlanmış yine bir heybe altın ile dağın başında kala kalır. Güzel: - Eyvah burada da tutunamadım. Başıma ne geliyorsa güzelliğim yüzünden geliyor. Ne yapmalıyım, diye düşünürken bir çoban gelir. Güzel, çobana der ki: -Sana bir altın vereyim, bana bir koyun kes de yiyelim, der. Çoban koyunu keser pişirir yerler. Güzel, güzelliğini kapatmak için koyunun derisini başına geçirir. Çobanın yanından ayrılır. Gider gider gider. Bir şehre varır. Güzel yine acıkır. Bakar ki bir helvacı dükkanı ve çok güzel kokular gelir.Güzel helvacı dükkanının önüne gelir oturur. Helvacının dükkânı o gün öyle çalışır ki müşterinin ardı arkası hiç kesilmez. Helvacı dükkânın önüne çıkar ki bir keloğlan kapının önünde oturur. Helvacı, Güzel’i görünce sinirlenir: - Geç git buradan, bugün müşterilerim gelip gidiyor seni görünce gelmezler, der, Güzeli kovar. Güzel oradan ayrılır bir demirci dükkanının önüne oturur. O gün demirci dükkanı da çok çalışır. Demirci de çıkar keloğlanı görür: - Çık git buradan bugün dükkanım çalışır seni  gören daha gelmez, der. Güzeli oradan kovar. Güzel oradan başka dükkanın önüne gider. Helvacı bakar ki keloğlanı kovduktan sonra dükkanında kuş uçmaz, kervan göçmez. Demircide de durum aynıdır. Helvacı uyanık çıkar. Düşünür ki bu keloğlanda bir hikmet vardır. "O gideli dükkanım çalışmaz oldu." der. Helvacı, ne yapıp edip keloğlanı şehirde arayıp bulur. Keloğlanı getirip evinde yıkar temizler. Keloğlanın başından deri çıkar ki ne keloğlanı güzeller güzeli bir oğlan. Ayın on dördü gibi. Helvacı alıp dükkanına götürür. Helvacının dükkanı bir işliyor ise beş işler. Hiç helva almayanlar helva almaya gelirler. Güzel'in ünü tüm şehre yayılır. Güzel’in ünü şehrin padişahının kızı güzeller güzeli Nazlı Hanım’ın kulağına da gider. Helvacının dükkânında bir güzel var ki; "Doğan aya sen doğma ben doğayım." der. Bunu duyan Nazlı Hanım, helvacının dükkânına haber gönderir: - Çırağı ile bana bir tepsi helva göndersin ”der. Helvacı, Nazlı Hanım’ı istermiş. Düşünür ki, Nazlı Hanım Güzel’i görürse daha beni istemez. Başka biri ile helvayı gönderir. Bir kez, iki kez, üç kez, Nazlı Hanım helva ister. Fakat Güzel’i göremez. Helvacıya haber gönderir der ki: - Güzel bir çırağı var imiş, helvayı onunla göndersin.  Helvacı, Güzel’i göndermek istemez ama mecbur kalır. Güzel’i tembihler: - Güzel, helvayı götür ama sakın orada durma hemen geri gel, der. Güzel, Nazlı Hanım’a helvayı götürür. Kapıyı çalar. Helvayı, Nazlı Hanım’a Güzel’in vermesini isterler. Nazlı Hanım, Güzel’i görür âşık olur. Güzel’in içeri girmesini isterler. Güzel içeri girmeyi kabul etmez: - Emir böyle helvayı verip geri dönmem lazım, der. Güzel gider ama Nazlı Hanım’ın aklı Güzel'de kalır. Nazlı Hanım, her gün bir tepsi helva ister. Helvacı, durumu anlar. Nazlı Hanım, bakar ki bu böyle olamayacak saraydan helvacının dükkânına bir tünel yaptırır. Güzel, buradan Nazlı Hanım’ın yanına gider gelir. Helvacı bakar ki Nazlı Hanım artık helva istemez. Helvac,ı Güzel’i takip etmeye başlar. Görür ki Güzel dükkânın içinden bir taşı kaldırır içeri girer çıkar. Helvacı taşı kaldırır bakar ki; saraya Nazlı Hanım’a giden bir tünel var. Bunu gören helvacı, bir kervanla anlaşır. Güzel’i bir kervana satar. Güzel’i nasıl kervana alacaklarını konuşurlar. Kervancı üç dört sandık hazırlatır, helvacı Güzel ile helvayı gönderir. "O sandığa değil bu sandığa ,bu sandığa değil şu sandığa"   diye Güzel’i dolaştırırken bir sandığa kilitlerler. Kervan, Güzel’i alıp yola çıkar. Güzel durumu anlar ve düşünür ki; - Yine satıldık, beni buradan sadece Nazlı Hanım kurtarır. Şehirde sadece sarayın önünde kaldırım taşları vardır. Atlar oraya gelince anlarım Nazlı Hanım’a haber veririm, der. Güzel, atların kaldırım taşlarına başlar türkü söylemeye:          Atılmışam   tutulmuşam          Beş akçeye satılmışam          İmdat Nazlı Hanım         Senden bir imdat Nazlı Hanım, balkonda dinlenirken bir ses duyar. Güzel’in sesini hemen tanır. Kervanı hemen durdurur.       Atılmışsan tutulmuşsan       Bir sandığa tepilmişsen       Beş altına satılmışsan       Eyle kervan eyle Nazlı Hanım kervandaki sandıkları hep arar. Ama Güzel’i bulamaz. Kervan Güzel’i alıp gider. Nazlı Hanım ne yapıp edip Güzel’i bulur. Güzel’i mahkemeye verirler. Meğerse Medet’in padişah olduğu bu şehre mahkemeye giderler. Mahkemede Güzel’ i asacaklardır. Güzel, kardeşi Medet’i tanır. Ama Medet Güzel'i tanımaz. Güzel, Medet’e der: - Bir insanı konuştururlar da mı asarlar yoksa konuşturmadan mı asarlar. Medet, Güzel’e hak verir: -Öyle ya konuşturur da öyle ceza verirler, der. Güzel kardeşinden ayrıldığı zamandan başlayıp, bezirganbaşının, helvacının, demircinin, kervancının yaptıklarını tek tek anlatır. Medet, Güzel’in kardeşi olduğunu anlar. Helvacıyı, demirciyi, kervancıyı zindana attırır.  İki kardeş hasret gideriyorlar. Güzel, Medet’e der ki: -Benim senden bir isteğim daha var. Nazlı Hanım ile evlenmek isterim. Medet, Nazlı Hanım ile Güzel’i evlendirir. Kırk gün kırk gece toy düğün kurarlar. Mutlu  mesut yaşarlar.       
Medet ile Güzel
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
      Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman için kalbur saman içinde uzak bir ülkenin padişahının tek kızı varmış. Bu kız her gün bahçenin içinde akan derenin kıyısında otururmuş. Bir gün yine oturmak için gitmiş bileğindeki bileziği taşın üzerine koymuş. Otururken kırk bir tane güvercin gelmiş. Bunlardan kırkı kız, bir tanesi yakışıklı erkek olmuş. Şaşkın şaşkın izleyen kız oradan ayrılmak için bileziğini almaya kalkmış. O sırada yakışıklı delikanlı güvercin olmuş, bileziği boynuna takıp uçmaya başlamış. Delikanlının ardından kırk kız da güvercin olup peşinden uçmuşlar.     Bu olaydan sonra kız bahçeye, derenin kenarına gidip güvercinleri beklemeye başlamış ancak gelmemişler. Delikanlıya gönlünü kaptıran kız hastalanmış. Babası ülkenin bütün hekimlerine baktırmış kızını ancak derdine derman bulamamış. En son kızına bir hamam yaptırmış ve bu hamama gelenler girmeden önce başından geçenleri anlatıp giriyorlarmış.     Bir gün hamama genç ve güzel bir gelin gelmiş ve başından geçen şu olayı anlatmış: -Bir gün dere kenarında çamaşır yıkarken odunum bitti. Tam o sırada otuz katır yükü odun yanımdan geçti, ben de takip ettim. Gittiler bir kayalık kapının önünde durup, içeri girdiler. Ben de peşlerinden içeri girdim. Girmemle kapı kapandı. Merdivenlerden yukarı çıktım bir odaya girdim, ardımdan odanın kapısı da kapandı. Burası bir mutfaktı ve çok güzel yemek kokuyordu. Tencerenin kapağını açtım ve o sırada bir ses geldi. Kapağı açma, onu peri padişahın oğlu yiyecek, dedi. Kapağı kapatıp başka odaya geçtim ve kırk bir tane beyaz güvercin odayı doldurdu. Kanatlarını çırptıklarında kırk tanesi genç kız, bir tanesi de yakışıklı bir delikanlı oldu. Bu delikanlının elinde bir kamçı vardı ve onu yere vurunca her yer titredi. Siz nasıl titriyorsanız sevgilim de böyle titresin, dedi. Ben de katırlarla beraber oradan ayrıldım.    Bunu dinleyen padişahın kızı:  -Hamam senin olsun. Beni oraya götür, demiş.     Ertesi gün katırların peşine düşmüş, kapıdan içeri girmiş. Tencerelerin kapaklarını kaldırmış, karnını doyurmuş, güvercinlerin gelmesini beklemeye başlamış ve görünmemek için büyük bir dolabın içinde saklanmış. Biraz sonra güvercinler gelmiş, kırkı kız, bir tanesi erkek olmuş. Padişahın kızı sevdiği erkeği görmüş. Delikanlı elindeki kamçıyı yere vurmuş her yer titremiş ancak padişahın kızının saklandığı dolap titrememiş.     Delikanlı dolaba seslenmiş:     -Ey dolap sen niçin titremedin?     Dolap dile gelmiş:     -İçinde senin sevgilin var, demiş.     Delikanlı dolabı açmış ve sevgilisini görüp çok sevinmiş.     Bir zaman sonra padişahın kızı hamile kalmış ve delikanlıya söylemiş. Delikanlı: -Periler fark ederse seni öldürürler, seni padişah babamın sarayına götüreyim. Benim eşim olduğunu bilmesinler, ben her gün seni görmeye gelirim, demiş. Kanadına bindirip götürmüş. O gece bir erkek çocuk dünyaya getirmiş.     Bir gece saraya gizlice delikanlı gelmiş. Genç kızla görüşürken hizmetçiler görmüş ve padişaha haber vermişler. Ertesi gece delikanlı gece tekrar geldiğinde yakalanmış. Padişah beyaz bir güvercin satın aldırmış ve sarayın fırınlarından birine yaktırmış. Bunun üzerine periler gelip delikanlıyı istemişler, hem de padişahın üstünü başını yırtmışlar. Bunun üzerine padişah elindeki güvercini fırına atmış, peşinden kırk güvercin de girmiş ve hepsi yanmışlar. Böylece delikanlı ve padişahın kızı perilerin elinden kurtulmuş, tekrar düğün yapmışlar, muratlarına ermişler.
Peri Padişahının Kızı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken şirin bir köy varmış. Bu köyde bir ana, bir baba, bir kız yaşarmış. Annesi kızına suparayı (elif ba cüzünü) verirmiş ve kız hocaya gidermiş. Ama kız çok güzel bir kız imiş. Kız hocaya gidince bir kuş yanına gelirmiş ve kıza dermiş ki: Ah dedim, vah dedim kız sen kırk gün bir meftayı (mevtayı) bekleyeceksin. Sonra muradına ereceksin. Kız gelip anasına haber vermiş. Ertesi gün gene suparayı alıp hocaya gitmiş. Gene kuş gelmiş ve demiş ki: Ah kız, vah kız sen kırk gün bir meftayı bekleyeceksin. Üçüncü gün de gelen kuş aynı sözleri söylemiş. Bu kız anne ve babasının tek evladı olduğu için anne ve babanın içini korku yumağı sarmış. Kızın babası karısına demiş ki: Kızımız bir meftanın başını beklemesin. Sen azık tozuk yap, biz kızımızı diyar be diyar alıp gidelim. Kızın anası yapar yahıştırır ve üçü de yola revan olurlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe dümdüz gitmişler. Bir dağın eteğinde bir kuleye rastlamışlar. Bu kulenin büyük bir kapısı varmış. Annesi kapıyı itmiş açamamış. Babası itmiş açamamış. En sonunda kız kapıyı itmiş ve kapı açılmış. Kapı açılınca kız içeri düşmüş ve kapı tekrar kapanmış. Kız kapının arkasında ağlamış, anne ve baba bu tarafta ağlamış. Bir türlü kapıyı açamamışlar. Aksam olmuş karanlık çökmüş. Kızın annesi ve babası çok acıkmış ve susamışlar. Kızı orda bırakıp evlerine gitmişler. Kız kendi kendine demiş ki:  Ben hele burayı bir gezeyim, burada ne var ne yok. İn mi var cin mi var?  Kız burada gezerken bir odaya rastlamış ve içeri girmiş. Bu odada bir delikanlı yatıyormuş. Öyle güzelmiş ki insan, yüzüne bakmaya kıyamazmış. Bu delikanlı mefta gibi yerde yatmaktaymış. Kız önce çok korkmuş, sonra kuşun dedikleri aklına gelmiş. Kız kırk gün bu delikanlıya bakmış, hizmet etmiş. Bir gün bu kızın canı çok sıkılmış. Odanın içinde küçük bir pencere varmış. Pencereden dışarı bakmış. O esnada da çingeneler geçiyorlarmış. Tabi o zamanlar insanlar yokluk içindeymiş. Kimse ekmek bulup çocuğuna yediremezmiş. Kız çingenelere demiş ki; Abla abla kızını bana ver bana yoldaş olsun. Ben burda yalnızım canım sıkılıyor demiş. Çingene, kızını pencereden içeri vermiş hemen oradan uzaklaşmış gitmiş. Çingenenin kızı da gelinlik çağında bir kız imiş. Çingenenin kızı içeri gelince delikanlı oğlanı görmüş. Neyse bu iki kız yemişler içmişler, sohbet etmişler. Ertesi gün kız, çingene kızına demiş ki; Sen burda delikanlının yanında otur ben gidip bir şeyler alıp geleyim, pişirip döşürüp yiyelim demiş. Kız gidince oğlan, “eşhedu enla ilahe illallah” deyip kalkmış oturmuş. Meğer ölü kılığında yatan delikanlı bu şehrin şehzadesiymiş. Şehzade, yanında olan çingene kızına sen kimsin, nesin tarzında sorular sormaya başlamış. Kız, çingene kızı olduğunu söylememiş, demiş ki: - Allah’ın kuluyum. Geldim, sana kırk gün ben baktım.  Ona kırk gün bakan kızı da yardımcı olarak tanıtmış. Şehzade de o zaman ben bu kızla evleneyim demiş. O sırada dışarı giden kız gelmiş. Oğlan kıyamamış kızın yüzüne baksın. O kadar ki güzel bir kız imiş. Neyse bu şehzade, çingene kızıyla nikah kesip, düğün etmiş ve kızla evlenmiş. Bir zaman böyle geçmiş. Kimine yıl gelir, kimine gün. Evlenen şehzade çarşıya gidip bir şeyler alacakmış. Kızların ikisine demiş ki, ne istiyorsanız deyin size de alayım. Çingene kızı (hanımı) demiş ki: Kulağıma küpe, boynuma boncuk, koluma bilezik getir vesaire say say bitirememiş. Delikanlı diğer kıza demiş ki: Ya sana ne getireyim.  O da demiş ki; Bir çift sabır taşı getir. Şehzade çarşıya gitmiş hepsini almış. Sabır taşına sıra gelince oradaki adam demiş ki; Ulaa kardaş bunu sen kime alıyorsan dikkat et. Sonra o kişi bu taşa, konuşur konuşur bu taş şişer. Taş patladı mı o kişi ölür. Bu kişi konuşunca onu kolla demiş. Şehzade gelmiş. Yemiş, içmiş daha sonra çingene kızının (hanımın) istediklerini vermiş. Çingen kızı takıp takıştırmış. Daha sonra diğer kızın sabır taşlarını eline vermiş. Kız taşları almış bir odaya gitmiş. Sabır taşlarını ortaya koymuş ve sabır taşlarına derdini anlatmaya başlamış: Sabır taşı, sen mi sabır, ben mi sabır? Ben anamın babamın bir kızı idim. Kuş bana geldi dedi ki sen bir mevtanın başını kırk gün bekleyeceksin. Anam ile babam da dedi ki bizim biricik kızımız bir mevtanın başını mı bekleyecek, kızımızı alıp gidelim. Azık tozuk ettiler beni aldı geldiler. Bu kuleyle karşılaştık. Kulenin kapısına anam vurdu açılmadı, babam vurdu açılmadı, ben vurunca kapı açıldı. Ben içeri düştüm kapı kilitlendi.  Sonra ne anam bana ulaşabildi ne babam bana ulaşabildi. Ağladık ağladık ağladık akşam karanlığı çöktü. Anamla babam beni bıraktı gitti. Bende açlıktan perişan olunca dolanıp bir şeyler bulmaya çalıştım. Dolaşırken bu delikanlı ile karşılaştım kırk gün hizmet ettim. Canım sıkılınca pencerenin önünden geçen çingene kızını istedim. Hiç değilse kızla eğlenip sohbet edeyim bana arkadaş olsun dedim. Daha sonra yatan mevtayı çingene kızına bıraktım gittim. Geldim ki yerde yatan mevta kalkmış. Çingene kızı kendini, delikanlıya kırk gündür başında bekleyen kız olarak tanıtmış. Oğlanda demiş ki madem kırk gün bana baktı ben çingen kızıyla evleneyim. Oğlanla çingene kızı evlendi ve toy düğün ettiler demiş. Bu esnada sabır taşının ne işe yaradığını merak eden şehzade de kulağı kapıda kızın anlattıklarını dinliyormuş. Kız söyledikçe taşlar şişmeye başlayınca kız: - Ey sabır taşı, sen bile dayanamadın, benim yüreğim nasıl dayansın, diye ağlamaya başlamış.  Taşlar tam patlayacakmış ki delikanlı gelmiş, kızın kolundan tutmuş kaldırmış. Kız başından geçenleri. Delikanlıya bir bir anlatmış. Gerçekleri öğrenen delikanlı gelmiş, çingene kızına demiş ki; Seni babanlara kanlı bıçakla mı yollayayım yoksa katırla mı? Bunun üzerine çingene kızı katırla gitmeyi kabul etmiş. Oğlan kızı katıra bağlamış babasına yollamış. Ve çingene kızı cezasını bulmuş. Şehzade, kendisine bakan kız ile kırk gün kırk gece düğün yapmış. Daha sonra bunların çoluk çocukları olmuş. Delikanlı, karısını ve çocuklarını almış kızın anasının ve babasının yanına gitmişler. Kızın ailesi bu duruma çok sevinmiş. Hep birlikte mutluluk içinde yaşayıp gitmişler. Ve bu masal burda bitmiş. Onlar ermiş muradına, darısı bütün iyilerin başına.
Sabır Taşı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir padişah varmış. Bu padişahın üç oğlu varmış. Padişah günün birinde vezirine bir saray yaptırmasını ve bu sarayın da dünyanın en güzel sarayı olmasını emretmiş. Vezir, padişahın emri üzerine yeryüzündeki en güzel sarayı yapmış, içinde de her şey varmış. Vezir gelip padişaha: Padişahım emrettiğiniz gibi sarayınızı yaptık, demiş. Padişah da yanına bilge bir adamı alarak saraya gitmiş. Saraya bakarak: Bu sarayda her şey istediğim gibi her şey tamam, demiş. Bilgin padişaha bakmış ve demiş ki: Padişahım sağ olsun, her şey tamam da bir şey eksik. Padişah öfkelenmiş: Nedir eksik olan? diye sormuş. Vezir de padişaha: Vezirim bülbülleri eksiktir, demiş. Padişah: Peki bunlar nerededir? Diye sormuş. Vezir: Kaf Dağının ardındadır. Bunları da yalnızca üç oğlun getirebilir, demiş. Padişah Kaf Dağının ardına üç oğlunu yollamış. Oğulları ormanın içinden gitmişler, bir yol ayrımına gelmişler. Bu yol üçe ayrılmış. Birinci yol “giden gelir” yolu, ikinci yol “giden ya gelir ya gelmez” yolu, üçüncü yol “giden gelmez” yoluymuş. Kardeşler aralarında kâğıt çekmişler. Büyük kardeşe “giden gelmez” yolu, ortanca kardeşe “giden ya gelir ya gelmez” yolu, küçük kardeşe de “giden gelir” yolu çıkmış. Aralarında anlaşmışlar: Hangimiz önce gelirse şu taşın altına mendil koysun, deyip ayrılmışlar. Küçük kardeş, yürümüş yürümüş, ormanın içinde, sarmaşıkların arasında eski bir saray karşısına çıkmış. Sarayın içinde de güzeller güzeli bir prenses yaşarmış. Küçük kardeş sarayın kapısına vurmuş. Prenses içeriden küçük kardeşe sormuş: İn misin? Cin misin? Buralarda ne gezersin? Oğlan da söylemiş: Ben Vezeren bülbüllerini bulmak için geldim. Onun yerini bilir misin? Prenses de ona: Ey insan oğlu, ben vezeren bülbüllerinin yerini biliyorum ama beni bu saraydan kurtarman lazım. Bu sarayda tek gözlü bir dev beni sahiplendi. Ama ne olursa olsun devin gözüne bakma yoksa paramparça olup kül olursun. Küçük kardeş, prensesi kurtarmak için saraya girmiş. Tam kurtaracakken dev uyanmış. Dev peşlerinden koşmuş. Tam bu sırada küçük kardeş padişahın verdiği sihirli kılıçla devi öldürmüş. Prensesle küçük kardeş kaçıp ormandan kurtulmuş. Bir nehre gelmişler. Bu nehrin bir tarafından iltihap bir tarafından kan akarmış.  Prenses, oğlana: Nehrin üstündeki köprüden geç. Ormanın içinde bir eski saray var. Bu sarayın kapısının önünde iki aslan var. Önünde et olan aslanın önüne ot koy. Önünde ot olan aslanın da önüne et koy. Sarayın içinde vezeren bülbülleri var, onları al ve sakın arkanı dönme. Omuzuna bir el dokunup sana “dön” dese bile dönme sakın. Sana verdiğim bu cam parçalarını sakın kaybetme. Bu sabunu da al, demiş. Küçük kardeş, sarayın önüne gelmiş. Aslanların yemeklerini değiştirmiş. Yıllardır et yiyen aslan, otu görünce merak etmiş ve yemeğe başlamış. Diğer aslan da otu yemiş. Saraya girmiş, bakmış ki bir dev. Devin bir gözü açık, bir gözü kapalıymış. Tam bülbülleri alırken bülbüllerin ötmesine dev uyanmış ve sinirlenmiş, küçük kardeşin peşine düşmüş. Aslanlara emretmiş ama aslanlar uyanmamış. Dev peşinden koşmuş. Bu sırada prensesin verdiği cam parçalarını atmış. Devin ayakları kanamış ama yine de koşmuş. Tam eli omuzuna değecekken oğlan sabunu atmış. Devin ayağı kayıp düşmüş. Ormandan çıkmış. Köprünün olduğu nehire gitmiş. Prenses de onu köprüde bekliyormuş. Prensesi de bülbülleri de alarak kardeşiyle buluşacağı yere gitmişler. Taşın altına bakmış ki hiç mendil yok. Oğlan prensesi yol ayrımında bırakmış “giden ya gelir ya gelmez” yoluna girmiş. Bir süre yürüdükten sonra bir köye girmiş. Bakmış ki ortanca kardeşi çok fakirleşmiş, pazarda tavuk satıcısı olmuş. Küçük kardeş, ortanca kardeşinin yanına gitmiş, halini sormuş.Ortanca kardeş de: Bülbülleri aradım ama bulamadım. Padişahın yanına gitsem mi gitmesem mi diye karasız kaldım, ben de dönemedim, demiş. Oğlan, ortanca kardeşini alıp köyden çıkmış. Bu sefer de “giden gelmez” yoluna girmiş. Burada da büyük kardeş açlık ve sefalet içindeymiş. Küçük kardeş sormuş: Sana ne oldu? O da: Bülbülleri bulamadım. Ben padişahın huzuruna dönmeye utandım dönmedim, burada kaldım, demiş. Küçük kardeş, abisini de alıp buluşma noktasına dönmüşler ve hep birlikte küçük kardeşin bulduğu bülbüller ve altınlarla saraya dönmüşler. Padişah, onları karşılamış. Bakmış ki küçük oğlunun elinde bülbüller. Sevinmiş ve hemen sarayına koymuş Bilge de padişaha dönüp demiş ki: Padişahım sağ olsun, şimdi sarayda hiçbir şey eksik değil. Küçük prens ile prenses de evlenmiş ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar. Bu hikâye de burada bitmiş.  
Vezeren Bülbülleri
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş bir Çıtı bir de Pıtı varmış. Bunlar karı kocalarmış. Bu Çıtı ile Pıtı’nın bir de kızları varmış. Kızlarını zengin biriyle evlendirmişler. Düğünden sonra aylar, haftalar geçmiş. Kızlarının yanına gitmek istemişler. Çıtı ile Pıtı: — Kızımıza hediye alalım, demişler.  Çarşıya gitmişler elbise, çorap bir tane de yazma almışlar. Çıtı demiş ki: — Gitmeden önce bir koyun alalım da bu koyunu keselim, sonra kazana koyalım pişsin. Biz kızımızın yanından gelene kadar pişer, demiş.  Koymuşlar. Sonra yola düşmüşler. Bir sadakacıya rast gelmişler. Sadakacıya demişler ki: — Bizim eve varmayasın, kapının üstünden anahtar almayasın, eve girip kazandaki eti yiyip içine pislemeyesin, demişler. Sadakacı da Çıtı ile Pıtı’nın dediklerinin hepsini yapmış. Çıtı ile Pıtı giderlerken yolda bir karga görmüşler. Karga soğukta titriyormuş. Pıtı demiş ki: — Çıtı nedir? Çıtı: — Bu karganın ayakları çok üşümüş. Kızımıza aldığımız bu çorabı kargaya giydirelim, demiş. Karı-koca biraz delilermiş. Kargayı tutup çorap giydirmişler. Sonra yollarına devam etmişler. Yolda bir çalı görmüşler. Çalı da soğuktan bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyormuş. Yine Pıtı: — Çıtı nedir? Çıtı: — Bu çalı soğuktan tir tir titriyor. Kızımıza aldığımız yazmayı üstüne örtelim, demiş. Üstünü örtmüşler gitmişler. Kızları kapıdan annesiyle babasının geldiğini görmüş. — Bu deliler geliyor. Şimdi ben bunları ne yapacağım, demiş. Bunları kaz damına koymuş. — Hoş geldiniz, demiş. Evine geri gitmiş. Kocasıyla kaynanasına hiçbir şey söylememiş. Çıtı ile Pıtı kazların çok kaşındıklarını görmüş. Pıtı, Çıtı’ya: — Çıtı nedir, demiş. Çıtı: — Bu kazlar kaşınıyor. Kızımızın eli değmemiş. Bunlara bir kazan su kaynatalım. Bunları yıkayalım, demiş.  Kaynayan suya kazları batırıp batırıp çıkarmışlar. Sıraya dizmişler. Kızları sabah olunca gelmiş. Kızlarına: — Bak kızım kazlar yıkandı. Şimdi nasıl rahatlayıp uyudular, demişler.  Kız şaşkınlıkla ağlamaya başlamış. Çobanın yanına gitmiş. Parasını vermiş. Bayağı bir kaz al demiş. Çobana tembih etmiş: — Bunları kimseye söyleme, demiş.  Sonra annesiyle babasını apar topar eve göndermiş. Çıtı ile Pıtı eve gelmişler. İçeriye girmişler. Kazanın ağzını açınca Pıtı: — Çıtı nedir? Çıtı: — Et kaynaya kaynaya pislik olmuş, demiş. Dilencinin yaptığını anlamamışlar. Kızının evinden kovulan, bir de gereksiz konuşmanın cezasını çeken Çıtı ile Pıtı aklını başına toplamış. Bundan sonra hep tedbirli davranmışlar.
Çıtı ile Pıtı
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir babanın üç kızı varmış. Bir gün babaları, kızlarına: — Ben pazara gidiyorum bir isteğiniz var mı, demiş. Büyük kız: — Baba bana küpe ile kolye al, demiş. Ortanca kız: — Baba bana bilezik ve yüzük al, demiş. Küçük kız da: — Baba bana üç biberimi getirmezsen yolda kalasın, demiş. Babaları pazara gitmeden önce kızlarına: — Evlatlarım ben üç gün içinde dönerim. Bu vakte kadar hiç kimseye kapıyı açmayın, diye sıkı sıkı tembih etmiş. Eve dönmek için babaları yolun yarısına geldiğinde, önü diken arkası kılıç olmuş ve küçük kızın üç biberini unuttuğu için eve dönemediğini düşünüp geri dönmüş. Pazardan üç biber alıp eve gelmiş. Büyük kızın küpe ve kolyesini, ortanca kızın bilezik ve yüzüğünü vermiş. Küçük kızına da cebinden üç biberi çıkarıp uzatmış. Büyük kız: — Baba ben senden bunları istemedim. Ben sana Üç Biber adında genci sordum. Onu bana al, getir, dedim. Ama sen bana üç biber getirdin. Üç Biber’i arayıp bulacağım, demiş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Nihayet bir köye varmış. Bu köyde herkes yas içindeymiş. Kız merak edip, sormuş: — Niye hepiniz karalara bürünmüşsünüz? Adam da: — Kızım bizim padişahımızın kızı delirmiş, sarayda hangi cariye yemek götürdü ise, o cariyeyi öldürmüş, saraya cariye dayandıramıyoruz, demiş. Saraya padişahın yanına giden kız, padişahın huzuruna çıkıp: — Efendim kızınıza bugün yemeği ben vereceğim, demiş. Akşam tepsiyi alıp kızın odasına götürmüş. Tepsiyi yere koyup ayağı ile kızın önüne itelemiş. Kendisi de merdivende oturarak kızın yemesini beklemiş. Birden odadaki mum sönmüş. Kız pencereden dışarı baktığında karşıdan ışık geldiğini, bir şeylerin yandığını fark etmiş. Usul usul ışığa doğru gitmiş. Bir de bakmış ki kocaman kazanlar kurulmuş, altına kocaman ateşler yakılmış, iki ihtiyar kadın da hem ateşe odun atıyor hem de konuşuyorlarmış: — Padişahın kızı, biz bu ateşi ne kadar çoğaltırsak, o kadar çıldırıp bağırıyor, diyorlarmış. Konuşmaları dinleyen kız usulca kazanlara yaklaşmış, kaynayan kazanları ateşin üstüne devirerek ateşi söndürüp kaçmış. Saraya koşarak vardığında kızın: — Ben deli değilim. Sökün şu zincirleri, diye bağırıp, ağladığını duymuş. Herkes korkudan birbirine bakıyormuş, kalabalığın arasından sıyrılıp kıza koşmuş. Hemen elindeki ayağındaki zincirleri söküp atmış. Kız kimseye saldırmamış. Babasına sarılarak ağlamış. Kızının normale dönmesine çok sevinen padişah: — Ne istersen iste, dilediğin her şeyi sana vereceğim, diye sorunca o da: — Efendim, ben Üç Biber adında bir genci arıyorum. Onu bana bulup getirtin. Başka bir şey dilemem, demiş. Padişah bu söz üzerine adamlarını ülkenin dört bir yanına salmış, Üç Biberi bulup getirmelerini emretmiş. Askerler bulup getirmişler. Üç Biber padişahın huzurunda çok korkmuş ve: — Efendim size karşı bir kusur mu işledim, demiş. Padişah gülerek: — Hayır hiçbir kusurun yok. Ama seni görmek isteyen bir kız var. O seni çok seviyor ve evlenmek istiyor, demiş. Üç Biber çok şaşırmış. Padişah, kızı huzuruna çağırmış: — Kızım senin Üç Biber ’in bu mu, demiş. Kız da: — Evet efendim, demiş.      Bu sözler üzerine Üç Biber kızı görür görmez güzelliğine âşık olmuş. Padişah da bu iki genci evlendirmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Üç Biber
Bolu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Bir ormanda bir ev varmış. İki çocuk varmış. Adları Ahmet ile Ayşe imiş. Bunların anneleri ölmüş. Ahmet ile Ayşe öksüz kalmışlar. Babaları yeniden evlenmiş. Gelen kadın çocukları kabullenmemiş ve bir gün kocasına demiş ki: — Bu Ahmet ile Ayşe’yi dağda bırakalım, kurtlar yesin. Sabah çocuklarla birlikte ormanda az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler… Ormanda yemek yemek için mola vermişler, ateş yakmışlar. Ahmet ile Ayşe ateşin kenarında uyumuşlar. Uyandıklarında bir bakmışlar ki ne görsünler ne anneleri var ne de babaları. Ahmet uyanıp etrafına bakmış: — Ayşe hele kalk kalk. Babam ve annem gitmişler. Biz burada kaldık, demiş. Ahmet ile Ayşe kalkmışlar, yola düşmüşler. Ormanın içinde bir binanın önüne gelmişler. Bakmışlar bir beyaz kuş onlara bakıp ötüyor. Ayşe: — Bu kuş bizi çağırıyor demiş ve kuşu takip etmişler. Kuş onları ormanın içinde kocaman bir köşkün önüne getirmiş. Ayşe ile Ahmet şöyle bakmışlar bir köşke. Köşk gökyüzüne uzanıyormuş. Oradan bir kadın çıkmış: — Gelin yavrularım, gelin sizi misafir edeyim, demiş. Ahmet ve Ayşe korkarak içeri girmişler. Kadın yemek için onları köşke almış. Çocuklara türlü türlü kekler, pastalar getirmiş. Ahmet ile Ayşe birbirlerine: — Dikkat edelim, bu kadın bizi yiyecek demişler. Kadın köşkün fırınını yakmış, çocukları pişirecekmiş. Kadın, Ahmet’i çağırmış: — Ahmet gel oğlum fırına bak, demiş. Ayşe ile birlikte gelen Ahmet fırının önünde durmuş ve kadına sen bak bir teyze yanıyor mu demiş, kadın kafasını uzatır uzatmaz kadını fırının içine itmişler. Köşkten kaçmak için kendilerine yol arayan Ahmet ile Ayşe önlerine gelen ilk kapıyı açmışlar. İçeride çok güzel meyveler görmüşler, meyveleri yemişler. Sonraki kapıyı açtıklarında bir bakmışlar ki odanın içinde altın bilezikler, küpeler, mücevherler doluymuş, ceplerine doldurmuşlar. Çıkış kapısını bulduklarında bir bakmışlar ki onları oraya getiren kuş yine orada duruyor ve yine kuşu takip etmişler. Bir tepenin üzerine geldiklerinde bir bakmışlar ki evleri görünüyor. Evlerine doğru ilerlerken, uzaktan bunları gören kadın kocasına: — Ahmet ile Ayşe geliyor, ben gidiyorum artık seninle durmam, demiş. Adam da: — Hadi git durmazsan durma, demiş. Çocuklar kadının evi terk ettiğini görünce babalarına ceplerindeki altınları gösterip: — Giderse gitsin, artık çok paramız var. Buralardan biz de gidip şehre yerleşelim, demişler. Şehirde çok güzel bir ev yaptırıyorlar, Ayşe evleniyor, babaları da ölüyor. Bir gün Ahmet evde otururken kapı çalınıyor, kapıyı açtığında karşısında üstü başı yırtık, elleri kir içinde bir kadın görüyor. Kadına şöyle bir bakıyor ve yıllar önce onları kocaman bir ormanda bir başlarına bırakan analığı olduğunu hemen anlıyor. Kadın: — Oğlum, bana bir parça ekmek ver, diyor. Ahmet: — Gel, annem gel, diyor. Kadını içeri alıyor. Buna sofra hazırlıyor. Kadının karnını doyurduktan sonra: — Sen beni tanıdın mı, diyor kadına. Kadın: — Nereden tanıyayım seni oğlum, diyor. Ahmet: — Sen yıllar önce babamı kandırıp Ayşe ile beni ormanda bir başımıza bırakıp dönmüştün, diyor. Eğer istersen şu odayı sana veririm kalırsın burada. Kadın da razı oluyor ve yaptıklarından dolayı özür diliyor. Bunlar yiyor, içiyor, muratlarına eriyor.
ÜVEY ANNENİN ZALİMLİĞİ
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bir kız, bir erkek kardeş varmış. Bu çocuklar çok mutluymuşlar. Bir gün anneleri hastalanmış ve ölmüş. Babaları çocuklara bakmayınca çocukları ormana atmış. Çocuklar günlerce, aç, susuz dolaşmışlar. Küçük çocuk artık açlığa dayanamıyormuş, gezerken ormanda etrafı göllerle kaplı bir yer bulmuşlar. Çocuk tam eğilmiş su içeceği sırada gölden: — Beni içersen, inek olursun, diye bir ses duymuş. Korkmuşlar, diğer göle gitmişler. Yine tam içeceği sırada: — Beni içersen ceylan olursun, diye bir ses duymuşlar. Ancak çocuk dayanamayıp suyu içmiş. Bir anda ceylan olmuş. Ablası ağlayarak ceylan olan kardeşine sarılmış. O gün padişahın oğlu ava çıkmış, birden gözüne ceylan çarpmış. Tam tetiği çekip vuracağı sırada, ablası ceylanın önüne geçmiş. Güzel kız, padişahın oğluna başından geçenleri ağlayarak anlatmış: — Bu ceylan benim kardeşim, demiş. Padişahın oğlu bir anda kıza vurulmuş, kızı ve kardeşini alarak saraya gitmiş. Orada kıza dillere destan, bir düğün, yedi gün, yedi gece davullu zurnalı, bir düğünle evlenmiş. Ceylan olan kardeşine de bir oda vermişler. Günler, aylar mutluluk içinde geçiyormuş. Derken kız hamile kalmış. Bunları kıskanan sarayın hizmetkârı, güzel kızı kıskanıp, sinsi sinsi planlar kuruyormuş. Padişahın oğlunun eve çıktığı bir gün, denizin kenarında oturan kızı, denize itmiş. Kız, denizin derinliklerinde kaybolmuş. Bunu gören ceylan kardeş gözyaşlarına boğulmuş. Hain hizmetkâr hemen kızın odasına çıkmış, kızın elbisesini giyerek, süslenip püslenip kızın odasına oturmuş. Avdan dönen padişahın oğlu odasına çıktığında gördüğü karşısında şaşırmış: — Sana ne oldu da böyle çirkinleştin, demiş. Gel zaman, git zaman kadın daha da çirkinleşmiş. Ayrıca padişahın oğlunun denizin kenarından ayrılmayan ceylan dikkatini çekmiş. Bunu sezen hain kadın ceylanın kesilmesini istemiş. Bunu duyan padişahın oğlunun şüpheleri artmış ve bir gün ceylanın konuşmasını dinlemiş. Denize düşen kızı büyük bir balık yutmuş ve onun karnında bir oğlu olmuş. İki kardeş birbirleriyle dertleşiyorlarmış: Balığın karnındaki kız kardeş: — Balık beni yuttu, Şıh Mehmet kucağımda uyudu, ceylan kardeş, demiş. Ceylan ise kardeşine: — Bacı bacı bıçaklar bilendi, yarın beni kesecekler, etimi yiyecekler, demiş. Bunları duyan padişahın oğlu, denizin suyunu boşaltıp balığı kesin emrini vermiş. Balığın karnı yarılıp içinde kızla kucağında çocuk çıkmış. Bu kötülüğü yapan hain hizmetkârı hemen sarayın bahçesine çağırmışlar; kadına dünyanın en ağır cezasını vermek istemişler. Kadına kırk katır mı kırk satır mı istersin, diye sormuşlar: — Kırk satır sevdiğinin boyuna insin, bana güzelinden kırk katır verin, gidip dünyayı gezeyim, demiş. Kadını kırk azgın katıra bağlayıp her birini bir tarafa sürmüşler. Dağa taşa çarparak kaybolmuş. Padişahın oğlu ve ailesi mesut hayatlarını yaşamaya devam etmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
ÖKSÜZ ÇOCUKLAR
Nevşehir
İç Anadolu Bölgesi
Vaktin zamanında bizim padişahın kız çocuğuna bir çocuk âşık olmuş. Bu çocuk kızın aşkı için sarayın önlerinde dolaşırken padişah: —Çocuğum ne geziyorsun, diye çocuğa sormuş.  Çocuk da: —Şevketlim, Allah ömürler versin. Sizin kerimeniz için dolaşıyorum. Allah’ın emri üzerine kerimenizi almak için, demiş. Padişah da bu birden söylediği için öfkelenmiş, oğlanı zindana atmış. İngiltere kralı bizim padişaha bir oklağaç* yollamış, “Bu oklağacın kalın tarafı ne yanı, ince tarafı ne yanı? Bilirsen bilirsin, bilemezsen seninle şu günde, şu ayda harbim var.” demiş. Padişah da oklağacın ne tarafı kalın, ne tarafı ince bilememiş. Kızına söylemiş: —Bu oklağacın ne tarafı kalın, ne tarafı ince ben bilemedim. Kız da gizli gizli oğlanla görüşmüş. Kız da kendisi bilemediği gibi oğlana söylemiş: —İngiltere’den kral bize bir oklağaç göndermiş. Biz de bu oklağacı bilemedik ne tarafı kalın, ne tarafı ince. “Bilemezseniz benim de sizinle harbim var.” demiş. Kız babasına da rüyamda şunu gördüm demiş. Yani “Oğlanla görüşüyorum.” diyememiş. Oğlan da kıza demiş ki: —Bu oklağacın kalın tarafı ne yanı, ince tarafı ne yanı, bunu bilmemeye ne var? Kız: —Her iki başı bir düziye, nasıl bilelim? Oğlan: —Beni demezsen ve beni bu zindandan kurtarırsan ben bunu tarif ederim. Kolay bir şey. Kız: —Söyle bakalım, ben de seni bu zindandan kurtarırım. Oğlan: —Bir teknenin içine biraz su koyarsın, o oklağacı teknenin içine atarsın. Ne tarafı evvel dibine çöverse* kalın tarafı o yanıdır. Bunu böyle bilirsiniz. Kız beybabasına: —Baba, onun kolayını öğrendim. Bu gece rüyamda şunu gördüm. Teknenin içerisine biraz su koymalı, bu oklağacı içine atmalı. Ne tarafı evvel dibine çöverse o yanı kalın yanıymış. Bunu böylelikle bilmişler, İngiltere kralına yollamışlar. İngiltere kralı oklağacın kalın tarafını bildiklerini anlamış. İkinci bir defa at yollamış. Üçü de bir renkte ve üçünün de boyu bir. —Bu atların anası hangisi, tayı hangisi, tayının tayı hangisi? Bilirseniz bilirsiniz, bilemezseniz benim yine harbim var, demiş. Atların alnına namelerini yazıp yollamış. Atlar gelince bizim padişah nameyi okumuş. —Ben de bıktım bu kraldan, demiş. Yine o akıldane kızına danışmış. Kızı, “Ben bunu da bilmem.” demiş. Oğlan zindandaydı ya, kız gizlice gidip oğlana sormuş. Oğlan: —Beni bu sefer bu zindandan kurtarırsan üstüne yok. Hem seni de alacağım, ölmezsen. Bu atlarda bir şey yok. Bunları ben bilirim, demiş. Kız: —Peki! Ben de seni buradan kurtarırım. Kız gelmiş -padişah babası ya- şimdi babasına: —Ben bu gece baba, düşümde şunu gördüm. Siz zindana bir çocuk atmışsınız. “Bu atların anasını ve tayını ve tayının tayını ben bilirim.” diye rüyamda bana söyledi. Beybaba zindanda böyle bir çocuk var mı? Babası: —Evet, var. Tabii padişah unutmuş o çocuğu zindana attığını. Şimdi aklına gelmiş, derhâl çıkarmış. Çıkarınca oğlana: —Oğlan, sen bu atların hangisi olduğunu bilebilir misin, demiş. Oğlan: —Evet şevketlim, bilirim. Ama bu atların üçünü de bir dama* koyalım, ben içeri atlarla gireyim. Atların anasını, tayını bilmek için tavlanın önüne bir hendek kazdıralım. O hendeğin yanına, kapının önüne bir adam koyalım. Atlar tavladan fırladığı zaman o adam her bir atın götüne birer boya çalsın. Oğlan içerde atlara çalmış sopayı. Atlar kapı tarafından dışarı; evvela anası, sonra tay, sonra da tayının tayı fırlayıp kaçmışlar. O adam da üç tane boyayı üçüne de çalmış. Yani anasını, danasını bilmek için. Ama anasına çalınan boya başka, tayına çalınan boya başka… Üçünü de böylelikle bilmişler. Bu atları İngiltere kralına yollamışlar. İngiltere kralı atları bildiklerini de anlamış. Ne edip ne eyleyeceğini bilememiş bizim padişaha. Ondan sonra şu aklı düşünmüş kral. “Türkiye’nin akıldanesi, küçüğü ve büyüğü gelsin, benimle burada imtihan olsun.” diye hemen o anda bir name yazmış, bizim padişaha göndermiş. Bizim padişah da o atları ve o oklağacı bilen çocuğu çağırmış. Çocuğa demiş ki: —Oğlum! İngiltere kralıyla gidip imtihan olabilir misin? Çocuk: —Allah ömürler versin şevketlim. Bana kerimenizi verirseniz ben de kralı mağlup ederim. Padişah: —Peki çocuğum. —Bana sen, şevketlim,  bir deve ve bir de teke alıver. Bolca harçlık ver. İngiltere’ye de şimdi telgraf çek. Yalnız şunu söyle; “Türkiye’nin küçüğü ve büyüğü ve akıldanesi, sakallısı şimdi vapura bindi. Sizinle imtihana gidiyor. Haberiniz olsun.” Kral da bütün askerini merasim şeklinde çıkarmış ve iskeleye kadar halıyla döşetmiş. Şimdi vapur iskeleye gelmiş. Kral vapurdan çıkan o çocuğu görmüş. Yanında bir deve, bir de teke. Başka bir şey görmemiş. —Oğlum, Türkiyeli sen misin, demiş. Çocuk: —Evet, benim. Kral: —Hani Türkiye’nin küçüğü ve büyüğü, sakallısı, akıldanesi gelecekti? O siz misiniz? Çocuk: —Kral bey, akıldane isterseniz benim; büyük isterseniz aha deve; sakallı isterseniz işte teke. İmtihan olmaya ben geldim. Kralı daha iskelede mağlup etmiş. Kral başka bir söz bulamamış. Kral da bilemediğini kızına danışırmış. Kızına: —Kızım, bu çocuk Türkiyeli. Beni iskelede mağlup etti. Ben buna karşı bir söz bulamadım. Yarın iş sende. Ertesi gün mahak yerine* varmışlar. Orada kızla oğlan imtihan olmaya başlamışlar. Kralın kızı oğlana demiş ki: —Türkiyeli, biz nerden halk olduk? Oğlan: —Topraktan halk olduk. Kız: —Peki, bize saman katıldı mı, katılmadı mı, toprakla öylüken?* Oğlan: —Evet, erkeklere katıldı ama saman tozu. Sizin gibi arife kadınlara katılmadı. Kız: —Nereden bildin? Oğlan: —Alt yanınız bir karış yarıldı da ondan bildim. Hasılı, kralı da kızını da mağlup etmiş. Kral: —Oğlum gel! Sana mükâfatını vereyim. Aç mendilini, demiş. Masanın üstüne oğlan boş mendilini sermiş, ama kral yine, siyasice, imtihan olmasını istiyormuş. Oğlan bunu anlamış. Kral, elini cebine sokmuş, bulaşmış. Elini boş, hiç parasız… Mükâfat yerine fart furt saymaya… Ondan sonra vırt zırt saymaya… Oğlan hiç bozmamış. —Yeter mi oğlum, demiş. —Şerefiniz bilir, demiş.   —Öyleyse topla paranı, demiş. Oğlan da boş mendili dolu gibi dört ibiciğinden* tutarak cebine koymuş. Kraldan aldığı mükâfatla İngiltere’nin baş mağazasına kadar gitmiş. “Mağazacı, bu mağazayı boşaltalım. Ben bu kumaşı çok sevdim ve bu mağazayı hep alacağım.” deyip hiç pazarlıksız mağazayı boşaltmışlar. Yalnız fiyatını ve adedini yazmışlar. Oğlan mağazadan aldığı manifaturayı vapurla padişahın sarayına yollamış ve hesap etmişler mağazacıyla, bilmem kaç milyon lira para borcu etmiş oğlanın. Mağazacıya kraldan aldığı vırt zırtı saymış. Mağazacı: —Aman beyim! Burada vırt zırt geçmez. Oğlan: —Dur öyleyse ben kraldan fart furt da aldım. Onu sayıvereyim. Mağazacı: —Aman beyim! Burada ne fart furt geçer, ne vırt zırt geçer. Netice, mahkeme mahkeme kralın huzuruna varmışlar. Kral sormuş: —Ne bu mahkemeniz? —Evet kral bey, dünkü verdiğiniz mükâfatla sizin baş mağazacınızdan şu kadar bin milyon liralık mal aldım. Bu mağazacınız da “Ben vırt zırt almam. Hem burada fart furt geçmez.” dediği için mahkeme oluyoruz. Hâlbuki sizden aldığım mükâfat budur. Kral o zaman yeniden, yine mağlup olmuş. Gayrı çekip kasayı o parayı vermiş. Türkiyeli padişahın huzuruna gelmiş. Padişah da “O gönderilen malı bir tamam aldım. Nereden aldın bu malı?” diye sormuş. O çocuk da “Ben İngiltere kralını mağlup ettim ve mağazalarını da soydum.” diye padişaha söylemiş. Padişahın da hoşuna giderek kızını bu çocuğa vermiş. Kırk gün kırk gece düğün etmişler. Biz gelelim krala, ama kral öfkelenmiş. Hiç unutmayacağı bir iş tutmuş kral. Yani “Türkiye’den ufak bir çocuk benimle imtihana gelsin, imtihanda bana deve göstersin; sakallı ararsın, teke göstersin. Sonra bizim İngiltere’nin mağazasını soysun. Ben bu işi çok fazla gördüm. Şimdiye kadar hayatta ben böyle aldanmadım.” diye kral kızmış. Netice, üçüncü bir name yazmış ki bizim padişaha “Bir hırsız göndermişsin. İngiltere’yi soydurdun. Bir daha İngiltere’den bir kâğıt veyahut iplik, üstünde İngiltere mührü olsun da ne olursa olsun, eğer bunu çaldırabilirsen çaldırırsın. Çaldıramazsan yine harp edeceğimi bilmiş ol.” diye kral hemen nameyi yazmış. Bizim padişah da bütün hırsızları Türkiye’den çağırtmış. Gazeteye ilan etmiş. Hırsızlar da “Bizi padişah ya asacak ya kesecek!” diye hepsi, yapabilen de yapamayan da inkâr etmiş. Yok “Tövbe ettik.” yok “Bilemeyiz.” diye padişaha söylemişler. Bu hususta padişah da sabıka defterinde olan hırsızları vilayet ve merkezlerden çıkarttırarak bu hırsızları huzuruna celp etmiş. Bunların içinden üç kardeş kalana kadar hepsi de “Biz yapamayız.” diye söylemişler. Bu üç kardeşi hemen getirmişler. Padişah en büyüğüne: —Oğlum, ben size öyle eza, cefa etmeyeceğim. Namusum hakkına. Yalnız elimde siz kaldınız Türkiye’de. Başkaları “Biz yapamayız.” diye söylediler. Bak oğlum! Türkiye’yi satın almış oluyorsunuz. Yalnız İngiltere’den bir iplik veya bir kâğıt, İngiltere’nin mührü üstünde olsun da, nasıl olursa olsun… Kral harp edecek. Tabii ki her iki taraftan da kan akıtmamak için siz de bu fedakârlığı yaparsanız şimdiye kadar yapmış olduğunuz her ne gibi cahilliğinizi affettikten geri, sizi de çırak çıkartacağım. “Şevketlim, benden küçüğü yapar. Ben yapamam.” demiş. İş kalmış iki kardeşe. Ortancası “Ben de yapamam.” demiş. Geriye kalmış en küçüğü. Padişah en küçüğüne: —Oğlum, elimde bir sen kaldın Türkiye’de. Sen “Yapamam.” dersen bu işi, artık harp olacak bu kralla, demiş.  Oğlan o zaman: —Şevketlim, sizden bu kadar kuvvet bulduktan keri* ben İngiltere’ye öyle kâğıt için, yok iplik için gitmem. Esbabise* ben ufak hırsız değilim. Bana kralı al da gel dersen giderim. Öyle deyince padişah şaşmış. —Peki oğlum. Sana şimdi ne lazım söyle? demiş. —Bir pasaport, bolca harçlık, başka bir şey lazım değil, demiş o da. Bu hırsız pasaportla ve parayla İngiltere’ye gitmiş. Hasılı, kralın sarayına yakın yere bir pamukçu dükkânı açmış. Herkes pamuğu yirmiye satarsa o Türkiyeli hırsız on kuruşa veriyormuş. Bunun için dost yapmış oradan ve sarayın da kapısının bacasının nöbetini olduğu gibi iyice içerisine koymuş. Gecelerden bir gece evvel bir kere böyle provasını yapmış. Bir kat elbise yaptırmış, elbisenin de dış tarafını ziftletmiş. Bu hırsız bu elbiseyi giymiş, atılmış pamuğun içerisine, yatmış. Her iki tarafını açmış, o ziftli elbise pamuk sarmış. Türkiyeli hırsız, beyaz minare boyu olmuş. Keçe hâlinde gece herkes yattıktan keri kralın sarayına doğru yürümüş. Hırsızı gören nöbetçi kaçmış. Silahını da bırakmış, yani bu “Hortlak mıdır?” gibilerinden. Hasılı, saraya çıkmış, kralın yattığı odayı açmış. Kral da taze* yatmış, uyur uyumaz hâldeymiş. Kapıdan giren o beyaz şeyi görünce kralın dudakları çatlamış ve hırsız kralın başına gelip: —Ey kral bey! Ben can alıcıyım. Beni Hazreti İsa yolladı. Sana da selamı var, ama benimle şimdi gideceksin ve ben söylemedikten keri sen söylemeyeceksin. Eğer karşı gelirsen Hazreti İsa “Hiç bakma, canını alıver!” dedi. Hasılı, karşı gelmek şöyle dursun, kral kendini kaybetmiş. Hemen bunu yakalamış. Zaten uzun aydan beri hazırladığı sandığın içine kralı koymuş, kilitlemiş. Çağırmış oradan şoförün birini, iskeleye gelmiş. Kral umut ediyor ki Hazret İsa’nın yanına gidiyor, öyle güveniyor ama “Can alıcı beni öldürür.” diye hiçbir şey söyleyemiyor. Adam, kralı padişahın sarayına eletmiş*. Kralı ve sandığı öylece padişaha teslim etmiş. Padişah sormuş: —Oğlum, hani İngiltere’den bir nişan getirecektin? Oğlan: —Allah ömür versin padişahım. Dünyaya sığmayan kralı sandığın içinde getirdim. Üzüm sepeti gibi yatıyor. Al anahtarını, aç sandığı. Padişah sandığı açmış. Gıldırtıyı* duyan kral şimdi “Ah ya Rabbi şükür! Ölmeden İsa’nın huzuruna geldim.” diye yeniden canlanmış. Hoşbeşten sonra “Nasıl oldu da geldiniz?” demiş bizim padişah krala. Kral da başına geleni anlatmaya başlamış: —Can alıcı gelmiş, “Seni Hazreti İsa istedi.” dedi. Hemen beni söyletmeden getirdi ve kendimi burada buldum. O zaman padişah o hırsızı dışarıdan çağırmış, içeriye koymuş. “Bak kral, seni getiren bu şahıs.” demiş, ama o beyaz elbise yokmuş. Şimdi kral o şahsı köylü hâliyle görünce “Yok canım! Böyle pisle gelir miyim ben!” diye söylemiş. Padişah o zaman: “Nasıl elbiseyle getirdinse bunu, o elbiseyle gözük.” deyip oğlanı dışarı göndermiş. O hırsız da o beyaz elbiseyi zembilden eğnine* giymiş, kapıdan içeri girmiş. O zaman hırsızı görünce “Aman padişahım! İsa’nın gönderdiği can alıcı geliyor!” diye kralın yeniden aklı başından fırlamış. Padişah da “Gördün mü benim fendi mi?” deyip hırsızı yanında soymuş. “Bak seni getiren bu adamdır. Bunun mükâfatını ver.” demiş. İngiltere’de de kralı ararlarmış. Kral telgrafla hırsızın mükâfatını vermiş ve hem de bizim padişahla kral, bir daha Türkiye aleyhinde hiçbir şey söylemeyeceğini senet mukabilinde birbirleriyle imzalaşmışlar. Kralı da azat eylemiş. Onlar ermiş muradına, bizi de erdirsin muradımıza.   *oklağaç: Oklava. *çövmek: Yük vb. şeyler bir yana eğilmek, ağmak. *dam: Ahır. *mahak yeri: Karşılaşma yeri, karşılaşma mahalli. *öyülmek: Terkip edilmek, birleştirilmek. *ibik: Köşe, uç. *keri: -dan ötürü, -dan dolayı; sonra. *esbabise: ? (Metin altında açıklanmamış, sondaki sözlük bölümünde ve Derleme Sözlüğü’nde yok. “Esbabı ise” ifadesinin ağızda bozulmuş biçimi olabilir.  *taze: Yeni; şimdi. *eletmek: Götürmek. *gıldırtı: Gürültü. *eğin: Beden, vücut.
İNGİLTERE KRALI
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde herifin üç kızı varmış. Padişahın biri istemeye gelmiş, kızın bubası demiş ki padişaha: - Bu gızların biri köpek, biri eşek biri adem! Padişah: -Olsun, alcan demiş. Padişah kızlardan birini istemiş varmamış, birini istemiş varmamış. En son küçüğü istemiş, kız: -Varcan, demiş. En küçük kızı padişaha vermişler, padişah demiş ki: -Bu eşek ama aldık gari. Kızı almış eve getmişler.  Sabaha kalkmışlar ay gibi bir kız doğuyor. Undan sonra kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, sevinerekten barabar olmuşlar. Meğer alınan kız ademmiş!
[ Eşek mi? Adem mi? ]
Muğla
Ege Bölgesi
Vaktiyle bir padişahın üç oğlu varmış. Evlerinin önünde bir nar ağacı varmış. Bu narın vakti zamanında bir dev gelip bu narları alıp gidermiş. İkinci sene olmuş, büyük oğlu “Ben devi vururum.” diyerek elinde bir *tenvirle beklemiş. Dev geriden hıcıl hıcıl gelirken tenviri vuracak adam kaçarak donuna *terslemiş. Sonra öbür sene olmuş, bu üç kardeşin ortancası “Ben beklerim.” diyerek tenviri eline alıp nar gözlemeye başlamış. Dev geriden hızla gelirken o da kaçmış. Sonra küçük kardeşine gelmiş sıra. “Sizin hiçbiriniz yapamadınız ve vuramadınız. Size delikanlı mı denir?” deyip nar beklemeye gitmiş ve geriden dev gelirken narın *çatuğuna çıkmış, nara uzanırken kolundan vurmuş. Dev sözünü tekrarlayıp: — İnsanoğlu isen bir daha at, demiş. O delikanlı da: — Anam beni bir kere doğurdu. İki defa doğurmadı ki iki defa atsam. Oradan dev gitmiş. Bu delikanlı da evine gelmiş. “Gördünüz mü bir kere? Biriniz bir dev vuramadınız.” diyerek üç kardeş, devin izini gütmeye gitmişler. Orada bir kuyunun başında, kan damlaya damlaya gelip oraya girdiğini sezmişler. Padişahın büyük oğlu: — Benim belime bir urgan bağla, ben buraya gireyim. Yanıyorum, yanıyorum dersem, beni  yukarı çekin. Bu suretle sallandırın, demiş. Sonra bu adamı sallandırmışlar. Oğlan kuyunun yarı beline varınca “Yanıyorum! Yanıyorum!” diyen acı bir ses işitmişler. O sırada yukarı çekmişler. Tekrar ortanca kardeş: — Bir defa da beni sallandırın, demiş. O da böyle yarı yerine varır varmaz acı sesle “Yanıyorum!” diye bağırmış. O sırada hemen onu da çekmişler. Gelmiş padişahın küçük oğlana sıra. “Zaten siz bir iş yapamazsınız!” diyerek kızmış ve: — Beni sallandırın aşağıya, demiş. “Yanıyorum desem de, ölüyorum desem de beni çekmeyin yukarı” demiş ve kızmış. Padişahın bu küçük oğlu tenviri eline almış. Kuyuya sallandırmaya başlamışlar. Kuyunun dibine bir adam boyu kalınca urgan erişmemiş. Bu delikanlı belinden bıçağı çekerek urganı kesmiş. Kuyunun dibine inmiş. Oradan bir kapı açılmış. Görmüş orada bir dünya güzeli. Bu delikanlıya: — Sen niye geldin buraya? Burada dev var, seni yer, demiş. Delikanlı: — Nerede? — Şurada. Üçüncü kapıda. Bu delikanlı tenviri eline alıp o kapıyı açmış. Orada bir dünya güzeli daha görmüş. Demiş ki: — Burada bir dev var. Neredeyse şunu bana göster. Dünya güzeli: —Sen ne diyorsun? Şimdi şu kapının içinde. Niçin hızlı konuşuyorsun? Duyarsa seni yer. Sonra bu delikanlı tenvirini gözüne alıp o kapıyı açmış. Bakmış ki dev dünya güzelinin kucağında yatıyor. — Niye geldin delikanlı? Demiş. Şimdi delikanlı: — Seninle harp etmeye geldim, demiş. Dev kalkmış: — Hamle et bakalım! Demiş. — Ben hamle etmem. Evvela sen hamle et. Dev bir hamle etmiş, o delikanlıyı yarı beline kadar yere geçirmiş. Bu kez de delikanlı hamle etmiş. Tenviri bir kere atmış. Kafasının bir yanından bir yanına geçmiş ve orada ölmüş. Bu kızları oradan almış, kuyunun dibine götürmüş. Yukarı, kardeşlerine bağırmış. “Şu büyük kardeşimin!” deyip büyük kızı çekmişler yukarı. Sonra: — Şu kız ortanca kardeşimin! demiş, onu da çekmişler yukarı. Şu da benim! Demiş. Bu kızların üçünü de çıkarmışlar yukarı. “Bu delikanlı çıkmasın.” diyerek, kızları yukarı çıkarınca kuyunun üstünü kapatmışlar. Bu delikanlı orada kalmış. Oradan gerisin geriye dönmüş. O kapıdan dışarı çıkmış, orası da bir dünya. Bu delikanlı gide gide bir köye varmış. O köyde bir kadına misafir olmuş. Akşam olunca ekmeklerini yemişler. Biraz sonra başından geçenleri anlatmış. Bu kadından bir su istemiş. Suyun yüzüne bakmış ki delikanlı, bu su kurtlanmış. Kim bilir kaç aydanmış. Sonra kadına sormuş: — Sizin her içtiğiniz su böyle midir? Kadın: — Ah oğlum, böyledir. İki ayda bir kere bir su kapıyoruz.  Köyümüzde bir dev var. Bu deve her gün bir insan kurban veriyoruz, öyle alıyoruz bu suyu. — İyi ya! Ben de giderim sabahleyin, seninle birlik alırız suyu. — Ay oğlum, dev seni yer! — Yerse yesin. Ben bu suyu size müstesna yapacağım. Sabahleyin olmuş, kadınla birlik bu da gitmiş su almaya. Bir de bakmış ki dev suyun yanında bekliyor. Sonra dev buna hamle etmiş, yarı yerine kadar yere gömmüş hızıyla. Bu delikanlı da deve hamle etmiş. Tenviri atmış, kafasının bir yanından bir yanına geçirerek devi orada öldürmüş. Kadınlara “Alın! İşte suyunuz, müstesna.” diyerek “Allah’a ısmarladık.” demiş. Sonra kadınlar söylemiş: — Sen buradan gitme. Dile bizden dileyeceğini. — Sağlığınızı dilerim. — Şuradan beğendiğinden bir kız beğen de git. — Ben bir şey istemem. Oradan çekmiş gitmiş. Akşam olmuş, bir *damın içinde kalmış. Bir çamın dibine yatmış. Sabahleyin olmuş, kuşların bir ağacın doruğunda cıvıl cıvıl öttüğünü görmüş. Bu delikanlı kuşların cıvıltısına uyanmış. Kalkmış bakmış ki, dibinde koca bir ejderha görmüş. “Kuşları yiyecek!” demiş. Tutmuş, ejderhayı vurmuş orada. Sonra bu kuşların anası gelmiş. Bu kuş lisana gelip bu delikanlıya sormuş: — Bu ejderhayı sen mi öldürdün? — Ben öldürdüm. Öldürmeyeydim ağacın doruğundaki yavruları yiyecekti. Bu ana kuş, delikanlıya söylemiş: — Dile benden dileyeceğini, demiş. O da: — Yukarı çıkmak istiyorum. Yalnız benim söylediklerimi bulacaksın. Kırk tulumba su ve kırk tulumba et.  Bunları bulacaksın, demiş. Onları gitmiş bulmuş, gelmiş. Kuşun bir kanadına su alıp bir kanadının üstüne kırk tulumba eti almış ve kendini de kanadının arasına sıkıştırmış. Şimdi bunlar gitmişler başyukarı. Yukarı memleketine yanaşınca eti tükenmiş ve orada kalmış. Ne edeceğini şaşırmış. Sonra belinden bıçağını çekip baldırının etini kesmiş, kuşun ağzına vermiş. O sırada çıkmış yukarı dünyaya, varmış bir şehre. Orada bir terzi dükkânına girmiş. Başlamış çalışmaya. Padişah bu dükkânın sahibini çağırmış ve: — Bir kat elbise yapacaksın. Yaptığın elbise ceviz kabuğunun içine sığacak. Bunları yaparsan yaparsın. Yoksa seni cellat ederim, demiş. Bu elbiseler yukarıda konuştuğumuz dünya güzeline yapılacakmış. Bu dünya güzeli bu terzi yanında duran delikanlıyla nişanlıymış. Dükkân sahibi dükkâna gelmiş ve bütün dükkâncılara ilan olmuş — Bu elbise yapılır ama, bir kat elbise *cit kadar ceviz kabuğuna sığar mı, demiş ve düşünmüşler. Bu dükkâncıya duran delikanlı demiş ki: — Ben bu elbiseleri bulurum.  Böyle deyince ustası buna kızmış: —Ben beş yüz senelik terziyim. Sen dört günlük çırak… Nereden bulacaksın, demiş. O da: — Ben bulurum, demiş. Hâlâ bunun sözüne inanmamış ustası. Sonra bu delikanlı ustasına demiş ki: — Bu dükkânda kimse kalmasın benden başka. Bana yarın bu vakitlere kadar müsaade et. Ustası bırakmış gitmiş. Kendisi yalnız kalmış dükkânda. Cebinden iki kıl çıkarıp kılları birbirine çakmış. Karşısına iki Arap çıkmış. Araplara demiş ki: — Bir kat elbise bulacaksınız. Gayet hafif olacak ki ceviz kabuğunun içerisine sığacak. Peki, deyip bırakıp gitmişler. On dakika sonra elbiseleri bulup gelmişler. Ustasına *çığırmış: — Bak gördün mü? Benden bir şey ummuyordun. Bu elbiseleri al git padişaha ver. Seni cellattan kurtarsın. Gitmiş bırakmış elbiseleri, padişah çok memnun olmuş. Şimdi, bu terzi dükkânındaki çırağın nişanlısının düğününü yapacaklarmış. Şimdi, ustası dükkâna gelmiş, çırağına söylemiş: — Git padişahın düğününe. Oğlan: — Ben gitmem. Var sen git, demiş. Ustası gitmiş düğüne. Delikanlı dükkânda yalnız kalmış. Kılları bir çakmış “Çabuk bana bir at bulacaksınız!” demiş, “Bu dünyada bulunmayan çeşitlere girecek.” Biraz sonra at gelmiş. Delikanlı atına binmiş, kılıcını eline almış, gitmiş düğüne. Bu düğün padişahın oğluna olacak imiş. Hâlbuki evvelce bu delikanlının nişanlısıymış. Atına binip varınca, kız görünce sevgilisini bilmiş. Hâlbuki bu kızı verecekleri adam, bu delikanlının kardeşiymiş. Padişahın da oğluymuş. Arasından asırlarca yıl geçtiği için bunlar birbirlerini unutmuşlar. Şimdi düğüne başlamışlar. Bu delikanlı varmış atıyla, at yarışına başlamışlar. Bu kız nişanlısını bildiği için ellerini kaldırıp boyuna dua etmekte imiş. “Bu at hepsini geçsin de beni ona versinler.” diyerek.  Atları salıvermişler. On adım gitmeden bu delikanlının atı hepsini geçmiş. Kız, ona varacağına söz vermiş. Öbür nişanlısı “Beni bırakıp öte yandakine niçin varıyorsun?” diyerek kızın üstüne hücum etmiş. Böyle olduğu gibi, bu taze delikanlı atını geriye çevirip, kılıcını çekip kızın nişanlısını ve babası padişahı kesmiş atmış. Bu oğlanın ortanca kardeşi “Sen niye kestin babamı, kardeşimi?” diyerek onun üstüne hücum etmiş. Tutmuş, kılıcı ona da vurmuş. Bunlar hükûmete düşmüşler. "Sen bu padişahı ve padişahın oğlunu niye kestin?" Diye sormuşlar. O da şöyle cevabını vermiş: — O benim nişanlımdı. Ben onun için asırlarca uğraştım ve çok harp ettim ve çok kanlar döktüm. Ben cellat olmalıyım ve bu nişanlımdan öyle kurtulmalıyım. Padişah bunun sözüne hak verip “Kız senindir!” demiş ve üstüne nikâh kıyıp kırk gün kırk gece düğün etmişler. Geçen gün gördüm hâlâ daha yaşıyorlardı.    *tenvir: Balta türünden bir  alet. *terslemek: İşemek; kaka yapmak. *çatuk: Yol, ağaç gibi ikiye ayrılan şeylerin ayrılma yeri, çatal. *dam: Ahır. *cit kadar: Küçücük, minnacık. *çığırmak: Seslenmek, çağırmak.
Üç Kardeş
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş,evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir keçinin üç yavrusu varmış.Birinin adı Engilik birinin adı Mengilik diğerinin adı ise Külvelik imiş.Bu keçi yavrularını doyurmak için otlanmaya gidiyor.Gitmeden önce onlara: _ Eğer kapı çalarsa emin olmadan sakın kapıyı açmayın yoksa kurt gelip sizi yer, demiş ve gitmis. Kurt ise bunları gözetliyormuş. Anne keçi otlanmaktan gelmiş ve: _ Engiliğim, Mengiliğim,Külveliğim ben geldim, size boynuzlarımla ot getirdim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim, açın kapıyı. Ve yavruları annelerinin geldiğini anlayınca kapıyı açarlar. Anne keçi yavrularını doyurur ve bir gün sonra yine otlanmaya gider. Bunu gören kurt ise hemen işe koyulur, yavruların kaldığı evin kapısını çalar ve: _ Engiliğim Mengiliğim Külveliğim ben geldim, size boynuzlarımla ot getirdim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim. Aynı annelerinin dediği gibi o da öyle der ve yavrular inanmazlar. _ O zaman ayaklarını göster, derler. Kurt boz ayaklarını gösterir ve yavrular: _ Bizim annemizin ayakları kınalı kınalı, senin ayakların boz boz, diyerek kapıyı kurda açmazlar. Kurt geri gider. Anne keçi gelir ve yavrularına: _ Açın kapıyı, ben geldim, size boynuzlarımla ot getirdim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim, der. Yavrular korkarlar. _ Ayaklarını göster, açalım kapıyı, derler. Anne keçi ayağını gösterir ve üç yavru annelerinin ayağı olduğunu söylerler, kınalı kınalı ayaklarını göstererek yavruları da açarlar kapıyı. Olanları annelerine anlatırlar ve anne keçi: _ İyi yapmışsınız, sakın kapıyı açmayın yoksa kurt gelip hepiniz yer, diyerek yavrularını tembihler. Daha sonra kurt bu arada ayağını dağdaki kınalı taşlara sürterek onun da ayakları kınalı olur. Anne keçi tekrar otlanmaya gider ve Kurt gelir aynı anne keçinin dediğini der: _ Yavrularım açın kapıyı ben geldim, size boynuzlarımla ot getirdim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim, der ve kınalı ayaklarını gösterir. Bunu gören yavrular kapıyı açarlar o sırada bunu gören külvelik hemen külve* denen yere saklanır ve Engilik ve Mengiligi kurt oracıkta yer. Anne keçi gelir ve olanları Külvelik anlatır anne keçi çok üzülür ve kurda çok sinirlenir kurdu aramaya giderler ve kurt orda yayılmış vaziyette yatmaktadır. Keçi gelir ve onun karnına boynuzlarını batırır. Kurt orada ölür ve anne keçi Külveliğini alarak oradan uzaklaşır. *külve: Tandırdaki ateşin yanmasını sağlayan hava deliği.
Keçi ile Üç Yavrusu
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken eski hamam var iken, ben anamın babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Anam düştü eşikten, babam düştü beşikten bir gün iki tane kardeş varmış. Birisi çok fakir, birisi de çok zengin imiş. Bu fakir olan zengin olan kardeşinin gider hep yemek artıklarını yermiş. Sonra bu fakir olan demiş ki: -Bele olmir, ben az gidim uz gidim de dere tepe düz gidim de kendime bir şeyler bulim, demiş ve getmeye karar vermiş. Yola çıkmış. Getmiş, getmiş, getmiş bir bakmış ki ne görsün bir tene kulübe. O kadar yorulmuş, sonra getmiş kapıyı vurmuş. İçerde de kediler varmış. Kapıyı döğmüş: -Tık, tık, tık. Sonra kediler içerden seslenmişler: -Miyav, miyav kim o? O da hemen: -Açar mısınız ben geldim demiş. Sonra bunlarda hemen kapıyı açmışlar: -Buyur, buyur, demişler. Kadını içeri almışlar yedirmişler, içirmişler kadın da bunlarla çok mutlu olmuş. Kadın bunların her şeyini beğenmiş. Yemeklerini, yerlerini. Onlar da kadın beğenmiş diye memnun kalmışlar. Sonra kadın: - Ben artık gedim, fakir birisiyem yemek aramaya çıktım, ben şimdi gedim evime kardeşimin artıklarını alim de yiyim, demiş. Sonra bunlarda buna çıkarken: -Sene bir tene kâse verecez even gettin mi kapıyı ört buni salla, demişler. O da: -Benim evde bir şeyim yok ki ben ne yapacam kâseyi, demiş. Onlar ise: -Olsun sen al da salla, demişler. Kadın da çok memnun bir vaziyette ayrılmış oradan, sonra evine gelmiş. Kapıları kapatmış, kâseyi sallamış, bir bakmış ki içinden yemekler, altınlar, paralar her şey dökülmüş. Sonra bu kadın artık zengin olmuş ya kardeşinin artıklarına kalmamış. Kardeşi de bundan şüphelenmiş: -Acaba niye benim gelip artıklarımı almir, yok ben şüphelendim, demiş. Getmiş kardeşine sormuş. O da demiş ki: -Böyle böyle haller oldu onun için benim sene artık ihtiyacım yok. Sonra yerini falan öğrenmiş. Zengin olanın gözü aç ya: -Ben de gidim de o kâseden alim ben de zengin olim, demiş. Oda getmiş, getmiş az getmiş uz getmiş dere tepe düz getmiş, o kulübeyi bulmuş. Tabi bu kadının huyu kötü ya. Sert ve aynı zamanda ters. Kapıyı “tak tak tak.” vurmaya başlamış. İçerdeki kediler: -Kim o? demişler. Bakmış içerden kedi sesleri gelir ya hemen: -Açın! Çok yoruldum, açın kapıyı! demiş. Sonra onlar da hemen kapıyı açmış, buyur etmişler. Sonra o içeri girer girmez: -Aman ne kadar pissiz, ben sizin ekmeğizi yemem, ben sizle oturmam. Çabuk bene kâse verecekmişsiz bir tene verin gidim, demiş. Onlar da bunun bu yaptıklarından heç hoşnut kalmamışlar ya, buna da kötüler için olan bir kâse varmış, oni vermişler. Sonra bu da sanmış ki eve geldiğinde bunun içinden altınlar çıkacak. Hemen evine gelmiş. Koşarak kapıları kapatmış, kâseyi sallamaya başlamış. Sallar sallamaz içinden bir tene canavar çıkmış. Yani çocuklara ele anlatirler ya. Sonra bu canavar bunu yemeye davranmış. Bu da yaptıklarına pişman olmuş. Pişman olduğu için de kendi huyunu güzelleştirmiş. O da kardeşi gibi iyi huylu olmuş. Sonra canavar da artık bele bir güzel köpek olmuş. Sonra hep birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Gayri karardı köz, tükendi söz; gökten üç elma düştü anasız kuzulara kol kanat olanların başına…
İki Kardeş
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Kaf Dağı’ndan çok uzak olmayan bir deniz ülkesinde bir balıkçı varmış. Her gün sahile açılır, ağını atar “Ne çıkarsa bahtıma” diyerek balık tutar ve evine dönermiş. Ama bu balıkçı her gün ağını yedi kere denize atarmış. Yine bir gün denize açılıp ağını atmaya başlamış. Altı kere atınca balık tutamamış. Nasıl ki yedinci ağını atmış, kocaman bir balık tutmuş ve evine geri dönmüş. Balık konuşmaya başlamış. Kendisine ne yapacağını sormuş. Balıkçı da kekeleyerek kızartıp yiyeceğini söylemiş. Balık ise kendisini padişaha vermesini istemiş. Altın pullu balık olduğu için padişahın kendisine altın ihsan edeceğini söylemiş. Balıkçı balığı alıp saraya götürmüş. Balık ise ona, kendisini nerede yakaladığını padişaha söylememesi gerektiğini söylemiş. Balıkçı padişaha balığı verince padişah böyle bir balığı ilk defa gördüğü için çok şaşırmış. Nerede yakaladığını sorunca balıkçı söylememiş. Birçok hediyeler vermiş. Ama balıkçı yine söylememiş. Padişah zindana atacağını söyleyince zor durumda kalıp söylemiş. Balıkçı adamlarını sahile yollayıp bütün balıkları toplamalarını emretmiş. Adamları elleri bomboş geri dönmüşler. Bu sefer padişah balıkçıyı yollamış. Balıkçı da tekrar bu sahile gelmiş. Ağını altı kere atmış. Yedincide tekrar altın pullu bir balık tutmuş. Balıkçı bu balıkla konuşurken balık, kendisinin tuttuğu diğer balığın kardeşi olduğunu söylemiş. Vezirin onları bu hale getirdiğini söylemiş. O denizdeki sudan bir tas alıp vezirin üzerine serptiği zaman bu balık olma esaretinden kurtulacağını söylemiş. Balıkçı da denizden bir tas su alarak saraya geri dönmüş. Altın pullu balığı gören vezir çok sinirlenmiş ve balıkçıya kükremiş. Balıkçı ise denizden aldığı suyu hemen vezirin üzerine serpince balıklar altın pullarından arınıp insan olmuşlar. Biri denizler ülkesinin padişahı, diğeri de onun kardeşiymiş. Balıkçıya ne isterse onu dilemesini söylemişler. Balıkçı da bundan sonra ağlarının balıkla dolmasını istemiş. O zamandan sonra da attığı ağları balıkla dolarak Kaf Dağı’ndaki evine geri döner olmuş.
Kaf Dağı Masalları
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, bir koyunun altı tane yavrusu varmış. Bu yavrularını her sabah ağıla koyar, otlamaya gidermiş. Sabah gider akşam gelirmiş. Akşam gelince ağılın kapısına vurur: -Açın kapıyı yavrularım ben geldim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim, boynuzlarımla ot getirdim açın kapıyı, dermiş. Yavruları da hemen kapıyı açarmış. Kuzuların kimi memelerinden süt emermiş, kimi ağzından su içermiş, kimi de boynuzlarından ot yermiş. Bu durum her gün devam edermiş. Bir gün bir kurt bu koyunu takip etmiş, kendi kendine: -Bir gün de ben gideyim, koyunun dediklerini diyeyim kapıyı açsınlar, bütün yavruları yakalayıp yiyeyim demiş. Sabah olmuş koyun yine otlamaya gitmiş. Vakit geçmiş akşam olmuş, kurt koyundan önce davranıp ağıla gelmiş. Demiş ki: -Açın kapıyı yavrularım ben geldim, memelerimle süt getirdim, ağzımla su getirdim, boynuzlarımla ot getirdim, açın kapıyı. Kuzular hemen koşup kapıyı açmışlar. Bir de ne görsünler karşılarına kurt çıkmış. Kurt hepsini yakalayıp, alıp gitmiş. Daha sonra koyun ağıla gelmiş, bir de ne görsün yavruları ağılda yokmuş. Koyun yavrularım deyip ağlamaya başlamış, o sırada bir nine koyuna: -Yavrularını kurt kaçırdı, demiş. Koyun hemen kurdun yanına gitmiş. Kurda demiş ki: -Kurt kardeş yavrularımı ver, sana ne vereyim? Kurt: -Ben senin yavrularını görmedim, deyip zavallı koyunu korkutmuş. Koyun korkusundan hemen oradan kaçarak uzaklaşmış. Koyun ağıla gelmiş ve yavrularım diye ağlanıp sızlanmaya başlamış. Bunu gören bir inek, hemen koyunun yanına gelmiş, demiş ki: -Koyun kardeş niye ağlıyorsun? Koyun: -Yavrularımı kurt kaçırdı, ona ağlarım demiş. İnek: -Gidip yavrularını getireyim, bana ne verirsin? Demiş. Koyun: -Bir büyük bağ ot veririm, demiş. İnek kurdun yanına gitmiş, kurt ineği de korkutunca inek hemen oradan uzaklaşmış. Koyuna, kurdun korkutucu olduğunu ve korkup kaçtığını söylemiş. Koyun tekrar başlamış ağlanıp sızlanmaya. O sırada koyunu bir at görmüş, demiş ki: -Koyun kardeş niye ağlıyorsun? Koyun: -Yavrularımı kurt kaçırdı, ona ağlarım, demiş. At: -Gidip getireyim, bana ne verirsin? Demiş. Koyun: -Bir büyük bağ ot veririm, demiş. At kurdun yanına gitmiş, fakat kurt atı da korkutunca, zavallı at ürkek ürkek koyuna gelip, olan biteni anlatmış. Koyun tekrar yavrularım diye ağlanıp sızlanmaya başlamış. Bu seferde küçük, melez ve zayıf bir dana koyunu görmüş, hemen yanına gelmiş ve demiş ki; -Koyun kardeş niye ağlıyorsun? Koyun: -Yavrularımı kurt kaçırdı, ona ağlarım, demiş. Dana: -Gidip getireyim, bana ne verirsin? Demiş. Koyun: -Sen küçük, zayıf bir danasın. Koca inek gitti getiremedi, at gitti getiremedi, senin gücün yok kuvvetin yok, sen bu halinle nasıl yavrularımı getireceksin, demiş.  Dana: Olsun ben getiririm demiş. Zavallı koyun ne yapsın başka çaresi mi var. -Tamam dana kardeş, yavrularımı getir sana ne istersen vereceğim, demiş. Dana hemen kurdun yanına gitmiş. Kurt hemen dananın karşısına çıkmış, dana kurdun hamlesini beklemeden bütün pisliğini kurdun üzerine yapmış. Kurdun bütün vücudu pislik olmuş ve gözleri görmez hale gelmiş. Kurt kendini temizlemeye dururken, dana hemen gidip koyunun yavrularını almış ve oradan uzaklaşarak koyunun yanına getirmiş. Koyun danaya yiyecekler vermiş, karnını doyurmuş, bir bağ da ot vermiş, -Götür bunu da evinde ye demiş. Dana evine gitmiş, koyun da yavruları ile birlikte ağılda mutlu ve mesut yaşamışlar.
Koyun ve Yavruları
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben, nenemin beşiğini tıngır mangır sallar iken… Zamanın birinde bir köyde Abdullah dede ile Fatma nine adında iki ihtiyar yaşarmış. Bu iki ihtiyar yıllar önce birbirlerini severek evlenmişler. Gel zaman, git zaman bunlar bir evlat sahibi olmak istemişler. Ancak ne kadar isterseler istesinler bir çocukları olmamış. Hekimlere gitmişler , dualar okutmuşlar, açları doyurmuşlar, her çareye başvurmuşlar. Ama  hiçbir sonuç alamamışlar. Umutlarını kesmişler ve artık kabullenmeye başlamışlar. Aradan yıllar geçmiş ve artık yaşlanmışlar . Bir gün Abdullah dede uykuya dalmış ,o sıra bir rüya görmüş rüyasında bir aksakallı dede gelmiş. Bu aksakallı dede Abdullah dedeye rüyasında seslenerek “ Allah senin yeryüzünde ki dileğini kabul etti. Yetmiş yaşında senin bir evladın olacak ama evladın yirmi yaşına gelince evlendiği akşam kara bir yılan tarafından öldürülecek “ demiş ve gözden kaybolmuş. Abdullah dede rüyadan korkuyla ter kan içerisinde uyanmış. Bunu gören eşi Fatma nine “ ne oldu bey kâbus mu gördün.” diye sorgulamaya başlamış. Rüyanın tesirinden çıkamayan Abdullah dede bir süre sessiz kalmış ve eşi Fatma nine tekrar “ hayır olsun bey kötü bir rüyamı gördün “ demiş. Abdullah dede eşine dönerek “ hanım ben bir rüya gördüm iyi mi kötü mü bilemem , rüyamda bir aksakallı dede gelerek bana Allah senin dileğini kabul etti diyerek yetmiş yaşımızda bir erkek evladı sahibi olacağımızı söyledi” diyerek Fatma ninenin merakını gidermiş oldu. Ancak rüyanın tamamını anlatmadı karısına. Rüyayı dinleyen Fatma nine gülerek” ne dersin sen bey , biz artık çok yaşlandık bu zamandan sonra olması güç bir rüyadan bahsediyorsun. Senin gördüğün ancak bir rüyada olacak şey “ diyerek tekrar uykuya devam etmişler. Yine ertesi akşam Abdullah dede tekrar aynı rüyayı üç kez üst üste görmüş ama bu -kez karısına bahsetmemiş. Aradan yıllar geçer bu iki ihtiyar yetmiş yaşına gelirler. Gün geçtikçe Fatma ninenin karnı büyümeye başlar. Bu garipliği fark eden Fatma nine kocasına bahsetmiş “ bey bende bir gariplik var. Karnım günden güne büyüyor “ demiş. Bunu duyan Abdullah dedenin aklına bir anda yıllar önce gördüğü rüyası gelmiş. Fatma nineye rüyasını hatırlatmış. Fatma nine kocasına gülerek” be adam bu yaştan sonra böyle bir şey olacağına aklın eriyor mu ? Olsa olsa benim ki bir hastalıktandır” demiş. Bunun üzerine Abdullah dede ve karısı Fatma nine bir hekime gitmeye karar vermişler. Ertesi günü kalkmış yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler , bir arpa boyu yol gitmişler. Varmışlar bir lokman hekime. Fatma nine hekime derdini anlatmış . Hekim bunun üzerine Fatma nineyi muayene etmiş ve çok şaşırmış. Fatma nineye dönerek “ Fatma nine bu bir mucize sen hasta değil hamilesin. Allah bu yaştan sonra sana bir evlat bahşetti” demiş. Bunu duyan Fatma nine kulaklarına inanamaz ve çok şaşırır. Dönüp kocasına “ bu iş nasıl olur .Bunda bir yanlışlık var “ der. Abdullah dede ise karısına gördüğü rüyayı hatırlatır. Bir çocuklarının olacağını öğrenen iki ihtiyar bunun üzerine sevinçle evlerine dönerek çocuklarının olacağı o günü beklemeye başlarlar. Aradan zaman geçer Fatma ninenin iyice karnı büyümüş ve doğumu yaklaşmış. Bir gün kapı çalmış. Fatma nine kapıyı açmış, kapıda aksakallı bir ihtiyar durmaktaymış. Fatma nine aksakallı ihtiyara “ buyurun efendi bir şey mi istedin “ demiş . Bunun üzerine aksakallı ihtiyar Fatma nineye” Karnındaki çocuğun sadakası için ,ahırda ki keçiyi bana verir misin “ demiş. Fatma nine hiç düşünmeden çocuğunu ağzına aldığı için , kocasından habersiz keçiyi ihtiyarın eline vermiş. Aradan birkaç gün sonra Fatma nine bir erkek çocuğu dünyaya getirmiş. Çocuk günden güne gelişip, güzelleşip ,büyümüş ve yakışıklı bir delikanlı olmuş. Fatma nine kocasına “ bey bizim yaşımız ilerledi baya , bir elimiz artık toprakta ,artık oğlanı evlendirsek mürüvvetini görsek “ demiş. Bunu duyan Abdullah -dedeyi bir korku salmış ve ihtiraz etmiş “ daha erken” demiş. Çünkü oğlunun evlendiği gece bir yılan tarafından öldürüleceğini bildiği için korkuyormuş. Bunu da Fatma nineye söyleyemediği için her seferinde ihtiraz ederek ertelemiş. Fakat Abdullah dede ne yaparsa yapsın Fatma nine kocasını dinlememiş . Oğlunu güzel bir kız bulmuş ve evlendirmiş. Üç gün üç gece düğün yapmış . Evlendikleri ilk gece Abdullah dede oğlunun öleceğinden çok korkmuş. Bunun üzerine Fatma nineye” oğlumu bana çağır ,bir göreyim “ demiş. Fatma nine “ bey ayıp olur çağıramam “ demiş . Abdullah dede karısına yine ısrar etmiş. Bunun üzerine Fatma nine oğlunu çağırmış. Oğlunu son bir kez daha görmüş ve yatağına gitmiş ve uykuya dalmış. Yine rüyasına aksakallı ihtiyar gelmiş ve Abdullah dedeye”  Senden habersiz karının oğluna verdiği sadaka sebebiyle Allah senin oğlunun canını bağışladı . Yılanın canını aldı. Kalktığında oğlunun yastığının altına bak “ demiş ve kaybolmuş. Abdullah dede uyanır uyanmaz bir telaşla oğlunun odasına koşmuş. Biranda odaya girince oğlu ve gelini çok korkmuşlar. O sırada Fatma nine de gelmiş. Abdullah dedeye “ hayırdır bey sen ne yapıyorsun” demiş . Abdullah dede  o ara hiç kimseyi duymamış ve yorganları ve yastıkları yerlere atmaya başlamış. Yastığı yere atar atmaz altında bir siyah yılanın öldüğünü görmüş. Dizlerinin üzerine yere çökerek ve ellerini açarak “ Allah hım  çok şükür oğlumuzu bize bağışladın” demiş. Ev halkı Abdullah dedeyi ve yılanı o şekilde görünce çok şaşırmış ve neler olduğunu anlamamışlar. Fatma nine kocasına” bey bu nedir?” diye sormuş. Bunun üzerine Abdullah dede rüyasının gerisini anlatmış ve olup biteni söylemiş.       
Rüya
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
DEĞİRMENCİ İLE TİLKİ Bir varımış, bir yoğumuş, bir değirmenci ile bir dilki varımış. Bu değirmencinin azzığını, her gün bir dilki gelir yerimiş. Değirmenci, her gün aç galırımış. Bu değirmenci diyor ki: -Bir gün, bunu bekliyem bakim, benim bu azzığımı yiyen kim? Değirmenci bekliyor, bakıyor ki; bir dilki! Geliyor, azzığı yiyor! Değirmenci, bunu gedecâ zaman yakalıyor: -İs misin, cis misin? diyor değirmenci. Dilki: -İsim de cisim de, ben sana gardaşlık olmaya geldim, diyor. -Get şurdan -diyor- dağ dilkisinden gardaş olur mu? Ben, seni gardaş edip de ne edecâm? diyor. -Vallâ, ben sana gardaş olurum, senin çamaşırını yıkarım, sırtını yıkarım, dediğini getiririm. İşde, ne dersen onu yaparım, diyor. Değirmenci: -Pekiyi, gel bakalım, diyor. Bu dilkiyinen değirmenci, bir zaman beraber galıyorlar. Bir gün, bu dilki dü­şünüyor: -Eeee gardaş, sen bekâr, ben bekâr, nolacak bizim hâlimiz? diyor. Değirmen­ci: -Gardaş, sen bir dilkisin, ben bir değirmençi. Bize kim gız verici? diyor. Dilki: -Ben, sana padişahın gizini bitirecâm, diyor. -Aman gardaş, padişahın gizini bize kim verir? diyor. -Sınamak bir şey değil ya. Ben bir dünür gedecâm, diyor. Bu dilki, bir gün gediyor, varıyor padişahın gapısına. Padişahın gapısında da iki tene daş varımış. Biri "dünür daşı"yımış öteki de "isdek daşı"yımış. Dilki varı­yor, "isdek daşı"nın üsdüne oturuyor. Padişah diyor ki: -Çağırın bakiyim, şu dilki biyâyi*. İsdâ neyise, onu yerine getirin, diyor. Uşaklar, bunun yanına varıyorlar: -Buyur dilkim diyorlar. Dilki: -Vallâ padişahım, biraz altınımız varıdı, onu ölçecâk da sizin şiniğinizi* isdiyom, diyor. -Verin, diyor padişah. Şiniği, bu dilkinin guyruğuna bağlıyorlar . Dilki, alıp geliyor. Biraz beriye gelişin, şiniğin arkasına bir tene altın yapışdırıyor, eletiyor geri teslim ediyor. Sabahısı gün oluyor, gene varıyor padişahın yanına, "isdek daşı"nın üsdüne oturuyor. Çağırıyor padişah bunu yanına. Diyor ki: -Vallâ, dün vakdımız olmadı, yetişdiremedik. Biraz da gümüşümüz varıdı da, onu ölçecâk da, şiniğin için geldim, diyor. Şiniği gene götürüyor. Bu sefer de arkasına bir gümüş yapışdırıp getiriyor. Avrat gızına diyor ki: -Görüyon mu gizim, meğer bunnar nagadara zenginlenmiş. Bir gün altın ölçdüler, bir gün gümüş ölçdüler, diyor. Devliğisi gün oluyor, gene varıyor dilki, "dünür daşı"nın üsdüne oturuyor . Padişah diyor ki: -Çığırın dilkiyi. Dilki geliyor : -Buyur dilki biya, emrini bekliyom, diyor padişah . -Padişahım, benim emrim; Allah’ın emriyinen, gizinizi gardaşım dârmençiye isdemeye geldim. Gardaşımdan ötürü düğürçüyüm, diyor. Padişah: -Dilki biya, bizim âdetimizde enişteyi görmiyeşin, gizi vermek. Getir gardaşını, bir görek de ondan sonra gizi verek, diyor. Bu dilki, işdahlı işdahlı gediyor, dağirmençiye varıyor: -Yörü, yörü -diyor- senînen barabar gedecak. Ben işi yapdım, adamlar seni görecek, diyor. Değirmençi: -Aman dilki gardaş, ben nasıl gedîm, ben bir değirmenciyim, üsdüm un, başım un, sırtım yamalık. Ben nasıl olup da padişahın huzuruna çıkacâm? diyor. -Yörü sen, ben ileride bir dilki düzeni gullanırım, seni oraya eletirim, diyor. Bunnar ireliye varıyorlar. Bu dilki, şimdi adamı oraya otudduruyor, bunu yıkandırırkan yıkandınrkan, güzelce temizliyor. Adama: -Sen, burda otur, diyor. Gendi de suya giriyor, yola yatıyor, oluyor her tarafı bir çamır! Varıyor, padi­şahın gapısına. Padişah: -Aman dilki, bu halin ne? diyor. -Vallaha padişahım, bir yağmır yağdı, bir yağmır yağdı, üç tene altımızda at, gözleri altın dolu halı hâbe, onnar hep sele getdi -diyor- ben, gardaşımı zor gurturdım. Buriye, bir gat çamaşır diyen geldim. Ev uzakda galdı, geriye de dönemedik, diyor. Padişah: -Açın bakiyim mağazayı, dıkın dilkiyi içine, diyor. Mağazayı açıyorlar ki, darmençiye bir elbise çıkıyor ordan ki, daha darmençi ömründe diyal, öyle bir elbise görsün! Dilki, elbiseleri alıp geliyor. Bunu gardaşma gevdiriyor, diyor ki: -Bak, sen bir darmençisin, sen görgüsüz olun. Orada, önüne çeşit çeşit yemek goyarlar. Onu yiyecâm, bunu yiyecâm diye görgüsüzlük yapma. Güzel, temiz te­miz ye. Ben, öte dolanırım, beri dolanırım, lâmbayı söndürürüm. Sen, tabağındaki yemeği ye, başga tabakdakını goy. Lâmba yandımı, "doydum," diye geri çekil -di­yor- benim tembaham bu. Bir de apartumana bakıp da üsdünü çırpma. Sana gör­güsüz derler, bu da iki. Bir de, apartumanı dâniyep, elbiseni geri daneme. Sana üç tene tembahem var, bu üçünü dutacan," diyor. -Pekiyi. Varıyorlar, hoşbeşden sonra oturuyorlar. Padişahınan biraz oturdukdan sonra, bunnara yemek geliyor. Bu dilki, kalkıveriyor, öte dönüp, beri dönerken lâmbayı söndürüveriyor. Söndürüşün, darmençi gendi yemâni yemiyor, başga tabakdakı yemâ yiyor, sonra lâmba yanıyor. Buna, "ye" falan dedilerise de: -Yok -diyor- sağolun doydum, elinize sağlık, diyor. Sabânan oluyor. Tabii, bu gızı galan vermişler. Oğlan, evi şöyle bir daniyor, elbisesini bir çırpıyor. Padişah diyor ki: -Çığırın şu dilkiyi, bu ne böyle, görgüsüz gimi, eve bakıp üstünü çırpıyor, diyor. Dilki: -Aaah padişahım, onun bir elbisesi varidi ki, ne diyeyim size. Şimdi elbiseyi beğenmiyor padişahım, ben ne yapayım? diyor. Padişah: -O zaman, mağazaya gendini dikin, diyor. Bu, mağazaya giriyor, ordan bir gat elbise daha geyiyor. Bunar, gelini alıp yola çıkıyorlar. Bu gelin, atlıların önündeyimiş, atıyınan geliyor. Dilki bunnara: -Vallâ gardaş, siz şöyle durun , biz evden ayrılalı epeyce oldu. Bizim eve dev mi yerleşdi, yoksa başga bir şeyler mi oldu bilmiyom. Ben önden gedîm de ev işini hallediyim, diyor. Dilki, gopup geliyor eve. Yolda gördüğü sığırcıya diyor ki: -Size, bu sığır kimin diye sorarlarsa, 'Osman Çavış’ın deyin, diyor. Goyun sürüsü görünce: -Bunnar, Osman Çavış’ın den, diyor. Malcıları görünce: -Osman Çavış’ın den, diyor. İşde, ne görürse: -Osman Çavış’ın den, diyor. Dilki geliyor. Geliyor kine, orda bir dev, goca bir apartımamn içine oturmuş,duruyor! (Ev gendilerin nerde...). Dilki, hımır hımır ediyor. Dev, şöyle bir dönüyor: -Ey insanoğlu -diyor- buraya guş ganadıyınan giremez, sen nasıl girdin? diyor.   - Aaah nene, şo gelen asgerler, seni öldürmeye geliyor. Ben, dağdan beriye gopdum geldim, seni saklamaya geldim, öldürtmiyecâm diyor. Dev: -Aman gurban olayım, get öyliyeşin get, beni neriye saklarsan sakla, diyor. -Peki o zaman seni çordaki sapın içine saklıyam, diyor. Dilki, devi eletiyor, sapın içine sokuyor. Ardından adamlar geliyor, gelini indi­riyorlar. Bakıyorlar ki; yem, yiyecek, eşya, padişahın evindekinden daha fazla! Bu adamın evi daha güzel! -Allah Allah, bunun padişahın evinden üstünlüğü var, eksikliği yok, diyorlar. Bunnar, yiyor, içiyor, gedecekleri zaman dilki diyor ki: -Sizin gizinizin bir düşmanı var, onu da öldürün de, ondan sonra gedin, diyor. -Nerde? -Valla böyle böyle, bir dev, sapın içinde yatıyor! Oruya bir gaz döküyorlar, bir de kirbit çalıyorlar, devi oracıkda yakıyorlar. Yakdıktan sonra, tabii bunnar (darmençiyinen garısı) mutlu oluyorlar. Galan, bunnarın bir çocukları oluyor. Bu dilki de daha yanlarındaymış. Bir gün dilki diyor ki: -Ben bunu, yalanman palanınan everdim. Ev sahibi etdim, çocuk sahibi etdim. Aceba, benim gıymetimi biliyor mu bu adam? Bir gün gedîm de, bir dilki düzeni gullanim bakîm ne yapacak?" diyor. O gece, dilki yatmıyor, sancılanıyor, bağırıyor, çağırıyor. Adam diyor ki: -Vay ananı, avradım dilki, bugün bizi çenenden uyutmadın, diyor. Dilki, sabaha garş gendini ölmüşlüğe vuruyor. Bu adamın gizi, sabanan, çay zamanı yanına varıyor: -Dilki amca, dilki amca, kalk, çay içecak, diyor. Öyle diyeşin bakıyor ki giz, dilkiden heç ses çıkmıyor! Giz, geri geliyor, diyor ki: -Baba, dilki amcam ölmüş, dilki amcamda heç ses yok, diyor. -Gızım, çok da gıymatlı dâal ya, ayândan dut, götür at da gel, diyor. Giz geliyor, varıp bunun ayândan dutuyor, sürüye sürüye dışarıya atıp geliyor. Çocuk daha yeman başına oturmadan dilki geri geliyor: -Ey insanoğlu, çiğ süt emmiş insanoğlu! Sen bir darmençiyidin, ben seni padişahın evine götiirdüm. Padişaha yalan söyledim; biz şöyliyek, biz böyliyek diye. Yalanınan palanınan everdim, çocuk sahabı etdim, yuva sahabı etdim. Emeğim, gözüne, dizine dursun. İşde, ben gediyom, diyor. Dilki, çıkıp gediyor, dağa gediyor. Değirmençi de orada galip, mutlu oluyor. Yiyep içip muratlarına geçiyorlar.   *biyâ: bey, ağa. *şinik: bir çeşit tahıl ölçeği.             
DEĞİRMENCİ İLE TİLKİ
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Kadının birinin yedi oğlu varmış. Hiç kızı yokmuş. Oğulları demiş ki: Ana bize bir bacı doğur diye her gün ısrar edip dururlarmış. Annesi de bu ısrarlar sonucunda sinirlenip nerden size bir bacı doğurayım cehennem olup gidin başımdan çocuklar da el ele verip alıp başlarına giderler. Az giderler uz giderler dere tepe düz giderler sonunda bir dağ başında küçük kulübe bulup oraya yerleşirler ve yaşamaya başlarlar. Sırayla yemek yapmaya başlarlar. Gel zaman git zaman anneleri bir bacı doğurmuş. Bacıları büyümüş. Kız da annesine: Anne benim niye erkek gardaşım yok der dururmuş annesi de senin kardeşin yok der. Kız bir gün çeşmeye gider. Çeşme başında bir kadın: Senin yedi kardeşin vardı. Annen kovaladı gittiler. Bunu duyan kız alıp başını üç gün üç gece gider. Bir dağ başında bir eve girer bu evde yedi kaşık görünce bunlar kesin benim kardeşimdir deyip evi barkı temizleyip aşlarını yapmış. O gün sıra küçük kardeşin sırası imiş. Küçük kardeş evi o halde görünce korkmuş dışarı çıkmış kapının önünde oturmaya başlamış. Akşam olup diğer kardeşler eve gelince durumu sorar diğer kardeşi anlatır. Kardeşleri içeri girip kızı görünce: Sen in misin cin misin? Kız da: Ben ne inim ne cinim insanoğlu insanım der. Bunun üzere yedi erkek kardeş neden geldin diye sorar kız da olanı biteni anlatır. Bunların hepsi sarılır kucaklaşır. Kardeşleri ona inciler mercanlar hediye vermeye başlar. Neyse bunlar her gün ki hayatlarına devam etmeye başlar. Erkek kardeşleri kıza: Pisik gelir bacada mercan düzerken pisiğe piss deme gelir ateşe işer. Ateş bulamaz olursun. Kız tamam der. Bacadayken pisik gelir piss der ateş söner kız o tarafa  gider  bu tarafa gider ateş bulamaz olur. Az gider uz gider dev karıları yedi kazanda bulgur pişirirlermiş. Ateş ister ateş vermezler. En sonunda biri verir kız eve gelir ateş yakar çorba pişirmeye başlar. Devler kapının önüne gelir kız kapıyı kitler açmaz devler aç seni yiyeceğiz der kız : Açmam der . Devlerde o zaman parmağın ver emip gideceğiz kız kapı deliğinden parmağını uzatır dev emer kızın parmağı ipince kalır. Çorbayı karıştırırken parmağı düşer akşam kardeşleri gelir küçük kardeşin tabağına parmağı düşer ve kız durumu anlatır kardeşleri çok sinirlenir kılıçlarını kuşanıp yedi devi öldürüp dev karılarını eve getirip sırasıyla kız kardeşlerine hizmet etmesi için sıraya koyar. Bir gün bir dev karısından süt ister dev karısı sütün içine yılan yavruları koyar kız sütü içer ve boğazını yara yara bir şeyin gittiğini söyler. Dev karısı süt getirdim der. Gün gittikçe kızın karnı şişmeye başlar dev karıları iftira atar kıza ve kardeşleri bunu görüp çok sinirlenir kız kardeşlerini alıp az gider uz gider kız kardeşleri çok yorulduğunu söyler ve biraz dinleneyim derken uykuya dalar kardeşleri onu bırakıp gider. Kız uyanıp ağlamaya başlar midesi bulanır ve kusmaya başlar kustukça yılan yavrularının başı ortaya çıkar onları alıp torbaya koyar ve kardeşlerinin yanına gider. Kardeşlerine durumu anlatır kardeşleri yedi dev karısını alıp kesip öldürürler ve kız kardeşlerini yanına alıp mutlu mesut yaşamaya devam ederler.
Yedi Erkek Kardeş
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
AVCI ALİ Bir varımış, bir yoğmuş. Bir Avcı Ali varımış. Bunnar yedi tene avcıyımış. Gelmişler, Avcı Ali’ye demişler ki: -Yârin ava gedek Avcı Ali, demişler, bunun odasına toplanmışlar. Avcı Ali: -Olur, gedek, demiş. Yârin olunca ava getmişler, herbiri bir goyuğa dağılmışlar. Avcı Ali de getmiş bir semte. Orada da iki tene yılan sevişinmiş. Yılanın birisi gözel, beyaz yılanımış biri de çirkin yılanımış. Bu, Avcı Ali’nin zoruna getmiş; "şu çirkin yılanı vurîm, demiş. Avcı Ali, tüfâni sıkmışımış, gözel yılana dâmiş. Yılanlar, birbirlerini goyuruvermişler, akıp getmişler. Avcı Ali’nin, bu zoruna getmiş. Ağşara olunca da toplanmış gelmişler. Gene, Avcı Ali’nin başına gelmişler, bakmışlar ki, Avcı Ali efkerli: -Yâ Avcı Ali, senin başında ne var? -Siz ne vurdunuz, ne etdiniz? Kimisi: -Ben keklik vurdum. Kimisi: -Turaç vurdum. -Davşan vurdum. -Baba, sen niye seslenmiyon, sen de söylesâne, demişler Avcı Ali’ye. Avcı Ali: -Aaah alı, benim başımdaki acıyı heç sorman. -Baba, niyoldu? -Gettiğim yerde, iki yılan sevişiyordu. Biri çirkinidi yılanın, biri güzelidi. Çirkin yılanı vurîm diyen tivfâmı sıkdımıdı, gözel yılana dâdi, bunnar akdılar getdiler. Bu yılan da yılan padişahının gızıyımış, gözel yılan. Yılan, babasının yanına varınca: -Gızım, sana noldu? diyor babası. -Beni, baba, Avcı Ali vurdu. Şahmaran yılanları da padişahın candarmasıyımış: -Gedin de Avcı Ali’yi sokun gelin, demiş, Yılanların padişahı, şahmaran yı­lanlarına. Şahmaran yılanları gelmiş, Avcı Ali’nin ayakkabılarının içine girmiş. Ayak­kabıları da eşiklikdeyimiş. Oradan Avcı Ali’nin laflarını da dinemişler. Avcı Ali de o sırada: -Çirkin yılana sıkdımıdı, gözel yılanı vurdum, bunu can sıkısı ediyorum, diyorumuş, Avcı Ali arkadaşlarına. Şahmaran yılanları da bunu dinemişler: -Eee... Avcı Ali’nin suçu yoğumuş, biz bunu ne diyen sokak da öldürek? de­mişler, geri dönmüşler. Padişahın yanına varmışlar: -Senin gızındaymış gabahat, Avcı Ali’de yoğumuş. -Nasıl? -Eeee, gızın sevişirimiş senin, işde bir çirkin yılanman barabanmış. Avcı Ali; "ona sıkdımıdı, gözel yılana dâdi," diyen laf veriyor. Biz de, bunu dînedik, o yüz den geri geldik, Avcı Ali’yi sokmadık," demişler. -Gedin de Avcı Ali’yi çağırın, demiş padişah. Bunnar, varmışlar Avcı Ali’nin yanına: -Seni yılan padişahı isdiyor, demiş şahmaran yılanları. -Birisi önüne düşmüş Avcı Ali’nin, birisi de arkasına düşmüş: -Gorkma ha, sağda solda ejderhalar ağzını eğdirirler, amma sakın onnardan gorkma -demiş şahmaran yılanları- Biz, padişahın yanma seni eletirik; 'Dile dilâni avcı,' derler, sen de de ki; 'Tükürüğünü dilerim padişahım' de, diye öğretmişler Avcı Ali’yi. Avcı Ali, padişahın yanma gelince, padişah: -Dile, dilâni," demiş. -Tükrüğünü dilerim -üç kere demiş-, tükrüğünü dilerim, tükrüğünü dilerim. Şahmaran yılanları önceden demişlerimiş ki: -Padişah, sana; 'aç ağzını' der, ağzına tükürür. Bütün mahlukların, bütün guşların, sen dilinden bilirsin o zaman. Bunu da kimseye deme Avcı Ali, dersen ölür­sün," diye öğretmişlermiş, Şahmaran yılanları. Bunnar, padişahın yanına gelmişler: -Dile dilâni Avcı Ali, demiş yılan padişahı. -Tükrüğünü dilerim, tükrüğünü dilerim, demiş üç kere. -Aç ağzını, demiş yılan padişahı, Avcı Ali’nin ağzına tükürmüş: -Haydi, götürün genegeri Avcı Ali’yi evine, demiş şahmaran yılanlarına. Şahmaran yılanları, genegeri, biri önüne düşmüş, biri arkasına düşmüş, evine götürmüşlür Avcı Ali’yi. Artık Avcı Ali, her dilden annarımış, guşların dilinden, malın dilinden, köpeğin dilinden, herşeyden annarımış, bütün mahlukların dillerinden annarımış. Bir gün, Avcı Ali dağda gezeriken, bir çobanın yanma gelir. Çobanın goyunu guzlamış, eşli goyunu varımış. İki kötü goyun guzlamış, guzunun biri erkâmiş, biri dişiyimiş. Dişi guzu derimiş kine: -Bin tene goyuna ana olacâm. Erkek guzu da derimiş kine: -Ben, bin tene goyunun babası olacâm, derimiş. Avcı Ali, bunu duyar, çobana der kine: -Çoban, bana bu goyunundan bir damızlık ver. -Get içine, biyan, biyandiğini al. -Yok, şu guzluyak goyunun guzusuyunan barabar verirsen, bana yeter, demiş. -Yaaa baba, o kötü işde, onu alma da iyesini al. -Yok baba, sen niyedicîn, bunu bana ver. Çünkü duydu , o lafı duydu, birisi babası olacak, birisi de anası olacak, bin tene goyunun. Avcı Ali, onu alır, gederler. Çobana der kine: -Çoban, bu gün goyunu terge, eve varak, evde yatak. -Yok, benim goyunumu gurt yer, tergiyemem geri. -Terge çoban, gurt yemez. -O sırada, canavar garşıdan ulur, der kine: -Avcı Ali eve geder, ben bugün varır, goyununu orada yerim, der. Köpek de oradan çağırır, der kine: Avcı Ali, eve vardımıyıdı, ağam bir goyun keser, goyunun da döşünü, Avcı Ali bana atar. Ben, o goyunun döşünü yerim, sizi getirmem bu goyuna. Size goyunu yedirmem, der. Avcı Ali, bunu da dîniyor. Sonra, çobanı alır, eve varırlar. O köpek, sabaha gadara goyunu güder. Avcı Ali, bir goyun keser, döşünü yemeden köpeğin Önüne atarlar. Köpek döşünü yer, goyunun yanma varır. Sabaha gadar, goyunların gıyında dolanır, canavarı getirip, goyunları ona yedirtmez. Avcı Ali’nin goyunu törer, bin tene olur. Erkek guzu goç olur. Avcı Ali’nin dağda, yaylada bir evi varımış. Güz gelir, Avcı Ali’nin göçüm zamanı, goyunu bağlamış. Evin bir tarafına erkek goyunu bağlamış, bir tarafına da goçu. Dişi goyunlarınan sürü de evin bir tarafında yayılımmış. İki tene serçe gelir, evin dirâne gonar: -Ortalık, dağlar, yaylalar soğudu, yârin şehere gedek, derler. Avcı Ali, buna gülüverir. Bu guşların, böyle dediğine güler Avcı Ali. Avcı Ali’nin hanımı der kine: -Avcı Ali, sen niye güldün? -Yok, ben bişeye gülmedim, der, inkar eder. -Avcı Ali güldün, söyle. -Yok hatın, bişeye gülmedim ben. -De Avcı Ali, bunu diyeceksin bana, der. Adam demez. Çok üsdüne varıp üzberleyince, Avcı Ali: -Ben, bunu habar verirsem hatın, ben ölürüm. Benim kefinniğimi hazırla. Ga­zana da suyumu goy, ataş da ılısın, ondan sonra söylevim, der. Avcı Ali’nin hanımı bezini getiddirir, suyu da ataşa godurur, her şeyi hazırlar. Avcı Ali: -Şu goyunları da goça çağırîm de. -Gel galan gel, ne duruyon?" O sırada goç der kine: -Ben, Avcı Ali gimi akılsız dâlim kine, avrat lafı dutam, der, goyunnara. Goyunnar gene çağırınca: -Yok, gerekseniz siz gelin, der. Avcı Ali, bu gonuşmaları dîner. Hanımına: -Gel hele gel -der, çağırır hanımı- bana gereğin yok. Üçden dokuza boşsun, çek babiyen evine get, der. Avcı Ali, hanımını bırakır. Bunnar, böyle muratlarını almışlar.    
Avcı Ali
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Vakti zamanında bir karı, bir koca varmış. Bu kocası kış günü sığırı dağa çıkarmış. Kar alacasında sığır güderken bir yılan yavrusu görmüş. Bu yılan yavrusu kışın karın yüzünde kalmış ve feryada başlamış. Bu köylü de yılanın feryadını duyunca dayanamayıp yılanı almış, evine götürmüş ve pamuk kafes içinde altı ay beslemiş yaza kadar. Yazın yılanı almış olduğu yerden, azat etmeye götürmüş. Yılana orada Cenabıhakk’ın lütfundan dil gelmiş. Yılan demiş ki: —Ey beniâdem! Sen beni kışın gününde aldın, bir can sahibi ettin ve iki misli daha büyüdüm. Beni de süt ile besledin. Şimdi anladım, kılıma hata getirmeden beni azat edeceksin. Ben buradan şimdi bir feryat ederim, bizim şahımız var, o benim sesimi duyunca gelir ve bütün dağlar taşlar onun sesiyle inler. Sen de hiç korkma. Sana der ki: — Oğlum, dile benden dileyeceğini. O köylü de: — Sağlığını dilerim, demiş. — Benim sağlığımdan sana fayda yok. Dileğini dile. — Senden cümle mahlukun dilini dilerim. — Öyle ise aç ağzını, demiş yılanların şahı. Üç defa ağzına tükürmüş. Ama kimseye demeyeceksin. Eğer dersen o dakikada ölürsün. Köylü o saatte cümle mahlukun diline nail olmuş. Köylü evine gelmiş, evde bulunan ailesi* ile kaynatasına misafirliğe gitmiş akşam. Kendinin iki tane atı varmış; birisi aygır, birisi kısrak. Aygıra kendi binmiş, kısrağa da ailesi binmiş ve kısrak ufak bir yokuş yukarı giderken kişnemiş. Hemen aygır da kişnemiş. Köylü o sırada uzun senelerden beri hamile kalmayan kısrağın ve ailesinin hamile kaldığını, cümle mahlukatın dili malum ya, anlamış. Ailesini hemen indirmiş, öbür ata bindirmiş ve kendi de ailesinin bindiği ata binmiş. Yani maksadı kısrağın yükünü üçe indirmekmiş. Böyle kaynatasına o gece misafir olmuşlar ve sabahleyin köylerine gelmişler. Hayvanların kimisi açmış ve kuzuların, buzağıların çığrışmaları malum olduğu için bu adam analarına bunların hepsini salıvermiş. Ailesi de: —Vay, ben onları sağacaktım, demiş. Bunun üzerine ailesi kocasına darılmış. —Sen yirmi dört saattir kendini değiştirdin. Beni filan yokuşta atımdan da indirdin. Maksadın nedir? Sen benim kocam isen, ben de senin ailen isem bu değişmenin sebebi nedir bana söyle. Eğer söylemezsen ben de sende durmam, demiş. Kocası da: —Senin zorun ne, demiş. Ailesi: —Benim sağacağım inekleri ve sağacağım koyunları neden kuzularına emzirirsin? Bunun üzerine bozuşmuşlar. Ailesi: —Ya bana bunu söylersin ya sende durmam, cevabını vermiş. Kocası da: —Karı, ben sana bunu söylersem, ben ölürüm. Yani, benim ölümüme mi razısın, yoksa ölmeme mi? Ailesi de inanmayarak “Ölümüne razıyım.” demiş. —Öyle ise benim mezarımı kazdır ve haciratamı**  et. Kadın da mezara derhâl dört kişi yollamış dört kazma ile ve kollarını sıvamış, kocasının haciratını etmeye başlamış. Bu sırada kendinden geçen köylü de düşünmeye başlamış camın önünde. Fesini de sol tarafına koymuş. Bu adamın altmış tavuğu varmış. Bir de horozu varmış. Bu horoz, kanadını açarak tavukları “cık cık” hâlinde bir yere cem etmiş. Evin önünde bulunan bahçe kazığının üzerine horoz uçup konmuş ve orada hiddetli, yüksek sesle ötmüş. Camdan bakan köylü de horozun kendine ne dediğini anlamış. Cümle mahlukatın dili malum ya. Yani horoz demiş ki: —Bak ben altmış paralık horozum ve altmış tavuğa kumanda ediyorum. Sen evde altmış paralık karına kumanda edemiyorsun da şimdi ölümün için mezarını kazdırıyorsun değil mi, demiş ötmüş. Hemen bu adam, hamile ailesine tahammülü kalmayarak, o dakikada boşamış.          * aile: Eş. **hacirat: ? (İlgili yayında anlam verilmemiş. Derleme Sözlüğü ve benzer kaynaklarda da yok. Metinde “hācirat” biçiminde geçiyor. Bağlamına göre “harcırah” olabilir.)     
Köylü Masalı
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zamanda biri varmış, biri yokmuş. Zengin bir ağa varmış. Gayet zenginmiş. Beş altı bin davarı, elli celep[1] beygiri, yetmiş ve seksen mandası ve sığırı varmış. Bir ailesi,[2] iki de oğlan çocuğu varmış. Bir gece rüyasında iki ak sarıklı adam gelmiş: —Mehmet Bey, sana bir bela gelecek. Gençlikte mi gelsin, kocalıkta mı gelsin, diye sormuşlar. —Yarın gece cevap veririm, demiş. O gece unutmuş, arasından iki gece sonra ailesine danışmış. Ailesi de: —Her ne bela gelirse gençlikte gelsin, diye cevap vermiş. O gece bunun hiçbir şeysi kalmamış. Hepsi kırılmış, gebermiş. Son zamanlarda çocuklarını ve kendisini idare edemeyecek hâle gelmiş. Ailesi bir gün: —Bu çocukları ilet, caminin önüne bırak. Bir çocuğu olmayan alır, demiş. Birisini kucağına ve birisini hayvanın terkisine vermiş. Köylerinin yakın mevkisinde bir ırmak olduğu münasebetle, o ırmaktan geçerken göle düşmüş. Öteki çocukla birlikte çayın öte geçesine[3] geçmiş. O çocuğu kurtarayım derken öbürünü de kurt kapmış. Köye dönmüş. Ailesi sormuş, cevap vermiş: —Hasan suya düştü. Mehmet’i de kurt kaptı, demiş. Suya düşeni balıkçılar almış. Kurt kapanı da avcı yukarıda [kurdu] vurmuş almış. Bu çocukların ikisi de bir köye gelmişler. Biz gelelim ailesi ile Mehmet Ağa’ya. Bunlar koyun sığırını almışlar gütmeye. Güdüp dururken karşıdan bir kervan aşmış. Bu karı gayet güzelmiş. Kervancı buna yanmış.[4] Mehmet Ağa’nın yanına gelmiş: —Bizim eynimiz[5] başımız kirlendi. Şu karı mı yoksa kız mı, neyse çamaşırları yıkayıversin. Beş on kuruş para veririz, demiş. Sonra yıkmışlar kervanı, kazanı koymuşlar ocağa. Kervancı ışıklık[6] bulamamış hizmetkârlardan ve kocasından. Hizmetkârları odun toplamaya, kocasını da “Benim şu tepenin arkasındaki köyde çantam kalmış.” diyerek eline iki lira para ve bir kat elbise vermiş. [,göndermiş.] Mehmet Ağa çantaya gider girmez kazanı kepçeyi yıkıp karıyı yaka paça kervana atmışlar. Mehmet Ağa bakmış ki ne kervan var ne sığır var. Orada kalan körü kötürümü toplayıp gelmiş. “Ey köylüler! Benim karı gitti. Herkes malına, sığırına sahip olsun.” deyip dolamayı[7] atmış. Eskiden muinli muinsiz[8] asker toplarlarmış. Bir gün jandarma gelmiş. Muhtara söylemiş ki “Asker kim münasipse katıver.” Muhtar da Mehmet Ağa’yı çağırıp, eline de bir lira para verip jandarmaya katıvermiş. Bağdat’a gelmiş. Bağdat’ta bir kumandan olmuş. İki yaver tutmuş. Orada kumandanlık da durakoysun, biz gelelim çocuklara. Günlerden bir gün, o köyün çocukları dövüş yapmışlar. O çocuklar da “Ananız babanız olsaydı rahat dururdunuz.” demişler bunlara. Oradan çocuklar, o balıkçının ailesine, öbürü de avcının ailesine “Babamız nerede?” diye sormuşlar. Kadın cevap vermiş: —Ava gitti. Diğeri de cevap vermiş: —Balık tutmaya gitti. Çocuklar: —Siz bizim anamız değilsiniz, deyip köyden çıkmışlar. Köyün yakın mevkisinde üç yol ayrıcı[9] varmış. Orada birleşmişler. Bunların kalpleri mühürlenmiş. Birbirlerine “Sen neredensin?” diye soramamışlar hiç. Günlerden bir gün Bağdat’a gelmişler. Orada gezerken babalarının yaveri görmüş: —Ne geziyorsunuz burada, diye sormuş. Çocuklar cevap vermiş: —Ekmek parası kazanmak için buraya geldik. Şimdi ise bir iş başı tutamadık, demişler. —Sizi asker yazsam eder misiniz, diye sormuş. Çocuklar: —Ederiz, demişler. Bunları kumandanın yanına götürmüşler. Birer at, cephane, tüfek, elbise… Hepsini vermişler. Bunlar orada askerlik etmekte olsun, biz gelelim kervancı ile Mehmet Ağa’nın karısına. Bir gün onlar da şehrin yakınında bir çayıra kervanı yıkmışlar. Kervancı şehre gelmiş. Dayısı-yaver, kunduracı dükkânında görmüş ve “Gel kahve içelim.” diye çağırmış. Kahveyi içtikten sonra kervancı gitmek istemiş. Dayısı “Yollamam. Eve gidelim.” diye söylemiş. “Gitmem. Benim kervanım, ailem filan çayırda. Durmam.” demiş. “Ben oraya iki asker yollarım. Onlar namuslu, iyi çocuklardır. Hayvanlarını ve aileni iyi hıfzederler.” diye cevap vermiş. Askerleri çığırıp:[10] —Silahınızı, cephanenizi, atınızı alın. Filan çayırda kervan var. Oraya gidin, orada çadır var. O çadırın içinde bir kadın var. Sabaha kadar nöbet bekleyin. Çocuklar oraya varıp nöbet beklemekte olsun, bunların kalplerindeki mühür silinmiş.    —Arkadaş, bunca zamandır biz seninle bu kadar arkadaşlık yaptık. Birbirimize “Sen neredensin ve ben neredenim?” diye sormadık, diye Hasan sormuş. Mehmet de cevap vermiş: —Ben filan köydenim. —Ben de oralıyım, diye konuşurken kadın uşaklarını bilmiş. — Oğlum, siz benim oğlumsunuz, diye içerden bağırmış. Dışarıdan çocuklar: —Edepsizlik etme! Biz senin nereden oğlunuzuz, diye sormuşlar. —İmkânı yok! Siz benim olumsunuz, demiş. O vakit çocuklar: —Bizim neremizde ne nişanımız varsa ispat et. Biz senin anamız olduğunu bilelim, demişler. Kadın cevap vermiş: —Mehmet’in can evinde ben vardır. Hüseyin’in boynunda çıtlak[11] yanığı vardır. Uşaklar birbirlerini muayene etmişler. Kadının dediği gibi nişanlar çıkmış. O vakit çadırı açıp analarının birisi sağ yanına, birisi sol yanına yatmışlar. Sabah olmuş. Hizmetkârın birisi çadırın önüne gelmiş. Bakmış ki askerlerin birisi kadının sağında, birisi solunda yatıyorlar. O vakit bir hayvana binip kervancıya haber vermiş. Kervancı ve yaver, beş on süvariyle birlikte çadırı basmışlar. Bakmışlar ki hizmetkârın dediği gibi birisi sağında, birisi solunda yatıyorlar. Yaver: —Edepsiz çocuklar! Ben sizi böyle etsin mi diye gönderdim, diye çağırmış. O vakit çocuklar kalkmışlar, bakmışlar ki kervancı, yaver, askerler çadırı basmışlar. O vakit analarını çadırdan çıkarıp, bir hayvana bindirip, kendileri de hayvanlarına binip, birisi sağında ve birisi solunda, babaları kumandanın yanına gelmişler. Kumandan kervancıya sorduğu zaman “Bu benim ailem.” diye ifade vermiş. Sonra kadını çağırıp sormuş, kadın da ifade vermiş: —Biz gayet zengindik. Benim bir ailem, iki oğlan çocuğum vardı. Günlerden bir gün, ailemin rüyasında iki ak sarıklı adam geliyor. “Mehmet Bey! Sana bir bela gelecek.” diye soruyorlar. O zaman bana danışmak için cevap vermiyor. Yarinkisi[12] gece cevap veriyor. “Her ne bela gelirse gençlikte gelsin.” diye söylüyor. O gece hiçbir şeyimiz ve bu çocukları da besleyip büyütmeye iktidarımız kalmadı. Ben bunların birini ailemin kucağına, birini terkisine verip caminin önüne yollarken biri suya düşüyor, birini de kurt kapıyor; ailem oradan dönüp geliyor. Son zamanlarda fakir olduğumuz için köyün sığırını gütmeye başladık. Sığırın yanında dururken bu kervancı gelip beni çamaşır yıkatmak için yanında alıkoydu. Sonra kocamı da çağırıp “Benim şu köyde çantam kalmış.” diyerek yolladı. O gider gitmez beni tutup kervanın sırtına attılar. O zamandan beri beni bu kervancı kötületmek istedi. Allah’a dua ettim, şöyle kendi bir kılıma dokundurmadım. Şimdi buraya geldim. Bu çocuklar da benim evladımdır. Sonra çocukların nişanlarını söylemiş. O vakit kumandan, tekrar kervancıya sormuş. “Doğru söyle bu senin karın mı?” diye sorduğu zaman gene tekrar etmiş. “Benim şu zamandan beri karım.” deyince kumandan gazaba gelmiş “Doğru söyle!” diye tekrarladığı zaman gene tekrar etmiş eski sözünü. O zaman kumandan kervancının verdiği iki lirayı ve eline verdiği mektubu çıkarıp “Bunları bana sen vermedin mi?” diye sorduğu zaman kervancı şaşırmış ve o vakit sormuş: —Kırk katıra mı razısın, kırk satıra mı? O da: —Kırk katıra razıyım, demiş. Kırk katırın yelesine, kuyruğuna bağlayıp parça parça ettirmiş. Ondan sonra ailesi, çocukları, kendisi birlikte yaşamakta olsunlar. Allah onları erdirmiş, biz de erelim muradımıza.       [1] celep: Türkçe Sözlük’teki anlamı buraya uymamaktadır (Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvan ticareti yapan kimse.) Derleme Sözlüğü’nde Kastamonu’dan derlenmiş “Atlara döl veren eşek aygırı.” gibi bir anlam ve başka yörelerden derlenmiş “Uzun boylu hayvan.” anlamı bulunmaktadır.   [2] aile: eş. [3] geçe: karşılıklı iki yandan her biri, yaka. [4] yanmak: âşık olmak, vurulmak. [5] eyin: üst baş, giyecek; beden, vücut, eğin. [6] ışıklık: İlgili metinde anlam verilmemiş. Derleme Sözlüğü’nde ve başka kaynaklarda “pencere; lamba” anlamları veriliyor. [7] dolama: İlgili metinde anlam verilmemiş. Derleme Sözlüğü’nde Kastamonu’dan derlenmiş “Çoban değneği.” anlamı var. [8] muinli/muinsiz: Askere alındığında geride bakacak kimsesi olan/olmayan. [9] ayrıç: iki yolun ayrıldığı yer, kavşak. [10] çığırmak: çağırmak, seslenmek. [11] çıtlak: kıvılcım. [12] yarinkisi: bir sonraki gün, yarınki.
Mehmet Ağa
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde Deve tellal iken Pire möhsür* iken Anam eşikte iken Babam beşikte iken Bir padişah varmış. Bunun son zamanda bir kız çocuğu olmuş. Fakat çocuk her yerinden çıban çıkarmaya başlamış. Ne ettilerse bir türlü iyi edememişler. Çocuğun ölümünü istemişler, o da ölmemiş. En sonra bunu bir dağa bırakmışlar. Padişah, kızını bir gün birkaç hizmetçiyle birlikte “Gezdirmeye götürüyoruz.” diyerek sokağa çıkarmış. Hiç gezdirmeden çocuğu uzak bir dağın eteğine götürmüşler. Akşama doğru hizmetçilerle kızın babası, çocuğa gözükmeden kaybolmuşlar. Çocuk yalnız kaldığını görünce ağlamaya başlamış. Babasını ve hizmetçileri aramış bulamamış. Uykusu gelmiş. Bir ağacın dibine yatmış uyumuş. Sabahleyin olmuş, uyanmış. Dağın içinde bir uğultu, bir gürültü duymuş. Bir de bakmış ki birçok koca koca yaban hayvanı… Çok korkmuş. Bir ağacın doruğuna çıkmış, orada pisikmiş* kalmış. Bir gün de ağacın doruğunda vakit geçirdikten sonra kuduz bir kurt gelmiş. Çocuğun bulunduğu ağacın yanındaki gölün içine girerek yunmuş*, yunmuş, kurdun hastalığı geçmiş. Yeniden tüy çıkarmış. Cip cıbır* hasta kurt, tülenerek* çıkmış gitmiş. Kurt gidince çocuk hemen ağaçtan inmiş. Soyunmuş dökünmüş, gölün içine girmiş; yunmaya başlamış. Yundukça çocuğun da hastalığı geçmiş. Bu da iyileşerek sudan çıkmış, fakat yine gidecek bir yer yokmuş. Gölün kenarında dolaşıp dururken üzeri yassıca, iyi bir ağaç bulmuş. Bu sırada iki üç Kürt avcı da aralarında av avlamayla uğraşırken dalgın dalgın suyun kenarına kadar gelmişler. Yorgun avcılar gölden su içmek için göle eğilmişler. Bir de bakmışlar ki suyun içinde bir kız çocuğu görünüyor. Nihayet bu çocuğu aramaya başlamışlar. Avı filan bırakmışlar. Araya araya çocuğu ağacın doruğunda bulmuşlar, ağaçtan indirmişler. — İn misin, cin misin sen kimsin, demişler. Çocuk da: — Ne inim ne cinim. Sizin gibi ben de âdemoğluyum, demiş. Avcılar, çocuğu aldıkları gibi avcıbaşına kadar götürmüşler. Avcıbaşının bu çocuk hoşuna gitmiş. Avcıbaşı, o günkü avların hepsini avcılara bağışlamış, yalnız çocuğu alıp obasına götürmüş. Çocuğu beslemiş, büyütmüş, nihayet oğluna almış. Bu kızın, Kürt’ün oğlundan üç çocuğu olmuş. Birisinin adını “Neydim”, birisinin adını “Ne Oldum”, birisinin adını da “Ne Olacağım” koymuş. Aradan seneler geçmiş, çocuklar biraz büyümüşler. Olacak olur ya, bir gün padişah kızını küçükken bıraktığı dağa ava çıkmış. Kızının hatırasını ana ana, ağlayarak av etmeye başlamış. Akşama kadar av etmişler ve çocuğu da aramışlar. Çocuk kaç senedir orada durur mu? Ne ses varmış ne de seda varmış. Padişahın canı sıkılmış. O akşam orada kalmak istemiş. Yanındakilerden birisi buraları iyi biliyormuş. Padişaha: — Şurada yakında bir Kürt göçebesi var. Bu göçebenin iyi bir de beyi vardır. Oraya gidersek iyi olur. Bey çok hoştur. Görünce herhâlde sizin de hoşunuza gider. Onun davar sürüleriyle eğlenirsiniz, demiş. Padişah razı olmuş ve Kürt Beyi’ne misafirliğe gitmişler. Bey bunları misafir etmiş, fakat bu misafirin padişah olduğundan haberi yokmuş. Kız, babasını görünce hemen tanımış. Kaynatası olan Bey’e: — Bu akşam bu misafirlerin yemeğini ben kendi bildiğim gibi yapayım. Bana izin verin, demiş. Bey de razı olmuş. Kız, babasının sevdiği yemeklerden saraydaki tertip üzerine bir yemek çıkarmış. Çocuklarına da hizmet ettirmiş. Çocukları hizmette öyle sıraya koymuş ki bir kere biri, bir kere biri, bir kere de biri giriyormuş. Çocuklar sırayla girip çıktıkça, ev sahibi tarafından adları söylendikçe bu vaziyet padişahın dikkatini çekmiş. Zaten yemeklerden ve tertipten nem kapan padişah, bütün dikkatini çocuklara vermiş. Sabretmiş, sabretmiş, en sonunda sabrı taşmış. Bey’e çocukların adındaki hikmeti sormuş. Bey de vaziyeti şöyle hikâye etmiş: — Ben bunların analarını sizin av yaptığınız dağda buldum. Buraya götürdüm, besledim, büyüttüm. En sonunda oğluma aldım. Bu uşaklar* bulduğum bu kızdan oldular. Bunların adlarını anaları kendisi koydu. Ben de şimdi siz söyleyince bu adların bir hikmeti olduğuna kani oldum, ama ben şimdiye kadar bunu düşünmemiştim. Ben bundan başka bir şey bilmiyorum. Padişah da başka bir şey sormamış, sabahleyin ortalık ağarınca yine ava çıkmışlar. Akşam olunca yine Kürt Beyi’ne gelmişler. O akşam da sabretmiş. Başka bir sır da öğrenememiş. Ortalık ağarmış, padişah ava gitmiş. Akşam yine Bey’e dönmüş. Tertip ve hizmet aynı ama ortada bir sır yokmuş. En sonunda sabrı taşmış, Bey’den bu çocukların analarını görmeyi ve onunla konuşmayı istemiş. Bey, gelinini misafirlerin yanına çağırmış. Gelin misafire saray tertibi üzerine bir selam vermiş. “Hoş geldiniz” dedikten sonra bir kenara oturmuş. Padişah, kadına çocukların adlarındaki hikmeti sormuş. Gelin vaziyeti olduğu gibi anlatmış. Bu acılı hikâyeden üzülen padişah ağlamaya başlamış. Kadın bu vaziyeti görünce sabredememiş ve kendisinin kızı olduğunu, altı yedi yaşlarındayken hastalığı yüzünden bu dağa bırakıldığını söyleyince padişah çocuklarının adlarındaki hikmeti anlamış. Kızı olan Kürt Beyi’nin geliniyle sarmaş dolaş olmuşlar. Padişah, kızını bu suretle esirgemiş olan bu aileyi alarak beraber saraya götürmüş. Orada da ayrıca kırk gün kırk gece düğün etmişler. Guyosunun* kendisinden sonra tahta çıkması için veliaht ilan etmiş. Kürt olmuş bir veliaht. Onlar ermiş muradına biz de erelim muradımıza...   *möhsür: ? (Metin altında ve kitabın sözlük bölümünde bir açıklama yok. Derleme Sözlüğü, Kastamonu Yöresi Söz Varlığı gibi kaynaklarda da bu söz yok). *pisikmek: Sinmek, pusmak. *yunmak: Yıkanmak. *cip cıbır: Bütünüyle tüyü dökülmüş. *tülenmek: Tüy çıkarmak. *uşak: Çocuk; evlat. *guyo: Güveyi, damat.
Neydim Ne Oldum Ne Olacağım
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Vakti zamanında bir padişah varmış. Bu padişah gece devriyesine çıkarmış. Işıkları kararttırırmış. Bu padişahın sarayına yakın bir yerde bir de bey varmış. Beyin üç kızı varmış. Padişah gecenin birinde gezmeye çıkmış. O beyin penceresinin altından geçerken, beyin büyük kızı: —Ah, bu padişah beni alsa da, ona makas vurulmadık elbise yapardım, demiş. Ortanca kız: —Ah, beni alsa da ben ona halı kilim dokurdum, demiş. Ondan sonra here* kız: —Beni alsa da ben ona altın saçlı kız, altın dişli oğlan doğuruverirdim, demiş. Padişah, bunlardan büyük kızı almış. Bakmış ki elbise filan yapmamış. Ondan sonra ortanca kıza dünür göndermiş. Onu da almış. O da çok zaman durduktan sonra, bakmış halı kilim filan yapmıyor, tutmuş bu kez de here kıza dünür yollamış. Here kızı da almış. Aldığı geceden hamile kalmış. Sekiz ay geçtikten sonra büyük kız ile ortanca kız şaşırmışlar. — Ben elbise yaparım dedim, yapmadım, demiş. Ortanca kız da: — Ben de halı kilim dokuyamadım, demiş. — Şimdi bizim here kız kardeşimiz hamile kaldı. Bu doğurunca sabah bir gün padişah bizi cellat eder, demişler. Ondan sonra bir cadı karı bulmuşlar. Cadı karıyı götürmüşler. Cadı karı: — Bundan kolay ne var, demiş. —Siz bana bir sandık yaptırın, bir de kunnacı* köpek bulun. Ben size onun kolayını bulurum, demiş. Bunlar sandığı yaptırmışlar. Dokuz ay deyince here kız kardeşleri hastalanmış. Hemen o cadı karıyı götürmüşler, o köpek de kunnamışmış*. Çocukları doğurmuşlar. Odanın içerisi ışımış. O vakit de o çocukları sandığa koymuşlar. Kapağını kilitleyip, bir hamalın sırtına verip denize atmışlar. O hamile kadın da kendinden geçmişmiş. O köpek gövlezlerini* götürmüşler, yanına koymuşlar. Padişaha varmışlar: —Şevketlim, ailen* doğurdu. Fakat diyemiyoruz, demişler. Padişah: —Ne var da diyemiyorsunuz? diye bunları zorlamış. —Ailen iki köpek gövlezi doğurdu, demişler.    Padişah o vakit öfkelenmiş: —Alın bu kadını, üç yol ayrıcına* beline kadar gömün, demiş. Oradan alıp üç yol ayrıcına gömmüşler. "Gelen ve giden bu kadının yüzüne tükürecek!” diye tellal salıvermişler. Eski zamanın ermişlerinden birisi denizin kıyısında, kendi hâlinde orada yaşarmış. Bakmış ki denizin yüzünde bir sandık var. —Mal ise beri gelsin, yoksa can ise öte gitsin, demiş. Sandık başlamış öte öte gitmeye. "Ya Rabbi, hata yaptım.” demiş. —Can ise beri gelsin, mal ise öte gitsin, demiş. Başlamış sandık beri beri gelmeye. Sandığı denizin kenarından almaya başlamış. Kapağını kırmış, içinde altın saçlı bir kız ve içinde bir de altın dişli oğlan çocuğu varmış. Bunları hemen alıp yerine götürmüş. —Hey ya Rabbi! Bana bunları verdin, şimdi ise bir de nafaka ver, demiş. O vakit bir geyik ineği gelmiş. Bunu sağıp bu çocuklara sütünü içirmiş. Bu çocuklarının her öğününde bu geyik gelirmiş. Sütünü sağıp bu çocukları beslermiş. Çocuklar üçer yaşına girmişler. Onları okutmaya başlamış. Bunları on sene okutmuş. Ondan sonra on birinci sene: —Ben galan* vefat edeceğim. Gelin arkam sıra, demiş. Denizin kenarına inmişler. Orada bir taş kaldırıp bir hayvan dizgini göstermiş. —Bu dizgini alın, denize sallandırın. Bir kır at gelir, sizi gezmeye götürür, demiş. Ondan sonra bulundukları yere gelmişler. Bu oğlan çocuğuna bir de kitap vermiş. —Başın nerede sıkılırsa bu kitabı oku, demiş. Ondan sonra hastalanmış.  —Ben öleceğim. Beni yıkayın öldükten sonra, gömün, demiş. Birkaç gün sonra ölmüş. Çocuklar bunu gömmüşler. Bulundukları yerde bunların canı sıkılmış. Oğlan kardeşi kız kardeşine: —Ben bugün gezmeye gideyim, demiş. Denizin kenarına inmiş. O taşı kaldırmış, altından dizgini almış. Denize sallandırmış. Hemen bir kır at gelmiş. “Emret!” demiş. O çocuk “Beni biraz gezdirmeye götür.” demiş. Çocuk ata binmiş. Onu bir şehre götürmüş. Şehre çıkmış, gezerken [görmüş ki] bir bey bir ev yaptırıyormuş. —Ah ya Rabbim! Kaya kavuğunda yaşamadan böyle ev de benim olsun, demiş. Bey bunu yukarıdan duymuş. Yukarıdan inmiş, çocuğa sormuş: —Oğlum, sen ne dedin? Bir şey görmeyen çocuk, korkudan: —Ben bir şey demedim, demiş. —Hayır, sen bir şey dedin, demiş —Böyle bir ev de benim olsa, demiş —Ben sana bu evi satayım, demiş. —Benim param yok, demiş —Oğlum, hiçbir şeyin yok mu, demiş. Çocuk o bulunduğu yerden cebine bir taş koymuşmuş. —Yok. Bu taşım var, demiş. —Peki oğlum. Bu taştan daha var mı, demiş. Çocuk da: —Çok, demiş. —Öyleyse sen bana bu taştan bir heybe gözü getir de ben size bu evi vereyim, demiş. Çocuk oradan güvene güvene* denizin kenarına gelmiş. Denize dizgini sallandırmış. At gelmiş. Çocuğu alıp bulunduğu yere götürmüş. Çocuğun kız kardeşinin de canı sıkılmış, o taşlardan çok toplayıp bir yere yığmışmış. Oğlan kardeşi gelmiş, kız kardeşine: —Ben taşlarla bir ev aldım, demiş. Heybenin gözüne bu taşlardan doldurup denizin kenarına inmişler. Dizgini denize sallandırmışlar. O vakit at gelmiş. Heybeyi ata yükleyip kendileri de birlikte binip o şehre varmışlar. O beye heybenin gözündeki taşın bir yanını vermişler. Bey bunlara bu evi anahtar teslimi vermiş. Çocuk çarşıya çıkmış. Aşçıda* yemek yemiş. Bundan para istemiş. Para isteyince bundan: —Param yok. Şurada bir taşım var, demiş. Aşçı buna: —Oğlum, buna derler cevahir. Ben bunu bozamam. Şurada birinci sarraf var, sarrafa bozdur, demiş. Çocuk sarrafa varmış: —Şunu bozuver, demiş. Sarraf da: —Bunu ben bozamam. Şurada ikinci sarraf var, ona bozdur, demiş. İkinci sarrafa varmış, o da bozamamış. Baş sarrafa varmış. Baş sarraf da: —Ben bunu bozarım, ama ikide bir parasını veririm, demiş. “Peki.” demiş çocuk, orada cevahiri bozdurmuş. Parayı alıp aşçıya borcunu vermiş. Ondan sonra kasabaya çıkmış. Ekmek ve zerzevat alıp eve, kız kardeşinin yanına gelmiş. Kız kardeşiyle birlik, orada yaşayıp dururken ava merak etmiş. Bir gün avcı beyine: —Beni ava götür, demiş. Avcı bey: —Hay hay, ne demek olsun, götürürüm, demiş. Buna bir tüfek almış, bir de at almış. Ertesi gün ava gitmişler. Bir çeşmenin yanına varmışlar. O çeşmenin yanında avcılar hep taksim olmuşlar. “Kim önce avını yaparsa buraya gelsin.” demişler. O çocuk çeşmeden biraz ayrıldıktan sonra bir keklik vurmuş. Geriye dönmüş. Çeşmenin yanına gelirken bakmış orada biri namaz kılıyor. O da padişahmış. Padişah sağına selam vermiş, soluna selam verirken o çocuğu görmüş. Çocuğun güzelliğine göre namazı terk edip o çocukla konuşmaya başlamışlar. Ondan sonra avcı bey de gelip birlikte konuşmaya başlamışlar. O arada padişah sormuş çocuğa: —Oğlum sen nerede bulunuyorsun, demiş. Çocuk cevap vermiş: —Ben filan yerde bulunuyorum, demiş. Bunların hepsi birbirinden ayrılmışlar. Padişah eve gelmiş, canı sıkıntı içinde. Ailelerine çalım etmeye başlamış. “Şevketlim ne o?” diye sormuşlar. —Ne olsun, avcı beyinin yanında bir çocuk gördüm. O çocuğun sıkıntısı, demiş. Aileleri: —Niye götürmedin, demişler. Ertesi gün, gene o çocuk avcı beyiyle ava gitmiş. Çeşmenin yanına varmışlar. O çocuk gene herkesten önde avını yapıp çeşmenin yanına varmış. Gene padişah oradaymış. Konuşup kaynaştıktan sonra avcı bey de gelmiş, hepsi birlikte yola revan olmuşlar. Çocuğa padişah: —Oğlum, bize gidelim, demiş. Çocuk: —Padişahım,  zamanı var, demiş. Herkes evine gelmiş. Padişahın gene canı çok sıkkın. Aileleri sormuş: —Çocuğu niye getirmedin, demişler. —Zamanı var, dedi. Aileleri sormuş “Bu çocuk nerede bulunuyormuş?” diye. “Filan yerde bulunuyormuş.” diye ailelerine söylemiş. O anda padişahın ailelerinin aklına gelmiş, “Bu bizim kız kardeşimizin çocuğu olsa gerek.” demişler birbirlerine. Hemen gene cadı karıya varmışlar: —Böyle böyle. İki gündür bizim padişah bir çocuk görüyormuş. O bizim kız kardeşimizin çocuğu olsa gerek. O cadı karı: —O ise ben sabah anlarım. Ona giderim, o olduğunu anlarım, demiş. Ertesi gün o cadı karı, çocuğun evine gitmiş. Çocuk ava gitmişmiş gene. Çocuğun kız kardeşi varmış evde. Kız kardeşine cadı karı sormuş: —Kızım, siz nerelisiniz, demiş. Kız cevap vermiş. O cadı karı bunların padişahın çocukları olduğunu anlamış. —Kızım, çok iyi, çok güzel ama sizin evinizin kapısına bir de ayna lazım, demiş. Kız sormuş: —Biz bu aynayı nereden bulalım, demiş. Cadı karı: —Filan yerde filler vardır, o fillerin olduğu yerde bir ayna vardır. O aynayı oğlan kardeşine götürt, demiş. Kardeş, akşam avdan gelmiş. —Kardeşim, filan yerde fil varmış, orada fillerin aynası varmış. O aynayı götürüp bizim evin kapısına takarsak daha iyi olur, demiş. Çocuk ertesi gün yola revan olmuş. Fillerin yanına varmış, fakat oradan aynayı alması çok zor ve çok güç imiş. Çocuk hemen cebindeki kitabı çıkarıp okuyarak fillerden aynayı almış. Geriye dönmüş, eve gelmiş. Evin kapısına aynayı takmış. Cadı karı padişahın karılarına: —O sizin padişahın çocukları imiş, ama ben o çocuğu fillerin içine gönderdim. O, bir daha gelemez, onu filler yer, demiş. Hâlbuki çocuk sapasağlam gelmiş. Ertesi gün çocuk gene ava gitmiş. Padişah bu çocuğu iki gündür görmeyince daha fazla canı sıkılmışmış. Ertesi gün o çocuğu görünce sevinmiş. Padişah akşam gene eve gelmiş. Gene canı çok sıkkınmış. Padişahın karıları padişaha sormuşlar: —Gene ne o canının sıkıntısı, demişler. —Gene o çocuğu gördüm, demiş. O vakit padişahın karıları şaşırmış. Hemen gene koşup o cadı karıya varmışlar: —Sen “O çocuğu fillerin içine gönderdim. Gelmez.” dedin. Gene gelmiş, demişler. Cadı karı cevap vermiş: —Ben onu bu defa Kaf Dağı’nın arkasına gönderirim, demiş. Cadı karı gene yola revan olmuş. Çocuğun evine varmış, bakmış ki ayna gelmiş. Cadı karı da şaşırmış. Oğlanın kız kardeşine: —Aynayı götürtmüşsünüz. Şimdiyse Kaf Dağı’nın arkasında perilerin ağaçları var. O çiçek ağaçlarını götürüp aynanın üstüne koymalı, demiş. Oğlan kardeşi akşam eve gelince: —Kardeşim, Kaf Dağı’nın arkasında perilerin çiçekleri varmış, o çiçekten de aynanın üstüne koyarsak daha güzel olurmuş, demiş. Çocuk hemen denizin kenarına varmış. Denize dizgini atmış. Bir kırat çıkmış, “Emret!” demiş. —Emrim şudur ki, Kaf Dağı’nın arkasında perilerin çiçeği varmış, ondan çiçek getireceğiz, demiş. Kırat buna cevap vermiş: —Giden oradan gelmez, fakat gidelim ama korkmayasın, demiş. Ata binip gitmiş. Bir tepeye varmışlar. —Şu gördüğümüz ağaçtaki çiçektir. Ondan alacağız, demiş. —Ben ona doğru varırken bir peşrev yaparım. Aldın ne âlâ, alamadın ne âlâ. Ben perilerin evine yakın varınca bir nara atarım. O vakit yer gök sarsılır. O vakit perilerin dünya güzeli “Üzengiye kadar taş olası!” der. Ondan sonra ikinci defa nara atışımda “Göbeğine kadar taş olası!” der. Orada ben taş olurum, sen elindeki kitabı oku, demiş. Bunlar oraya varmışlar. Bir peşrev yapmış, çocuk çiçekten alamamış. Perilerin evine yakın varınca at bir nara atmış. Perilerin dünya güzeli bu ata “Dizlerine kadar taş olası!” demiş. At orada dizlerine kadar taş olmuş. İkinci defa nara atınca üzengiye kadar taş olmuş. Ondan sonra çocuk şaşırmış. Hemen cebindeki kitabı çıkarıp okumaya başlamış. Kitabı okurken atın dizlerindeki taşlar çözülmüş. Dünya güzeli bunları alıp hemen evine götürmüş. Çocuğa: —Oğlum, dünyada ve ahirette sen benim evladım ol, demiş. Bir iki gün orada çocuk kalmış. Ondan sonra çocuk, bu dünya güzeline derdini anlatmış. Dünya güzeli çocuğa cevap vermiş: —Ben seninle gidip sizin derdinize derman olacağım, demiş. Ondan sonra dünya güzeli ile çocuk birlikte kız kardeşinin yanına gelmişler. Çocuk ertesi gün gene ava gitmiş. Padişah bu çocuğu gene görmüş. Beş altı günden beri görmediği için padişah buna çok üzülmüşmüş. Çocuğa: —Sen birkaç gün neredeydin, diye sormuş. Çocuk: —Hastaydım, demiş.                                                                               “Bugün akşam bize gideceğiz.” diye çocuğa padişah ısrar etmiş. Çocuk: —Şevketlim zamanı var, demiş. Ondan sonra ayrılıp evlerine gelmişler. Padişahın canı çok sıkkın imiş gene. Aileleri sormuşlar “Ne o gene?” demişler. “Bugün gene o çocuğu gördüm.” deyince padişahın aileleri şaşırmışlar. Hemen gene o cadı karıya koşmuşlar. “O çocuk gene gelmiş.” demişler. Cadı karı hemen gene yola revan olmuş. Çocuğun evine yakın yere varmış. Kapıdan girerken dünya güzeli bunu görmüş. “Dizlerine kadar binek taşı olası!” demiş. Orada o cadı karı taş olmuş. Sonra çocuk dünya güzeline: —Valide, padişah beni davet ediyor. Ben ne cevap vereyim, demiş. Dünya güzeli, buna şu sözü söylemiş: —Bugün padişahı görünce “Ben bütün askerimle gelirim.” de, demiş. O gün çocuk gene ava gitmiş. Avını yapıp döndükten sonra çeşmenin yanına gelmiş. Padişah oradaymış. Ayrılırken padişah buna: —Bize gidelim, demiş. Çocuk buna cevap vermiş: —Ben askerimle gelirim, demiş. —Peki, sabah beklerim, demiş. Çocuk akşam eve gelmiş. Dünya güzeline söylemiş. Dünya güzeli sabahleyin çocuk yatarken bir alay asker düzmüş. Çocuğa çığırmış*: —Haydi oğlum! Padişaha ziyafete gideceksin, demiş. Çocuk kalkmış giyinmiş, bakmış ki bir alay asker düzülmüş. Dünya güzeli: —Gideceksiniz, şimdi şu sözü söylüyorum: Üç yol ayrıcında bir kadın var. Şu mendili al, buna gelen tükürür. Bütün askerin geçtikten sonra sen o kadının sağ yanına dikil, yüzünü sil. Sen tükürme, demiş. Bunu görünce padişah öfkelenmiş. Askerlerine bu çocuğu vur emri vermiş. Çocuk askerlere karşı cebindeki kitabı çıkarıp okumaya başlamış. Askerler bu çocuğu vuramamışlar.  Padişah şaşırmış: —Neyse,  ziyanı yok. Onu da alın gelin, demiş. Çocuk padişahın sarayına varmış. Konuşup kaynaşmışlar, çocuk ertesi gün evine dönmüş. Orada gömülü kadının bu defa da sol tarafına dikilmiş. Bütün asker tükürüp geçtikten sonra o çocuk bu kadının gene yüzünü silmiş. Padişaha: —Şevketlim, siz de bize buyurun sabah, demiş. Padişah ertesi gün o çocuğa ziyafete çıkmış. O çocuğun yanında bulunan dünya güzeli, bu padişahın askerlerine hep birer yer hazırlamış. Padişah gelmiş.  Çocuğa misafir olmuş. Dünya güzeli yemek yiyip içtikten sonra kızı bir eline almış, oğlanı bir eline almış: —Bak şevketlim, bu çocuklar senindir, demiş. Kızın başını açmış, altın saçı göstermiş. Oğlanın da ağzında altın dişi görmüş. —Beniâdem cinsinden köpek gövlezi doğmaz, demiş. Senin büyük sultan ve ortanca sultan bu çocukları denize attılar. Şimdiyse bu çocukları Allah esirgemiş. Bunlar senin evladın, deyince padişah, hemen büyük kız kardeşi ile ortanca kız kardeşini cellat edip toprağa gömülü karısını çıkarıp çocuklarla birlikte yaşamışlar.          *here: Küçük (çocuk için). *kunnacı: Karnında yavrusu olan, doğuracak köpek, at, eşek vb. hayvan. *kunnamak: Köpek, at, eşek vb. hayvanlar doğurmak. *gövlez: Kedi, köpek yavrusu. *aile: Eş. *ayrıç: İki yolun ayrıldığı yer, yol kavşağı. *galan: Bundan sonra, artık. *güvenmek: Sevinmek. *aşçı: Lokanta. *çığırmak: Seslenmek; bağırmak.
ÜÇ KIZ
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu pek çokmuş. Bir herifle bir karının bir oğlu varmış. Bu herif oğlunu okutmaya vermiş hocaya. Bu çocuk üç beş gün okuduktan sonra, bu hoca çocuğa nasihat vermiş: — Siz akşamleyin yattıktan sonra rüya görürseniz ananıza babanıza diyecek zaman, “Hayır ola!” demeyince söyleme. Bu çocuk o gün rüya görmüş. Babasına varmış: — Baba ben bugün rüya gördüm, demiş. Babası da: — Söyle oğlum, demiş. Oğlan söylememiş. Oğlanı söylemeyince “Beninle eğleniyor musun?” demiş, döğmüş. Çocuk ağlayarak anasının yanına gitmiş: — Ana, ben bu gün rüya gördüm, diye söylemiş. O da: — Oğlum söyle bakalım, demiş. “Söylemem anam.” demiş o oğlan. Anası da döğmüş. Sonra döğünce çocuk ağlayarak bir padişaha varmış: — Bugün şevketlim ben bir rüya gördüm. O da: — Söyle çocuğum, demiş. Ona da çocuk “Söylemem.” demiş. “Söylemem.” deyince padişah “Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye tutmuş oğlanı zindana atmış. Zindana atınca, üç beş gün durunca bu çocuk acıkmış. Acıkınca zindanın duvarını delmeye başlamış. Duvarını delince öte yanda padişahın bir kızı varmış. Kızına her gün kırk kap yemek hazırlarlarmış. Bu oğlan her gün birini çalar, yermiş. Sonra kız vesveseye dalmış, “Bana kırk kap yemek hazırlıyorlar da biri eksik. Bunu ben gözleyim.” Gözlerken, bu oğlan yemeği çalarken, bileğinden yapışmış: — Sen ins misin cin misin, demiş. Oğlan da: — Ne insim ne cinim, seni beni yaratan Allah’ın kuluyum. Ben böyle bir rüya gördüydüm, babana söylemeye geldiydim; baban da “Hayır ola!” demedi. Ben de rüyamı söylemedim. “Benimle dalga mı geçiyorsun?” dedi. Kolumdan tuttu, zindana attı. Şimdiyse biz de aç kaldık, senin yemeğini çalıyorum. Kız da demiş ki: — Benimle bir olursan her gün karnını doyururum, demiş. Sonra Urus’un* padişahı bizim Türkiye’nin padişahına bir oklava göndermiş: — Bu oklavanın kalın başı, ince başını bilirse bilsin; bilmezse onunla ilanihaye harbim var. Bizim Türkiye’nin padişahı düşünmeye varmış. O zamana kadar kızı yanına gelmiş: — Baba ne düşünüyorsun? — Kızım, Urus’un padişahı bir oklava göndermiş. “Bu oklavanın kalın başı, ince başını bilirse bilsin, bilmezse ilanihaye harbim var.” demiş. Onun için düşünüyorum. — Baba hiç telaş etme. Ben bir akıl düşünürüm, demiş. O zamana kadar zindandaki oğlanın yanına gelmiş. — Urus’un padişahı babama bir oklava göndermiş. “Kalın başı, ince başı bilirse bilsin, bilmezse onunla ilanihaye harbim var.” demiş. Oğlan da: — Ondan kolay ne var; baban bir gün çevirsin oklavayı, suyun içine atsın. Kalın başı aşağı batar, ince başı yukarı çıkar. Kertsin, göndersin, demiş. Bunu babası oğlanın dediği gibi yapmış. Oklavayı göndermiş. Urus’un padişahı “Bunu bildi. Ben bir çift at gönderiyorum, ikisi bir kesimde, bir boyda.” Birbirinden hiç ayırt olacağı yokmuş. “Bunun hangisi tay at, hangisi eke* at olduğunu bilirse bilsin, bilmezse onunla ilanihaye harbim var.” demiş. Bizim Türkiye’nin padişahı düşünmeye varmış. O zamana kadar kızı yanına gelmiş: — Baba sen ne düşünüyorsun, demiş. — Urus’un padişahı bir çift at göndermiş. “Hangisi tay at, bunu bilirse bilsin, bilmezse onunla ilanihaye harbim var.” demiş. Onun için düşünüyorum, demiş. — Baba sen hiç düşünme, demiş. Zindandaki oğlanın yanına gelmiş. — Babama Urus’un padişahı bir çift at göndermiş. “Hangisi eke at, hangisi tay at olduğunu bilirse bilsin, bilmezse onunla ilanihaye harbim var.” demiş. Oğlan: — Ondan kolay ne var; atlara yedi gün arpa yedirsin. Göle atları sürsün. Eke at kenardan dolanır içer; tay at darpılı* gölün içine girer içer. Atı o zaman damgalasın, göndersin, demiş. Aynı oğlanın dediği gibi yapmış. Damgalamış göndermiş. Urus’un padişahı “Türkiye’de ne kadar çok bilen varsa buruya göndersin.” demiş. Türkiye’nin padişahı “Benim bir kızım var. Türkiye’nin ne kadar askeri varsa, hepsi kırılsa kızımı göndermem.” demiş. O zamana kadar kızı yanına gelmiş: — Baba sen ne düşünüyorsun? O da: — Kızım, Urus’un padişahı seni istemiş. Ne kadar askerim varsa kırılsa, gene seni göndermem, demiş. — Baba evveli senin zindana bir oğlan attı mıydın, demiş. — Evet, attıydım, demiş. — İşte o oğlan biliyor. O zamana kadar oğlanı çıkartmışlar: — Oğlum seni Urus’un padişahı istemiş. Gider misin, demiş. — Evet, giderim, demiş. Bu oğlan oradan atına binmiş, yola çıkmış. Giderken de bir yerdinleyene rast gelmiş. — Selamünaleyküm, demiş. O da: — Aleykümselam. Nereye gidiyorsun, demiş. O da: — Urus’un padişahı istemiş. Oraya gidiyorum, demiş. — Ben de gideyim mi, demiş. — Gidersen haydi gidelim. İkisi giderken bir çorbasavurana rast gelmişler. Çorbasavuran: — Nereye gidiyorsunuz? O da: — Urus’un padişahı istemiş. Oraya gidiyoruz, demiş. — Ben de gideyim mi, demiş. — Gidersen haydi gidelim, demiş. Üçü giderken bir pınardondurana rast gelmişler: — Selamünaleyküm pınardonduran, demiş. O da: — Aleykümselam. Nereye gidiyorsunuz, demiş. O da: — Urus’un padişahı istemiş. Oraya gidiyoruz. — Ben de gideyim mi, demiş. — Gidersen haydi gidelim, demiş. Dördü giderken bir çaygoyurana* rast gelmişler. — Selamünaleyküm, çaygoyuran, demiş.  O da: — Aleykümselam, çokbilen. Nereye gidiyorsunuz, demiş. O da: — Urus’un padişahı istemiş de, oraya gidiyoruz, demiş. Beşi bir, Urus’un padişahının katına varmışlar. “İşte bizi istemişsin, biz geldik.” demiş. Urus’un padişahı “Şu odaya koyun.” demiş. Bunları odaya koyunca yerdinleyen yere kapanmış. Urus’un padişahı demiş ki: — Yedi gün bir fırın kızdırın. Oraya koyalım da bunları, yakalım, demiş. Yerdinleyen: — Arkadaşlar, hâlimiz felaket. Onlar da: — Niye felaket, demiş. — Urus’un padişahı yedi gün fırın kızdırtıyor. Bizi oraya koyup da yakacaklar, demiş. Pınardonduran: — Ondan kolay ne var. Siz benim arkamdan gelin, o fırına pesenler* sürdürürüm, demiş. O zamana kadar, bunların beşini de çıkarmışlar, fırına yakmaya götürmüşler. Pınardonduran fırına üfürünce, bütün fırına pesenleri sürdürmüş. — Yahu bize bir sıcak yer yok mu? Bütün burayı pesen sürmüş, soğuktan duramıyoruz, demiş. O zamana kadar “Eski odaya atın!” demiş. Gene yerdinleyen yere kulağını vermiş. Urus’un padişahı “Kırk kazan karavana pişirin de onu yerlerse yerler, yemezlerse yakalım.” demiş. Bunların beşini de çıkartmışlar. — Şu kırk kazan karavanayı yerseniz yiyin, yemezseniz sizi yakacağız, demiş. Çorbasavuran: — Siz arkadaşlar, siz durun da, ben kırk kazan aşı yiyeyim, demiş. Çorbasavuran eline bir çömçe almış. Kırk kazanın kırkının da tuzuna bakmakla tüketmiş. — Yahu beş kişiyi doyuramıyorsunuz da Türkiye’nin askerini nasıl doyuracaksınız, demiş. Urus’un padişahı “Bunları geri odaya atın!” demiş. O zamana kadar yerdinleyen yere kapanmış. Urus’un padişahı “Bunları başka türlü öldürmeyeceğiz. Sabahleyin hepimiz hücum edelim.” demiş. Sabahleyin olunca bunları çıkartmışlar. Çaygoyuran hücum edeceklerini bilince: — Arkadaşlar, siz benim üst yanıma geçin de, onların askerini bütün sele vereyim, demiş. Onlar hücum etmişler. Çaygoyuran apışlarını ayırmış, sidiği goyurunca bütün Urus’un askeri sele gitmiş. Beşi beraber dönüp Türkiye’nin padişahının katına gelmişler. Zindandaki oğlana kızını vermiş. Ötekilerin de dördünü de evermiş. Kırk gün kırk gece düğün etmiş. Yemiş, içmiş muradına ermişler. Allah da bizi muradımıza erdirsin.   *Urus: Rus. *eke: Büyük, yetişkin. *darpılı: Dosdoğru. *goyurmak: Salıvermek, bırakmak, koyvermek. *pesen: Kırağı.
URUS'UN PADİŞAHI
Çankırı
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Sıçan ile karafatma böceği evlenmiş. Sıçanın adı Civlengi; karafatmanın adı da Sultan Kadın'mış. Civlengi: — Ben değirmene gideyim, sen de çeşmeden su doldur gel, der. Sultan su doldurmaya gidince çukura düşer. Debelenir, debelenir bir türlü çıkamaz. Oradan geçenlere bağırır: — Heyyy, değirmene giden, değirmene varırsan, Civlengi'yi görürsen, Sultan Kadın, can kadın suya düştü ölüyor, deyiver. Adam şaşırır, sesin nereden geldiğini bilemez. Değirmene varınca değirmenciye: — Burada Civlengi var mı, diye sorar. Değirmenci: — Öyle birisi yok, der. Adam: — Çeşmede bir ses, “Heyyy, değirmene giden, değirmene varırsan, Civlengi'yi görürsen, Sultan Kadın, can kadın suya düştü, ölüyor deyiver” diye bağırıyordu, der. Civlengi hemen bunu duyunca koşarak çeşmeye gelir. Sultan Kadın'ı bulur. — Ver elini Sultan Kadın, der. Sultan Kadın da: — Geç kaldın, vermem elimi Civlengi, der. — Ver elini Sultan Kadın! — Vermem elimi, Civlengi! Civlengi kızar. — Hadi öyleyse! Deyip oradan gider. Sultan Kadın inadının kurbanı olup orada ölür.
Civrengi ile Mevrengi
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Bir ayı ile yavrusu varmış. Bir gün ayı, yavrusuna: — Senle yayılmaya gidelim, der. Düşerler yola, giderler giderler. Bir ulu cevizin altına varırlar. Anne ayı çıkar cevize. Başlar cevizleri aşağıya indirmeye. O indirir yavrusu yer, o indirir yavrusu yer. Aşağıya iner. Bir baksa hiç ceviz kalmamış, yavrusuna: — Cevizleri niye yedin? Diye sorar. Yavrusu: — Ben yemedim, diye cevap verir. Sen yedin, ben yemedim diye kavga ederler. Anne ayı atacağı cevizleri de yemesin diye, yavrusunun üstüne bir taş koyar, yine çıkar ağaca ceviz toplamaya. Yavrusu o çıkarken taşın altından: — Şu kadarcık cevizi bana zehir ettin, der. Anne ayı ne kadar ceviz varsa hepsini toplar, aşağıya iner. Cevizleri bir tarafa toplar. Yavrusuna da: — Kalk bakalım. Şu cevizleri şimdi beraber yiyelim, der. Bir baksa ki; yavrusu taşın altında ölmüş. Ne cevizden geçebilir, ne yavrusundan. Ama yavrusunu öyle görünce cevizden falan geçer. Yavrusunu sırtına bağlayıp, inleyerek oradan uzaklaşır.
Ayı İle Yavrusu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir köyde anayla oğul varmış. Oğlan dağdan odun keser, sonra bu kestiklerini satar, eve para getirir. Bir gün oğlan yine ormana odun kesmeye giderken, yolda birkaç çocuk görür. Bu çocuklar buldukları yılanı öldürmeye çalışıyorlarmış. Oğlan çocuklara: — Yılanı rahat bırakın. Eğer onu öldürmezseniz, size bir akçe veririm, der. Çocuklar da bunu kabul ederler. Akçeyi alıp, yılanı rahat bırakırlar. Oduncu çocuk birkaç gün sonra yine oduna giderken, önüne kocaman bir yılan çıkar.  Oğlanla konuşmaya başlar: — Sen benim yavrumu ölmekten kurtardın, dile benden ne dilersen? — Sağlığın. — Olsun, yine de ben sana bir mendil vereceğim. Bu mendili yere koyacaksın. Sonra "Açıl mendil açıl, türlü türlü yemekler saçıl" diyeceksin. Sonra içinde istemediğin kadar yemek bulacaksın. Oğlan bu söylenenleri dener. Kocaman bir sofra ortaya çıkar. Neyse oğlan mendili aldığı gibi eve gider. Eve gidince hemen annesine anlatır ve mendili yere koyup: — Açıl mendilim açıl, türlü türlü yemekler saçıl, deyince yine türlü türlü yemeklerin olduğu sofra açılır. Oğlanla annesi doyasıya yedikleri halde, sofrada hiç yemek eksilmez. Oğlan mendili dürüp cebine koyar. Ertesi gün oğlan yine odun kesmeye gider. Yolda karşısına Arap bir çocuk çıkar. Bunlar arkadaş olurlar. Mendili açıp yemek yerler. Sonra Arap çocuk oğlana: — Benim de kabağım var. İstersen senin mendille benim kabağı değişelim, der. Oğlan da: — Senin kabağının ne özelliği var? diye sorar. Arap çocuk: — Kabağı eline alacaksın, kabağı tıklatacaksın, tıklattığında içinden cin çıkacak. Sonra cin: "Emret ağası" der. İşte o zaman cinden ne dilersen dile. İster saray yaptır, ister başka memleketlerdeki padişahın kızını getirttir. Ne istersen yapar, der. Oduncu çocuk da kabul eder ve kabakla mendili değişirler. Oduncu çocuk, Arap çocuk uzaklaştıktan sonra kabağı bir tıklatır. Tıklatınca içinden cin çıkar ve: — Emret ağası, der. Oğlan da: — Git ilerideki Arap çocuğu öldür, elindeki mendili de al gel, der. Cin de çocuğun dediğini yapar ve çocuğu öldürüp mendili getirir. Sonra çocuk eve gelip, annesine başından geçenleri anlatır. Aradan epey zaman geçtikten sonra oduncu çocuk: — Anne artık ben evlenmek istiyorum. Git bana padişahın kızını iste, der.  Annesi de: — Oğlum biz fakiriz, padişah bize kızını vermez, der. Oğlan yine de ısrar edince, kadın istemeye gider. Padişah da kadını kırmadan işi halletmek ister. — En iyisi ben bunlardan yapamayacakları bir şey isteyeyim, onlar da yapamayınca kızı vermekten kurtulurum. Padişah oduncu çocuğun annesine: — Oğlun benim sarayımın karşısına benim sarayımın aynısından yaparsa o zaman kızımı ona veririm. Kadın ümitsizce evine döner. Oğluna durumu anlatır. Çocuk da eline kabağı alır ve tıklatır. Cin: — Emret ağası, der. Çocuk da: — Padişahın sarayının karşısına aynısından bir saray daha yap. Cin de bir gecede sarayı yapar. Padişah sabah uyandığında sarayı görür ve şaşırır. Bu sefer bir şart daha ortaya koyar: — Oğlun benim sarayımdan karşıdaki saraya köprü yapsın. Bu köprünün üzerinde yetişmiş üzüm asmaları olsun. Annesi eve geri döner ve oğluna durumu anlatır. Oğlan da tekrar kabağı eline alır, kabaktan cin çıkar: — Emret ağası, der. — Benim sarayımdan padişahın sarayına kadar köprü yap ve bu köprünün üzerine de yetişmiş üzüm asmaları yap. Cin bir gecede yapar. Sabah uyandığında köprüyü gören padişah hayret içinde kalır. Böylelikle kızı oğlana vermek zorunda kalır. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Oduncu çocuk bununla da kalmayıp, devlerin padişahının kızını getirip onunla evlenir. Aradan zaman geçtikten sonra oduncu çocuğa Hindistan padişahının kızını övmüşler. Oğlan da bu kızı almak için kabağı eline alır. Cin'e: — Bana Hindistan padişahının kızını getir, der. Cin de kızı getirir. O zamanlarda Hindistan'ın durumu hiç iyi değilmiş. Hindistan padişahı ülkesinin durumuna mı üzülsün, kızının kaybolmasına mı? Sonunda bir ferman çıkarır: — Kızımı bulana kızımı vereceğim. Padişahın yemekhanesinde fakir bir oğlan varmış. Padişaha kızını bulacağına dair söz verir. Kızı bulmak için yollara düşer. Gelelim oduncu çocuğa; oduncu çocuk bir gün ava çıkar. Fakat ava çıktığında kabağı evde unutur. Fakir çocuk sora sora bunların köyünü bulur. Dilenci kılığına girerek çocuğun evine varır. Annesi de üzülüp dilenci sandığı oğlanı eve alır, yedirir, içirir. Çocuk bu arada gözleriyle evi yokluyormuş. Tam o sırada Hindistan padişahının kızını görür. Daha sonra duvarda asılı kabağı görür. Kadına bunun ne olduğunu sorar. Kadın kabağın marifetini çocuğa anlatır. Çocuk da: — Ver bir bakayım, der. Kadın kabağı çocuğa verir. Kabağı alır almaz tıklar, cin de: — Emret ağası, der. Çocuk da: — Oduncunun sarayını yerle bir et, Hindistan padişahının kızını alıp ikimizi Hindistan'a götür. Cin de oğlanın dediğini yapar. Fakir çocuk kızı padişaha teslim eder. Padişah da çok sevinir ve kızını ona verir. Damadını mutfakta aşçı başı yapar. Çocuk kabağın marifetini padişaha anlatmaz. Kabağı iki bacağının arasına gizler. Çocuk çalışmakla meşgul iken, biz gelelim oduncu çocuğa. Oduncu çocuk, avdan döndüğünde bir de ne görsün, sarayı yerle bir olmuş. Etrafta kimse kalmamış. Uzaktan sadece bir kedi sesi duyar. Kediyi eline alır. Karnını doyurur. Oduncu çocuk memleketini kimin bu hale getirdiğini anlar. Aradan günler aylar geçer. Oğlan dere tepe düz gidip Hindistan'a varır. Her tarafı kolaçan edip bilgi alır ve kimin yaptığını öğrenir. Hindistan'a kediyle birlikte gelmiş. Gizlice sarayın mutfağına girer. Aşçıbaşının mutfağına girmek çok zordur. Orada demir parmaklıklar vardır. Mutfakta aç fareler vardır. Oduncu çocuk farelere: — Aşçıbaşının bacağının arasındaki kabağı bana getirin, yoksa bu kediye sizi yediririm, der. Fareler kediye yem olmaktansa kabağı almayı tercih ederler. Mutfağa beş fare girer. Farelerden biri kuyruğunu karabibere batırır. Sonra da aşçıbaşının önüne gidip kuyruğunu sallar. O anda aşçıbaşı hapşurur, hapşurunca kabak yere düşer. Fareler kabağı elden ele dolaştırıp oduncu çocuğa getirir. Oduncu çocuk kabağı alır almaz tıklar ve içinden cin çıkar. — Emret ağası, der. Çocuk da: — Burayı yerle bir et. Padişahın kızını al, memleketime götür, der. Cin de çocuğun dediğini yapar. Kırk gün kırk gece düğün olur, mutlu bir hayat sürerler.
Oduncu Çocuk
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir ülkede bir padişah varmış. Bir gün bu padişah hastalanır. Hekimler: — Denizde bir balık vardır. Onun etini yersen ölmezsin, derler. Padişah adamlarına: — Gidin, balığı bulun, diye emir verir. Adamları padişahın oğluyla birlikte balığı bulmaya giderler. Denizde balığı bulurlar. Bir baksalar ki alt tarafı balık, üst tarafı çok güzel bir kız. Oğlan bunu görünce kıyamayıp tekrar denize bırakır. Geri döndüklerinde padişah ne olduğunu sorar. Adamları: — Balığı bulduk ama oğlun geri bıraktı, derler. Padişah, oğlunun yaptığını duyunca onu ülkeden kovar. Sonra annesi, oğlunu çağırır: — Oğlum, çantana azık koyuyorum. Senden önce yemeğe kim başlarsa, onunla yola gitme. Yemeğe senden önce başlamayıp, seni beklerse onunla yola çık. Yolda giderken, bir arkadaş bulur. Azığını açar: — Başla, der karşısındakine. O, başlamaz. Padişahın oğlunun yemesini bekler. — Yemek senin, sen başla, der. Oğlan başlayınca, arkadaşı da başlar. Beraber yola devam ederler. Bir kasabaya varırlar. İkisi birlikte bir işte çalışmaya başlarlar. Çalışırken; padişahın bir kızı varmış, kiminle evlenirse, güvey ölüyormuş, bunu duyarlar. Oğlanın arkadaşı padişahın yanına gider. Kızını arkadaşına ister. Padişah oğlana: — Kızımın evlendiği kişiler ölüyor, der. Oğlan: — Benim dediğim gibi yaparsan, kızını alırız; fakat güveyi gecesi elini eline ben vereceğim, hiç kimse karışmayacak. der. Padişah kabul eder. Düğün hazırlıkları başlar. Güveyi gecesi oğlan, arkadaşının elini gelinin eline verirken, kızın alnından çıkan akrebi öldürür, sonra ellerini birbirine verir, dışarı çıkar. Gelin ile güveyi kavuşturduğunu söyler. Sabah olunca herkes, bu sefer de güvey öldü sanıp, ocağa kazan koyarlar. Güvey uyanır. Hemen padişaha haber verirler, güvey ölmedi diye. Padişah, güveyin arkadaşını çağırır. Güveyin arkadaşı: — Kızının alnında akrep varmış, onu öldürünce güveyin ölmedi, der. Padişah, güveyini çağırır: — Benim yerime geçeceksin, der. Bunun üzerine, oğlanın arkadaşı gideceklerini, kızı da giderse götüreceklerini, gitmezse bırakacaklarını söyler. Kızı, kalmayı kabul etmez. Üçü birlikte yola düşerler. Oğlanın evine varırlar. Arkadaşı oğlana: — Sen, benim kim olduğumu biliyor musun? Diye sorar. Oğlan da: — Hayır; tanışmadan önce senin kim olduğunu bilmiyordum, der. — Ben, denizde bıraktığın balığım; sen bana kıyamadın, ben de sana yetiştim, der. Onlar ermiş muradına...
Denizdeki Balık
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, evin birinde iki tane koca kadın bulunuyormuş. Bunların yaşadığı köyde, bir kralın bir oğlu yaşar. Kralın oğlu, bunların evlerinin önünden geçer. Bu koca kadınlar, ana-kız taklidi yapıp; bir tanesi bahçeye maydanoz koparmaya gider. Bu sırada da oradan kralın oğlu geçer. O oğlanın geçtiğini gören koca karı: — Anne, maydanozun dikeni elime battı, der. Bunu duyan kralın oğlu da koca karıya vurulur. Hemen ailesine gidip istetir. Koca karıyı da bu oğlana verirler. Düğün günü gelip çatar. Kralın oğlu, kızı çok merak eder. Ama kızı bir türlü göstermezler. Gelin çıktığı gün, koca karıyı bir sandığa koyarlar. Hamal bunu alıp, kralın oğlunun evine götürür. Akşam olur. Kralın oğlu merakından duramaz. — Bir bakayım, der. Sandığı açar ki; koca karının dişlerini görür. Hemen onu kaptığı gibi pencereden dışarı atar. Pencerenin yanında da bir üzüm çubuğu varmış. Kadın ona asılıp kalır. Bir gece orda durur. Koca karının başına gelen melekler, ona dileğini sorarlar. O da genç kız olmak istediğini söyler. Melekler de onu genç kız yapar. Oğlan, aşağı baktığında genç kızı görür ve onu içeriye alır. Sonra kırk gün, kırk gece düğün edip mesut yaşarlar.
İki Koca Kadın
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde bir anayla oğlu yaşarlarmış. Bu oğlanın saçları yokmuş. Bu yüzden annesi onu “kel oğlum” diye severmiş. Bir de bu çocuk şımarık ve tembelmiş. İş yapmayı hiç sevmezmiş. Annesi: — Oğlum artık kocaman oğlan oldun, çalışıp eve para getirme zamanın geldi de geçiyor bile, der. Oğlan da iş bulmak için yollara düşer. Yolda düşüne düşüne giderken bir demir para bulur. Parayı alır. — Ben bu parayla üzüm alsam sapı var; armut alsam çekirdeği var, et alsam nerede pişireceğim. En iyisi ben buna leblebi alayım. Bir çuval leblebi alır ve köyün yolunu tutar. Giderken susar ve önüne bir dere gelir. Eğilip şuradan su içeyim derken bütün leblebiyi dereye döker. — Ben şimdi anama ne diyeceğim. Elim boş gitmek zorunda kalacağım, diye söylenir. O sırada suyun içinden peri çıkar: — Keloğlan niye üzülüyorsun, deyince o da olanları anlatır. Peri: — Bu derenin altında padişahlar yaşıyor. Padişahın kızının düğünü olurken senin leblebiler onların üstüne döküldü. Onlar da yediler. Sen onlara hakkını helal et de, ben sana bir kutu vereyim. Bu kutuya istediğin zaman “Açıl kutum.” dersin; sana bin bir çeşit sofra açılır, “Kapan kutum.” dersin, kapanır, der. Oğlan da kutuyu aldığı gibi köyün yolunu tutar. Yolda karnı acıkır. Kutuya, “Açıl kutum.” demesiyle bir kutu açılır ve istediği kadar yemek yer. Sonra kutuyu alıp köyün yolunu tutar. Annesine kutuyu gösterir. Annesine ve bütün köylüye ziyafet çeker. Böylelikle fakirleri sevindirir. O günden sonra Keloğlan ile annesi mutlu bir hayat sürerler.
Keloğlan
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Çok eskilerde iki üvey kız kardeş varmış. Abla zengin, bir o kadar da bencilmiş. Küçük kız fakirmiş. Kocası da ölmüş, çocukları yetim kalmış, gelirleri de yokmuş. Geliri olmadığından küçük kız ablasının evinde çalışır. Evinin her işini; temizlik, yemek, yapar. Bulaşıkları yıkar. Fakat ablası emeğinin karşılığını vermez. Bunun için çocukları açtır. Kadın da ablasının evinde yoğurduğu hamurların bulaşıklarını yıkamaz, evine getirir, elinin bulaşıklarıyla bulamaç yapar, çocuklarına yedirir. Uzun zaman böyle idare eder. Bir gün ablası sorar: — Kardeşim, senin gelirin yok. Çocukların ne yer, ne içer? Kadın ablasını yardım edecek sanarak: — Elimin hamurunu evde yıkayıp, onunla bulamaç yapıyorum, der. — Evimin bereketini götürüyorsun, elini yıka da git! Kadın ağlayarak evine gider. Çocukları açtır. Tencereye taşı koyar, “Çorba pişiriyorum.” diye çocuklarını kandırır. Bu, üç-beş gün böyle devam eder. Çocukları ağlayınca dağa odun toplamaya gider. Dağın eteğine vardığında, karşısına bir delikanlı çıkar. Der ki: — Esen rüzgârda, yağan yağmurda nereye gidersin teyze?” — Oğlum, Allah'la pazarlık mı edeceğiz? Allah'tan gelene şükürler olsun. Delikanlı:  — Teyze, ver çuvalını. Sen otur, ben sana toplarım odun, der. Delikanlı odunu toplar, kadının eline verir çuvalı. Kadın eve gelir, çuvalı bir döker ki, sarı sarı altın. Artık ihtiyaçlarını rahat rahat karşılarlar. Bir gün ablası gelir. — Ekmek yapmaya da gelmiyorsun, ne yer ne içersiniz, diye sorar. Kadın başına gelenleri anlatır. Bunun üzerine ablası da hemen eski püskü bir şeyler giyer. Çuvalı alır, güya odun toplamaya gider. Delikanlı aynı yerde yine çıkar ve sorar: — Teyze; esen rüzgârda, yağan yağmurda nereye gidiyorsun?” Kadın: — Kırk yılda bir odun etmeye gidiyorum; yağan, esen yerine taş tıkansın, diye lanet getirir, memnuniyetsizliğini belirtir. Delikanlı: — Sen otur teyze, ben toplarım odunu, der. Toplar odunu, verir eline. Verir de: — Şunu der, evine götürünce açmadan nerede delik, govuk varsa tıka, der. Kadın sevinir. Çuvalı evinde bir boşaltır ki, içinden gıvıl gıvıl yılanlar çıkar. Kadın ettiklerini bulur.
İki Üvey Kız Kardeş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evveli bir çingene kadınla kızı varmış. Bir gün bunlar kelle pişirirler. Başka bir çingene de o eve isteyiciliğe gelir. Kız da anası görmeden kesilen koyunun üç paçasını veriverir. Anası duyunca kıza: — Or... üç paçamı bul, or… üç paçamı bul, diye yanaşır. Padişahın oğlu da cingen kızını görür ve ona vurulur, padişahın oğlu kızla evlenir, onun çingene kızı olduğunu bilmiyordur. Kız, padişahın oğluna: — Anam yok, der. Evlendikten sonra, kızın anası onlara bilmeden isteyiciliğe gider. Kadın, kızını görünce yine: — Or... üç paçamı bul, or… üç paçamı bul, diye yanaşagelir. Kız da: — Sus ana, ben seni padişah oğlu duymadan, evde köle diye çalıştırayım, der. Kadın da: — Olmaz, der. Sonra kız anasını bir kakar*, öldürür. Kız, oğlan görmeden anasını bahçeye gömer. Sabaha kadar o mezarın üstünde nar ağacı bitmiş. Sabah kız kalksa baksa ki; mezarın üstünde nar ağacı peyda olmuş. Hemen nardan koparır. Nar da: — Or… üç paçamı bul, or… üç paçamı bul, demeye başlar. Kız güler. Padişahın oğlu da: — Ne gülüyon, diye sorar. Kız da: — Senin bıyıklarını, bizim evin tuvaletinin süpürgesinin tellerine benzettim, der. Oğlan, kız böyle deyince onların evlerini merak eder. Kıza bir gün: — Sizin eve gidelim, der. Kız da: — Anamgilin ev uzaktır. Kırk gün kırk gecede anca varırız. Ekmek edip, katırlara yükleyip gidelim, der. Gide gide bir yere varırlar. Oğlan bir ağacın altında uyuyakalır. Orada da ak yılan ile karayılan kavga ediyorlarmış. Ak yılan ermişlerden imiş. Karayılan da onu öldürecekmiş. Ak yılan kıza: — Beni kurtarırsan ne istersen veririm, der. Kız başından geçenleri anlatır. — Benim ne anam var, ne babam. Padişahın oğlu da bana, anangilin evine gidelim diyor. Bana bir ev göster de; padişahın oğlunu oraya götüreyim. Kız, ak yılanı kurtarır. Ak yılan: — Uzakta bir ışık var, oraya gelin, der. Giderler. Ev çok güzeldir. Oğlan da tuvaleti merak eder. Neyse oğlan tuvalete gider. Kapısını bir açmış bakmış; nalinler, aynalar, süpürgeler pırıl pırıl. Süpürgenin dallarında da cevahir yanıyormuş. Oğlan, tuvalete girmeden geri döner. Kıza da: — Sen beni iyi şeye benzettin, der. Kırk gün, kırk gece bir daha düğün ederler. Onlar ermiş muradına...   *kakmak: İtmek.
Cingen Kızı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde biri kız, biri erkek iki çocuk öksüz kalmış, analıkları da bunları evden kovmuş. Bunlar yolda giderken bir göle rastlarlar, bu gölün suyunu içen geyik olurmuş. Erkek kardeş susayınca bu gölden su içer ve geyik olur. Kız, kardeşini bırakmaz. Kardeşi: — Nereye gidelim? Horoz ötene mi; tütün tütene mi? Diye sorar. Horoz öten köy kendi köyleriymiş. Tütün tüten köye giderler ve orada acıkırlar. Kız; erkek kardeşine: — Sen beni bekle, ben şu kapıyı çalıp ekmek isteyeyim, der. Kapıyı çalar, içeri girer, içeridekiler ekmek yapıyormuş, kıza ekmek verirler. Kız: — Bir de kardeşim var, gölden su içip geyik oldu. Ekmek veren kadın: — Sana da kardeşine de bakarız, seni oğluma alayım, der. Kız: — Kardeşime ömür boyu bakarsanız, oğlunuza varırım, der. Kız oğlana varır, meğer bu oğlan padişahın oğluymuş. Aile, kızın geyik olan kardeşine de bakar. Bir gün bir cadı kadın gelir. — Benim bildiğim güzel bir yerde eğlence var.” diyerek kızı alıp götürür ve göle iter, kız da hamiledir. Cadı kadın, kendi kızını giydirip, padişahın evine getirir. — İşte gelininiz, der. İki üç gün sonra kızın kardeşini de kovdurur. Geyik: — Kardeşimin atıldığı göle gidip geleyim, öyle kovun, der. Geyik göle varır. — Bacım, nerdesin? Düşman beni kovuyor, der. Kız: — Düşman beni itti, balık beni yuttu, bebek karnımda bana ne diyorsun, der. Geyik, eve gelir. Sabah olur. Geyik giderken padişah, arkasına adamlarını takarak bu geyiğin gittiği yeri öğrenmesini ister. Adam takip eder, kızın geyiğe söylediklerini duyar ve padişaha anlatır. Padişah, köylerdeki bütün adamları toplayıp gölü ayıklatır. Balıklar meydana çıkar. Balığın içindeki gelin de: — Ben buradayım, diye bağırır. Kızı çıkarırlar. Cadı kadınla kızını katırların kuyruğuna bağlayıp mezarlığa götürürler, mezar taşlarına çarpa çarpa, katırlar ikisini de öldürürler. Onlar ermiş muradına…
İki Kardeş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, ormanda bir aile yaşarmış. Bunların bir oğlanları, bir de kızları varmış. Çok mutlu bir hayat sürerlerken, anneleri hastalanıp ölmüş. Babaları da çocuklara anneleri gibi bakamamış, evlenmiş. Üvey anne eve gelince, evin düzeni bozulmuş. İlk günlerde iyi olan kadın, sonraları çocukları istememiş. Adama: — Ben bu çocukları istemiyorum. Ormana bırakıp gelelim. Ne halleri varsa görsünler, deyince, adam da çocuklarını alıp ormana gider. Çocuklar, gece üvey anneleri ile babalarının konuşmalarını duydukları için ceplerine çakıl taşları doldururlar. Yere dökerek giderler. Adam onları ormana bırakıp, eve döner. Çocuklar da akşam olunca attıkları çakıl taşlarını takip ederek, evlerine geri dönerler. Kadın bunları görünce sinirlenir. — En iyisi bunları odalarına kilitleyelim, taş toplayamasınlar. Yarın gider, yine bırakır gelirsin. Bu sefer evin yolunu bulamazlar. Çocuklar da bu sefer yedikleri ekmeklerin kırıntılarını ceplerine saklarlar. Babaları, sabah bunları yine ormana bırakır. Çocuklar giderken, ekmek kırıntılarını yere atarlar. Ancak geri dönmek istediklerinde, ekmekleri kuşların yediğini görürler. Ne yapacaklarını bilemeden yürümeye başlarlar. Giderken önlerine bir ev çıkar. Bu evde yaşlı bir kadın oturmaktadır. Ondan yardım isterler. Kadın da bunları evine alır. Ama kadın cadıymış. Çocuklar bunu anlamazlar. Kadının yaşlı olduğu için, gözleri az görüyormuş. Sonra kadın, oğlanı kafese atar. Kızı da kendisine hizmet etmesi için, evde bırakır. — Eğer kaçmaya çalışırsan, ağabeyini öldürürüm, der. Bu yüzden kız kaçamaz. Cadı kadın, oğlanı beslemeye başlar. Amacı oğlana kilo aldırıp, onu yemektir. O kadar tavuk yedirir. Oğlan bir türlü şişmanlayamaz. Kadın bunu görünce, daha çok besler. Oğlan kadının cadı olduğunu anlayınca, kendine bakmaya geldiğinde parmağı yerine, yediği tavuğun kemiğini uzatır. Cadı da, oğlanı zayıf sanır. Sonunda cadı dayanamaz, oğlanı yemeye karar verir. Kıza kocaman bir kazan verir. — Bu kazanın altını yak, suyu doldur, ağabeyini yiyeceğim. Kız, ağabeyini kurtarmak için çare düşünürken cadı gelir ve yemeğin tuzunu atıp atmadığını sorar. O zaman kız da: — Benim boyum yetişmiyor. Tuzuna sen eğilip bakarsan, daha iyi olur. Cadı da inanır ve eğilip bakar. Tam o sırada, kız cadıyı kazanın içine iter ve cadı ölür. Sonra kız koşup, ağabeyini parmaklıklardan kurtarır. Ağabeyi ile evin içine girerler. Kadının altınlarını, değerli eşyalarını alırlar. Hemen oradan uzaklaşıp babalarının evini bulurlar. Başlarından geçeni babalarına anlatırlar. Altınları gösterirler. Anne ve babaları da, onları ormana bıraktıkları için pişman olurlar. Hep birlikte mutlu bir hayat sürerler.
Oduncunun Çocukları
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir ana ile bir babanın üç kızı, bir de oğlu varmış. Anaları babaları ölmüş. Bunların, bir de ahırdaki atları varmış. Diğer yanda, başka bir kızın da anası babası ölmüş, kızcağızı yola koyuvermişler. O kız da, ayın on dördü gibi güzel imiş. Herkes bilmesin diye, deriden elbise dikinmiş. Üç kızla bir oğlangilin ahırına varmış, bir bucağa yatmış. At da vire* kişner imiş. Aşağı inmişler. Onu orda görmüşler. “Burada yatılmaz” diye onu yukarı çıkarmışlar ve çardağa yatırmışlar. Kızlar da ağabeylerine: — İlle de seni everelim, derler. Sonra ekmekleri tükenir, ekmek etmeye kalkarlar. O kız da: — İlle ben de eden, ben de eden, der. Onlar da: — Git, senin ettiğin yenmez, diye ona ettirmezler. Eline pişirgeci, oklavayı vuruvuruverirler. Sonra ekmekten kalkarlar. Giyinip kuşanıp, ağabeylerine kız beğenmeye düğüne giderler. Onlar başka yerden giderken, o Tülü Kız da deriyi çıkarır. Onlardan önce düğün evine varır. Kızlar da düğün evinde bu kızı çok beğenirler, ona: — Sen nerelisin, hangi köydensin, diye sorarlar. O da: — Elime pişirgeç, oklava vuran köydenim, der. Gerisin geri düğünden dönerler. Tülü Kız da deriyi giyip, onlardan önce eve gelir. Ertesi gün, ağabeylerine: — Çok güzel kız bulduk, derler. O da yüzük bozup gelir.  — Kim ise gidin, yarın bu yüzüğü ona verin, der. Öbür gün yine giderler. Tülü Kız da gider. Yüzüğü ona takarlar. Eve gelince yine deriyi giyer. Ağabeylerine o kızı aramaya, eline pişirgeç vuran köyünü bulmaya gideceklerinden ekmek edeceklerdir. Kız da: — İlle ben de eden ona verin, yemezse yemesin köpeklere atıversin, deyince ona da ettirirler. Tülü Kız da, ağabeylerine ekmek edecekleri hamurun içine yüzüğü gömer. Oğlan, atıyla o köyü aramaya gidince bulamaz. Çok dolaşır, ekmeği de tükenmiştir. O kızın ekmeğini yerken, Tülü Kız'ın koyduğu yüzük ağzına gelir. — Ha! O kız, Tülü Kız'dı, der. Hemen eve gelir. Kardeşlerine: — Akşam, benim döşeğimi Tülü Kız edecek, der. Kızlar: — Hiç onun ettiği döşeğe yatılır mı ağabey, dedilerse de dinlemez. Akşam Tülü Kız döşeği ederken, bıçağıyla deriyi yırtar. Kızı görür. Kız kardeşlerine der. Kız kardeşleri de Tülü Kız'a: — Bilememişiz bizim kız, yenge affet, derler. Kırk gün, kırk gece düğün olur. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…   *vire: Sürekli.
Tülü Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, bir yerde bir adam varmış. Adamcağızın üç oğlu, üç kızı varmış. Adamcağız hastalanır, evlatlarını başına çağırır: — Gelin evlatlarım, ben öleceğim. Yalnız, size bir vasiyetim var. Kızlarımı kim isterse ona verin. Şöyle böyle demen… Der. Adam ölür. Aradan günler gelip geçer. Bir aslan gelir. — Hak dost kül dost, der. Oğlana, — Senin büyük kız kardeşini, Allah'ın izniyle bana verin, der. Birbirine bakarlar. — Soyu belli değil, sopu belli değil, nasıl vereceğiz kardeşimizi buna, derler. Küçük oğlan: — Ne olursa olsun, ben babamın vasiyetini yerine getireceğim. Vereceğim kız kardeşimi, der. Neyse aradan üç ay gelir geçer. Bir tane tilki gelir. O da ortanca kızı ister. Yine birbirine bakarlar. — Nasıl vereceğiz buna, derler. Küçük oğlan: — Olsun, ben vereceğim, der. Ona da verirler. Neyse, aradan bir zaman daha geçer. Serük Paşa diye biri gelir. O da ister. — Bu sefer katliken (katiyen) vermeyiz, derler. Aradan on gün geçer, yirmi gün geçer. Küçük oğlan: — Olsun, ben vereceğim, der. Öbür kardeşler de kabul ederler. Neyse, gel zaman git zaman, evveli ateş bulunmuyormuş. Akşam olur. Kardeşleri de gelmek üzeredir. Küçük oğlan bakar etrafına, ilerde bir ateş görür. Yanına varır. Yedi tane dev oturmuş, kazanda insan kaynatıp yiyorlarmış. Bunu görünce: — Heeeeeyt! Biz, seni gece ararken; sen gündüz ayağımıza geldin. Eğer, şu kazanı şuradan kaldırıp şuraya koyarsan, başımızın üstünde yerin var. Eğer kaldırıp koyamazsan, o kazanın içine seni koyacağız, derler. O: — N'olcak bu filan, ben bunu kındil* parmağımla kaldırırım, der. — Heeeeeyt! Ya Allah, ya Muhammet, ya Ali! Der. Ali gücü ver, der. Kazana yaklaşır. Devler: — Dur, derler. Devlerin hoşuna gider. Onun için koyun kuzu keserler, yedirirler. Aradan zaman geçer. Buna, yedi tane anahtar verirler. Sekizinciyi de verirler. — Fakat onu açma. derler. Neyse birini açar. Güzel kız, hazine vardır. Şeytan ya bu, onu durutmaz. Sekizinciyi de açar. Yedi başlı bir canavar vardır. Canavar adamı döver, kızı alıp kaçar. Bu, eve döner. Aradan bir zaman geçer. — Ben gideceğim. O kızı, canavardan alıp evleneceğim, der. Kardeşleri: — Gel gitme, buradan sana istediğin kızı alalım, derler. O: — Yaa, ben ille de gideceğim, der. Neyse gider. Bir ormana varır. Ormanda yalnız bir saray varmış. O saraya varır. Bir de ne görsün, büyük kız kardeşinin evi değil miymiş? Bunlar sevinir. Kız kardeşi: — Sen saklan, eğer kocam seni severse gel. Sevmezse görünmeden kaç. Yoksa öldürür, der. Neyse, akşam Aslan Bey eve gelir, yemeği yer. Karısı: — Kardeşlerimden hangisi gelse iyi, der. Oğlan kardeşi de dinler. Aslan Bey: — Eğer büyük ağabeyin gelsin, kulağım kadar etini bırakmam. Ortanca kardeşin gelsin onu da komam, amma küçük kardeşin gelsin; başımın üstünde yeri var, der. Küçük oğlan çıkar, sarılırlar; yerler, içerler. Neyse, küçük oğlan derdini anlatır. Aslan Bey: — Biz kırk yerden onun hakkından gelemedik, ne yapacaksın boş ver. Elini salla kırkını getireyim sana, der. — Yok! Gideceğim. — Eh; hadi Allah selamet versin. Oğlan gider. Giderken giderken tilkinin evine varır. Orada da kardeşi saklar ve tilkiye, hangi kardeşinin gelmesini istediğini sorar. O da, Aslan Beyin verdiği cevabı verir. Neyse, orada da biraz kaldıktan sonra yola koyulur. Gider, gider küçük kardeşinin evine varır. Orada da sevilir, sayılır. Hepsi de: — Gitme, sana istediğin kadar kız buluruz, derler. — Yok, der. Yine yola düşer. Gider gider, yorulur. Bir ağacın gölgesine yatar. Canavar, bunu görür ve parçalar. Neyse, bir torba bulup bütün parçaları alır, ama kındil parmağını bulamaz. Bunu, atın üstüne koyar, denize atar. At da, onun sevdiği kız imiş. Canavardan kurtulabilmek için, at kılığına girmiş. Neyse, at varır; oğlanın öbür üç kardeşine durumu anlatır. Aslan Bey, Tilki Beye: — Buna çareyi sen bulursun, der. — Bize şimdilik hayat suyu lazım. Öyle olmayışın, biz de rahat edemeyiz; kardeşlerimiz de rahat edemez. Bize ettiği bu iyiliği, şimdi biz de ona edeceğiz, derler. Biri gider, hayat suyu arar; diğeri de gider, parmağı bulur. Parmağı suya batırırlar, oğlan dirilir. Kırk gün, kırk gece düğün ederler.   * Küçük parmak.
Üç Erkek Kardeş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, bir köyde su kıtlığı varmış. Bu su kıtlığı da devlerin suyu vermeyişinden ileri geliyormuş. Köylüler, devlere bir kız verirlermiş. Devler bu kızı yiyesiye kadar suyu akıtırlarmış. Devler bu kızı yiyesiye kadar ne verirlerse, köylüler onunla yetinirlermiş. Bir de, bu köyde Deli Mehmet adında biri yaşarmış. Bir gün, kız verme sırası padişaha gelir. Devler, Deli Mehmet'e gelip: — Eğer biz seni yersek, padişahın kızını yemeyeceğiz, derler. Deli Mehmet, bir hile düşünerek bu devleri yok etmek ister. Bir gün padişahın küçük kızıyla anlaşarak; padişahın köşkünün duvarına bir merdiven kurar. Bir gece, Deli Mehmet devlerin hepsini, “Padişahın güzel kızlarını yiyeceksiniz.” diyerek sarayın önüne getirir. Deli Mehmet hemen padişahın evine merdivenle çıkar. Devlerin hepsi de aşağıda beklerlermiş. Deli Mehmet, devlerin teker teker çıkmalarını söyler. Her çıkan devi kesip, saklar. Bütün devleri böyle böyle kesip, bitirir. Padişahın sarayında gizli bir yere gömer. Gömdüğü esnada; padişahın küçük kızı, devlerin kanlarını Deli Mehmet'in sırtına sürerek bellilik* eder. Sabah olur. Ne dev kalır, ne bir şey. Devler ölünce, su kendi başına akmaya başlar. Sonra devlerin öldürüldüğü anlaşılır. Padişah, devlerin kim tarafından kesildiğini öğrenmek ister. Her gördüğüne sorarmış. O dermiş, ben öldürdüm, o dermiş, ben öldürdüm. Sonra padişahın kızı babasına, öldürenin sırtına bellilik ettiğini söyler. Kızı, herkesin sırtına baktırtır. Bu şekilde Deli Mehmet'i bulurlar. Deli Mehmet padişahın sarayına davet edilir. Padişah: — Dile benden ne dilersen. Deli Mehmet: — Sağlığını isterim, dediyse de, padişah kabul etmez. Deli Mehmet de: — Biz üç kardeşiz, kimin üç kızı varsa onlarla evlenmek istiyoruz, der. Padişahın da üç kızı varmış. Padişah: — Tamam, kızlarımı vereceğim, der. Amma öldürdüğün devlerin akrabaları varmış. Bunlar denizde yaşarmış. Eğer siz dışarılara çıkarsanız, bunlar sizi öldürür. Onun için dışarı çıkmayıp; sarayda durun, dediyse de Deli Mehmet'e söz dinletemez. Padişah, üç kızını üç erkek kardeşe verir. Kızlarını üç kardeşin atına bindiriverir, yola koyulurlar. Deli Mehmet'in üç kız kardeşi varmış. Bunları, daha önceden kendileri evlenmeden evlendirmiş. Deli Mehmet; kız kardeşlerinden birini kuşlar pirine, diğerini aslanlar pirine, öbürünü de kaplanlar pirine verir. Deli Mehmetgil yollarda giderken ölen devlerin akrabalarından biri, Deli Mehmet'in karısını kaçırır, deniz içindeki köşküne götürür. Bu ölen devlerin akrabalarına deniz aygırı derler imiş. Deli Mehmet, kardeşleri “gitme” dediyse de, karısını kurtarmak için deniz aygırının arkasından gider. Fakat aklına bir fikir gelir ve geri döner. Hemen arkadaşlarının yanına gider ve oradan da enişteleri olan aslanların piri, kaplanların pirine. — Bana yardım etmezseniz, kız kardeşlerimi sizden ayırırım, der. Sonunda kuşların piri, bütün kuşları toplar. Üç yüz üç yaşında bir akbaba varmış. Akbaba: — Ben annemin karnındayken, deniz aygırının evini gördüm, der. Bunların köşkünde bir tılsımın olduğunu söyler. Akbaba ile Deli Mehmet su aygırının köşküne varırlar. Daha sonra Deli Mehmet karısını kurtarır. Geri dönerlerken, gökte duran bir aygır bunları görür. Çığrınıp* gelerek, Deli Mehmet'in üzerine atılarak, etlerini lime lime eder. Kızı yine geri götürür. Etini lime lime ettiği Deli Mehmet'i, kuşların pirine geri yollar. Kuşların piri: — İlle de Deli Mehmet'i dirilteceksiniz, der. Üç yüz üç yaşındaki akbaba: — Su aygırının köşkünde, tılsımın içinde, Deli Mehmet'i diriltecek ilaç var, der. Akbaba ile kuşlar, su aygırlarının köşküne giderler. Ve onlar görmeden, tılsımın içindeki ilacı alıp gelirler. İlacı Deli Mehmet'in etlerine dökerler. Deli Mehmet, eskisi gibi olur, dirilir. Kendisini dirilten şişeyi eline alan Deli Mehmet, deniz kıyısına giderek iki koyun kesip; deniz dibindeki kayalara bunların kanlarını akıtır. Deniz aygırı onu yalamaya çıkar. Aygır kanları yalarken, Deli Mehmet birden aygırın yelesinden tutup, üstüne atlar. Bir türlü kurtulamayan aygır: — Ne derdin varsa söyle, der. Deli Mehmet: — Beni kesen, karımı kaçıran aygırın öldürülmesini istiyorum. Su aygırı: — Elindeki tılsımı denize attığında onlar ölür, der. O da şişeyi denize atar, ölürler. Ondan sonra da üç kardeş mutlu yaşarlar.   * İşaret. * Bağırmak.
Deli Mehmet
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir evde üç kız varmış. Kapının önünden bir padişah geçerken büyük kız: — Ah, şu, beni alsa, halı dokuyuverin. Onun küçüğü de: — Beni alsa, zili dokuyuverin. En küçüğü de: — Sırma saçlı kız ile kalayım karakaşlı bir oğlan doğuruverin, der. Padişah kızların üçünü de alır. Büyük kız halı falan dokumaz. Onun küçüğü de zili dokumaz. En küçüğünün bir oğluyla bir kızı olur. Büyükleri de bunu istemezler. Kutunun içine kızla oğlanı koyarlar, denize atarlar. Gel zaman git zaman bunları bir denizci bulur. Bu çocukları çıkarır, evine götürür, hanımıyla büyütürler. Büyük kız kardeşler, bu çocukların anasını da çocuğu olmadı, diye bir merdivenin altına gömerler. Gelen giden taş atar, gelen giden taş atar. Padişah büyük kız kardeşlere: — Hani bunun çocuğu, diye sorunca, ona da, — Bir kedi eniği ile bir köpek eniği doğurdu, ölecek bu, ölsün, derler, o da ölmez, orada kalır. Gel zaman git zaman çocuklar büyür. — Sizi teyzeleriniz denize attı, diye çocuklara söylerler Çocuklar eve gelir, kapıyı çalarlar. Teyzeleri çıkar: — Siz kimsiniz, derler. Çocuklar da: — Biz biziz, diyerek, bir hayvana binip dama çıkarlar. Teyzeleri: — Oğlum, inin damdan! Diye bağırınca. Onlar da: — İnmeyiz, derler. Teyzesinin biri daha çıkar. — Endiki* hayvan ne yer? Der. — Şabınan şeker yer, derler. Padişah çıkar dama: — Şabınan şeker mi yer hayvan, der. Çocuklar da: — İnsan olan, kedi ile köpek mi doğurur, derler. Öyle deyince çocukları içeriye alır. İçerde çocuklara ne demek istediklerini sorar ve öğrenir. Merdivenin yanından her geçen, çocukların analarına taş atar, bu çocuklar analarına gül atalar. Padişah yukarı çıkar ve: — Ne demek bu, der. Kızla oğlan da: — Bizim anamız bu, derler. Padişah çocuklardan gerçeği öğrenince, öteki kardeşlere: — Kırk katır mı istiyorsunuz kırk satır mı? Diye sorar. Onlar da katırları kabul edince katırın arkasına bağlayıp, atarlar kızları. Kızla oğlan evde kalırlar. Anasını bulunduğu yerden çıkarırlar. Mutlu bir hayat sürerler. Onlar ermiş muradına…   * Elindeki.
Üç Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir varmış, bir yokmuş. Bir adamın karısı ölmüş, bir kızıyla kalmış. Yeniden evlenmiş, yeni gelen kadının da yanında bir kızı varmış. Aradan zaman geçmiş. Üvey ana kocasına: — Bu kızı nereye götüreceksen götür, der. Kızını alır adam. Oduna götürüyorum, diye bir dağın başına götürür. — Sen burada uyu, ben odun edip geleyim, der. Oradan uzaklaşır. Kızın yanında da bir kabak vardır. Uyanır: — Tak tak eden gabacığım beni goyup giden bubacığım, deyip, ağlayarak yola düşer. Bir ihtiyar kadına denk gelir. — Nene, ben senin kızın olayım. Bugün burada yatayım, der. O da: — Hayır, kızım, benim bir dev oğlum var seni yer, der. Kızcağız: — Yok, nine yemez, ben bugün burada kalayım, der. Yaşlı kadın: — Elimdeki dikeni çıkarırsan, kafamdaki bitleri bitlersen kal, der. Kız: — Tamam, der. Dikeni çıkarır. Kadının kafasındaki bitleri temizler. Dev oğlu gelir: — Ana, ana insan eti kokuyor. Anası: — Git, nerden olsun insan burada, dişinin dibini gurca. Bir kurcalar dişini, bir insan bacağı çıkıp gelir. Neyse; yatarlar, sabahleyin dev oğlan gider. Orada akan bir dere vardır. İhtiyar nine kıza: — Kızım; bu dereden ak su gelirse seslenme, kara su gelirse seslenme, sarı su gelirse seslen bana, der. Kız; ak su gelir seslenmez, kara su gelir seslenmez, sarı su gelince: — Nine, sarı su geldi, der. Nine, hemen kızı sarı suya batırır; çıkarır. Her tarafı altın olur. Kız, eve giderken, evin horozu kızı görünce ötmeye başlar: — Ablam altın oldu, geliyor üürüürüüüü, diye. Üvey ana: — Git, kör olasıca nerden olsun ablanın her yanı altın, ablan öldü, der. Bir baksalar hakikaten kızın her yanı altın olmuş gelir. Üvey ana kocasına: — Git, onu nereye koyduysan benim kızı da oraya koy, der. Babası bu sefer o kızı, odun etmeye gidiyoruz, diye aynı yere götürür. — Sen burada uyu, ben şuradan odun kesip geleyim, diyerek oradan uzaklaşır. Uyanınca bakar ki babası yok, o da: — Tak tak eden gabacığım, beni goyup giden bubacığım, diye ağlayarak yollara düşer. Yine o ihtiyar kadın denk gelir. — Nine, ben bugün burada kalayım. O da: — Benim dev oğlum var, seni yer, deyince, Kız: — Yemez, der. Kadın: — Elimdeki dikeni çıkarıver, kafamdaki bitleri temizleyiver, der. Kız: — Ne bitleri temizlerim, ne de dikeni çıkarırım, der. Dev oğlu akşam yine gelir. — Ana insan eti kokuyor.  Anası; yine: — Nerden olsun, dişinin dibini gurca, deyince bir kurcalar, bir insan bacağı daha çıkar. Sabah olur, dev oğlu gider. İhtiyar nine dediklerini yapmayınca, kıza ceza vermeyi düşünür. Evine gidecekken: — Dereden ak su gelirse seslenme, sarı su gelirse seslenme, kara su gelirse bana seslen, der. Kara su gelince kız haber verir. Kızı bandırır, kızın her yanı zift olur. Kız eve vararaktan horoz ötmeye başlar: — Üürüüüü! Ablamın her yanı zift olmuş geliyor, diye. Annesi de: — Git, nerden zift olacak her yanı altın oldu geliyor, der. Bir baksalar, hakikaten kızın her yanı zift olmuş gelmektedir. Elin kızını davul eder, kendi kızını yola atar. Ondan sonra da artık o üvey kızıyla ömür boyu iyi geçinip durmuşlar…
Üvey Ana
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu, dağdan taştan çokmuş. Çok demesi günahmış. Bir zamanlar köyün birinde çok çocuklu bir aile yaşarmış. Bir gün baba çift sürmeye gider. Anne de ekmek yapıyormuş. Yapıyormuş ama anne yapıyormuş, çocukları kapıyormuş. Bir türlü ekmek birikmezmiş. Anne bu duruma çok kızar. Çocukların hepsini tandıra atıp yakar. Ama oğlunun birisi; Mıstılıcık küllenin deliğine kaçar. Yanmaktan kurtulur. Annesi de biraz sonra ağlamaya başlar. — Ah bir çocuğum olsaydı da, babasına azık götürseydi, diye. Annesi ağlarken; Mıstılıcık: — Anne ben buradayım, diye bağırır. Anne çok sevinir: — Oğlum hadi oradan çık da, babana azık götür, der. Annesi; ekmek, peynir, ayran falan koyar. Mıstılıcık'ı tarlaya yollar. Tarlada babası çift sürmektedir. Mıstılıcık uzaktan bağırır: — Baba, nereden geleyim? — Sağ taraftan gel! Mıstılıcık ekmeğin sağ tarafını yer, tekrar sorar: — Baba, ne taraftan geleyim? — Soldan gel oğlum! Mıstılıcık ekmeğin sol tarafını da yer. Yine sorar: — Baba, ne taraftan geleyim? — Ortadan gel oğlum! Mıstılıcık, ekmeğin ortasını da yer. Derken babasının yanına varır. Babası bakar ki ekmek yok, o da kalanları yer. Sonra Mıstılıcık'a: — Oğlum şu tepenin ardında su var, hadi bana su getir, der. Mıstılıcık: — Tamam, der. Testiyi alır, çeşmenin başına varır. Suyu doldurur. Bir de bakmış ki; çeşmenin başında elma ağacı var. — Dur çıkayım da şu elmadan birkaç tane yiyeyim, der. Mıstılıcık, elmalardan yerken ağacın altına bir dev gelir. Mıstılıcık'a: — Bir elma at da yiyeyim, der. Mıstılıcık da bir tane atar. — O, suya düştü bir tane daha at. Bir tane daha atar. — O da çamura düştü, bir de elinle uzat. Mıstılıcık elini uzatınca dev Mıstılıcık'ın elinden tutup ağaçtan indirir. Torbasına koyup, doğru evinin yolunu tutar. Eve varınca eşine bağırır. — Hanım hanım! Bir oğlan getirdim. Bu oğlanı pişir de, akşama yiyelim. Mıstılıcık'ın yanında bıçağı varmış, torbayı keser. Dev evden gidince torbadan çıkar. Devin karısını kazana koyup kaynatır. Dev, akşam eve gelince bakmış ki et pişmiş, oturmuş. Bir güzel hepsini yemiş. Mıstılıcık da tavanda bir yere saklanmış; devi seyreder. Dev etlerini yedikten sonra, kemikleriyle oynamaya başlar. — Şu da Mıstılıcık'ın cüzdan kemiği, şu da Mıstılıcık'ın cüzdan kemiği. Dev yediğinin ağırlığı ile derin bir uykuya dalar. Mıstılıcık da kaçar kurtulur. Bu masal da burada biter.
Mıstılıcık
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir gelin kaynanasına tuzlu ekmek yedirirmiş. Yemeklerine aşırı tuz koyarmış. Kaynana bir gün kızına gider. Damadı ciğer getirir. — Hanım, şunu kavur da yiyelim, der. Kızı da: — Ciğeri anam koynuna koydu, deyince, Kadın bunu duyar. Çok gücenir; ağlaya ağlaya yola koyulur, oğlunun evine geri gidecektir. Gözleri de görmüyordur. Yolda hem ağlar, hem de kendi kendine: — Oğlum getirsin ben yiyeyim, el kadar ekmek için Yarabbi! Oğlum getirsin ben yiyeyim, tuzlu tuzsuz demiyeyim, sulu susuz demiyeyim, oğlum getirsin ben yiyeyim, der, durur. Bunları söylerken, oğlu da arkasından gelirmiş. Annesinin söylediklerini duyar. Akşam olmuş, sofra konmuş. Annesinin önüne konan tabaktan, oğlu bir kaşık alır. Aşırı tuzdan yiyemez. Kaşla göz arasında annesinin tabağıyla, karısının tabağını değiştirir. Evde hiç su bırakmaz. Karım iyice yesin de ölsün, ben de bu fesattan kurtulayım, diye düşünür. Karısı yemeğin tadına bir bakar, aşırı tuzlu; yaptığı ortaya çıkacak diye bir şey de diyemez. Çaresiz tuzlu yemeği bitirir. O kadar çok tuzludur ki; kadın su içmek için sürahiye koşar, su yoktur. Gece herkes uyuyunca, çeşmeye su doldurmaya gitmek için uyanır. Çeşme çok uzaktır. Kadın oraya gidene kadar ölür. Kocası da çarşafı bürünür, onu takip eder. Başına gelenleri görür. Orada bayılır. Gelin, hatasının cezasını çok ağır öder.
Tuz Yediren Gelin
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir de baktım ki; bir arpa boyu yol gittim. Bir köyde Ebicik ile Bübücük diye karı koca yaşarmış. Bunların bir kızı varmış. Bunu karşı dağın arkasındaki köye gelin etmişler. Bir gün Ebicik: — Ey Bübücük, kızımızı görmeye gidelim, çok özledim, der. Bübücük de: — Peki, gidelim ama pazardan yağ, ekmek alalım, demiş. Kalkmışlar, kapıyı kilitlemişler. Evlerinin altında bir çiftçi tarla sürüyormuş. Onu çağırmışlar. — İçerde selenin altında et var, kapıyı kilitledik kara taşın altına koyduk. Gelen giden olursa bizim eve bakıver, demişler ve yola koyulmuşlar. Pazardan bir tuluk yağ, bir çuval ekmek alırlar. Eve dönerler. Çiftçiye: — Gelen giden oldu mu, diye sorarlar. Çiftçi: — Kuş bile uçmadı, der. İçeriye girince bakarlar, et yerinde yok. Çiftçiye: — Eti gördün mü? Et yerinde yok, derler. Çiftçi: — Biraz önce su içmeye gelmiştim, içerde selenin üstünde sinekler vardı, yemişler mi demek, der. Ebicik ile Bübücük, kızlarına gitmek için hazırlık yaparlar. Ebicik bir tuluk yağı, Bübücük de ekmek çuvalını sırtına alır. Yola çıkarlar. Öğleyin sarı sıcak olur. Ebicik: — Ay Bübücük; yoruldum, şu tepede duralım, biraz dinlenelim. Sonra devam ederiz, der. Bübücük uyur, kalır. Ebicik de dağın kayalarını beyaz ve çatlak görünce, tuluğun ağzını açar. Yere yağları sürmeye başlar. Bübücük uyanınca: — Ne yapıyorsun? Der. Ebicik: — Kızımızın dağları yağsızlıktan çatlamış, onları yağlıyorum, der. Bübücük: — İyi etmişsin. Biz de kızımıza bir çuval ekmeği götürürüz, der. Yola koyulurlar. Köyün gerisinde köpekler havlamaya, üzerlerine gelmeye başlarlar. Bübücük çuvalı açar, her köpeğe bir ekmek atar. Kızlarının evine gelinceye kadar ekmekler biter. Ebicik: — Ha olsun, bir şeysiz geliriz biz de kızımızın evine, der. Kapıyı çalarlar. Kızı çıkar. Çok sevinir, yukarı çıkarlar. Yemek yeyip yatarlar. Ebicik: — Ay Bübücük, kızımızın sandığında ne var, gel bakalım. Beni hiç uyku tutmuyor, uykum kaçtı, der. Kalkarlar, sandığı açarlar. Çeşit çeşit güzel elbiseler vardır. Ebicik eline makası alır. — Biçen terzi biçememiş, diken terzi dikememiş, diyerek *vele ederler. Kızları sabahleyin bir bakar ki; her yer vele. — Bu ne? Diye sorar. Anne ve babası: — Terziler düzgün etmemiş kızım, derler. O gün, misafir olunca hiçbir şey demezler. Gezerler, eğlenirler. İkinci gün yine yatarlar. Ebicik: — Ay Bübücük, yine uykum kaçtı. Kızımızın kazları ne yapıyor, gel bakalım, der. Kalkarlar. Aşağıdaki odayı açarlar. Kazların hepsi de uyuyorlarmış. Ebicik: — Ay Bübücük, bunlar hep bitlenmiş, gel yıkayalım, der. Kazanı suyla doldururlar ve altını yakarlar. Suyu kaynatırlar. İçine kazları batırıp çıkarıp, raflara koyarlar ve yukarı çıkıp yatarlar. Kızları, sabahleyin kazlara bakmaya inince hepsinin ölü olduğunu görür. Annesine: — Anne! Kazların hepsi ölmüş, der. Ebicik ile Bübücük: — Kızım onlar bitlenmiş, biz onları akşam yıkadık, derler. Bunlar hem dünür, hem misafir diye bir şey demezler. Üçüncü gün yine gezip dolaşırlar ve yatarlar. Ebicik: — Ay Bübücük, benim uykum niye tutmaz bilemedim emme, yine kaçtı. Kızımızın kilerinde ne var, gel bakalım, der. İkisi de kilere girerler. Orada katran varmış. Katranı birbirlerine sürerler. Her yanları katran olunca, yatağa yatarlar. Sabah olunca, kızları: — Anne, baba, kalkın, kalkın, der. Ses çıkmaz. Bir bakmış ki; yorgan onlara yapışmış. Her yer katran olmuş. Onları yataktan ve yorgandan asılır. — Sizler ana baba iken, getik (eksik) kalın, diye evden çıkarırlar. Bir daha da Ebicik ile Bübücük kızlarını görmeye gitmezler.   *vele: Renkli kumaş parçaları.
Ebicik İle Bübücük
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Çok eskiden deli kız denen biri yaşarmış. Bu kıza, hareketlerinden ötürü deli kız derlermiş. Annesi, babası bu kızı bir tüccara gelin etmiş. Düğün olmuş, evlenmişler. Tüccar, deli kızdan çok yakınırmış. Çünkü deli kız, hep yemek pişirirmiş. Tüccar da hiç durmadan: — Ben kazanıyorum, sen yiyorsun, beni batıracaksın, dermiş. Fakat deli kız laf dinlemezmiş. Bir gün tüccar, yemek pişirmesine mani olmak için kıza: — Git kına getir. Kınayı yakın ve gezmeye git. Kınayı soranlara: — Kocam, dükkânında satıyor, dersin. İşlerimiz çoğalır, müşterimiz artar, der. Adı üstünde deli kız bu ya; bir kazan dolusu kınayı suyla karıştırarak yakınacak hale getirmiş. Ellerine yakınmış, kına bitmemiş. Ayaklarına yakınmış, kına bitmemiş. Bari her yanıma yakınayım demiş ve soyunup her yanına yakınıp kınayı bitirir. Deli Kız'ın evine güneş girmezmiş. Deli kız, bakmış kına kurumuyor. Evlerin önünde bir deve görür. Gider, devenin sırtına oturur. Güzel sözler söyleyerek deveyi ayağa kaldırır. Deve gezinmeye başlar. Gezinirken, boynundaki çan da ses çıkarır. İşine giden tüccar, evine gelip de karısını bulamayınca herhalde gezmeye gitti, diye düşünür. Bu sırada da herkes çanın sesine, devenin başına birikmiş. Tüccar da topluluğu görür ve o da gider. Tüccar, deli kızı görünce bu kızın gerçekten deli olduğuna karar verip ondan boşanır. Bundan sonra, deli kız fazla zengin olmayan biriyle evlenir. Kocası iyiymiş. O zamanlar ticaret develerle yapılırmış. İşte böyle bir ticaret kervanı, bizimkilerin evinin yanına konaklar. Daha sonra devenin biri kaçmış; herkes onu arıyormuş. İşte o zaman bizim deli kızın kocası deveyi bulur. Devenin üstü zengin mallarla doluymuş. Deveyi evine alır. Deli kıza: — Bu deve, bize ölünceye kadar yeter. Artık zengin olduk, sakın soranlara bir şey söyleme. der.   Deveyi keserler, yerler. Kalanını da gömerler, malları da saklarlar. Bu sırada da tellallar kaybolan deveyi ararlar. — Deve veya deve eti görenler haber versinler, derler. Kadınlar konuşurken, deli kız lafa karışır ve kadınlara: — Ne bileyim bizde deve yok ya, azcık deve eti olacaktı, der. Tabi deveyi arayanlar bunu duyarlar, deli kızla kocasını yakalayıp, sorguya çekerler. Adam: — Etmeyin arkadaşlar; bu delidir, inanmayın sözüne, dediyse de kimse dinlemez. Evi ararlar yine bir şey bulamazlar. Fakat adamı hapse götürürler. Adam giderken deli kıza: — Seni deli seni, başıma bu kadar bela getirdin! Bari eve iyi bak. Kapıyı, bacayı, pardıyı* koru. Hırsız falan gelir, der. Gel zaman, git zaman deli kız yalnızlıktan bıkar. Kocası da hapistedir. Evin pardısını, kapısını, bacasını söker. Yüklendiği gibi hapishanenin yolunu tutar. — Çekilin, açılın, kocamı göreceğim, der. Kocasını görünce: — Al kapını, bacanı, pardını bekle! Bunları bana emanet ettin, ben bıktım artık, der. Adam da içerden gardiyanlara: — Gördünüz mü, size dedim de inanmadınız, beni hapse attınız. Deli bu, deli... Der. Böylece herkes ona inanır ve hapisten çıkarırlar. Deli kızla mutlu bir hayat yaşarlar. Artık deli kız bir daha boşanmaz. Usulsüz hareketlerinden vazgeçip, iyi bir eş olur...   pardı: Damlı evlerin saçağı.
Deli Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
AYAĞINA DİKEN BATAN HOROZ Bir çöplükte horoz varmış. Horozun ayağına diken batmış: — Bu dikeni napıyım, napıyım, derken yoldan geçen bir kadını görmüş. Kadına, — Ayağıma diken battı, çıkarır mısın, demiş. — Getir çıkartırım, demiş ve çıkartmış. Horoz kadına, — Sen bu dikeni sakla. Ben iki üç gün sonra gelip bu dikeni alacağam, demiş. Kadın da, — Olur, demiş. Horoz gitmiş. Horoz gittikten sonra kadın beklemiş beklemiş horoz gelmemiş. Kadın da dikeni küllüğe* atmış yakmış. Aradan biraz zaman geçmiş, kadın un elerken horoz gelmiş. Kadına, — Dikenimi ver, demiş. Kadın, — Sen gelmedin ben de onu küllüğe attım yaktım, demiş. Horoz başlamış: — Ya dikeni vereceksin ya eleği*, ya dikeni vereceksin ya eleği, demiş. Kadın, — Tamam sus, al eleği de git, demiş. Eleği vermiş. Horoz eleği almış, başka bir eve varmış. Ev sahibine, — Bu elek sende dursun, ben geri gelip alırım, demiş. Kadın, eleği bi köşeye koymuş. İnek gelmiş eleğe basmış. Elek kırılmış. Elek kırılınca kadın eleği tutmuş tandıra atmış, yakmış. Aradan biraz zaman geçmiş, horoz geri gelmiş: — Eleğimi geri ver, demiş. Kadın, — Eleğe inek bastı, kırıldı. Ben de tandıra attım yandı, demiş. Horoz başlamış: — Ya eleği vereceksin ya ineği, ya eleği vereceksin ya ineği, diye annacını* istemiş. Kadın, ineği vermek zorunda kalmış. Horoz da ineği almış yola koyulmuş. Bir köye varmış. Varsa ki köyde düğün oluyo. Hemen onlara demiş ki: — Bu inek sizde dursun ben bi iki güne geleceem, demiş. Onlar da, — Olur, demişler. İki gün beklemişler horoz gelmemiş. Düğün sahibi de ineği kesmiş, düğün yemeği vermiş. İki gün soona horoz gelmiş: — İneğimi verin, demiş. Düğün sahibi de, — Sen gelmeyince biz onu kestik, düğüne yemek yaptık, demiş. — Ya ineği vereceksiniz ya gelini vereceksiniz. Ya ineği vereceksiniz ya gelini vereceksiniz, diye horoz susmak bilmemiş. Gelini vermek zorunda kalmışlar. Gelinle horoz yola koyulmuş. Horoz yine bir köye varmış. Köyün çobanıyla karşılaşmış. Çobanın elinde de kavalı varmış. Çobana demiş ki: — Ben sana gelini vereyim, sen de bana kavalını ver. — Olur, demiş çoban. Takmış gelini koluna, herkes kendi yoluna. Horoz başlamış kavalı çalmaya: — Düttürü düüt düt, ayağıma tiken battı vardım bir kadına. Düttürü düüüt düt kadından elek aldım. Eleği verdim inek aldım. Düttürü düüt düt, ineği verdim gelin aldım. Düttürü düüüt düt, gelini verdim kaval aldım, düttürü düüt düt, demiş, masal da böyle bitmiş.   * küllük: 1. Kül veya çöp dökülen çöplük, 2. Sigaranın külünü dökmek için kullanılan eşya * elek: Taneli veya un gibi toz durumunda olan şeyleri yabancı maddelerden ayıklamak veya incesini kabasından ayırmak için kullanılan, tahta bir kasnak ve tek tarafa gerilmiş, gözenekli tel, kıl, bez vb.nden oluşan araç * annaç / annac: 1. Bir şeyin karşılığında istenen şey, 2. Bir şeyin karşısı, karşı tarafı
Ayağına Diken Batan Horoz
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK Bi varmış bi yohmuş. Evel zaman içinde galbur saman içinde bi tane adam varmış. Bu adamın bi de horuzu varmış. Bu horuz saatleri şaşırmış dakka başı ötüyomuş. Adamın canına tah itmiş: — Yav, bu ney böyle, dimiş. Horuzu almış pazara götürmüş. Satacahmış: — Etli horuzum var. Şöyle etli böyle etli, diye diye horuzu satmış. Eve gideke de, — Boş gitmiyim, bi tane tavuh alıyım da gidiyim, dimiş. Bi tavuğu almış, getirmiş kümese goymuş. Kümese goymuş, sabah olmuş. Demiş ki: — Gidiyim, tavuh yumurtladıysa alıyım da yiyim, dimiş. Varsa bahsa ki tavuh altın yumurtlamış. Adam dimiş ki: — Kötü horuzu görüyoo*? Yaşadıh gayri* işimiz iş, dimiş. Bi gün, iki gün derken adam duramamış, ahlına yer itmiş: — İyisi mi, ben bu tavuğu kesiyim de içindeki altınları hep alıyım. Her gün bunu mu bekliycem, dimiş. Tavuğu dutmuş kesmiş. Tavuğu kesse ki ne altın var ne bi şey. G..ü bohlu yumurta bile yoğumuş. Adamın ahlı başına gelmiş, dizini döğmüş: — Altın yumurtlayan tavuğumdan oldum, diye amma nafile tavuk ölmüş.   * görüyoo: Görüyor musun * gayri: Artık
Altın Yumurtlayan Tavuk
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
KEÇİ İLE OĞLAKLARI Bi geçi varımış. Geçinin de yavruları varımış. Geçi yavrularına dimiş ki: — Guzularıım, gidiyim de ot yiyim, size süt getiriyim. Canavar gelirse de sahın gapıyı açmayın, dimiş. Geçi iyice tembihlemiş* gitmiş. Geçi gidince canavar gapıya dayanmış dimiş ki: — Et yedim etlendim, ot yedim sütlendim, açın gapıyı guzularım ben geldim, dimiş. Yavruları dimiş ki: — Bizim annemizin sesi ince, sen bizim annemiz değelsin. Git burdan, dimişler. Canavar gitmiş sesini inceltmiş geri gelmiş. — Et yedim etlendim, ot yedim sütlendim, açın gapıyı guzularım ben geldim, dimiş. Oğlahlar, — Elini uzat da bi bahalım, dimişler. Canavar elini uzatmış. Bahsalar ki el, gapgara. Dimişler ki: — Bizim annemizin eli bembeyazdı. Sen bizim annemiz değelsin, dimişler. Canavar, bu ketli* değermene gitmiş. Elini una bulamış geri gelmiş. Gene dimiş: — Et yedim etlendim, ot yedim sütlendim, açın gapıyı guzularım ben geldim, dimiş. — Elini uzat da bahalım, dimişler. Elini uzatmış canavar. Bahsalar ki eli bembeyaz. Bu ketli, — Ayağanı uzat da bahalım, dimişler. Ayağana bahsalar ki gapgara, gıllı bi ayah: — Yoh, sen bizim annemiz değelsin. Bizim annemizin ayağa bembeyazdı, dimişler. Gurt geri gitmiş değermene, ayahlarını una belemiş* gelmiş. Gene dimiş: — Et yedim etlendim, ot yedim sütlendim, açın gapıyı guzularım ben geldim, dimiş. Oğlahlar eline bahmışlar, ayağana bahmışlar, sesine bahmışlar: — Sesi ince, eli beyaz, ayağa beyaz, bu bizim annemiz, dimişler. Gapıyı açmışlar. Gapıyı açar açmaz canavar bunlara saldırmış. Hepsi tırah mırah* olmuş, gaçışmışlar. Biri yatağan altına girmiş, biri dolaba girmiş gurtulmuş. Amma canavar oğlahların üçünü yimiş. Bu ikisi sahlandığına onları bulamamış. Gel zaman git zaman, oğlahların anneleri gelmiş. Bahsa ki gapı açıh. İçeri girse ki yavruları yoh: — Yavrularım nerdesiniz, dimiş. Yatağan altındağa oğlah, bahsa ki annesin ayağa. Hemen çıhmış: — Anne, canavar geldi gardeşlerimizi yedi, dimiş. O zamanaça* dolabın içindeğe oğlah da çıhmış: — Biz canımızı zor gurtardıh, sahlandıh, dimiş. Geçi yağarnına* oğlahlarını almış. Eline bi makas, bi çuvaldız* bi de iplik almış. Ağlayı ağlayı düşmüş canavarın peşine. Gideee gide canavarı bulmuş. Canavarın karnı toh olduğuna, yatmış güneşin alnına* uyumuş. O uyuyahana geçi gelmiş, canavarın garnını sessizce yarmış. Yavrularını garnından çıhartmış. Oğlahlarına, — Biraz taş getirin, dimiş.  Oğlahları vermiş, bu goymuş. Oğlahları vermiş, bu koymuş. Canavarın garnını daşla doldurmuş. Çuvaldzla da bi gözel dikmiş. Yavrularını da alıp yola düşmüş. Gel zaman git zamaan, canavar uyanmış. Uyansa ki garnının içi yanıyo: — Oğlahlar da çoh yağlıymış susattı beni, dimiş. Yanındaa çeşmeden suyu içmiş. Suyu içer içmez canavara bi ağarlık çökmüş. Garnını taşıyamamış, yuvarlanı yuvarlanı düşmüş ölmüş. Geçiyle oğlahları da canavardan gurtulmuşlar.   * tembihlemek: Öncedene verilen öğüt, nasihat * bu ketli: Bu sefer * belemek: 1. Bulamak, 2. Çocuğu kundaklamak, sarmak, beşiğe bağlayarak sararak yatırmak * tırah mırah olmak: Darma dağın olmak, farklı yerlere dağılmak * o zamanaça: O zamana kadar * yağarnı: Vücudun yan tarafları * çuvaldız: Büyük iğne * güneşin alnı: Güneş ışınlarının çok dik geldiği vakit ya da yer.
Keçi İle Oğlakları
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Bir köyde bir tane perili ev varmış. Bu eve giren bir daha çıkamadığı için, bu eve perili ev denirmiş. Köyde fakirlik içinde yaşayan üç kardeş varmış. Bunların annesiyle babası ölmüş. Büyük kardeşle ortanca kardeş, ne kadar açgözlüyse küçük kardeş de o kadar mütevazıymiş. Bir gün, fakirlik en büyük kardeşin canına tak etmiş: — Şu perili eve bi de ben giriyim. Sanki hayat mı yaşıyom? Ölürsem de ölürüm, demiş. Eve gitmiş, içeri girmiş. Peri buna, — Dile benden ne dilersen, demiş. — Dünyanın en zengin insanı olmak istiyom, demiş. Peri adamın kıyafetlerinden çorabına kadar altın yapmış. Evin içini mücevherlerle donatmış. Büyük kardeş, zenginliğin tadını tadar tatmaz da hem altınları geri almış hem de zindana attırmış. Aradan biraz zaman geçmiş, büyük kardeş geri eve dönmemiş. Ortanca kardeş, evin abisi olmuş. Bu çocuk, bir gün küçük kız kardeşine, — Abim gitti gelmedi. Artık perili evde, nasıl zengin bir hayat yaşıyorsa, demiş. Ben de gideceğim orda rahat bir hayat süreceğim. Sana abilik yapmaktan, para kazanmaktan yoruldum, demiş. Bu çocuk da gitmiş, perili evin kapısını çalmış. Kapı açılmış, peri kızı çocuğu karşılamış: — Dile benden ne dilersen, demiş. — Hizmetçilerim olsun, çok param olsun, zengin bir hayat yaşamak istiyom, demiş. Peri kızı hemen altından bir taht yapmış. Envayi çeşit yiyecek dolu bir masa oluşturmuş. Çocuğa hizmet edecek halayıklar yapmış. Çocuk oturuyomuş, hizmetçiler yemek getiriyomuş. Çocuk istediği rahatlığa ulaşır ulaşmaz peri kızı onu da zindana attırmış. Aradan zaman geçmiş, ortanca kardeş eve gelmemiş. Küçük kız kardeş, kimsesiz, yapa yalnız kalmış. Evdeki yiyecekler de bitmek üzereymiş. Küçük kız düşünmüş taşınmııış, en sonunda aklına bi fikir gelmiş. Perili eve gidip de dönmeyen çocukların evlerine gitmeye karar vermiş. Her gün bir eve misafir olmuş. Perili eve gidip de dönmeyenlerin aileleriyle konuşmuş. Perili eve niçin gittiklerini sormuş. Biri demiş ki: — Benim kızım bir göz oda dolusu oyuncak bebek istedi. Biri demiş ki: — Benim beyim zengin olmak istedi. Biri de demiş ki: — Benim karım mücevher, pırlantalar istedi. Kız düşünmüş taşınmış perili eve gitmeye karar vermiş. Eve girince perilerin başı, — Dile benden ne dilersen, demiş. Küçük kız, — Bu eve girenler ne dilerse gerçekleştiriyor musun, demiş. — Gerçekleştirmeye mecburum, çünkü ben perilerin başıyım, demiş. — O zaman benim dileğim, bu kapıdan içeri girip senden dilek dileyen herkesi serbest bırakmandır, demiş. Perilerin başı her dileği gerçekleştirdiği için bu dileği de gerçekleştirmiş. Kendisi için değil de başkaları için bir şey isteyen ve perili evin sırrını çözen bu kızın güzel yüreğine karşılık da zindandaki herkesi salıvermiş. Küçük kız abilerine kavuşmuş. Olanları abilerine anlatmış. Abileri yaptıklarından pişman olmuşlar. Bencillikten vazgeçmişler. Küçük kzı da abilerini affetmiş. O günden sonra perili ev de, sıradan bir eve dönüşmüş.
Perili Ev
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında bir Ahmet Bezirgân var imiş. Bu Ahmet Bezirgân gayet ağır tüccar imiş. Bunun bir mağazası var imiş ki, üç dört tane *helebicisi var imiş, üç dört tane de yazıcısı var imiş. Bir gün mağazada otururken malı sattıktan sonra, yazıcılar demiş ki “Bu satılan malın hesabına bak.” Kalemi eline almış, hesap etmiş ki dükkânın bir tarafı *yenmiş, öbür tarafı *ölecemen duruyor. Paraya bakmış ki böyle bir dükkân mal doldurur. Orada aklına bir kuruntu getirmiş. Getirdiği akıl ile devlet iddialaşmışlar. Devlet demiş ki: — Ben bu kadar mal kazandım. Bu kazandığım mal daha tükenmez. Akıl demiş ki: — O malı ben kazandım, sen kazanmadın. Eğer ben olmasam sen bu malı bir günde yer, içinden çıkarsın. Devlet demiş ki: — Ben bu malı boğazımdan kestim artırdım. Akıl demiş ki: — Ben olmasam sen bu malı meyhaneye, kerhaneye verirsin. Ondan sonra aç kalırsın. Devlet demiş ki: — Gel ayrılalım. Akıl vurmuş bir yana gitmiş, devlet yerinde kalmış. Eh, akıl çıktıktan sonra devletin ne ehemmiyeti olacak. Bu malı öyle yemiş ki bu devlet, daha bir şeysi kalmamış. Karısı demiş ki: — Herif, bu kadar malımız gitti. Hiç değil, bu elimizdeki olan parayla bir *boyun öküz al. Birkaç *god da tohum al. Rençperlik yapalım. Bu bir boyun öküz almış, birkaç god da tohum almış. Başlamış rençperliğini yapmaya. Bu rençperlik tohumunu ekerken, çiftin peşine giderken, bakmış ki *hagostan bir parlak taş çıkmış. Bu taş o kadar güzel, parlak taşmış ki olmaz derecelerde. Ama akıl yokmuş. Bilmiyormuş ki bu taş ne taşı. Akşam olmuş, bu evine taşı almış gelmiş. Karıya demiş ki: — Bu taşı buldum. Bu taşı ver çocuklara oynasın. Karı taşa bakmış ki, taş bir güzel taş. Çocukların eline vermiş. Karı bakmış ki çocuklar bu taşı kıracaklar, ellerinden almış, tereğe koymuş. Koyduktan sonra bunlar yatmışlar. Bir de ayılmış ki karı, evin içerisinde bir ışık yanıyormuş. Karı bakmış ki lamba yok, ay ışığı da değil; bakmış ki terekte taşın *şahusi. O saat kocasını seslemiş. Demiş ki: — Herif kalk hele! Senin bu getirdiğin taş ne şuleli taş. Bu nedir? Kocası demiş ki: — Ben bilmem. Sabahtan götür bu taşı sat. Çocuklara bir parça nafaka al gel. Sabah olmuş, bu herif çiftine gitmiş. Karı da taşı almış, şehrin içerisine götürmüş. Bir büyük tüccara göstermiş, demiş ki: — Bu taşı al da birkaç kuruş bana para ver. Tüccar bakmış ki taşın kıymeti bulunacak iş değil. Kendi kendine bir mütalaa yapmış, demiş ki “Bu benim servetimi versem bu taşı alamam. E, bu karının elinden kandırsam alsam, bunun kocası vardır tabii ve bu taşın sahibi bir büyük adamdır.” — Bacım, benim bu taşa gücüm *çatmaz. Bu taş padişaha mahsustur, demiş. Oradan karı, almış evine gelmiş. Akşam kocası da tarladan evine gelmiş. Karı demiş ki: — Herif, senin bu getirdiğin taş, padişaha mahsus taş imiş. Bunu dedikten sonra yatmışlar. Ama herif içerde alır verirmiş.  Sabahleyin erkenden kalkmış ki kapılarının önünden bir bezirgân geçiyor. Bezirgâna seslemiş, demiş ki: — Bu kervan nereye gidiyor? Bezirgân demiş ki: — Bu kervan İstanbul’a gidiyor. Demiş ki: — Eğlen. Bir armağanım var. Onu vereyim de Osmanlı padişahına götür. Bezirgân demiş ki: — Git, git getir. Gitmiş taşı almış gelmiş. Bezirgâna verdikten sonra sormamış ki “Siz nerelisiniz?” Bunlar taşı almış gitmişler. Biraz ileri gittikten sonra, bezirgânın kâtibi varmış, demiş ki: — Sen bu taşı aldın, sormadın ki “Senin ismin nedir?” *Ahan bu taşı götürdük Osmanlı padişahına. O da bizden sordu ki “Bu taşı kim yolladı ve ismi ne idi?”  Ne cevap verelim? Bezirgân bakmış ki kâtibin sözü doğrudur. Oradan gerisin geriye dönmüş. Gelmiş bu adamın kapısının ve mahallesinin numarasını almış. İsmini öğrenmiş. Oradan çıkmış gitmişler. Günlerin birisinde İstanbul’a çıkmışlar. Bezirgân götürmüş taşı padişaha teslim etmiş. Padişah taşa bakmış ki taş, kıymetli taş. Lalasını, vezirini toplamış, demiş ki: — Erzurum’da Ahmet Bey isminde bir adam bize bu taşı hediye göndermiş. Siz buna ne cevap verirsiniz ve buna karşılık biz bu adama ne hediye edelim? Demişler ki: — Biz bu taşa karşılık, biz de ona para gönderelim. Bunlar bir kasa lira olarak bezirgâna teslim etmişler. Demiş ki: —Benden de çok selam götür. Bezirgân da almış, İstanbul’dan çıkmışlar. Bir günlerin birisinde Erzurum’a gelmişler. Götürmüş kasasını teslim etsin. Ahmet Bezirgân’ı seslemiş, demiş ki: — Osmanlı padişahı sana hediye gönderdi. Çok da selam etti. O adam da “O nedir hediyesi?” demiş. Demiş ki “Lira.” Bu adam kendi kendine bir mütalaa yapmış, demiş ki “Bu parayı ben alırsam duyar, benim boynumu vururlar.” Bezirgâna demiş ki: — Bu parayı alıp götürürsün. Benden Acem şahına hediye edersin. Bezirgân bakmış ki “Öyle ben götürüyorum, oradan *peşceğimi alırım”. Oradan parayı almış, yola revan olmuşlar. Bir günlerin birisinde Acem şahına gitmişler. Götürmüş parayı teslim etmişler. Parayı teslim ettikten sonra Acem şahı bunlardan sormuş: — Bu parayı bana kim gönderdi? Bezirgân da demiş ki: — Osmanlı ülkesinde Ahmet Bey isminde bir bezirgân gönderdi sana hediye olarak. Oradan Acem şahı bezirgânın peşceğini vermiş, demiş ki: — Sen git daha. Bezirgân gittikten sonra bu da lalasını, vezirini toplamış, demiş ki: — Osmanlı ülkesinden bana bu kadar bir para hediye gelmiştir. Biz buna karşılık ne gönderelim? Lala ile vezir demiş ki: — Şahım sağ olsun, bu kadar parası olan adama biz ne hediye göndereceğiz? Veziri demiş ki: — Osmanlı ülkesinde Acem halısı çok meşhurdur. Biz de ona bir iyi halı gönderelim. Lalası demiş ki: — Bu paranın sahibinde halıya, kilime göre ne var? Acem şahı demiş ki: — Ya ne yapalım? Lalası demiş ki: — Bir şey vardır. Şah demiş ki: — Nedir? Lala demiş ki: — Şahım sağ olsun. Bizim kendi ülkemizde ve düvel-i ecnebilerde böyle bir zengin tüccar yoktur. Ancak bizim hediye edeceğimiz, senin bacını bu adama verelim. Başka kolayı yoktur. Şah da bakmış ki münasip bir iş. Şah demiş ki: — Ee, nasıl yapacağız ki? Lalası demiş ki: — O adamı askerle gider, alır geliriz. Oradan asker, leşker almışlar, Osmanlı ülkesine hareket etmişler. Bir günlerin birisinde Erzurum’a gelmişler. Lalası Erzurum ahalisinden sormuş ki “Ahmet Bezirgân’ın konakları nerededir?” Ahmet Bezirgân da evvelde zengin imiş. Şimdi fukara olduğu hâlde kimse tanımıyormuş. Her kime sordu ise kimse tanıyamamış. Cebinden numarasını çıkartmış, kapının numarasını göstermiş ki, “Ahan bu numaranın sahibinin evi nerededir?” O adamlar da bakmışlar ki “Deh, eski Ahmet Bezirgân’ı soruyorlar.” Demişler ki: — Evet, o adam evvelden zengin adam idi. Aklını kaybettikten sonra malını, hepsini yedi. Şimdi fukaradır. Kapısının yolunu göstermişler. Gitmişler bakmışlar ki bir fukara adam. Lalası demiş ki: — Haydi, seni Acem şahı istiyor. Bu başlamış ki “Acem şahı beni ne edecek?” Demişler ki: — Sen Acem şahına bir kasa lira göndermedin mi? Demiş ki: — Evet, gönderdim. “Öyleyse,” demiş: — Haydi, seni şaha götüreceğiz. Oradan almışlar, yola revan olmuşlar. Bir günlerin birisinde acem toprağına ayak basmışlar. Şaha haber vermişler ki “Ahmet Bezirgân’ı getiriyoruz.” Şah oradan bunları karşılamaya çıkmış. Gelmiş sormuş ki: — Ahmet Bezirgân denen adam hangisidir? Lalası göstermiş ki “İşte aha o adamdır.” Şah bakmış ki üstü yırtık, kendi perişan bir adam. Lalaya demiş ki: — Lala, bu adam yanlıştır. O paranın sahibi böyle niye perişan ola? Lalası demiş ki: — Şahım sağ olsun, biz bu adamı kapısının numarasıyla sual ettik. Bundan başka daha kimseyi bulamadık. Veziri demiş ki: — Osmanlı siyasetçidir. Bu adam olur ki bizi sınar. Oradan bu adamı hamama göndermişler. Temiz bir kat elbise kestirmişler. Bunun üzerine giydirdikten sonra bunu payitahta götürmüşler. Çay, kahve içtikten sonra şah demiş ki: — Biz bacımızın meselesini nasıl açalım? Lala demiş ki: — Şevketlim sağ olsun. Sen buradan çıkarsan biz o adamla konuşuruz. Şah oradan çıkmış. Lalası, veziri, Ahmet Bezirgân orada kalmışlar. Kaldıktan sonra lalası demiş ki: — Ahmet Bey, seni buraya getirmemizin esbabını biliyor musun? O da demiş ki: — Ben ne bileyim. Siz getirdiniz, ben de geldim. Lala da demiş ki: ­— Yok, öylece değil. Sen şaha bir kasa lira göndermiştin. Şah da ona karşılık bacısını sana verecek. Sen buna ne diyorsun? Ahmet Bezirgân da demiş ki: — Şah bacısını bana verdiğinde ben de alırım. Orada kavlükarar kılmışlar. Kavlükarar kıldıktan sonra bir cuma akşamı zifafa vermişler. Kızı yanına getirdikleri gibi, akıl yok, kızı gördüğü gibi kendini şaşırmış. Bir müddet orada oturduktan sonra, kız da duvağının altında oturuyormuş. Ahmet Bezirgân bakmış ki kapının yolu açık. Oradan kalkmış, ibriği eline almış. Dışarıya çıkmış. İbriği kapının önüne koymuş. Oradan savuşmuş. Gecenin bir faslı imiş. İran dediğin koca bir şehir. Oyana vurmuş, bu yana vurmuş, bir yol çıkartamamış. Bakmış ki sabah açılmış. “Ula ben ne edeyim? Şah şimdi kalkarsa benim boynumu vurur.” Bakmış ki bir yerde büyük bir fışkı yığılı. Gitmiş o fışkının içine girmiş. O gece de yağmur yağıyormuş. O fışkılık da şahın tavlahanesinin fışkılığıymış, daima oradan atların altına fışkı götürürlermiş. Sabah olmuş, bir adam göndermişler “Hele bakın, damadımız kalkmış mı?” Gitmişler ki kız orada duruyor, yataklar serili, damat yok. Kıza sormuşlar ki: — Damat bey nice oldu? Kız da demiş ki: — Gece ibriği eline aldı, dışarıya çıktı. Daha gelmedi. Nice olduğunu bilmiyorum. Oradan şaha haber vermişler ki “Bu gece damat bey kaybolmuş.” Şah tellallara emretmiş ki damadı gitmiş, “Her kim ki ölüsünden ve dirisinden haber getirirse dünyalığını verip ahiretine karışmayacağım.” Tellallar nida etmeye başlamış. Akıllı başlı olan adam hep içeri kaçmışlar. Demişler ki “Bunun ölüsünü de görsek zarar gelir, dirisini görsek zarar gelir.” Onlar orada kalsın, biz gelelim tavlacılara. Tavlacılar atların altına fışkı getirirken bakmışlar ki fışkının içerisinde bir adam. Çıkartmışlar ki Acem şahının damadı. O saat şaha haber götürmüşler. Demişler ki: — Şahım, senin damat beyin bizim atların fışkısının içinden çıktı. Şah gazaba gelmiş, emretmiş ki darağaçları kurulsun. Bunu darağacına götürürken akıl orada yetişmiş. Akıl beynine girdiği zaman aklı başına gelmiş. O saat parmağını kaldırmış. Şah bakmış ki parmağını kaldırmış demiş ki: — Sorun bakın, ne diyor? Lalası gitmiş sormuş ki: — Niçin parmağını kaldırdın, bir diyeceğin mi var? O da demiş ki: — Benim diyeceğim budur ki, benim ne günahım var? Siz beni sorgu sualsiz darağacına asıyorsunuz. Lala gitmiş şaha söylemiş. Şah da oradan gelmiş yanına. Demiş ki: — Oğlum, benim asmamın esbabı budur ki sen benim tahtımı mı beğenmedin yoksa bacımı mı beğenmedin veya adaletimi mi beğenmedin? Damadı demiş ki: — Ben senin tahtını da beğendim, adaletini de beğendim, bacını da beğendim. Yalnız, benim bir ahdim vardır. Ahit dediğin bir adamın üzerine borç mudur, değil midir? Şah demiş ki: — Evet oğlum, borçtur. Fakat senin ahdin ne idi? Damadı demiş ki: — Benim ahdim buydu ki, ben dedim ki “Acem şahının bacısını Allah’ın emriyle, peygamberin koyduğu şeriatla alırsam yirmi dört saat fışkılıkta kalacağım.” Şimdi ise ahdim yerine geldi. Onun için yirmi dört saat fışkıların içerisinde kaldım. Benim ahdim buydu. Şah bakmış ki bu adamın sözleri doğrudur, oradan beraatini istemiş. Ahmet Bey, muradına ermiş.   * helebici: Arşınla mal ölçen tezgâhtar. * yenmek: Metin altında ve sözlük bölümünde kelimenin anlamı verilmemiştir. (Derleme Sözlüğü’nde “yenmek” için Erzurum’dan derlenmiş “inmek” anlamı var. Bu anlama gelmek üzere kullanılmış olabilir.) * ölecemen: Olduğu gibi, öylece. * boyun: Çift. (Derleme Sözlüğü/Erzurum, Kars) * god: Hububat ölçüsü, kile. * hagos: Sabanın tarlada bıraktığı iz. * şahus: Şua, ışık, şule. * çatmak: Yetmek, kâfi gelmek. * ahan: İşte, aha. * peşçek: hediye. 
AHMET BEZİRGÂN
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Vakti zamanın birinde üç kişi gitmiş Revan tarafına *düğü biçmeye. Bu üç kişinin ikisi namaz kılanmış, bir tane kılmayanmış. Bu ikisi namaz kıldıklarında *aftala götürürlermiş *destamaz almaya. Sonra abdesthaneye gittikleri zaman da aftala götürürlermiş. Bu namaz kılmayan da aftala götürürmüş. Ağalar bir gün sormuş ailesinin yanında, demiş: — Namaz kılar mısın? Onlar da yeminle söylemişler ki “Kılarız.” O namaz kılmayana da sormuş: —Sen de kılar mısın? O da demiş ki: — Ben beş vakit namazımı kılarım. İşim ne kadar sıkı olsa gene kılarım. Ev sahibi demiş ki: — Sağ ol. Babana rahmet, dedene rahmet. Demiş: —Namaz kaç rekâttır? Bu demiş: — Kırk rekâttır.                                                                                                                              Bu bunları *güdüp arkadaşları abdesthaneye gidince, aftalanın suyuyla temizlenirlermiş. Bu namaz kılmayan da aftalayı *aparıp suyu bir yere dökermiş ki desinler “Bu da namaz kılıyor.” Ev sahibi gidip görmüş ki bu suyu öyle bir yere döküyor, demiş ki: — Sen diyorsun ki “Ben namaz kılıyorum.” Be yalancı! Söyle bakalım doğrusunu namaz kaç rekâttır? Bu demiş ki: — *Bayah da dedim ki kırk rekâttır namaz. Öyle deyince ev sahibinin avradı ağaç götürüp üçünü de kovmuş. Avrat demiş ki: — Özünüz bilmiyorsanız gidin beş Ermeni’den, beş Müslüman’dan haber alın. Namaz kırk rekât olur mu?   Bunlar düğü biçtikleri *merendiyi almışlar, yola düşmüşler. Yolda bu iki namaz kılan yoldaşları, bu namaz kılmayan yoldaşına demiş ki: — İt oğlu it! Bilmiyordun, diyeydin on yedi rekâttır, ya beş rekâttır; bu kırk rekâtı niye yalan söyledin? O namaz kılmayan da kılanlara demiş ki: — İt oğlu itler! Ağamızın avradı kırk rekâta razı olmadı, az bildi. On yedi rekâta kail olur muydu? On yedi rekât azdır. Bunlar gelmişler, mollaya şikâyet etmişler. Demişler ki: — Bu yoldaşımız namazı az söyledi, ağamız bizim *fehle hakkımızı vermedi. Molla da demiş ki: — Beynamaz, sen namazı yalan söylüyorsun. Orada bunların hakkını şeriatça evinden, malından vereceksin. Almış, bunların hakkını vermiş. Onunla beynamazın *uşağı aç kalmış. Bu beynamazın avradı eriyle döğüşmüş. Demiş ki: — Senin evin yıkılsın! Sen o dünyaya ne cevap vereceksin? Senin tayların namaz kılıyor. Sen namaz kılmadığından uşağımızın rızkını şeriat aldı, verdi namaz kılanlara. Ya beni boşayacaksın ya namaz kılacaksın. O da demiş ki: — Benim sakalım bu yere gelip öğrenmemişim, tezden ben *hardan öğreneceğim? Bunu oğlanlarıyla avradı evden kovmuşlar. Ağlamış, Allahutaala tarafına el götürmüş. Demiş ki: — *Mimarı *mismara döndüren Allah, sayılı dilenci borçtan kurtaran Allah, ahuyu balasına gönderen Allah! Bana ya bir ölüm ya bir zihin. Namaz öğreneyim. Gece yatmış bir *haravanın birinde, eve koymamışlar. Uykusunda görmüş ki, demişler ki “Git sen Meşhet Şükür’e *nöker ol. Hem hakkını al hem de namazını kıl, Allah’a şükür eyle,  ölecek günün gelir.” Bu namazını, ev sahibi namaz kıldığında bu da secde eder kılarmış. Bu öğrenmiş bir sene içinde namazı. Hakkını da alıp ağasından evine de gelmiş. Gelip bir hafta namaz kılmış evinde. Bunun oğlanları da ölmüş, avradı da ölmüş. Bu gidip namaz öğrendiği adamın ot *tayasına *odverip yandırmış.     Ot sahibi demmiş ki: — Benim ot tayamı niye yandırdın? Bu demiş ki: — Allah senin evini yıksın! Sen bana namaz öğrettin, namaz bana *düşmedi. Avradım da öldü, uşaklarım da öldü, evim de yıkıldı. Bana namaz düşmedi. Bu başını almış, başka memlekete gitmiş. Gitmiş o memleketin her bir tarafını dolanmış. *Katık satmış, sakız satmış. Bakmış ki bir zengin karı var Şiddi köyünde. Bakmış ki karının kapısında beş altı nöker çalışıyor. Ona demiş ki: — Senin erin yok mu, bu kadar dünya malını, paranı *hardan alıyorsun? Bu da demiş ki: — Ben ere gitmedim. Bu dünya malını özüm kazandım. Allah da verdi. Hemen beynamaz, namaz öğrenip ahirinde evini yıkan; buna, karıya demiş ki: — Bana gelir misin? Demiş: — Gelmem. Demiş: — Niye gelmezsin? Senin gönlün erle yatmak istemiyor mu? Demiş: — İstiyor. Ben öz nefsime düşman olurum. Bu beynamaz demiş ki: — Niye öz nefsine düşman oluyorsun? Sebebi ne? Karı demiş ki sebebi budur: — Ben öyle bir adama giderim ki bu varlığımla beraber, Allah’ın işine hiç karışmaya. Hemen beynamaz demiş ki:   — Benimle Allah’ın işi ne? Allah gökte, ben yerde. Avrat demiş ki: — Allah’ın işine karışmazsan ben gelirim. Bu da kol *çekmiş ki “Ben Allah’ın işine hiç karışmam.” Avrat gelmiş, beynamazı da almış; bir zaman yiyip içip sefa sürmüşler. Bir müddet sonra avrat demiş ki: — Benim Aladağ’da *dedemin evi var. Gidelim dedemin evini görmeye. Beynamaz demiş ki “Gidelim.” Gidip birçok yiyecek içecek, *şirni alıp getirip gitmişler avradın dedesinin evini görmeye. Orada yiyip içip bir zaman dedesinin evinde, avradıyla beraber kalmışlar. Bir gün avradı demiş ki: — Erim, gidelim. Evimiz sahipsiz kaldı; nöker, naip şimdi evimizi dağıtmıştır. Bu da demiş ki: —Ben sana bakarım avrat, gidersen gidelim. Sabahtan bunlar atlara binip yola düşmüşler, yüz çevirmişler evlerine doğru gelmeye. Az gelmişler, çok gelmişler; bir zaman bakmış ki yağış yağıyor. Eri demiş ki: — Avrat sür, yağış yağıyor. Bizi ıslatacak. Avrat o zaman eriyle hiç *danışmayıp atı *çapmış evine. Gidip yetişip erinden evvel attan *düşmüş, atı vermiş nökere. Nökerlere demiş ki: — Benim o beynamaz erim geldiğinde, hiç koymayın yakına gele. Tabancayla vurun. Eri de gelmiş üç saat sonra yetişmiş avradının *minarasına, attan düşmüş. Nökerlere seslenmiş “Gelin, atı tutun” demiş. Nökerler hemen tabancayla buna gülle atmışlar. Demişler ki: — Avradının dediği söz budur; “Ondan er olmaz. Vurun ölsün. Koymayın yakına gele.” O ağlamış, demiş: — Koyun, ben bir avradımı göreyim. Ağzından bir cevap alayım, ondan sonra gideyim. Bunlar bırakmamışlar, demişler “Olmaz.” Gidip köylüleri minnetçi getirmiş avrada. Köylüleri yollamış avradın evine. Köylüler bu avrada çok minnet eylemişler. Demişler ki: — Hiç olmazsa bir müddet baş yastığa koydunuz beraberlikte, erindir. Sen onun sözünü al, o da senin sözünü alsın. Görelim neden oldu. Evveli özün getirdin, şimdi de koymuyorsun. Avrat demiş ki: — Yarın gün orta üstü evime cemaat çağıracağım gelsin. Yarın gün ortaya kadar avrat koyun öldürüp, öküz öldürüp, düğü getirtip düğü pilavı pişirtip, çörek yaptırıp, çay koydurup kizir bağırttırmış. Demiş: — Gün ortada cemaat uşaktan büyüğe benim o beynamaz erimi de götürsünler, gelsinler. Cemaat gelip yerbeyer halının *halçanın üstüne oturmuşlar, eri de başta. Çalışanlar pilavlar çekmişler *nemçelere, çörekler koymuşlar sinilere. Hazır olmuş. Bir tanesi gelip demiş ki, orada da *ahunt varmış: — Ahunt emmi, bir Kur’an oku da *ertmek getirelim. Ahunt Kur’an okuyup *tapşırmış o ocaktan giden ölülere. Kur’an’dan sonra çörek gelmiş, pilav gelmiş. Ahunt demiş ki: — Bismillahirrahmanirrahim, buyurun. O zaman herkes yemek yemeye başlamış. Yiyip kurtulduktan sonra çöreği, pilavı yığıştırmışlar. Avrat girip içeri demiş: —Cemaat! Beni bağışlayın. Büyükleriniz dedemdir. Uşaklarınız da kardeşimdir. Benim bu beynamaz erimin yüzünden sesimi cemaat işitti, yüzümü de cemaat gördü. Şimdi ben bunu evime koymayacağımı diyeceğim. Bu da kol versin ki, benim, vakti zamanın birinde, ikimiz arasında bir söz oldu, onu *danmasın, ben diyeyim. Beynamaz kol vermiş, demiş ki: — Kulaklarım kar olsun eğer  dediğim sözü dansam. Avrat demiş: — Cemaat, kulak asın. Bu beni istedi, ben dedim “Gelmem.” Bu dedi “Ya senin erle yatmak gönlün istemiyor mu?” Ben dedim “İstiyor. Ben o adama geleyim ki, o Allah’ın işini karışmaya.” Bu dedi ki “Allah gökte, ben yerde. Benim Allah’ın işinde ne işim var.”  Bu demiş şimdi “Sen Allah’ın işine karışmazsan ben malım variyetimle gelirim.” Bunlar karar koymuşlar, nikâh kesmişler, bu gelmiş, bu da almış. Demiş ki: — Bu beynamazdan haber alın; dedemin evinden gelirken niye dedi ki “Avrat, atı sür. Yağış bizi ıslatacak.” Cemaat, haber alın,  görün ki o bu sözü dedi mi demedi mi? Haber almışlar, beynamaz demiş ki: — *Beli, doğrudur, dedim. Avrat demiş ki: —Bu Allah’ın işi değil mi, sen karışırsın; yağış yağıyor yerine yurduna. O yağışın *heresini bir melaike getirip yere koyuyor. Avrat demiş ki: — Söz tamam. Nökerleri seslemiş, hepsi eli kılıçlı. Demiş ki: — Bundan sonra herkes danışsa onun boynu vurulacak. Ahunt emmi beni boşa. Ahunt demiş ki: — Kızım, koy bir erinden de haber alalım. Demiş ki: — Güzel ahunt emmi, senin hatırına bir cevap diyecek yok. Ahunt demiş: — Oğlum, avradın boşanıyor. Sen de boşuyor musun? Şeriatın işidir haber almak. Kişi demiş ki. — Ahunt emmi, eğer boşanmazsa boşamam. Ahunt demiş ki: —Kızım ne diyorsun? Demiş ki: — Ahunt emmi, arşıâlâdan Cebrail inse gene boşanacağım. Beynamaz demiş: — Ahunt emmi boşa. Evvel baştan benim evimi yıkan namaz oldu. Benim evim de vardı, uşağım da vardı. Altmış yaşında namaz öğrendim, ahirim böyle oldu. Kalkmışlar hepsi, çıkmışlar eşiğe. Demiş: — Cemaat! Size de benim bir sözüm var. Helalleşelim, diyeyim, gideyim. Demiş: — Cemaat! Gidin dünyada yiyin için Allah’ın işine karışmayın. Gördünüz ki evvelinde benim evimi namaz yıktı, ahirinde de, kulağınızla işittiniz, Allah’ın işine karışmak yıktı. deyip helalleşip gitmiş. Gidip destamaz alıp namaz kılmış, *eşedeni okuyup özünü deryaya atmış. Bu da beynamazın sonu.        * düğü: pirinç; çeltik. * aftala: ibrik. * destamaz: abdest. * gütmek: takip etmek, kollamak. * aparmak: alıp götürmek. * bayah: demin, az önce. * merendi: çeltik biçmek için kullanılan küçük tırpan. * fehle: işçi, amele. * uşak: çocuk; evlat. * hardan: nereden. * mimar: ? (Kaynak kitapta ve Derleme Sözlüğü’nde yok. “Boradayı (demir tozu) mismar eden ...” biçiminde bir kalıp söz var ağızlarda. Bununla ilgili olabilir.) * mismar: çivi. * harava: sahipsiz ev, arsa, harabe. (Arpaçay Köylerinden Derlemeler) * nöker:  erkek hizmetçi, uşak. * taya: ot, ekin yığını. * od: ateş. * düşmemek: iyi gelmemek, yaramamak. * katık: yoğurt. * hardan: nereden. * kol çekmek: imzalaşmak. * dede: baba. * şirni: tatlı. * danışmak: konuşmak, söylemek. * çapmak: koşmak. * düşmek: inmek. * minara: ? (Kaynak kitapta ve Derleme Sözlüğü’nde yok) * halça: küçük halı; seccade. * nemçe: tabak. * ahunt: hoca. * ertmek: yemek. * tapşırmak: ısmarlamak, yerine getirmek, yetiştirmek, ulaştırmak vb. * danmak: inkâr etmek. * beli: evet. * heresi: her biri. * eşeden: ? (Kaynak kitapta ve Derleme Sözlüğü’nde yok. “Ezan” anlamında kullanılmış olabilir. )
Beynamaz
Iğdır
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içindeyken biradamın bir tek kızı varmış. Kız çeşmeye suya gidince çeşmenin oradaki kurbağa, kıza: — Ah kız sana yazık, vah kız sana yazık, dermiş. Bir gün sormuş kurbağaya: — Yazık ama benim neyime yazık, demiş. O da kıza: — Kırk gün ölü başı bekleyeceksin, ona yazık, demiş. Bir gün kız öte dağın başında pınarın dibinde oynuyormuş. Derken kapı açılmış ve bir babayiğit gelmiş. Kız içeri girince kapıları kilitlemiş. Allah tarafından kırk gün beklemiş. Kız yıkanmaya gitmiş. O sırada elekçiler gelmiş. Elekçilerin arasındaki bir topal kız: — Ah beni de yanına al. Ondan sonra kapı kilitlensin, demiş. O kız, uyuyan babayiğidin başına oturmuş. O sırada adam uyanmış. Elekçi kız: — Ben senin kırk gündür başını bekliyorum, demiş. Bunun üzerine elekçi kızla babayiğit evlenmiş. Diğer kız dünya güzeliymiş. Bir gün böyle, beş gün böyle… Babayiğit bir gün şehre gidecekmiş. Elekçi kıza sormuş: — Ne alayım sana? Kız da: — Esvap, altın, bilezik; demiş. Diğer kıza sormuş: — Sana ne alayım? O da: — Sabır taşıyla, sabır bıçağı al. Eğer almazsan yoluna boz duman çöke, demiş. Oğlan, elekçi kızın istediklerini almış. Sabır taşıyla sabır bıçağını almayı unutmuş. Yoluna boz duman çökmüş, tekrar dönüp almış. Kıza sabır taşıyla sabır bıçağını vermiş. Kız, sabır taşıyla sabır bıçağını alıp içeri gitmiş, ağlamış. Kendi kendine söyleniyormuş: — Ben zamanında anamın, babamın bir kızıydım. Bir kurbağa bana: “Ah kız sana yazık, vah kız sana yazık. Kırk gün ölü başı bekleyeceksin, ona yazık” demişti. Oğlan, kızın bu söylediklerini hep dinlemiş. Kız sabır bıçağını kalbine saplayacakken delikanlı hızla koşup kızın kolunu tutmuş. Oğlan, kıza: — Niye bana gerçeği söylemedin, demiş. Elekçi kızı atın kuyruğuna bağlamış, salmış. Böylece yiyip, içip muratlarına ermişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Ah Kız Sana Yazık
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir koyun varmış. Bu koyunun da iki güzel kuzusu varmış. Bu kuzulardan birinin adı Fatma diğerinin adı Ayşe’ymiş. Bu koyun her gün otlamaya çıkarmış. Giderken de kuzularına sıkı sıkı tembih edermiş ki: -Sakın benden başkasına kapıyı açmayın. Ben gelince: Ayşe Fatma Kuzular, açın yavrum ben geldim, memelerim sütle dolu derim demiş. Böylece bu koyun her sabah otlamaya çıkar, akşam olunca da eve gelirmiş. Eve geldiği zaman da -Ayşe Fatma Kuzular, açın yavrum ben geldim, memelerim sütle dolu dermiş. Durumun bu şekilde olduğunu onu takip eden bir kurt öğrenmiş. Kuzuların anaları sabah olunca yine otlamaya çıkmış. Bu kurt eve gelmiş. Kapıdan seslenmiş: -Ayşe Fatma Kuzular, kapıyı açın yavrularım, memem sütle dolu demiş. Ama kuzular: -Sen bizim anamız değilsin. Bizim anamızın sesi daha ince demişler. Böylece kapıyı kurda açmamışlar. Kurt da kapıyı bu şekilde açtıramayacağını anlamış. Gitmiş kireç tozu yutmuş. Böylece sesi incelecekmiş ki, kuzular inansın da kendisine kapıyı açsınlar. Kireç tozunu yuttuktan sonra yine kuzuların bulunduğu yerdeki eve gelmiş. Kapıyı çalmış -Ayşe Fatma Kuzular, kapıyı açın yavrularım, memem sütle dolu demiş. Kuzular da içeriden: -Senin sesin anamızın sesine benziyor, ama bir de kapının altındaki boşluktan bize ayağını göster demişler. Kurt da bunun üzerine kapının altındaki boşluktan ayağını bu kuzulara göstermiş. Bu defa kuzular: -Sen bizim anamız değilsin, anamızın ayağı daha beyaz, demişler.  Kurt da bunun üzerine gitmiş ayaklarını unun içerisine sokmuş. Ertesi gün yine bu evin önüne gelmiş, kapıyı çalmış: -Ayşe Fatma Kuzular, açın yavrularım Kapıyı ben geldim, memelerim sütle dolu demiş. Kuzular da: -Sesin anamızın sesine benziyor. Kapının altından bize ayağını göster demişler. Kurt kapının altından ayağını bu kuzulara göstermiş. Kuzular, kapının altından uzatılan kurdun ayağına bakmışlar; analarının ayağı gibi bembeyaz olduğunu görünce kapıyı açmışlar.  Kapı açılır açılmaz, kurt içeri girmiş ve iki kuzuyu da hemen orada yemiş. Kapıyı da kapatıp gitmiş.  Akşam olmuş, kuzuların anası eve gelmiş. -Ayşe Fatma Kuzular, kapıyı açın yavrularım, memem sütle dolu, ben geldim demiş ama kapı açılmamış. Zorla kapıyı açıp içeri girmiş ki ne göre? Kurt iki yavrusunu da yemiş. Ana koyun ağlamış, ağlamış ama elinden bir şey gelmemiş. Artık ne yapıp edip bu kurttan İntikamını almaya karar vermiş. Aramış taramış bu kurdun izini bulmuş.   Bir gün kuzuların anası kurda haber göndermiş: -Ana koyun seni evde yemeğe davet ediyor, diye. Kurt bu işe çok sevinmiş. Kendi kendisine: -Şunun hem kuzularını yedim, hem de beni eve davet ediyor. Madem öyle ben de giderim onu da yerim, demiş. Daveti kabul ettiğine dair haberi ana koyuna haber salmış.  Ana koyun da kurt gelmeden hazırlıklarını yapmış. Yemekleri pişirmiş, hazır etmiş. Bir de derince bir kuyu kazmış. İçini de ateşle doldurmuş. Üzerine de bir tahta koymuş. En üste de bir çul örtmüş.  Kurt gelmiş. Koyun, teker teker yemeklerini onun önüne çıkarmış. Kurt da içinden: -Önce şunları yiyeyim, sonra koyunu yerim, demiş. Böylece önüne gelen her yemeği yemeye başlamış. Tam bu sırada koyun, kurdun altındaki çulu çekmiş. Kurt da doğru içi ateşle dolu kuyunun içine düşmüş. Düşer düşmez de: -’Yandım Allah!’ diye bağırmaya başlamış. Bunu duyan ana koyun da: -Yandım Allah der misin, Ayşe’mi Fatma’mı yer misin? demiş.  Böylece ana koyun iki kuzusunun da intikamını almış. Zalim kurt da hak ettiği cezayı bulmuş.   Allah her zalimi cezalandıra; yavrularımızı da kötülüklerden esirgeye.
Ayşe Fatma Kuzular
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir köy var imiş. Bu köyde bir de nine varmış ve bu nine 3 oğluyla beraber yaşarmış. Ninenin büyük oğlunun adı Hasan, ortancanın adı Hüseyin, küçüğün adı ise Cıdıllı'ymış. Köyde ahalinin büyük bir sürüsü varmış, bu sürüye de bir çoban lazımmış. Ninenin büyük oğlu Hasan işe talip olup çobanlığa başlamış. Önceki çoban Hasan'a demiş ki: Hasan her yöne git lakin karşı dağın oradaki ormana asla gitme. Hasan da merakından sormuş: Her yöne git dedin de niye ormana gitme dedin? Tabi ne etse de ne yapsa da çobandan bir cevap alamamış. Günler haftalar geçmiş Hasan her yeri gezmiş gezdiği yerleri tekrar tekrar gezmiş lakin ormana hiç gitmemiş. Bir vakit sonra canı sıkılan Hasan kendi kendine: Acaba bu ormanda ne var ki bana gitme dediler? diye söylenip düşünmeye başlamış ve en sonunda merakına yenik düşerek hayvanları köye doğru sürüp kendisi ormana doğru gitmeye başlar. Epey bir vakit geçer sürü köye iner lakin Hasanı göremezler. Bunun üstüne meraklanan köylüler belki eve gitmiştir diye Hasan'ın evine giderler ama hasan evde değildir. Hasan’ı ararlar ararlar ama bulamazlar. Anlarlar ki Hasan ne kadar gitme deseler de ormana gitmiştir. Hasan'ın annesi Hasan'ı düşünmekten ağlamaya başlamış ve hastalanmış. Bunun üzerine Hasan'ın kardeşi Hüseyin Hasan'ı aramak için ormana gitmeye karar vermiş. Köylüler de engel olmaya çalışmışlar Hüseyin demiş ki: Ne yapalım ağabeyim Hasanı ormanda mı koyalım? Elbet, onu aramaya gideceğim. Köylülerden biri: Hüseyin o ormana gidip geri dönen olmadı. Biz Hasan'ı ormana gitmesin diye uyardık ama Hüseyin ağabeyi Hasan'ı orda bırakmaya niyeti yoktu. Köylüler de Hüseyin'e demiş ki: Bunu çözse çözse köyün ağası çözer. Hüseyin yanına anasını ve Cıdıllı'yı alarak ağanın yanına giderler.  Hüseyin:  -Ağam eline ayağına düştük ağabeyim Hasan söz dinlemeyip karşı dağın oradaki ormana gitmiştir onu aramamız için bize birkaç silah ve adam ver.  Ağa ise ormana gidenlerin hiçbirinin gidip geri dönmediğini bilirmiş ve Hüseyin'e demiş ki: Hüseyin adamları ve silahlarımı meraklı Hasan için harcayamam sen de sen ol canını seviyor isen sakın o ormana gitme.  Ama anasının haline üzülen Hüseyin yanına birkaç eşya alıp ormana doğru yola çıkmış. Epey bir vakitten sonra Hüseyin de geri gelmemiş. Bu sefer ailenin en zekisi Cıdıllı ormana gitmeye karar vermiş. Cıdıllı ormana gitmiş orman balta girmemiş büyük ağaçları olan güzel bir ormanmış. Cıdıllı ormanda ağabeylerini aramaya başlamış ve ormanda kocaman bir ayak izi görmüş. Cıdıllı ayak izini görür görmez anlamış ve kendi kendine: Bu ormanda belli ki bir dev var ve ağabeylerimi de o dev yakalamış derken dev arkasından Cıdıllı'yı da bayıltıp yakalamış ve Cıdıllı'yı götürmüş. Epey bir vakitten sonra Cıdıllı kendine gelememiş ve gözlerini açmış büyük bir mağaranın içinde elleri ayakları bağlı duruyormuş. Etrafa bakmış ve bir kazan kazanın başında bir dev görmüş ve ağabeyleri de elleri bağlı duruyormuş. Cıdıllı deve demiş ki: Dev ne yapacaksın o kazanla? Dev de demiş ki: Kazanda sizi pişirip yiyeceğim. Bunun üstüne Cıdıllı ne yapıp edelim de bu devden kurtulalım diye düşünmeye başlamış. Dev ateşi yakmış kazanı da ateşin üstüne koymuş ama dev o kadar tembelmiş ki tembelliğinden ve uykusundan ateşi harlamıyormuş.  Ateşe odun atmasa suyu kaynatamaz ve bir süre daha aç kalırmış. Cıdıllı deve dönüp demiş ki: Ah Ah! Anam olsaydı ellerimi çözerdi ben de ateşe odun atardım demiş. Dev de Cıdıllı'nın ellerini çözmüş ateşin başına koymuş Cıdıllı da ateşe odun atmaya başlamış. Bunu gören dev zaten ayakları bağlı kaçamaz diye uykuya dalmış. Cıdıllı  devin  uyuduğundan iyice emin olduktan sonra ellerini çözmüş ve ağabeylerinin yanına gidip onları da çözdükten sonra devin mağarasından kaçıp köye gitmişler. Bunları gören köylüler hemen yanlarına gidip: Ormana gidip dönen olmadı. Hele anlatın ne vardı, nasıl geldiniz, diye sorular sormaya başlamışlar. Cıdıllı da: Ormanda tembel bir dev var ormana giden insanları yakalayıp yiyor, demiş. Bunun peşine ağa bunların geldiğini duyup hemen yanlarına gitmiş Ağa: Hele anlatın devin mağarasında ne vardı, diye sormuş Hasan da: Ağam devin çok güzel şamdanları vardır, demiş. Ağa da bu şamdanları almak istemiş ama devin mağarasına kimse gitmek istemiyormuş. Düşünmüş bu işi yapsa yapsa Cıdıllı yapar, demiş. Ağa Cıdıllı'yı yanına çağırmış ve demiş ki: Devin mağarasına gidip bana şamdanları getireceksin. Cıdıllı da: Nasıl olur ağam ben bunu yapamam ki, demiş ama ağa kararlıymış ve demiş ki: Ben bilmem onları gidip getireceksin.  Cıdllı yine kabul etmez bunun üzerine ağa Cıdıllı’nın kardeşlerini esir alır ve Cıdıllı'ya der ki: Ya şamdanları getirirsin ya da daha da kardeşlerini salmam benim esirim olurlar. Cıdıllı da yapacak bir şey bulamaz ve devin şamdanlarını almaya ormana doğru gider. Ormana gitiitikten sonra devin mağarasına gizlice girer ve tembel devi görür. Dev yine uyumak için taşa uzanır. Cıdıllı  bir süre bekler ve dev uyuduktan sonra şamdanları alır ve devin mağarasından çıkmak için mağaranın ağzına doğru devi uyandırmamak için sessiz, yavaş adımlarla yürümeye başlar  ama ayağı takılır ve düşer düşüşün etkisiyle şamdanların yere çarpması sonucu yüksek bir ses çıkar ve dev uyanır. Devin uyandığını gören cıdıllı şamdanları alarak hızılıca kaçmaya başlar, dev de  Cıdllı'yı şamadanları elinde kaçmaya başladığını görür ve peşine takılır. Devin peşinde olduğunu gören Cıdıllı bir ağacın kavuğuna şamdanları saklayarak kaçmaya başlar ama dev Cıdıllı'yı yakalar. Dev şamdanlarının nerde olduğunu Cıdıllı'ya sorar. Cıdıllı kardeşlerini kurtarmak istediği için şamdanların yerini söylemez ve dev eğer şamdanları verirse Cıdıllı'yı bırakacağını söyler lakin Cıdıllı köye şamdanlarla beraber gitmez ise ağa Cıdıllı'nın kardeşlerini bırakmaz. Bunun üzerine Cıdıllı'nın aklına bir fikir gelir ve deve der ki: Dev gel senle bir anlaşma yapalım. Dev de der ki nasıl bir anlaşma? Bunun üstüne Cıdıllı anlatmaya başlar: Bizim köyde bir ağa vardır, senin şamdanları bu ağa istemiştir, almam için de kardeşlerimi esir alıp beni yollamıştır. Sen beni serbest bırak ben de şamdanlardan bir tanesini ağaya götüreyim sonra diğer şamdanlar için ağayı ormana getirmeyi ikna edeyim ve kardeşlerimle şamdanları değiş tokuş edeyim. Sen de o sırada bir yere saklan ve ben kardeşlerimi aldıktan sonra ortaya çık, hem ağayı ve ağanın adamlarını karnını doyurmak için al hem de şamdanlarını. Dev demiş ki: Geçen sefer beni kandırıp kaçtın ve şamdanlarımı çalmaya çalıştın ben sana nasıl güveneceğim, der. Bunun üzerine Cıdıllı:  İster güven ister güvenme ama eğer anlaşma yapmazsan ne sen şamdanlarını alırsın ne de ben kardeşlerimi kurtarabilirim, demiş. Dev de aklına daha iyi bir şey gelmediği için Cıdıllı'nın planını kabul etmiş. Önce ormanın girişlerinde devle bir yer bulmuşlar dev güzel bir şekilde saklanmış ve Cıdlılı'da sakladığı yerden şamdanlardan birini alarak köye doğru gitmiş ve ağanın evine varmış. Cıdıllı ağaya: Ağam bu şamdanlardan sadece bir tanesidir, daha güzel şamdanlar vardır lakin onları ormanda bir yere sakladım eğer kardeşlerimle beraber gelirseniz şamdanları size veririm siz de kardeşlerim bırakırsınız lakin sizin de gelmeniz şarttır, der ve ağaya ormanda nereye geleceğini söyler. Cıdıllı ormana gider ve ağanın gelmesini bekler. Ağa birkaç adamı ve Cıdıllı'nın kardeşleriyle buluşma noktasına gelir. Cıdllı elinde şamdanlarla beklemektedir. Ağa Cıdıllı'nın kardeşlerini bırakır o sırada dev ortaya çıkar ve ağayı adamlarıyla beraber yakalar. Cıdıllı da deve şamdanları verir. Dev şamdanları ve ağayı alarak yola düşer Cıdıllı ise kardeşlerini kurtarır, eve doğru yola koyulur. O sırada şunları söyler: Tembel isen dev de olsan aç kalırsın, hasan gibi meraklı isen yem olursun, ağa gibi açgözlü isen deve aş olursun, der ve eve anasının yanına gider.  
Cıdıllı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Tok yatan var iken aç yatan yokmuş. Köyün birinde bir adam, karısı ve üç çocuğu yaşarmış. Adamla kadın tarla, değirmen demeden sürekli çalışır çocuklarına bakarlarmış. Günler ayları kovalarken bir gün adam tarlada çalıştıktan sonra eve gelir karısı yemek pişirmiştir, ekmek yapmak için kocasından un getirip ekmeği pişirmesini beklemektedir. -Bey hani ekmekler, karnımız aç seni bekliyoruz, der. -Hanım bugün tarlada hasat uzun sürdü çok yorgunum değirmene gidip un yapamadım. Siz bu öğünü geçiştirin ben gece gider yaparım sabaha yersiniz, der ve dinlenmeye başlar.       Kadın ve çocuklar yemeklerini yer ve uyurlar. Adam kalkıp biraz yemek yer ve sözünü tutmak üzere değirmenin yolunu tutar. Gece olmuştur herkes evinde, etrafta tek bir yaprak bile kıpırdamaz.       Adam değirmene gelir ununu değirmende yaparken bir takım tıkırtılar duyar, gariplikler sezer ama önemsemez, işini yapar ve gider.      Sabah olur hep birlikte kahvaltı yaparlar. Adam tarlaya koşar, kadın çocuklara bakar. Derken gün geceye karışır adam yine gecikir kadın ve çocuklar evde yemek yemek için onu beklerler. Kadın yine: -Bey yine ne un getirdin ben yapayım, ne de sen ekmek yapıp getirdin nasıl olacak bu iş? Adam karısına: -Kolumu kaldıracak halim yok, siz bu öğünü geçiştirin gidip gece yaparım, der.         Gün kararır yemeklerini yemiş herkes kendi halinde köşesine çekilmiştir, adam kalkıp iki kaşık yemek yer ve değirmenin yolunu tutar. Adam değirmene yaklaşınca bir takım çalgı çengi sesleri duyar, girmeye çekinir o sırada kapı açılır ve bir de ne görsün içeride cinler, periler eğlenmektedir, kapıyı açan peri onu içeri davet eder ve birlikte eğlenmeye, halay çekmeye başlarlar. Adam başını eğlenceden kaldırıp baktığında karısının elbisesinin aynısını bir perinin üstünde görür ve kendini kötü hisseder. Eğlence biter adam ekmekleri yapıp eve gider.       Adam karısı ve çocukları yine hep beraber kahvaltı yaparlar. Adam hayvanları otlatmaya gider. Gün geceye karışır, adam yine eli boş gelmiştir. Karısı sinirlenir çocuklara kahvaltıdan kalan ekmeği koyar kendi yemek bile yemeden yatar. Derken herkes uyur adam yine değirmenin yolunu tutar. Yaklaştığında yine aynı sesleri duyar büyük bir merakla içeri girer ve gözü o periyi arar ve yine aynı elbiseyi perinin üzerinde görür. Karısının elbisesi mi diye emin olmak için elini yerdeki una sürüp elbiseye dokunur. Eğlenirler, otururlar adam ekmekleri yapar evine gelir ve uyur.       Sabah kahvaltı için toplandıklarında karısının giyindiği elbisede un lekesi olduğunu görür ve artık emin olur. Karısını kenara çekip tüm olanları teker teker anlatır. Bunun üzerine karısına bir soru yöneltir: -Hanım sen gece elbiselerini çıkarırken besmele ile katlayıp koymaz mısın? Karısının gözleri fal taşı gibi açılır ve hatasını anlayarak: -Unuttuğum oluyor bazen bey, çocuklar falan derken yorgun düşüyorum bende. Sen bir daha gece gitme gecenin hayrındansa gündüzün şerri, bende besmele ile koyarım artık der. Bu olanlardan ders alır ve bir daha aynı hataları tekrarlamazlar. Birlikte mutlu mesut yaşamaya devam ederler.
Değirmenci ve Karısı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içindeyken bir adamın dört öküzü varmış. Bunlar; kırmızı, siyah, sarı ve beyaz renkteymişler. Yıllarca bu öküzleri hizmetinde kullanıp, tüm işlerini öküzlerle halledermiş. Yıllar sonra bu öküzler yaşlanıp iş göremez hale gelince, bunları çayıra salmış ve orada yaşamalarına izin vermiş. — Kırmızı öküz arkadaşlarına dönerek; sonunda emekli olduk ve bundan sonra ki özgürlüğümüzü kırlarda geçirmeliyiz diyerek, o dağ senin bu çayır benim, az gidip uz gidip dere tepe düz gitmişler. Birkaç zaman sonra bir aslan bunları uzaktan izlerken karnının açlığından dolayı yemeyi düşünür. Fakat dört öküzü birden avlayamayacağını anlar ve kendince bir plan yapar. Öküzlerin yanına giderek — Siz ne kadar iyi bir arkadaşsınız, beni de arkadaş olarak kabul ederseniz, sizinle beraber bu kırlarda korkusuzca gezeriz der. — Kırmızı öküz, tabi ki senin gibi ormanlar kralıyla arkadaş olmak bizler için daha güvenilir olur ve tüm tehlikelerden korunuruz diye cevap verir. Aslanın yapmış olduğu planın ilk evresi gerçekleşmiş olur. Bir zaman sonra aslan iyice acıkmaya başlar ve Siyah öküzün arkadaşlarından ayrı olduğunu görür, üç diğer öküzün yanına giderek; — Arkadaşlar sizinle bir şey konuşmalıyım der. — Tabi ki seni dinliyoruz, diye cevap alınca sözlerine başlar. —Siz üçünüzle iyi anlaşıyoruz, fakat siyah öküz, sürekli bizden ayrı durmaya çalışıyor. Bu olay bizim arkadaşlığımıza zarar veriyor, eğer müsaade ederseniz, ben onu yiyeyim ve kurtulalım der. Aslanın bu oyununa inanarak diğer öküzler: — Tabi ki istediğini yapabilirsin, arkadaşlığımızın bozulmasını istemeyiz derler. — Teşekkür ederim arkadaşlar diyerek, siyah öküzü avlayıp bu oyunuyla karnını bir güzel doyurmuş olur. Uzun bir süre bununla idare eden aslan, tekrar acıkmaya başlar ve öküzlerin yanına giderek: — Arkadaşlar sizinle bir şey konuşmalıyım der. — Tabi ki seni dinliyoruz, diye cevap alınca sözlerine başlar. — Siz ikinizle iyi anlaşıyoruz, fakat beyaz öküz bizim arkadaşlığımızı bozmaya çalışıyor, sürekli sizin arkanızdan onları da yesene kurtulalım diyor. Eğer izin verirseniz ben beyaz öküzü yiyeyim ve arkadaşlığımızı koruyalım. Buna karşın öküzler: — Bizim için böyle bir düşünceye sahip arkadaşı istemiyoruz, onu da yiyebilirsin ve arkadaşlığımız böyle daha sağlam olur derler. Aslan planının işlemesine sevinerek beyaz öküzü de yer ve karnını bu şekilde doyurmuş olur. Zaman ilerler, aslan ve diğer iki öküz iyice samimi olur ve sürekli beraber gezip tozmaya başlarlar ama diğer zamanda olduğu gibi aslan yine acıkmaya başlar ve bu sefer sarı öküzü yemek için planını devreye sokar. Kırmızı öküzün yanına giden aslan: — Aslında bu sarı öküz seni hiç sevmediğini söylüyor ve senden bıkmış artık diyerek, kırmızı öküzü dolduruşa getirerek onu yiyip ve arkadaşlığımızı devam ettirmeliyiz deyince, kırmızı öküz: — Nasıl yani bunun o mu söylüyor? — Evet,  senin yüzünden pek rahat gezemediğini, artık seni yememi kurtulmamızı söyledi diyince aslan, — Madem öyle beni satıyor, onu ye ve biz ikimiz arkadaşlığımıza devam edelim diyor. — Bence de, artık ondan kurtulmalıyız der ve gidip sarı öküzü avlar. Uzun süre bu şekilde devam ederler, aslan amacına ulaşmış. Bu sürede hem karnını doyurmuş hem de dört kişilik öküzleri tek başına bırakmayı başarmıştır. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmişler ve aslan artık acıkmaya başlamış. Kırmızı öküzün yanına giderek: — Ben acıktım ve seni yiyeceğim, artık yalnızsın ve bana karşı koyamazsın der. Bunun üzerine kırmızı öküz: — Sen haklısın, çünkü biz en başta sana güvenerek ve siyah öküzü yemene müsaade ederek hata ettik. Artık bu saatten sonra benim yaşamamın da bir anlamı yok, der. Kırmızı öküzün aklı başına gelmiş ama iş işten çoktan geçmiştir. Aslan kırmızı öküzü yiyerek, ermiş muradına. Darısı hepimizin başına.  
Dört Öküz Bir Aslan Masalı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
    Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken babam yemek bulamaz da ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ekinler büyümüşte herkes biçmeye giderken Itri ile Han annelerinin hazırladıkları yolluklarını alıp düşmüşler yollara. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler Itri artık yenik düşmüş açlığına ve abisine şöyle der: -Çok acıktım istersen ilk senin yolluğundan yiyelim ilerledikçe benimkinden de yeriz der  Abisi: -Olmaz neden ilk benim yolluğumu yiyoruz der ve Itri’nin yolluğundan yenilemesini söyler. Küçük kardeş Itri de kabul eder. Bir ağacın gölgesine oturup Itri’nin yolluğundan yemeye başlarlar. Kısa bir zamanda ikisinin de karnı doymuştur artık kalkıp yola koyulurlar Belirli bir müddet yürüdükten sonra Itri açlığını tekrar dile getirir. Abisine yolluğu çıkarıp yemeleri gerektiğini söyler. Abisi Han ise bunu hemen reddeder yolluğun ona ait olduğunu ve paylaşmayacağını söyler Itri ise ikisinin kardeş olduğunu ve yolluğunun olmadığını söylese de abisi kararından vazgeçmemiş bir süre daha tartışmaları böyle devam etmiş hem tartışıyor hem de yürüyorlarmış. Itri en sonunda çareyi abisinden ayrılmakta bulur yoksa bu kavganın gitgide uzayacağını düşünür. Itri o anda karşılarına çıkan yollara bakmış ve abisine dönerek  -Bizim tartışmamız böyle devam eder en iyisi sen o yoldan ben ise şu ağaçlık taraftan gideceğim der Abisi ise yolluğunun elden gideceğini düşünerek hemen kabul eder ve ayrılırlar. Itri ilerlemeye başlar ve ilerledikçe de hava kararır geceyi atlatmak için bir ağacın tepesine çıkar ve orada bulunduğu yeri bir müddet izlemeye başlarken bir kurt gelir ve kendi yerine oturur, birkaç dakika sonra bir ayı gelir ve oda bir yere oturur ardından fare ve tilki de gelip kendi yerlerine otururlar sonra ise aralarında konuşmaya başlarlar ayı: -Ben sağ tarafıma oturuyorum sağ tarafım ağırıyor, sol tarafa dönüyorum bu seferde orası ağırıyor yattığım yerde define var o yüzden hiç rahat uyuyamıyorum o defineyi çıkartmam gerek kurt söze atılır: -Sabah erkenden kalkıyorum bir çobanın yanında bekliyorum sürünün içinde bir koyun seçtim ama ne kadar uğraşsam da koyunun kellesini alamıyorum o kelleyi padişaha götürmem gerek der ardından fare -Bende kendime altın buluyorum ama adamın biri sürekli altınları mı benden alıyor tilki ise: -Benim de hiç nasibim yok onu bulsam da hemen kayboluyor der. Bütün hayvanlar birbirlerine dertlerini anlattıktan sonra uyumaya koyulurlar bu konuşmalar gerçekleşirken Itri ise her şeyi işitmiştir ama oda bir süre sonra oracıkta uykuya dalar. Sabah olunca bütün hayvanlar uyudukları yerlerden uzaklaşırlar sonra Itri de uyanır ve hayvanların orda olmadıklarını görünce hemen ayının yattığı yeri kazmaya başlar kazdıkça küp dolusu altını görür ve çıkarır sonra ilerledikçe farenin yeri kazdığını görür ona yardım etmek maksadıyla yanaşır ve altınları alıp kaçar fareden uzaklaştıkça dün bahsedilen çobanı görür ve ondan koyunun kellesini ister çoban ise çok fakir olduklarını bu yüzden de veremeyeceğini söyler bunun üzerine Itri çobana 50 altın verir ve koyunun kellesini alır geriye kalan kısmını ise çobana bırakır. sonra ilerlemeye başlar az gider uz gider dere tepe düz gider ve bir diyara ulaşır Itri buraya yerleşir ve yerleştikten sonra halkla çok iyi anlaşır ve annesinden öğrendiği hekimlik bilgisiyle insanları iyileştiriverir artık halk onu Itri hekim olarak tanır ve bu ün padişahın eşinin kulağına da gitmiştir.  Bunu hemen padişaha anlatır çünkü diyardaki bütün hekimler padişahın hasta kızını iyileştirememişlerdir padişah hemen askerlerine gidip Itri hekimi getirmelerini söyler askerler ise ıtriyi hemen saraya getirirler  ama koyunun kellesini de alırlar padişah her şeyi anlatır ıtri ise koyunun kellesiyle hemencecik kızı uyandırır ve ödül olarak da padişah onu kızıyla evlendirir ama Itrinin bir isteği daha vardır kendi adına bir çeşme yapılmasını ve kim bu sudan içip ah çeker ise haberinin olmasını söyler padişah hemen isteğini yerine getirir.  Zaman sonra Han o sudan içer ve çeşmenin üstündeki yazıyı görünce bir iç çeker ah der benimde kardeşimin ismi Itri idi. halk bunu duyar duymaz onu Itri'nin yanına getirirler abisi sarayı ve kardeşini görünce çok şaşırır hemen Itriye nasıl zengin olduğunu sorar Itri de olayı anlatır abisine ama bunun çok tehlikeli olduğunu dile getirir abisinin gözü paradan, altından başka bir şey görmüyordur hemen yola koyulur kardeşinin durumunu görünce sindiremez hemen ormana gider ve ağacın tepesine çıkar akşam olur hayvanlar gelince de tek tek onları dinler hayvanlar artık uykuya dalarlar Han ise sabahı beklemeden ağaçtan iner ayının altını kazmaya başlar ama çok acele ettiği için hayvanları uyandırmıştır. Ayı onu oracıkta parçalamıştır. Günler sonra Itri abisini merak eder ve ormana gider hayvanların orda olmadığını gören Itri yaklaşır ve maalesef abisinin parçalanmış kıyafetlerini görür Han'ın tüm yaptıklarına rağmen küçük kardeş Itri ona çok üzülür  Gökten üç elma düşer biri Itriye biri abisine biride bu masalı yazanın başına...
Kardeşler
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zamanların birinde, bir memlekette Padişahın kızı hastalanmış. Ne kadar uğraşılsa da bir derman bulunamamış. Padişah, memleketin en iyi hekimlerini getirmiş fakat kızcağaz şifasını bulamamış. Birgün Padişah emretmiş:    -Benim kızımı her kim iyi eder, onun hastalığına çare bulursa, ona dünyalığını verip onun ahiretliğine karışmayacağım.       Bu sözü duyan bir sürü büyücü ve sihirbaz saraya akın etmiş, Padişaha çokça yöntemler sunmuş. Bu insanların kızını iyileştireceğine inanan Padişah her seferinde yanılmış, çok sinirlenmiş ve çok üzülmüş. Kızını iyileştiremeyen sahte büyücüleri cezalandırmış.       Bütün ülke seferber olmuş bu derde deva ararken o zamanlar sarayın hizmetlisi olan Keloğlan bir rüya görmüş. Rüyasına giren aksakallı bir ihtiyar buna: ‘’Senin Padişahının kızını iyi edecek şey Karadeniz’deki ak balıktır. Onu tut, pişir, kıza yedir. Hemen iyileşecektir.’’ demiş. Keloğlan koşarak gidip ağasına bu rüyasını anlatmış. Ağası aracılığıyla Padişaha ulaşan bu bilgi, ona pek inandırıcı gelmese de denemekten başka çaresi yokmuş.       Keloğlan, Padişahın iznini aldıktan sonra yola çıkmış ve Karadeniz’e ulaşmış. Günlerce denize oltasını atıp bekleyen  Keloğlan en sonunda ak balığı tutmuş. Balığı canlı bir şekilde Padişaha gösterdikten sonra pişirmiş ve hasta kızın yanına gitmiş. Padişah hâlâ tedirgin olmasına rağmen, Keloğlan balığı kıza 3 gün boyunca yedirmiş. En son Padişah ümidi kesmek üzereyken kız iyileşmeye başlamış. 4 gün 5 gün derken kız kendine gelmiş ve eski sağlığına kavuşmuş.       Kızının iyileşmesine çok sevinen Padişah, söz verdiği gibi keloğlana hediyeler vermek için huzuruna çağırmış:    -Dile benden ne dilersen, demiş. Keloğlan başındaki fesini eline alıp kafasını yere eğerek:    -Ne dileği Padişahım, ben bunu bir ödül karşılığı yapmadım. Siz de kızınız da çok yaşayın, diye karşılık vermiş.       Keloğlanın bu davranışını çok seven Padişah, hizmetçilerine Keloğlanı hazineye götürmelerini ve ona istediği kadar altın vermelerini emretmiş. Hazineye giren Keloğlan elindeki fesini uzatıp: ‘’Altınları şuna koyun anama götüreyim’’ demiş ve fesine doldurulan altınlarla birlikte yola çıkmış.       Köye kadar fesinin delik kısmından altınları döktüğünü farketmeyen Keloğlan, bir sevinçle anasına koşmuş ve başından geçen bu olayı anlatmış. Çok sevinen anasına altınları göstermek için fesini uzattığında sadece bir altın olduğunu gören Keloğlan çok üzülmüş ve ağlamaya başlamış. Oğlunun ağladığını  gören anası:    -Üzülme oğul, demek ki senin nasibin bu kadarmış. Sen bu altınlardan daha değerli bir iş başarmışsın. Şimdi sarayına dön ve namusunla çalışmaya devam et, demiş.       Biraz üzgün biraz gururla saraya dönen Keloğlan işine devam etmiş. Hem Padişah hem kızı hem de Keloğlan sonsuza kadar mutlu ve sağlıklı yaşamış.
Keloğlan ve Hasta Sultan
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde süpürgeci bir adamın üç kızı varmış. Çok fakir bir aileymiş. Süpürgeci de çok yaşlıymış. Hacca gitmek istiyormuş. Kızlarını yanına çağırarak benden ne istersiniz diye sormuş. Büyük kız: -Kumaş, elbise isterim, demiş. Ortanca kız: -İncik boncuk isterim, demiş. Küçük kız: -Hiçbir şey istemem sağ git selamet gel babacım, demiş. Süpürgeci baba: -Olmaz öyle şey kızım. Ablaların hediye istedi sen de iste, demiş. Küçük kız: -O zaman bana bir salkım üzüm al babacım, demiş. Süpürgeci baba: -Bu çok az olur kızım başka bir şey iste, demiş. Ancak kızı ısrarla bir salkım üzüm istiyormuş. O zamanlar üzüm her yerde bulunmazmış. Süpürgeci baba hacca gitmiş, ibadetlerini yerine getirmiş ve hediyelerini alıp altı ay süren meşakkatli yola koyulmuş. Yoldayken çok yorulup büyükçe bir kayanın üstüne oturup dinlenmeye başlamış. Birden aklına hediyeler gelmiş. Hediyelere bakarken büyük ve ortanca kızının isteklerini aldığını ancak küçük kızının istediği üzümü unuttuğunu fark etmiş. Oturduğu taşın üstünde öyle bir of çekmiş ki karşısında birisi belirmiş. Kendisi bir karış sakalı iki karışmış. -Selamun aleyküm. -Aleyküm selam. -Beni neden çağırdın? Süpürgeci adam şaşkınlıkla: -Ben seni çağırmadım oturdum dinleniyordum, demiş. -Hayır, sen beni çağırdın. -Hayır, ben oturmuş dinlenirken kızlarıma aldığım hediyelere bakıyordum. Küçük kızımın hediyesini unuttuğumu fark edince sıkıntıdan of dedim. -Benim adım Of Dede. Sen beni çağırdın. Ben de geldim. Söyle şimdi bana ne istersen yapacağım. -O zaman küçük kızım için bir salkım üzüm istiyorum, bana getirir misin? -Getiririm. Ancak bir şartım var. -O nasıl bir söz? -O da o biçim söz. Of Dede süpürgeciye dönerek: -Ben sana bir kasa üzüm vereceğim, kırk gün sonra geldiğimde sen de bana küçük kızını vereceksin, demiş. Süpürgeci çok üzülmüş. O anda sadece kızının hediyesini götürmenin mutluluğunu yaşarken kendi kendine Of Dede beni nereden bulacak ki diye düşünerek teklifini kabul etmiş. -Tamam, sen üzümü getir. Of Dede bir kasa üzümü getirmiş süpürgeciye vermiş. Süpürgeci eve dönmüş. Kızları babalarını görünce çok sevinmişler. Hediyeleri kızlarına vermiş, onu görmeye gelenleri misafir etmiş ve böyle günler gelip geçmiş. Kırk günün bitmesine az bir süre kalınca süpürgeci endişelenmeye başlamış. Of Dede gerçekten gelip kızımı götürür mü diye düşüncelere dalmış. Büyük kızı babasının bu endişeli halini görünce gelip sormuş: -Babacım son günlerde çok üzgünsün bir şeyin mi var? Süpürgeci: -Yok bir şeyim kızım iyiyim ben demiş, ancak kızı inanmayıp ısrar etmiş. Süpürgeci de olanları kızına anlatmış: -Şimdi Of Dede gelse ne yaparım demiş. Büyük kız kendisi için değil de küçük kardeşi için üzüldüğünü duyunca hem kıskanmış hem de sinirlenmiş. -Benim için üzülüyorsun sanmıştım diye sitem ederek babasının yanından ayrılmış. Daha sonra ortanca kızı gelip babasının halini sormuş. Olanları ona da aynı şekilde anlatınca: -Bana değil ona üzülüyorsun demek, diyerek kızgınlıkla babasının yanından ayrılmış. Sonra küçük kızı gelmiş babasına halini hatırını sormuş. Süpürgeci küçük kızına dönüp: -Ablanlara anlattım onlar ne yaptı ki sen de ne yapasın? demiş. Küçük kız babasına dönüp: -Ablalarım başka ben başkayım babacığım. Derdini anlat belki derman olurum, demiş. Bunun üzerine süpürgeci tüm olanları kızına bir bir anlatmış. Küçük kız dönüp babasına: -Üzülme babacığım Of Dede gelirse giderim ben. Yeter ki sen verdiğin sözü tut. Senin sözün yere düşmesin demiş. Kızı böyle söyleyince adam biraz rahatlamış. Aradan iki gün geçtikten sonra kapı çalmış. Süpürgecinin içini korku almış. Kızı kapıyı açmış ancak kimseyi görememiş. Çünkü Of Dede bir karış sakalı iki karışmış. Kız Of Dedeyi fark edince biraz başını eğmiş ve kim olduğunu sormuş. Babası duyup içeriye buyur etmiş. Of Dede ise: -Ben içeri girmeyeyim. Emanetimi alıp gideyim. Kız ailesiyle vedalaşıp Of Dedeyle yola koyulmuş. Süpürgecinin of çektiği taşın oraya kadar yürümüşler. Küçük kız korkusundan bir şey sormuyormuş. Of Dede taşın önünde durup: -Açıl taşım açıl, demiş. Taş açılmış ve içerisinden aşağı inen merdivenler varmış. Küçük kız korkup gitmek istememiş: -Ben burada yaşayamam demiş. Of Dede:  -Yaşarsın demiş ama bana soru sorma. Kız bir şey sormadan peşinden yürümüş. Birden karşısında saray kadar büyük bir ev belirmiş. Kapıyı açıp içeri girince ne görsün, sarayın içinde yok yokmuş. Kız Of Dedeye dönüp: -Beni neden buraya getirdin? demiş. Of Dede: -Sen benim evladımsın. Ben seni evladım gibi seviyorum. Sadece bana soru sorma, demiş. Küçük kızı bir odaya getirmiş. Sonrasında kıza bakıp: -Bu odadan çıkmayacaksın, burada yaşayacaksın, her ne isteğin olursa bana söyleyeceksin demiş. Küçük kız çok üzülmüş çok ağlamış. Aradan kırk gün geçtikten sonra kız artık alışmış. Of Dede her gece ona bir bardak süt getiriyor o da içip uyuyormuş. Bir gün kızın ablaları babalarına: -Babacığım kardeşimiz nerede? Nasıl bir yerde yaşıyor? Haberimiz yok. Gidip bakalım, öğrenelim, demişler. Süpürgecinin aklına Of Dedenin söylediği gelmiş. Ne zaman kızını görmek istersen taşın önüne gel of çek ben gelirim demiş. Süpürgeci gidip taşın üstünde of demiş ve Of Dede gelmiş: -Ne oldu? Ne istiyorsun? -Kızlarım kardeşlerini özledi görmek istiyorlar. -Peki, birkaç gün sonra gelin görün. Süpürgeci neşeyle kızlarının yanına gelip gideceklerini haber vermiş. Gidecekleri gün geldiğinde hazırlanıp taşın yanına gitmişler. Süpürgeci taşın üstüne oturup of çekmiş ve Of Dede gelmiş. Ama kızın yanına sadece ablalarının gidebileceğini söylemiş. Babaları da kabul etmiş. Ablaları ve Of Dede yola koyulmuşlar. Of Dede kızlara dönüp: -Kimse bana yol boyunca soru sormayacak tamam mı? demiş. Kızlar korkularından cevap verememişler. Merdivenler bitince karşılarında sarayı görünce ağızları açık kalmış. Of Dede kapıyı açmış ve kızlara dönüp: -Kardeşiniz burada geçin, demiş. Kardeşlerini Hint kumaşından elbiselerin içinde görünce çok kıskanmışlar. Ablası: -Biz bu Of Dede’yi soruşturalım kimin nesiymiş öğrenelim demiş. Kardeşine sorular sormaya başlamış:        -Of Dede de seninle mi yatıyor?        -Hayır abla. Ben ona baba diyorum elini bile sürmedi bana.        -Sürmüyorsa neden seni zenginler gibi yaşatıyor? Eş olarak getirmiş seni.        -Hayır, abla iftira atmayın öyle bir şey yok.        -Of Dede sana ne getiriyor, ne yiyip ne içersin?        -Tepsiyle odama yemek getirir ben de yerim sonra gelip tepsiyi alır.        -Başka neler yapıyorsun?         -Bir şey yapmıyorum sadece burada oturuyorum. Geceleri de getirdiği 1 bardak sütü içip uyuyorum. Kapımı da kilitliyorum.        -Kardeşim bu sefer sütü içme arkada ki çiçeğe dök. Diyerek kızın yanından ayrılmışlar.          Akşam olunca kız ablalarının dediğini yapar sütü içmeyip çiçeğe döker. Of Dede gelip bardağı almış. Kız gerçekten uyuyamıyormuş. Sütte bir şey olduğunu anlamış. Kapının açılma sesini duyunca uyuyor numarası yapmış. Hafifçe bakmış ki bir delikanlı varmış, aya doğma ben doğayım, güne doğma ben doğayım. Yanına gelip kızı bu şekilde seviyormuş. O delikanlıda büyü varmış. Kız ona bakınca büyü bozulmuş. İkisi de birbirini sevmiş. Delikanlıdan çocuğu olacağını anlamış. Delikanlı uykuya dalmış. Kız delikanlı uykuya dalınca eline mum alıp yüzüne bakmak isterken, mum eriyip delikanlının yüzüne dökülmüş. Delikanlı aniden uyanıp acıdan yakınmaya başlamış. Kız da ona dönüp:        -Ben sana kötü bir şey yapmak istemedim, sadece seni izliyordum, demiş.        -Eğer iki gün daha sabretseydin büyü kendiliğinden bozulacaktı, biz seninle evlenecektik.        Meğer bu güzel delikanlı padişahın oğluymuş. Ona yapılan büyü nedeniyle gündüzleri dışarı çıkamaz olmuş. Bu büyünün bozulması için kırk gece sevdiği kız ile birlikte olması ve o kızdan çocuğu olması gerekiyormuş. Kız çok ağlamış. Delikanlı da üzüntüyle kıza şu sözleri söylemiş:       -Demir ayakkabı, demir elbise giyip beni arayasın, benim gibi yanıp kavrulasın ama elim değmeden de o çocuğu doğuramayasın.        Kız ne kadar arkasından ağlasa da delikanlı geri dönmemiş. Sabah olmuş, Of Dede kızın yanına gelip artık orada işinin olmadığını söylemiş. İhtiyacı kadar altını eline verip babasının evine yollamış. Kız ise eve nasıl döneceğini düşünmüş. Ablaları kardeşlerini görünce ona inanmayıp iyice kötü davranmışlar. Delikanlı kıza bir şey söylemeden ve onunda kimseye söylememesini tembihlediği için kimseye bir şey anlatamamış.       Babası kızına çok fazla soru sorunca olanları bir bir anlatmış ve ona yardım etmesini istemiş. Babası bildiği bir köyde demirle uğraşan bir adamın yanına kızını götürmüş ve ona demirden ayakkabı ile elbise diktirmiş. Tam o sırada yerde ki iki karınca aralarında konuşuyorlarmış:       -Bu kız antenlerimiz ve yumurtalarımız ile ilaç yapar Yusuf-u Ziya’ya sürer.       Kız bunları duyunca hemen dediklerini almış. Biraz daha yürüdükten sonra yorulup ağacın altında oturmuş. Bu sırada iki kuşun konuşmasını duymuş:        -Bu kız akıllı olsa da bizim tüylerimizle, karıncadan aldığı yumurta ve antenleri karıştırsa ilaç yapsa.        Kız büyüden dolayı bunları da duymuş ve tüyleri alıp yoluma devam etmiş. Bu defa başka bir şehirde çeşme başında bir kız ile karşılaşmış. Karşılaştığı kız delikanlıya büyü yapan nişanlısıymış. Kız nişanlısı olduğunu bilmeden ondan su istemiş. Nişanlısı da kıza dönüp:      -Ben seninle vaktimi kaybedemem. Benim nişanlım Yusuf-u Ziya, dermansız derde düştü. Deyince kız o kişinin delikanlı olduğunu anlamış.        Hemen yola koyulup padişahın sarayına gitmiş. Hekim olduğunu ve oğlunu iyileştirebileceğini söylemiş. Delikanlının annesi ona inanmamış ancak padişah ona bir şans vermek istemiş. Kız kılık değiştirip gelmiş ve padişaha demiş ki:            -Oğlunu iyileştiririm ancak bir şartım var. Bir kilo keçi sütü istiyorum ve de oğlunuzun odasına kimse girmeyecek. Yalnız iyileştireceğim.         Padişah isteklerini kabul etmiş. Kız hazırladığı ilacı delikanlının tüm vücuduna sürmüş. Üç gün boyunca sürekli devam etmiş, üçüncü gün ise delikanlı iyileşmiş. Delikanlı uyanıp karşısında kızı görünce tanıyıp hemen ona sarılmış. O esnada eli kızın beline değince kızın doğum sancıları başlamış. Hemen padişaha haber gitmiş. Padişah oğlunun iyileşmesine sevinmiş ancak o arada kızın saçları açılmış ve padişah kim olduğunu sorgularken oğlu her şeyi anlatmış. Ardından hemen hekim çağırmışlar ve kız doğum yapmış.         Padişah kızı gelin olarak kabul etmiş, etrafa tellallar aracılığıyla kırk gün kırk gece düğün yapılacağı duyurulmuş. Kızın ailesini de getirmişler. Süpürgecinin kızı ile Yusuf-u Ziya evlenmiş.        Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Of Dede
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken bir zamanlar ülkede yaşayan çirkin yaşlı iki kız kardeş vardı. Bu iki kız kardeş fakir bir hayat sürerler, padişaha yakın bir yerde yaşarlarmış. İnsanlar her gece bu kızların güzellikleri hakkında konuşurlarmış. Söylenenler saraya kadar yayılmış. Padişah, kulağına gelen güzel dedikodulardan sonra oğlunu kızlardan biriyle evlendirmeyi düşünmüş. Padişah evlenecek olan kızı görmek istemiş fakat kız kendi yüzünü bir türlü göstermezmiş. Ta ki evlenince padişahın oğlu peçesini açtığında kızın yüzünü görünce şaşkına dönmüş. Öfkeden sinirlenince kız birden açık olan pencereden aşağı düşmüş.  Tam düşerken bir ağacın üstünde oracıkta öylece kalmış. İhtiyarlaşmış olan bu kadın orada üzgün bir şekilde oturmuş. Tanrı yeryüzüne inince ağaçta oturan gelinlikler içerisinde kalan bu kadını görünce gülme krizine girmiş ve orada daha önce boğazına kaçıp kendisini rahatsız eden kılçık çıkmış. Rahatlayınca: — Dile benden ne dilersen hemen yerine getireyim, demiş. Kadın orada: — Çok güzel bir kadın olmak istiyorum, demiş. Hemen oracıkta genç bir kadın olmuş. Bunların hepsini gören kardeşi ise bunları padişahın oğluna anlatacağım diye tehdit edince buna: — Git tepeden aşağı denize atlarsan gençleşirsin, demiş. Kız kardeşi gitmiş ve dediğini yapıp atlamış ve oracıkta ölmüş. Padişahın oğlu bu genç kızı görünce yaptıklarından dolayı özür dilemiş. Evlenip mutlu mesut yaşamışlar.
Ağaçtaki Yalnız İhtiyar Kadın
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Güvercin bir avuç nohut, keklik bir avuç yem, kaz bir avuç pirinç, ördek bir avuç buğday, tavuk bir avuç yem, horoz bir avuç arpa, eşek ise bir avuç yulaf almış, beraberce ekmeye karar vermişler. Aradan sekiz gün geçmiş, güvercin tarlaya gitmiş, dönüşte ortaklarına ekinlerin çimlendiğini söylemiş. Bir on gün daha geçmiş, keklik gitmiş, ekinlerin büyüdüğünü söylemiş. Ördek ile horoz gitmiş, ekinlerin sarardığını, biçme zamanının geldiğini söylemişler. Sıra eşeğe gelmiş. Eşek gitmiş, tarlada ne var ne yok hepsini yemiş. Arkadaşlarına gelmiş eşek, — Haydi oraklarınızı bileyin, yarın hasada gidiyoruz, demiş. Bütün gece hazırlık yapılmış. Yemekler pişmiş, herkes azığını almış, tarlaya gitmiş. Tarlaya vardıklarında, bir de ne görsünler! Tarla bomboş. Aralarından hiçbiri suçu kabullenmemiş. Güvercin: — Yemin edelim. Kuyu başına geçer, orada yemin ederiz. Yemin eden de kuyunun üzerinden atlayarak karşıya geçer, demiş. Güvercin gelmiş kuyunun başına: — Hım, hım! Şayet yiyip içtiysem kuyunun içine düşeyim, diyerek atlamış, karşıya geçmiş. Keklik, kaz, ördek, tavuk, horoz sırasıyla aynı yemini edip karşıya geçmişler. Sıra eşeğe gelmiş. Eşek: — Şayet yediysem, içtiysem kuyunun içine düşeyim, demiş ve atlamaya çalışmış. Lâkin atlayamayıp kuyunun içine düşmüş. Arkadaşları, cezasını bulsun diyerek onu kuyuda bırakıp gitmişler. İhaneti bir türlü affedememişler. Aradan zaman geçmiş, — Beni kurtarın, beni kurtarın, diye bir ses duymuş oralarda dolaşan tilki. Kuyunun başına gelmiş, eşeği görmüş. Eşek yalvarmaya başlamış: — Ne olursun tilki kardeş! Beni kurtar da kurtardıktan sonra ne yaparsan yap! İster ye ister öldür beni. Tilki, eşeği çıkarmış ve onu yemeğe karar vermiş. Eşek de bunu kabullenmiş. Tilki nereden yemeğe başlayayım diye düşünüp dururken, eşek: — İstersen kuyruğumdan başla, demiş. Benim en lezzetli parçam orasıdır. Tilki, bu sözlere kanmış, eşeğin arkasına geçmiş, kuyruğunu daha ısırmaya fırsat bulamadan eşek bir tekme atmış ve tilkiyi on metre geriye fırlatmış. Eşek sırıta sırıta yoluna devam ederken, acılı bir şekilde onu izleyen tilki, — Eşeğin aklıyla hareket edenin sonu budur işte, diye söylenmiş.
Eşeğin Aklı
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Bir zamanlar aksi huylu bir keçi varmış. İnatçı keçi hep kendi bildiğini yaparmış. Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu hiç düşünmezmiş. Kimseyi dinlemez, her konuda inat edermiş. Bu inadı ona çok şey kaybettirmiş ama bir türlü huyundan vazgeçemiyormuş. Bir gün ormanda tilki ile karşılaşmış. Tilki: — Hey, inatçı keçi, nereye gidiyorsun böyle, diye sormuş keçiye. Keçi: — Ormanın diğer tarafındaki şelaleye gidiyorum, demiş. Tilki, keçinin inatçı olduğunu bildiği için ona bir oyun oynamak istemiş: — Keçi kardeş, şelaleye vardığında şelalenin hemen dibinde ayının ini var. Merak ediyorum, oraya nasıl gideceksin, demiş. Keçi bir an durmuş, düşünmüş: — Olsun, ben yine de gideceğim, demiş. — Ya ayı seni yakalayıp parçalarsa? — Hiçbir şey yapamaz. Merak etme sen, diyerek inatla gideceğini söylemiş. Tilkinin aklına başka bir fikir gelmiş: — Peki, o zaman şelaleye bu yoldan gideceksin. Öbür yoldan gidersen ayağına çalılar dolaşır, demiş.  Tilkinin kendini yanılttığını düşünmeye başlayan keçi, tilkinin 'gitme' dediği yolu seçmiş. Oysa tilki onu kandırmış. Keçinin diğer yolu seçeceğini bildiği için doğru yolu göstermiş ona. Fakat keçi inatçı ya, yanlış yola sapmış ve oradan ilerlemeye devam etmiş. Eyvah! Bir de ne görsün! Ayının ininin önüne kadar gelmiş. Tabi korkudan ne yapacağını bilememiş. Tam tekrar dönüp gideyim derken ayağı bir çalıya dolanmış ve 'çaaat' diye bir ses gelmiş. Ayı bu sese uyanmış. Keçi arkasına bakmadan kaçmaya başlamış. Keçiyi tam yakalamak üzereyken ayı korku dolu gözlerle kalakalmış. Karşısında ormanlar kralı aslan ve yardımcıları varmış. Keçi olanları tek tek anlatmış. Tilkinin kendisini kandırdığını, ayının kovaladığını anlatmış ama kendi inatçılığını ve aksiliğini söylememiş. Aslan, tilkiyi çağırtmış ve bir de onu dinlemiş. Tilki uyanık ya! O da aslana keçinin inadını kırmak için böyle bir şey yaptığını söylemiş. Aynı zamanda ona doğru yolu gösterdiğini de eklemiş sözlerine. Her iki tarafı da dinledikten sonra aslan, tilkinin cezalı olmadığı ve keçinin hatalı olduğu sonucuna varmış. Keçiye: — Bu kötü huyunu değiştirmen gerekiyor. İnatçılığından vazgeçmelisin artık. Bak neredeyse ayıya yem oluyordun. Dua et ki ben yetiştim imdadına, demiş. Bu inatçılığının cezası olarak keçiye, bir hafta boyunca tilkinin tüm hizmetlerini görmesi emrini vermiş.
İnatçı Keçi
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir kadınla kocası varmış. Kadının hiç çocuğu olmadığı için ah çeker dururmuş. “Ben kocama ne yapayım ki çocuğum olsun.” diye düşünürmüş. Bir gün kocasını kandırır: “Ben bir yumurta alıp kundağa sarayım, kocamı kandırayım.” Bir tane yumurta alır ve onu kırk tane kundağa sarar. Bu kundağı kocasına gösterir ve, “kocacığım ben lohusa yattım, bir kızım oldu.  Bana dediler ki bunu kırk gün babasına göstermeyeceksin.” der. Kocası buna inanır. Kadın bu yumurtayı beşiğe koyarak hiç durmadan otuz dokuz gün ninni söyleyerek sallar. Hamur pişireceği bir gün kocasına: -Sen gel çocuğu salla, ben hamur pişireceğim. Salla fakat yüzünü açıp bakma der. Kocası: -Peki sallarım açmam. -Otuz gün kırk güne tamam olacak ki sana göstereyim. Kırk gün tamam olmadan sana bunu görmek yasaktır. -Peki kırk gün olmadan görmeyeyim. Kadın hamur yoğurur, hamur ekşir, fırını yakar. Kocası beşiği sallamaya başlar. “Bu nasıl çocuk ne sesi var, ne sedası. O ekmek pişirmeye başladı, ben buna bir bakayım.” Kundağı açmaya başlar. Kırk kat bezden sonra bir yumurta çıkar. “ Allah Allah bu kadın beni nasıl kandırdı.” diye düşünür. Yumurtayı duvara vurur. Karısının yanına gelir: -Hanım sen beni kandırdın, ben de yumurtayı kaldırıp duvara çaldım. Bir ferik oldu. Ben gidiyorum. Allahaısmarladık der ve gider. Bu kadın kocasını arar bulamaz, sahipsiz kalır. Bu kadın evine geri döner gelir ki bir ferik olmuş çıkmış rafta oturuyor. Eline biraz yem alır, yere döker ve cik cik diyerek sesler. Ferik aşağı iner ve gıt gıt diyerek yer. Bu ferik annesi evde olmadığı zaman silkinir tüylerinden etrafı siler süpürür. Öyle bir peri kızı ki, doğan aya sen doğma ben doğayım, çalan güneşe sen çalma ben çalayım dercesine güzeldir. Bir gün padişah ve seyisleri bu kızın evinin yanındaki pınara atlara su içirmek için gelirler. Bu esnada kız bir türkü söylemeye başlar. Padişahın oğlu bunun sesine vurulur. “Bu evde bir kız sesi beni yaktı. Ben bu kızı alayım.” diye düşünür. Annesinin yanına gider: -Anne falanca evde bir kız var. O kızı bana alın. Annesi ile vezirlerin hanımları bir faytona binerek kızı istemeye giderler. Ne kadar ararlarsa da bulamazlar. Eve dönerler. -Oğul bulamadık.  -Bulamadıysanız vazgeçin. Padişah bunu takip etmeye başlar. Feriğin annesi hem kocasının kaybolmasına hem aç kalmalarına hem de kızı için eve dünürcü gelmelerine üzülür. Ferik: -Anne senin neyin var ? Ne istiyorsan ben gidip getireyim.  -Kızım, hiçbir yerim ağrımıyor. Fakat padişah oğlunun has bahçesindeki narı olsa da yesem. “Peki.” der. Pır diyerek kaybolup gider. Annesi hasta olduğu için gidip padişah oğlunun bahçesinden içeri girer. “Bağbancıbaşı başın baş aşağı, ayaklarını dik yukarı, kapılar açılsın gözlerin kör olsun ben geldim.” der. Has bahçeye girip narları toplar torbasına doldurur.”Padişah oğlu işte ben aldım gidiyorum. Bağbancı kardeş başın baş yukarı, ayakların baş aşağı, kapılar kilitlensin şimdi ben gidiyorum.” Torbayı doldurur oradan çıkar gelir. O gün narları getirir annesinin önüne koyar o da onları yiyerek iyileşir. Ertesi gün olur yine annesi inlemeye başlar. “Anne senin neren ağrıyor? Senin canın ne isterse söyle ben gidip getireyim.” Padişah oğlu da o gün has bahçeye gelir orada da dört tane gülü varmış. Güllerin ikisi kopmuş, bağbancıya kızmaya başlar: “Bağbancı bahçenin bu hali nedir? Bu narlara ne olmuş, benim güllerime ne olmuş? Ben onlara çok emek vermiştim.”Ben kimin gelip kimin gittiğini bilmiyorum, bana böyle böyle diyor bende ben de böyle oluyorum. Sonra da çıkıp gidiyor.” “Peki beni bahçede sakla da ben o adamı gözetleyeyim.” der. Bağbancı padişahı bir yere saklar. Bakar ki bir ferik geldi. “Görüyor musun?” “Evet görüyorum.” “Sen dur ben bakayım.” Padişah oğlu bakar ki bir tane ferik: “Bağbancıbaşı başın baş aşağı, ayaklarını dik yukarı, kapılar açılsın gözlerin kör olsun ben geldim.” diyip içeri girer, elmaları ve gülleri toplayıp torbasına koyar. Kız havuzun kenarına gelir, hemen donundan çıkar, onu bir taşın yanına koyar, yüzüklerini çıkarıp taşın üstüne koyar, öyle bir kız olur ki padişah oğlunun ağzının suyu akar. “Bu nasıl kızdır?” der. Kız orada yıkanmaya başlar. Havuzun içine girip yüzer ve çıkar. Padişah oğlu da o yüzerken hemen yüzüğün birini alıp cebine koyar ve gizlenir. Kız gelip oturur elbiselerini giyer yüzüklerini parmaklarına takar. Parmaklarının bir tanesi boş kalır. Parmaklarının sayar ve bir yüzüğün eksik olduğunu görür. Padişah oğlunun da içi yanar ve kıza aşık olur. Kız yine tavuk olur elmayı arkasına alır.” Bağbancı kardeş başın baş yukarı, ayakların baş aşağı, kapılar kilitlensin şimdi ben gidiyorum.” der ve çıkar gider. O bahçeden dışarı çıkınca padişah oğlu da dışarı çıkar ve onun peşinden gider. “Hele bakayım ki bu nereye gidecek?” Padişah oğlu kızın yıkık ve önünde çöplük olan bir evden içeriye gittiğini görür. Oğlan evi öğrendikten sonra dönüp annesinin yanına gider:  -Anne falanca evde bir kız var. Git onu bana iste  -Çocuğum etme eyleme, sen bir padişah oğlusun. Nasıl bir fakirin kızını alırsın. Ne yapacaksın ben sana lalanın kızını alırım der. -İstemem, ben ondan başkasını istemem. Lalanın vezirin hanımlarını faytona bindirip bu eve dünürcü yollar. Faytoncu sokak sokak arar tarar hiçbir sokakta bulamaz. Bir ara sokağa gelir der ki: “Hele durun bu ara sokaklara bakayım ki var mı yok mu?” Ara sokağa gelince padişah oğlunun tarif ettiği evi bulur. Kapının önüne gelir. “Padişah ne diye buranın kızını alacak.” der. Kapıyı çalarlar. Annesi hastalıktan yeni iyileşmiştir. İnim inim inleyerek bunlara kapıyı açar ve görünce de utanır. “Ben bunları nereye oturtayım? Hiçbir şeyim yok ki.” der. Bir tane tandır çulu getirip altlarına serer. “Ne yapayım sizden utanıyorum ama padişahım sağolsun bunun üzerine oturun.” Kadın der ki: “Ben bunun kızını ne diye isteyeyim. Ona bak bana bak. Ben bunun kapısına kız istemeye geldim. Allah’ın emriyle senin bir kızın varmış onu istiyorum.” “Aman padişahım sağolsun benim kızım ne arar, benim kızım kim senin oğlunu almak kim.” “Yok benim oğlum senin kızını istiyor. Allah’ın emriyle kızını istiyorum.” “Vallahi benim kızım yok.” “Ee anne ben buradayım. Söylesin padişaha bana elbise getirsin, koluma bilezik getirsin, fayton getirsin. Ben buradayım, ben gelirim.” Padişahın karısı başını kaldırır ki, üzeri pis bir ferik, hiçbir şeyi yok. Onlara: “Peki.” der. İçinden de: “Benim oğlumun gözü kör olsun ne diye buna vurulmuş. Bu ferik bunun neyi var?” diye düşünür. Oradan oğlunun yanına gelir. “Anne geldin mi?” der. “Geldim ama senin istediğin öyle bir şey ki bir ferik.  Feriğin nesi var ki sen ona aşık olmuşsun?” “Anne sen başka bir şey söyleme. Sen boş ver. Onu bana alacaksın.” Sonra kalkıp kızın evine altın ve elbise yollarlar. Fakat giyecek adam yok. Kız bunları alır bahçeye koyar annesinin elini öpüp altını annesine verir. Sonra faytona biner ve padişahın evine gider. Onu padişahın odasına çıkarırlar. Orada bir rafa konar. O rafta otururken padişah içeriye gelir. “Anne bundan sonra benim yemeğimi fazla koyun.” “Bu feriği ne yapacaksın?” “Boş ver iyi olur.” Ferik bunun evinde birkaç gün kalır. Annesini de düğüne çağırırlar. Ferik bunu duyunca kalkıp aşağıya iner. Kaynanası kete açarken sofranın başında gıt gıt gıt diyerek gezinir. Gagasını hamura vurur. O gagasını vururken kaynanası: “Git murdar, hem oğlumu aldın hem de gelip yemek mi yiyorsun?” diyip feriğin başına merdaneyle vurur. O da mahzun mahzun çıkıp rafa oturur. Onlar işlerini bitirir giderler. Süslenir bezenirler ve düğüne giderler. Bunlar düğüne gittikten sonra kız tavuk kılığından çıkar. Kıyafetini odunluğa saklar. Öyle bir kız olur ki, hiçbir gözün görmediği elbiseler giyer, padişahın evinde olmayan altınlar takar. Altın terliklerini giyinir ve düğüne gider. Sora sora düğün evinin kapısını bulur. Bunu içeri girerken görenler, buyur paşam buyur paşam diyerek yukarı alırlar. Kimse orada ki geline bakmaz. Gelin de duvağını fırlatıp atar ve: “Ben gelin olmam. Siz hep ona bakıyorsunuz bana bakmıyorsunuz “ der. “Kızım ona bakıyoruz ama o güzel tabi ki bakarım bakınca ne olur?” Kızı bir iskemleye oturturlar. “Sen elbiseni bana ver ben elbisemi sana vereyim. Hiç olmazsa sen bazen.  Ben senin elbiseni giyerim hiçbir şey olmaz.” der ve çıkarıp elbisesini geline verir ki gelin küsmesin ona baksınlar. Kaynanası der ki: “Oğlum böyle güzel kız almadı gitti ferik aldı. Keşke böyle bir kız alsaydı. Kızım nereden geliyorsun?” “Benim babam bezirganbaşıydı. Merdane elinden gelirim oklava iline giderim.” Kaynanası feriğin başına merdaneyle vurduğu için ferik böyle der. Kaynanası oradan toplanıncaya bu çıkar gider. Aceleyle gelir tavuk kılığını odunluktan alıp giyinir tavuk olup rafa çıkar ki padişah görmesin. Oturur hemen kaynanasıgil toplanır gelirler. Kapıyı açar, kızgınlıkla sofraya oğlunun önüne atar. “Al ye.” “Anne niçin böyle kızıyorsun?” “Oğlum öyle bir kız alaydın ki ben de aşık olsaydım. Bugün bir kız geldi merdane ilinden, oklava iline gidiyordu. Hele bir görseydin bayılırdın sen de aşık olurdun. Sen niçin onu almadın?” “Aman anne her şeyin en iyisini Allah bilir.” Daha sonra sabah olur kına gecesine gidecekleri için kaynanası gelir tandırı yakar yine kete açar. Ferik yine aşağı iner anlar ki düğüne gidecekler. Gıt gıt gıt ederek hamura gagasıyla bir tane vurur. Evin içinde dolaşmaya başlar. Kayın validesi oklavayla buna vurur: “Git murdar sen de geldin burayı kirletiyorsun. Cehennem ol git.” der. Ferik yine çıkıp rafa oturur. Bunlar kalkıp süslenip bezenip kına gecesine giderler. B ukız kalkar tavuk kılığını çıkarır odunluğa koyar, öyle bir elbise giyer ki ötekine mi benziyor. Düğün evinin kapısını öğrenir. Padişah oğlu gidince o da çıkar gider. Düğün evinin kapısını çalar. Onu öyle bir saygıyla içeri alırlar ki zannederler ki padişah geliyor. Bir sandalyeye oturturlar. Kaynanasına doğru kül serper. Öteki tarafa bir avuç altın serper oturur. Hiç kimse gelince bakmaz buna bakmaya başlarlar. Kaynanasının da kızı gördükçe içi sızlamaya başlar. Daha sonra meyve ve yemiş getirirler. Kaynanası bu kıza bir elma verir. Kız elmayı bıçakla soyarken tavuk tüyü kokusu burnuna gelince parmağını keser. Padişah oğlu da eve geldiğinde feriğin olmadığını görünce odunluğu açar tavuk kılığını sobaya atıp yakar ki bir daha ona girmesin. Kaynanasının da kocasının da verdiği bir mendil varmış: “Kızım ben bu mendili kimseye vermezdim ama getir senin parmağını sarayım hatıra olarak saklarsın.” der ve kızın parmağını sarar. Onlar toplanıp eve dönünceye kadar kız hemen eve gelir. Anlar ki tavuk kılığı yanmış, padişah oğlu odada beklediği için hemen kızı kolundan tutup içeri alır. “Sen beni çok beklettin bundan fazla sabır olmaz.” “E ne yapayım padişah oğlu, tek beni yaksaydın da kılığımı yakmasaydın. Sen kılığımı yakınca parmağımı kestim.” Padişah oğlu bunu yatağa yatırır ve üzerini örter. Annesi gelir kapıyı açar ve sofrayı hazırlar. Padişah gelmiştir diye aceleyle odadan içeri verir. “Al da bunu ye.” der. “Anne niçin böyle kızgınsın. “Bugün çok üzüntülüyüm oğlum.” “Niye anne?” “Oğlum elinde oklava olan bir kız geldi. Bezirgan başının kızıymış bizimle oturdu. Bir tane elma verdim soyup yemeye başladı. Nasıl olduysa parmağını kesti. Hiç kimseye vermediğim kocamın mendilini verdim parmağına sarıp çıkıp gitti. Onun sızısı içimde sanki sevdaya düştüm. Keşke bulsak da onu sana alsak.” “Anne her şeyin iyisini Allah bilir hele gel yukarı.” “Gelmem.” “Zaten feriği getirmiş getireli padişah oğlunun odası annesine haram olmuştur. Odaya hiç girmemiştir. “Anne Allah’ını seversen içeri gel.” “Oğlum yapma.” Yemin verdiği için annesi karşı koyamaz ve kapıyı açar içeri girince düğünde gördüğü kuğunun yattığını görür. Parmağında da mendil sarılıdır. “Anne gördün mü? Gördüğün kız bu muydu?” “Aman oğul bu.” der ve boynuna sarılıp yüzünü öper. “Anne ben sana demedim mi ki her şeyin iyisini Allah bilir. Dün gelen buydu parmağını kesen de buydu.” Kadın bakar ki gerçekten mendili parmağına sarılı sevinir, dünyalar onun olur. Kırk gün kırk gece düğün yapar, yemekler yedirir, açları doyurur, çıplakları giydirir. Onları muratlarına nail eyledi, yediler içtiler yerin dibine geçtiler. 
Tavuk Kız Masalı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış. Bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir genç kız varmış. Bu kız bir gün ormana gitmiş. Ormanın derinliklerinde karşısına bir kurt çıkmış. Kız korkudan kaçacağı sırada kurt onu yakalamış ve kaldığı yere götürmüş. Kız ağlayıp yalvarmaya başlamış ama bir türlü kurdu ikna edememiş. Kızın ailesi kızını bulamadığı için deliye dönmüş ama kızlarına dair hiçbir iz bulamamışlar. Günler geçmiş ve kurt kız ile evlenmiş. Evliliklerinden yarı insan yarı hayvan bir çocukları olmuş. Kız, bir gün kurda ailesini çok özlediğini ve onların hasretine dayanamadığını söylemiş. Bunun üzerine kurt artık kızın kaçamayacağını anladığı için kabul etmiş. Yola düşmüşler. Kızın heyecandan içi içine sığmıyormuş. Az gitmişler uz gitmişler kızın ailesinin evine gelmişler. Kapıyı artık üzüntüden harap olmuş yaşlı annesi açmış. Onları gördüğünde korkuyla bağırmaya başlamış. Bağırma seslerini duyan babası hemen eşinin yanına gelmiş ve kapının önündeki vaziyeti görünce, hemen av tüfeğini almış ve yarı insan yarı hayvan olan çocuğu öldürmüş. Herkes şoke olmuş vaziyette babaya bakıyormuş. Kurt, buna çok sinirlenmiş ve kızın anne babasını oracıkta öldürmüş. Kız da bu kadar kaybın üzerine keder ve üzüntüden can vermiş.
Kurt ile Kız
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzaklarda çok uzaklarda bir köy varmış. Bu köyde de yaşayan çok iri, gözleri kör bir dev varmış. Bu dev sadece insan etiyle besleniyormuş. Dev, her ay bu köyden bir tane insanı götürüp, besleyip yiyormuş. Köylülerde de insan sayısı çok azalmış. Bu köyde yaşayan bir adam varmış. Bu adamın da dört tane oğlu varmış. Devin yemek yeme sırası bu adamın evine gelmiş. Büyük oğlan:   -Baba ben gidip o devi yenerim, demiş. Babası büyük oğlunu yollamış. Ama oğlandan ses çıkmamış. Anlaşılan dev, bu adamın oğlunu yemiş. Adamın geride üç oğlu daha varmış. Ama adamın en küçük oğlu çok küçükmüş. Babasının eli kadarmış. İsmi de Yarım Eldiven’miş. Günün birinde yine devin sırası bu adamın evine gelmiş. Adam ikinci oğlunu yollayacakmış. Ama Yarım Eldiven:   -Baba beni yolla, baba beni yolla, demiş. Ama baba oğlunu göndermemiş. Abileri, Yarım Eldiven’in üstüne gülerek:   -Dev, seni hemen yer. Bir dişinin arasını bile doldurmazsın, demişler. Sonra ikinci oğlu da:   -Çok zor ama ben devi öldürür getiririm baba, demiş. Adamın ikinci oğlu da yola koyulmuş. Gitmiş gitmiş. Yollarda cadı görmüş, devler görmüş, devlerin adamlarını görmüş. Dev bu oğlanı da almış. Ama dev, aldığı insanları iki-üç gün besleyip, kilo aldırdıktan sonra yiyormuş. Devin kocaman bir kazanı varmış. Onun içine atıp, pişirip öyle yiyormuş. Dev adamın ikinci oğlunu da yemiş. Baba, ikinci oğlundan da haber alamayınca devin, oğlunu yediğini anlamış. Baya bir zaman geçmiş. Dev, köyden birkaç kişiyi daha yemiş. Sıra yine bu adamın evine gelmiş. Bu sefer sıra adamın üçüncü oğlundaymış. Ama üçüncü oğlan korkmuş. Yarım Eldiven:   -Baba ben gideyim, demiş. Babası:   -Tamam, demiş. Üçüncü oğlunu göndermemiş. Köylüler, Yarım Eldiven’ in üstüne gülmüşler.   -Senin orada ne işin var? Dev seni hemen çıtır çıtır yer, demişler. Ama Yarım Eldiven, söylenenleri dinlemeyip yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Yolda bir tane yaşlı kadın görmüş. Çok ama çok yaşlıymış. Yarım Eldiven:   -Nene, nene. Devin evi nerede, demiş. Yaşlı kadın:   -Oğlum, senin devle ne işin var?   -Nene, ben devi öldürmeye gideceğim, demiş Yarım Eldiven. Yaşlı kadın:   -Gitme, demiş gülerek. Dev öyle pehlivanları yendi ki seni mi yenemeyecek. Gitsen de geri dönemezsin, demiş. Yarım Eldiven:   -Nene, ben gideceğim. Yarım Eldiven kaldığı yerden yoluna devam etmiş. Bir süre sonra devin, çok büyük bir adamını görmüş. Adam:   -Nereye gidiyorsun, demiş. Yarım Eldiven:   -Babam beni deve yolladı, demiş. Adam:   -Hayır, gidemezsin. Yarım Eldiven:   -Ben gideceğim, diyerek devin adamının kılıcının altından kaçmış. Devin evine gitmiş. Adamları, Yarım Eldiven’i hemen kafese koymuşlar. Dev:   -Bir bakayım kilolu mu, demiş.  Yarım Eldiven’in yanına gitmiş. Dev, Yarım Eldiven’e demiş ki:   -Elini uzat.  Yarım Eldiven hemen bir tane sopa uzatmış. Devin gözü kör ya.   -Aha elim, demiş Yarım Eldiven. Dev tutmuş sopanın ucunu.   -Bu çok kuru yiyemem, demiş adamlarına. Bunu besleyin. Kilo aldıktan sonra yiyeceğim. Dev, Yarım Eldiven’e:   -Ne istiyorsun, canın ne istiyor? Yarım Eldiven:   -Ben geceleri yatmadan önce annem bana helva pişirirdi. Ben de yerdim, demiş. Dev, helva pişirttirmiş. Yarım Eldiven helvayı yemiş. Ertesi gün dev yine Yarım Eldiven’in yanına gitmiş.   -Elini uzat bakayım, demiş dev. Yarım Eldiven yine sopayı uzatmış. Dev:   -Bu yine çok kuru. Hiç kilo almamış. Bunu besleyin. Et yedirin kilo olsun, demiş adamlarına. Yarım Eldiven’i yedirmişler, içirmişler. Dev gelmiş.   -Elini uzat. Bugün ben seni yiyeceğim, demiş. Yarım Eldiven yine sopayı uzatmış. Dev:   -Bu yine kilo almamış. Ne yemek istiyorsun?   -Ben yatmadan önce annem bana tandırda ekmek pişirirdi. Yerdim, öyle yatardım, demiş Yarım Eldiven. Dev, adamlarına ekmek pişirmeleri için emir vermiş. Adamlar ekmeği pişirmiş. Yarım Eldiven ekmekleri yemiş. Ertesi gün dev:   -Uzat bakayım elini. Yarım Eldiven elini uzatmış.   -Senin yediklerin nereye gidiyor. Sen hiç kilo almamışsın. Kuruluğuna bak, demiş. Ama dev, Yarım Eldiven’i yemeye kararlıymış. Yarım Eldiven:   -Annem bana yatmadan önce halburla su getirirdi. İçerdim öyle yatardım, demiş. Dev:   -Et pişirin yesin. Halburla da su getirin içsin, demiş. Et pişirmişler. Yarım Eldiven eti yemiş. Devin adamları halburla suyu bir türlü getirememişler. Halburla su gelir mi hiç. Dev artık sinirlenmeye başlamış. Adamlarına, Yarım Eldiven’i çıkartmaları için emir vermiş. Kafesten çıkartmışlar. Yarım Eldiven küçük olduğu için hemen kaçmış. Devin ayağının altına geçmiş. Gıdıklamış gıdıklamış. Devi yere yıkmış. Güldürmüş, üstünde zıplamış. Sonra oradan kendine bir bıçak bulmuş. Devin üstünde zıplamaya devam ederken bıçağı devin göğsüne saplamış. Devi öldürmüş bir de kulağını kesmiş. Düşmüş köyünün yoluna. Yolda yaşlı kadına rastlamış. Yaşlı kadın:   -Sen nereden, demiş. Yarım Eldiven:   -Devi öldürdüm, köyüme gidiyorum.   -Olacak şey değil, demiş yaşlı kadın. Yarım Eldiven, devin kulağını göstermiş. Nene bile şaşırmış, inanamamış. Yarım Eldiven kulağı alıp köyüne gitmiş. Babası, kardeşi şok olmuşlar Yarım Eldiven’i karşılarında görünce.   -Baba, ben devi öldürdüm. Babası:   -Gerçek mi oğlum? Çıkarmış devin kulağını göstermiş. Atmış kulağı yere. Kulağı gören abisi ve köylüler bu durum karşısında çok utanmışlar. O kadar delikanlıları yedi de bu Yarım Eldiven gitti devi öldürdü diye köylüler ve abisi çok hırslanmışlar. Ertesi gün, köylüler ve abisi Yarım Eldiven’i alıp bir kuyunun dibine atmışlar, utandıkları ve hırslandıkları için. Yarım Eldiven, kuyuda bir hafta kalmış. En sonunda ne yapmış ne etmiş kuyudan çıkmayı başarmış. Köyüne geri dönmüş. Olanları görenler hayret etmişler. Yarım Eldiven olanları, abisinin ona yaptıklarını babasına anlatmış. Babası da hayret etmiş olanlara. En sonunda bu kadar olup bitene rağmen Yarım Eldiven’in hayatta kalması, Yarım Eldiven’i halkın gözünde yüceltmiş ve Yarım Eldiven’i köylünün başı yapmışlar.
Yarım Eldiven
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir kuru kafa yaşarmış. Bir de o yerde bir karı yaşarmış. Karı yolda gettiği yerde, bir kuru kelle tumbur tumbur ayağına dolaşmış. — Nene, beni al get. — Bre oğlum, senin neyini götürüm ben, ne yapıcım seni, demiş. — Nene, nolursun! Allah içün, sana çok heyrim dokanıcı, demiş. — Haydi gel, diyerek almış götürmüş kuru kelleyi. Eve koymuş. Bir gün, iki gün, üç gün geçmiş. — Nene! — Hı, yavrum. — Get bana padişahın kızını iste. — Bre oğlum! Ben nasıl isteyim sana padişahın kızını? Bir kuru kellesin sen, ne yapsınlar seni. — Sen git iste. Karı gitmiş. Bir ayağı ileride bir ayağı geride geçmiş padişahın yanına. Padişah:  — Buyur karı! — Vallahi padişahım, geldiğim Allah’ın emri peygamberin de kavli ile kızınızı benim kuru kelleye istiyom, demiş. Padişah elini vura vura gülmüş. — Haydi get söyle oğluna, kırk deve yükü altın getirirse eğer veririm kızımı. Kadın varmış, yola koyulmuş. Eve gelince kuru kelle: — Nene, nene! Ne dedi padişah? — Oğul, kırk deve yükü altın getirirsen kızını sana vereceğini söyledi. — Tamma nene! Bundan kolay ne var, diyerek altınları toparlamış. Bu kuru kafa meğer periymiş. Kuru kelle: — Nene, haydi geç develerin önüne, demiş Kadın, tıngır tıngır yola koylmuş. Padişahın kapısını çalmış. Padişah ta bakmış ki ne baksın. Gerçekten kırk deve yükü altın yıkılmış kapının önüne. — Tamam indirin altınları, demiş. Altınları kabul eden padişah kızını kuru kelleye vermiş Sonra kırk gün kırk gece de düğün olmuş. Kuru kelle ile kız yalnızken oğlan birden güzel mi güzel yiğit mi yiğit bir delikanlı olmuş. Kuru kelle: — Amma sakın sen sen ol beni kimseye söyleme! Beni söylersen ben anında kaybolurum, demiş. Gel zaman git zaman eşinin babası padişah, başka bir devletle savaşa girmiş. Üç bacı da savaşı uzaktan izlermiş. Kocası savaşa katılmadan ona, o gün ne giyeceğini söylermiş. — İlk gün beyaz ata binicim, beyaz elbise giyicim, beyaz kılıcımı çekicim. Sakın beni kimseye deme! — Yok, söylemem, demiş. Tabi balkondan olup biten ne varsa izliyorlarmış. İkinci gün olmuş, Kuru Kelle: — Böğün kırmızı ata binicim, kırmızı elbise giyicim, kırmızı kılıcımı kuşanıcım. Sakın ola beni söyleme! Yine savaşmışlar. Böyle olurken diğer bacılar, kocalarının da yiğitliklerini överlermiş. Kız, söylememesi için uyarıldığından sürekli ağlarmış. Üçüncü gün olmuş. Kuru kelle: — Böğün yeşil ata binim, yeşil elbise giyinicim, yeşil kılıcımı çekicim. Y,ne de sen sen ol beni kimseye deme! Savaş olmuş bitmiş. Bacıları da kocalarını yine överken, kız artık dayanamayıp söylemiş. — Bir gün beyaz, bir gün kırmızı, bir gün yeşil giyen de savaşı kazanan da benim kocamdı, demiş. Böyle der demez Kuru Kelle toz duman olmuş. Oğlan kaybolmuş, getmiş. Meğer geceye kadar söylenmemesi gerekiyormuş. Kız, ağlaya ağlaya bir hal olmuş. Kız kendine şart koymuş. Demir çarık, demir asa geymiş. — Ben bunu arayık, bulucum, demiş. Kız almış başını yola koyulmuş. “Demir çarık delinmeden, demir asa eğilmeden bulamazsın beni” demişti Kuru Kelle. Kız en sonunda bir ağacın başına çıkmış, beklemeye koyulmuş. Büyük bir çınar ağacının da etrafında düğün dernek kurulmuş. Sakalı iki karış, boyu bir karış bir adam gelip oraları süpürmüş. Çalgıcılar ve sazcılar gelmiş. Ortaya da bir altın kürsü konulmuş. Ordan kocası görünmüş. Saçı sakalı birbirine girmiş, epey zayıflamış adam, demir kürsüye oturmuş. Saz çalmışlar, eğlenmişler. Gece yarısı olmuş, herkes dağılmış. Oğlan orda kalmış. Bu oğlan kızın saçını kesik, bir kutuya koyukmuş. Onlar gettikten sonra açmış kutuyu… — Nerdesin, seni bıraktım geldim. Hayatım bir tanem nerdesin sen? Allamış, sürmüş bu saçları yüzüne. Ancak kız bakmış ki kocası. Hemen sıyrılmış, kaymış çınardan enmiş. Sarılmışlar birbirlerine. —Canım, ben seni gökte ararken yerde buldum. Demir çarığım delindi, demir asam büküldü. Arıyom seni, burda buldum. Almış keni kocası, götürmüş. Tekrar kırk gün kırk gece düğün yapılmış. tekrar muradlarına ermişler. Yuvalarını kurmuşlar. Onlar yimiş, içmiş, muradına ermiş. Ermeyenler de erişsin Yarabbi!
Kuru Kafa
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir çakal varmış, her fırsatta yaşlı kadının sütünü çalarmış. Yaşlı kadın, en sonunda dayanamayıp çakalı yakalayıp onun kuyruğunu koparmış. Çakal kuyruğunu geri istemiş fakat yaşlı kadın süt karşılığında kuyruğu geri vereceğini söylemiş. Çakal, keçiye gidip süt istemiş. Keçi, dut yaprağı getirirse süt vereceğini söylemiş. Çakal, dut ağacına gidip yaprak istemiş. Dut ağacı, onu sularsa yaprağından vereceğini söylemiş. Çakal, çeşmeye gidip su istemiş. Çeşme, çocuklar üstünde zıplarsa suyundan vereceğini söylemiş. Çakal, çocuklara gidip çeşmenin üstünde zıplamalarını istemiş. Çocuklar, kendilerine kırmızı çizme alırsa gidip çeşmenin üstünde zıplayacaklarını söylemiş. Çakal, ayakkabıcıya gidip kırmızı çizme istemiş. Ayakkabıcı, yumurta getirirse kırmızı çizmeyi vereceğini söylemiş. Çakal, tavuğa gidip yumurta istemiş. Tavuk, yem getirirse yumurta vereceğini söylemiş. Çakal, buğday eleyen kadından yem istemiş. Kadın, çocuğu susturursa yem vereceğini söylemiş. Çakal, çocuğu susturup yemi almış; yemi verip yumurtayı almış, yumurtayı verip kırmızı ayakkabıyı almış; kırmızı ayakkabıyı verip çocuklar çeşmede zıplamış; çocuklar zıplayınca çeşmeden su almış; suyu verip dut yaprağını almış; dut yaprağını verip sütü almış; sütü verip kuyruğunu almış Yaşlı kadın, kuyruğu yerine birkaç sefer dikse de kuyruk yine kopmuş. Yoluna devam eden çakal bir düğünle karşılaşmış. Orada kendisiyle ‘kuyruksuz çakal’ diye dalga geçmişler. Dalga geçen çakalları üzüm bağına yönlendirip onları kuyruklarından oraya asmış. Bağın sahipleri de gelip onların kuyruklarını kopartmış. Çakal yüksek bir kayaya çıkmış, bunlara bakıp kıs kıs gülmüş.
Kuyruksuz Çakal
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir gün padişah "Bu gece kimse evinde ışık yakmayacak" diye duyuru yaptırmış. Padişah, sokak sokak dolaşırken, buyruğuna uymayan biriyle karşılaşmış. Padişah, akşamları zevk ü sefa eden adamın para kazanmasını engellemek için ülkede hammallığı yasaklamış. Hammallık yapamayan adam, ağaç kesip para kazanırmış. Yine eğlencesine devam edermiş. Padişah bu sefer odunculuğu yasak etmiş. Odunculuk yapamayan adam pazardan tavukla yumurta alıp satmaya başlamış. Yine parasını kazanıp eğlencesini yapmış. Adamın bu haline şaşıran padişah, bir yandan da onu azminden dolayı takdir ederek onu saraya davet etmiş. Sarayda karşısında padişahı gören adam mahcup olarak özürler dilemiş. Padişah, adamın azminden hoşnut olduğunu söyleyerek onu sadrazamı yapmış.
Padişah ve Hamal
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış. Bir yokmuş. Evvel saman içinde kalbur saman içinde bir köyde bir kadın ve geçimini sağladığı ineği varmış. Kadın ineğini sağar ve elde ettiği süt ile geçimini sağlarmış. Bir gün, bir tilki süte göz koymuş ve kadının sağmış olduğu sütü tilki düzenli olarak içiyormuş. Kadın bu durumdan o kadar bezmiş ki, aklına gelen bir fikir ile tilkiye pusu kurmuş. Tilkinin geleceği saatte süt kovasının altına bir ip geçirip üzerine taş koymuş. Ertesi gün kadın yine sütü sağar ve hiç şaşırtmayan bir şekilde tilki gelir ve sütü içmeye çalışır fakat kadının kurduğu düzene takılır ve kuyruğu kopar. Tilki acı içinde bağırmaya başlar ve kadından af dilemeye başlar. Kadın bu yaptığını affetmez ve kuyruğunu ona vermez. Tilki ısrarla kuyruğunu isteyince kadın ona şart koyar. Tilki içtiği ne kadar süt varsa ve içtiği kadar sütü kadına getirirse ona kuyruğunu verecektir. Tilki bunun üzerine koşarak ineklerin yanına gider ve onlardan süt ister. İnekler: — Sana süt verebilmemiz için iyi beslenmemiz gerekiyor. Bize yiyecek getirmelisin, derler. Tilki bu sefer koşarak otların yanına gider ve ineklerin yemesi için onları istediğini belirtir. Otlar: — Bizi sulayıp büyütmen gerekiyor. Yoksa sana faydalı olamayız, derler. Tilki otları sular, büyütür. Ardından bu otları ineklere götürür. İnekler iyice beslenir. Ardından ineklerden aldığı sütü de, ne kadar izinsizce içmişse o kadarını yaşlı kadına verir. Yaşlı kadın da tilkiye kuyruğunu verir. Bunun üzerine tilki akıllanır ve bir daha kimsenin malını izinsizce almaz.
Tilkinin Kuyruğu
Hatay
Akdeniz Bölgesi
                                  Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içindeyken küçük bir köyde fakir bir oduncu yaşarmış. Oduncunun eşi ölmüş. Oduncunun bir de Ayşegül isminde kızı varmış. Bir süre sonra oduncu yalnızlıktan bıkmış ve evlenmeye karar vermiş. Bizim oduncu kısa bir süre sonra evlenmiş. Evlenmiş ama evlendiği kadının da Fatmagül adında bir kızı varmış. Kadın, Ayşegül’ü hiç sevmemiş. Onu evde istemez olmuş. Durmadan Ayşegül’ün babasına hakaret edip kızını evden atmasını söylüyormuş. Zavallı baba ne yapacağını bilemiyormuş. Sonunda kızı ile dağa oduna gidip onu orada bırakmaya karar vermiş.Babası Ayşegül’e: —Kızım oduna bugün baba-kız birlikte gidelim. Sen de orada gezinirsin, demiş. Küçük kız buna çok sevinmiş. Hemen baba-kız ormanın yolunu tutmuşlar. Ormana vardıklarında babası hemen odun kesmeye başlamış. Adacağız o kadar üzgünmüş ki bir taraftan odun kesiyor, bir taraftan da ağlıyormuş. O sırada küçük Ayşegül’ün uykusu gelmiş. Bir ağacın dibinde uyuyakalmış kızcağız. Bunu gören baba, bunu fırsat bilmiş, ağacın dalına bir su kabağı asmış. "Tık tık" yapsın da kızı onu odun kesiyor zannetsin diye. Sonra kızını orada uyur bırakmış ve evine geri dönmüş. Bunu gören üvey anne çok sevinmiş. Daha sonra Ayşegül uyanmış fakat babasını hala odun kesiyor zannediyormuş. Her taraf karanlıkmış. Ayşegül babasına seslenmiş ama babası orada yokmuş. Bir de bakmış ki ağaçtaki kabak tıklıyormuş. Bunu gören Ayşegül: —Tin tin kabacığım, beni bırakan babacığım, diye başlamış ağlamaya. Hem ağlıyor hem de yürüyormuş. Birden karşısında hafif bir ışık görmüş. O ışığa doğru gitmiş. Karşısına küçük bir kulübe çıkmış. Küçük kız bu kulübeye girmiş. İçeride bir masa görmüş. Masanın üzerinde çok güzel yiyecekler varmış. Ayşegül’ün de karnı çok acıkmış. Hemen oturmuş masaya, yemek yemeye başlamış. O sırada karşısına küçük bir fare çıkmış. Fare: —Ablacığım, bana da çorbandan verir misin, demiş. Ayşegül kendi kaşığıyla hemen çorbasından fareye de vermiş. Küçük fare buna çok sevinmiş. Ayşegül’e: — Ablacığım, az sonra buraya kocaman bir ayı gelecek. Sana diyecek ki benim gözlerimi bağla ve bu çıngırağı salla. Sen de onun gözlerini bağlayıp çıngırağı bana verirsin. Masanın altına saklanırsın. Böylelikle ayı seni yakalayamaz. Sonunda sana çok güzel ve değeli eşyalar verir. Sen de mutlu olursun, demiş. O sırada ayı içeri girmiş. Fareciğin bütün dedikleri çıkmış ve ayı Ayşegül’ü yakalayamamış. Ayı küçük kıza: —Gözlerimi çöz. Seni babana göndereceğim, demiş. Küçük kız babasına kavuşacak diye çok sevinmiş ve ayının gözlerini çözmüş. Ayı da Ayşegül’ü çok güzel hediyelerle ve at arabasıyla babasına göndermiş. Küçük kız eve geldiğinde Ayşegül’ü ilk gören evin horozu olmuş. Hemen Üüüüürüüü! Pis kilimleri kaldırın, temiz kilimleri yayın, Ayşegül Ablam geliyor, diye bağırmaya başlamış. Ayşegül’ü gören babası çok sevinmiş. Baba-kız uzun uzun sarılıp özlem gidermişler. Üvey anne, Ayşegül’ü çok kıskanmış. Oduncuya: — Kendi kızını nereye götürüp bıraktıysan benim kızımı da götür, demiş. Ama üvey kız çok kötüymüş. Ayşegül’ün gittiği kulübeye o da gitmiş. Fare ondan da çorba istemiş. Kız çorba yerine farenin başını kaşıkla vurmuş. — Çekil git, pis fare, demiş. Ayı, Fatmagül’e de gelmiş ama fare Fatmagül’e yardım etmemiş. —Kötüler cezasını çeksin, demiş. Ayı, Fatmagül’ü çıngırağı sallar sallamaz yakalamış. Ona: — Hazırlan, seni annene göndereceğim, demiş. Ayı hemen topal eşek üzerine değerli olmayan, kirli paslı eşyalar doldurmuş. Fatmagül’ü eşekle annesine göndermiş. Bu kızı da ilk gören yine evin horozu olmuş. Aman öyle bir ötmüş ki: — Üüüüürüüü! Hemen temiz kilimleri kaldırın, kirli kilimleri yayın, Fatmagül Ablam geliyor, demiş. Kızını gören anne, bu duruma çok üzülmüş. Bir daha asla kötülük yapmayacağına söz vermiş. Ölünceye kadar Ayşegül’ü ve kendi kızını bağrına basmış. Zavallı oduncu, ömrünün sonunda mutluluk içinde yaşamış.  
Tin Tin Kabacığım Beni Bırakan Babacığım
Manisa
Ege Bölgesi
        Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, bir keçi ve bu keçinin üç tane yavrusu varmış.         Keçi, yavrularını evinde bırakıp her gün otlaklara otlamaya gider, akşam dönünce de yavrularını emzirip beslermiş. Keçi, bir gün yine otlamaya giderken yavrularına:        - Siz burada durun fakat hiçbir yere gitmeyin, benden başkasına da kapıyı sakın açmayın, der.        Sürekli yavruları gözetleyen hayin kurt, anne keçi evden çıkıp gidince hemen yavruların kapısını çalar. Yavrular bakarlar ki kapıda duran anneleri değil. Kapının önünde simsiyah bir şey var. Kurt:        - Çocuklar nerdesiniz, hadi kapıyı açın?        - Sen bizim annemiz değilsin ki, kapıyı falan açmıyoruz.        - Tamam, ben sizin anneniz değilim.” diyerek kurt oradan gider. Bunun üzerine kurt tebeşir tozu içip sesini biraz inceltir. Tekrar keçilerin kaldığı yere gelerek:        - Açın yavrularım, ben geldim, der. Keçi yavruları bakarlar ki kapıyı çalanın ayakları kapkara.        - Senin ayakların kapkara sen bizim annemiz değilsin, diyerek kurdu içeri almazlar.       Kurt gidip bu sefer de ayaklarını değirmende una sokarak tekrar keçilerin kaldığı yere gelip:        - Açın yavrularım, ben geldim, der.        Yavrular bakarlar ama bu sefer anneleri mi değil mi tam bilemeyip kapıyı açarlar. Kapı açılır açılmaz kurt, yavru keçilere saldırır. Keçilerden dört  tanesini hemencecik orada yer. Keçilerden bir tanesi de saatin arkasına saklanarak kurtulur. Kurt, keçileri yiyip bitirdikten sonra gidip ırmağın kenarında suyunu içtikten sonra yatıp uyur.        Keçilerin anneleri gelip bakar ki, yavrularının yerinde yeller esiyor. Anne keçi ağlayıp dururken saatin arkasında saklanan yavru ortaya çıkarak annesine:        - Anneciğim ben buradayım, hayin kurt gelip ablalarımı, ağabeylerimi yedi. Ben de saatin arkasına saklanarak kurtuldum. Kurt ise ırmağın kenarına gitti, ben seni oraya götüreyim, der.        Anne keçi ile yavrusu, kurdun olduğu yere giderler. Anne keçi ırmağın kenarında kurdu uyurken bulur. Hemen kurdun karnını yarıp bakar ki, yavruları karnında canlı canlı duruyor. Yavrularını kurdun karnından çıkartarak kurdun karnına taş doldurup tekrar kapatır.        Kurt, baya uyuduktan sonra uyanıp:        - Ooo… Çok yemişim, diye gerinmeye başlar.        Kurt yattığı yerden kalkmaya çalışır fakat bir bakar ki karnında taş dolu. Kurt ayağa kalkar kalkmaz hemen orada ölür. Kurt öldükten sonra yavrular annelerin yanında mutlu bir şekilde yaşarlar. (KK: Meliha Matmutoğlu, Akkaya Gelinören Köyü-Kastamonu, 1943 doğumlu, okur-yazar, ev hanımı, büyüklerinden dinmiş)
Kurt ile Keçi
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanlarda bir dişi bir de erkek iki güvercin varmış. Güvercinler her sene aynı ağacın dalına yuva yaparlarmış. Her sene de iki tane yumurta yumurtlayıp yavru çıkartırlarmış. Her sene de yavrular büyüyünce tilki, güvercinleri takip ederek yavruları yemek için:       — Yavruları aşağıya atın yoksa ağaca çıkar hem sizi yerim hem de yavrularınızı yerim, diyerek tehdit edermiş. Güvercinler de tilkiden korkularına yavrularını aşağıya atıp kendi canlarını olsun kurtarırlarmış. Gel zaman, git zaman bu birkaç sefer böyle tekrarlanır. Bir gün leylek, güvercinlerin olduğu yerden geçerken güvercinlerin çok üzgün olduğunu görürünce:       — Hey güvercin kardeşler, neden üzgünsünüz bu kadar?       — Ah sorma! Yavrularımız yine büyüdü. Hayin tilki gelip bizim yavrularımızı yine yiyeceğinden korkuyoruz.       — Tilki nasıl ağaca çıkıp da sizin yavrularınızı yiyecek?       — Valla tilki öyle söylüyor. “Ağaca çıkarım sizi de yerim, yavrularınızı da yerim.” diye tehdit ediyor bizi.       — Korkmayın, tilki ağaca falan çıkamaz. Tilki yine gelirse “Çıkabilirsen çık da bizi ye.” deyin. Ben şimdi göl kenarına gidiyorum, der. Tilki, yine gelip güvercinlere:       — Ya yavrularınızı aşağıya atın ya da ben yukarı çıkar hem yavrularınızı hem de sizi yerim, der.       — Sen buraya çıkamazsın bizi de yiyemezsin.       — Siz bunu bilmiyordunuz, nereden öğrendiniz?       — Leylek söyledi.       — Leylek nerde şimdi?       — Göl kenarına balık tutmaya gitti.       — Tamam, o zaman siz devam edin. Tilki, doğruca gölün kenarına leyleği yakalamaya gider. Leyleğin gölün kenarında balık tuttuğunu görüp:       — Heeey! Leylek kardeş, ne yapıyorsun orada?       — Balık avlıyorum.       — Sen burada balık avlıyorsun da rüzgâr çıksa ne yaparsın? Sağdan rüzgâr eserse ne yaparsın?       — Sola dönerim.       — Soldan rüzgâr eserse ne yaparsın?       — Sağa dönerim.       — Her iki taraftan da rüzgâr eser ne yaparsın?       — Başımı kanadımın altına sokar rüzgâr bitene kadar öylece beklerim.       — Nasıl yani, bir göster de göreyim. Leylek, başına kanadının altına alınca hayin tilki, leyleği hemen yakalayıp yer. Leylek her işe burnunu sokmanın cezasını canıyla öder. Fakat güvercinler de bundan sonra yavrularını tilkiye vermekten kurtulurlar.
Tilki ile Güvercinler
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Vakti zamanında padişahın iki oğlu varmış. Bunun da iki atı varmış. Biri Yelkesen, biri Çölkesen. Bu atların ikisi de bir anadan doğma, babası da bir. Padişah, oğulları mektepten çıktıktan sonra, küçük oğluna da büyük oğluna da atları vermiş. Küçük oğlu: — Ben Yelkesen’i alacağım. Büyük oğlu da: — Çölkesen’i alacağım, demiş. Küçük oğlu, akşam olunca babasının eline gelmiş: — Baba ben gezmeye gideceğim, demiş. Babası “Oğlum, gel gitme.” dediyse de dinletememiş. Sabahleyin kalkmış, Yelkesen’in eyerini vurmuş. Annesinin yanına varmamak istemiş. Hemen Yelkesen’e binip şehrin kıyısına çıkmış. Bir vakit gittikten sonra yol üzerinde bir hana gelmiş. Orada bir ihtiyar rast gelmiş. Selam vermiş. Selamını alınca: — Oğlum, sen nereye gidiyorsun? — Baba, ben gezmeye gidiyorum. — Oğlum, ben sekiz senedir buradayım. Sana benim bir vasiyetim var. — Söyle baba, demiş. — Buradan üç yol ayrılıyor. Birine giden gelir. Birine giden de ya gelir ya gelmez. Birine giden de hiç gelmez. Attan aşağı inip ihtiyarın eline varmış: — Baba, ben gelmeyen yola gideceğim, demiş. O yola sürmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe dümdüz gitmiş; geri dönmüş bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Oradan bir uzun çöle düşmüş. Bunun, atın üstünde, burnuna pis koku gelmiş. — Yarabbi bu nasıl iştir, ben bu çöle düştüm? Epey vakitten sonra bir mağaraya rast gelmiş. Mağaranın yanına yaklaşınca oradan bir Arap çıkmış: — Ey insanoğlu! Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? — Ben gezmeye gidiyorum. Oradan Arap: — Ben buradan hiçbir adam bırakmadım. Yiğitsen benimle güreşirsin ve beni yenersen buradan gidersin. Yoksa senin kelleni keserim, demiş. Oradan Arap’la oğlan birbirleriyle kavil yapmışlar. Oğlan demmiş ki: — Arap, ben seni yenersem senin kelleni ben keserim. Sen yenersen sen benim kellemi kes, demiş. Bunların ikisi de karşı karşıya geçmişler. Biraz zaman geçtikten sonra padişahın oğlu Arap’ı yıkmış. Padişahın oğlu kılıcını çekmiş. “Arap seni keseceğim.” deyince Arap demiş ki: — Dur! Benim şu yüzümdeki peçeyi kaldır da ona göre kes, demiş. Padişahın oğlu yüzünden peçeyi kaldırır kaldırmaz, dünya güzeli gibi bir kızmış. Padişahın oğlu bunu almış, mağaraya götürmüş.  Kapının önüne varınca kız: — Yiğit, burada üç tane kapı var.  Birisi kan saçar, birisi kılıç çalar, birisi de su saçar. Padişahın oğlu: — Ben buraya giremem, demiş. Oradan Yelkesen’e binmiş “Allah’a ısmarladık sizi, duadan unutmayın bizi.” deyip bir uzun ovaya düşmüş. Varmış ki bir çoban davar güdüyormuş. Selam vermiş, selamını almamış. Bu padişahın oğlu attan inmiş, atın üzerinden eyerini almış. Alınca çoban davarı bırakmış. Bu padişahın oğlu: — Bu nasıl iştir? Ben bu adama ki bir şey demedim. Bu adam davarı bıraktı gitti. Padişahın oğlu atına binip deniz kenarına gelmiş. Gelince: — Ben Yelkesen’le bu denizi geçerim, demiş.   Atını denize vurup geçince bakmış ki üstü başı ve at,  hep sırma gümüş olmuş. Attan aşağıya inmiş, bir şehir yanına gelmiş. Atın yelesinden bir kıl almış. Oradan atı bırakmış. Kendi şehir içine gelince bir çocuğa sormuş: — Burası neresi, demiş. O da: — Burası Van şehri, demiş. “Ben buraya gezmeye geldim.” deyince çocuk demiş ki: — Kardeşim, burası gezme yeri değil. Burada padişah hastalandı. Ne kadar doktor, ne kadar hoca varsa bunun derdine derman bulamadılar, demiş. Padişahın oğlu: — Beni onun yanına götür. Ben onun derdine derman bulurum, demiş. Oradan o çocuk bunu padişahın yanına götürmüş. Padişahın oğlu padişaha selam vermiş. Selamını alınca: — Yiğit, sen hangi vilayettensin ve nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? — Ben İran padişahının oğluyum, demiş. Oradan padişah: — Ortalık *halvetlensin, demiş. Padişah doğrulmuş: — Oğlum, benim derdime derman bulursan kızımı sana vereceğim, yoksa seni öldürürüm, demiş. Padişahın oğlu: — Derdine derman bulurum, demiş. — Bana bir at, bir kılıç, bir kalkan, bir çadır; yiyeceğimi de verirsen bulurum, demiş. Padişah bunları verdikten sonra, birkaç delikanlı atına binip şehirden kıyıya çıkmış. Kılı kıla  vurmuş, yemiş içmiş, Yelkesen naraya vurarak gelmiş; Yelkesen’e binip bir yüksek tepenin başına çıkmış. Çadırını oraya kurmuş, oradan bir çeşme başına gelmiş. Elini yıkadıktan sonra kulağına bir ses gelmiş. Oradan çadırına gelmiş. Kılıcını, kalkanını kuşanıp orman içerisine gelmiş. Orada yedi başlı bir devin ayağına bir kıymık batmış. Yedi senedir bir *defarını bulamamış. Oradan: — Benim ayağımdaki kıymığı kim çıkarırsa ben sütümden bir fincan veririm. Padişahın derdine derman olur. Bu padişahın oğlu geriden bunun ayağındaki kıymığı elindeki kalkanı atıp çıkarmış. —Ah insanoğlu! Şimdi ne dileğin varsa söyle, vereyim, demiş. O da: — Benim dileğim şudur: Padişahın yedi senedir derdine derman bulamamışlar. Ben senin bir fincan sütüne geldim. — Bir fincan süt olmaz. Benim üç tane yavrum var. Birisini sesi benim kulağıma değmeyecek bir dağın arkasına götür, orada kes ve bunu *tuluk yüz getir. Bu padişahın oğlu bu devin yavrusunu götürüp ses değmeyen bir yerde kesmiş. Yüzmüş getirmiş. Bu yedi başlı dev, yedi seneden beri memesindeki kalan sütü sağıp tuluğa doldurmuş. Padişahın oğlu bu sütle padişahın verdiği çadırın yanına gelmiş. Bakmış ki bu çadırın dört tarafını da asker sarmış. — Bu nasıl iş? Bu ins midir cins midir, demiş. Oradaki askerler “Biz İran padişahının askeriyiz.” deyince bu padişahın oğlu inanmamış. İran padişahının oğlu: — Ben İran’dan geldim. Siz İran askeri değilsiniz. Ben İran padişahının oğluyum, demiş. — Biz de seni aramaya geldik, demişler. — Siz beni ne yapacaksınız? Van şehrinin padişahı yedi senedir hasta yatıyor, ben onun derdine derman buldum ve padişah da bana kızını verecek. Babama, anama ve beni soran halka da selam söyle, demiş. Oradan çadırını söküp, Yelkesen atına binip Van şehrinin yanına gelince bunu duyan halk “Padişahın derdine derman bulmaya giden genç delikanlı geliyor.” [diye] bunlar müjdelemeye padişahın yanına varmışlar. Bu genç delikanlı: — Padişahım, her şeyin dermanı bulunur ama ölünün defarı bulunmaz. Ben derdinin dermanını buldum. Yedi başlı devin sütünü getirdim. Bundan da iyi olmazsan daha, kolayına bakarım, demiş. Bu zavallı devin sütünden yedi seneden beri yatan padişahın derdine derman bulunmuş. Padişah vezirlerini başına toplayıp: — Ben iyi oldum. Kızımı ben genç delikanlıya vereceğim diye söz verdim. Birinci vezir: — Padişahım, senin derdine derman bulundu. Kızı ona verme, benim küçük oğluma ver, demiş. Padişah: — Ben buna söz verdim,  deyince vezir: — Senin derdine derman buldu Benim de bir diyeceğim var. Eğer onu da yaparsa daha bir diyeceğim yoktur. O zavallı delikanlı: — Emret vezirim, demiş. — Şu zamandan beri bizim bir gemimiz var. Bunu altın dağına ve mücevher dağına gönderdik. Hiçbir zaman için bu altın ve mücevher isminde bir dağa yol bulup gidemiyor. Bunu da oraya götürüp geriye getirirsen padişah kızını verecek. Oradan bu genç delikanlı söz vermiş. Gemiye binip, altın dağına varıp bu gemiye orada altın doldurmaya başlamışlar. Doldurduktan sonra: —Biraz da sen dağın tepesine var da biraz da öte yandan dolduralım. Bu genç delikanlı dağın başına çıkmakta olsun, gemi oradan yükünü tamam almış. Zavallı çocuk onların sözüne kanarak, geri dönüp bakmış ki gemi aralanmış. “Allah’ın emri böyleymiş.” diye orada tam yedi sene aç susuz kalmış. Yedi seneden sonra bir ırmak kıyısına inmiş. Orada bir uykuya yatmış. Rüyasında iyilerden biri: — Oğlum, senin önüne üç tane akar; biri kan, biri irin, biri de su gelecek. O zamanlar “Ne güzel kanmış.” dersin, bir avuç içersin. Oradan geçer irine gelirsin “Ne güzel irinmiş.” dersin, bir avuç da ondan içersin. Kana gelince “Bu kan bizim kana benziyor.” dersin, oradan da geçersin. Ama sen buradan gittikten sonra senin önüne bir avcı rastlayacak. Avcıya “Benim de çok hevesim var.” deyince avcı: — Genç delikanlı sen nerelisin, demiş. “Ben İran şehrinin padişahının oğluyum.” deyince o zaman avcı, elinde olan ağ *torundan padişahın oğlunun hevesli olduğunu anlamış. Padişahın oğlu, elindeki toru suya atınca bir beyaz güzel balığın torun içinde olduğunu hemen anlayıp dışarıya atmış. Padişahın oğlu, ne güzel hayvanat olduğundan çok fazla seviyormuş. Lakin bu padişahın oğlu akıllı ve zihinli [imiş], çıkan balığı eline almış. Avcıya: — Ben avımı aldım. Allah’a ısmarladık, diyerek oradan yoluna revan olmuş. Günlerin birinde bir viraneye gelmiş, viraneye selam vermiş, virane selamını almış. Padişahın oğlu: — Ben sana misafirim, demiş. Bir zaman sonra virane: — Sen nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun? — Ben Van şehrinden geliyorum. “Kimlerdensin?” diye sorunca: — Ben Van şehrinin padişahının damadıyım,  demiş. — Senin kayınbaban şimdi harbe hazırlanıyor. Sen burada ne duruyorsun? Oradan hemen bu cahil çocuk atını almış, kılı birbirine çatmış. Yelkesen hemen dar acele gelmiş. Üstüne atlamış, yola revan olmuş. Bu, kayınbabasının olduğu yere varınca bakmış ki onun imdadına yetişmiş. Bakmış ki birçok çadır kurulu. Bir yanda da askerler silahını çatmışlar. Bir yanda da çadırın içerisinde oturuyorlar. — Ben ortalığa varayım, selamımı vereyim. Hangisi selamımı alırsa o tarafa geçeyim. Az tarafı selamını almış. Atından inmiş, atını çadırın ipine takarak çadırdan içeriye girince: — Yiğit, sen ins misin cins misin? — İnsim de cinsim de, sizi yaratan Allah’ın kuluyum, demiş. Bunlar yiyip içtikten sonra: — Buyurun dışarı çıkalım, demiş. Dışarda bakmış ki kayınbabasının askeri çadırın etrafını sarmış. İş işten geçtiğini görerek: — Kayınbabamın kılıcından ve askerin ayağının altında kalmadan ben bunlara bir hünerimi ve yiğitliğimi göstereyim, demiş. Yelkesen atın üstüne binmiş. Kılıç ve kalkanını eline alınca az taraftaki padişah demiş ki: —Oğlum, seni bunlara karşı Allah utandırmasın, demiş. Oradan aç kurdun koyuna daldığı gibi girmiş. Epey bir zamandan sonra bunların yarısından fazlasını kesmiş. Padişah, askerine emir vermiş: — Kalan askeri de üstüne ürkütün de onu da kırsın, demiş. Epey bir zamandan sonra bu, kalan askeri kesmiş. Kayınbabası on üç yerinden yaralı düşmüş. Bu, padişahın yanına inmiş: — Padişahım, ben İran padişahının oğluyum. Sen beni damat ettiydin, ben senin derdine derman buldum. Benim başıma bu felaketleri getiren sensin. Padişah *eyitmiş: — Yiğit, bu dünyada senin gibi hiç görülmemiştir, demiş. Lakin bu oğlanın kardeşi rüyasında çok fena hâlde görmüş. Uykusunu terk edip ahıra gelmiş. Çölkesen atını çıkartıp, eyerini üstüne atıp, kılıcını ve kalkanını kuşanıp kardeşinin dar hâlde olduğu yere doğru gelmiş. Gelmiş ki kardeşi birçok asker içinde, önünde de bir adam yaralı hâlde yatıyormuş. Selam vermiş, küçük kardeşi selamını almış. “Bu ne hâldir?” deyince kardeşi: — Bu padişahın askerlerini ben kırdım. Bu yatan da Van şehrinin padişahıdır, demiş. Padişahın büyük oğlu, padişah ve kardeşinin yanındaki yakın bir çadıra varmış. Biraz vakitten sonra padişahın aklı başına gelmiş. Damadının çadırın içinde olduğunu ve çok cesur olduğunu anlamış. — Oğlum, sen benim ne kadar askerim varsa hepsini kestin. Gene ben sözümün üstündeyim. Lakin bu yaradan iyi olacağımı benim aklım kesmiyor. Seni benim yerime padişah yapayım, demiş. Oradan atlarına binmişler, günlerin birinde Van şehrine girmişler. Epey bir zamandan sonra padişah kızını İran şahının oğluna vermiş. Kırk gün kırk gece toy düğün yapmışlar ve kızla oğlanı bir odaya güvey edip koymuşlar. Yiyip içtikten sonra onlar muradına geçmişler, cümlesiyle darısı da bize.           * halvetlenmek: sakinleşmek, tenhalaşmak. * defar: çare, derman; ilaç. * tuluk:  tulum. * tor: ince örgülü balık ağı. * eyitmek: demek, söylemek; ayıtmak.
YELKESEN ÇÖLKESEN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
                                                                                              KELOĞLAN Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir Keloğlan varmış. Keloğlan çok tembelmiş. Bütün gün evde yatarmış. Annesi bu duruma çok üzülürmüş. Bir gün dayanamamış: —A Keloğlum, ya gider çalışırsın ya da sana hakkımı helal etmem, demiş. Keloğlan annesini çok severmiş. Bu yüzden onu daha fazla üzmemek için helallik dileyip iş bulmak üzere evden ayrılmış. Az gitmiş uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş. Yolda bir yumrukta dağları deviren iri yarı biriyle karşılaşmış. Tanışmışlar. —Ben Keloğlan, sen kimsin? —Ben de Dağdeviren. Nereye gidiyorsun? —İş bulmaya gidiyorum. —Ben de seninle gelebilir miyim? —Peki, gel! Arkadaş olmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler. Bir de bakmışlar ki adamın biri eline aldığı demirleri ağaç dalı gibi kırıyor. Selam vermiş ve selam almışlar. —Merhaba, ben Keloğlan! Bu da arkadaşım Dağdeviren. Sen kimsin? —Ben de Demirkıran, nereye gidiyorsunuz? —İş bulmaya gidiyoruz. —Ben de sizinle gelebilir miyim? —Peki gel! Üç arkadaş yola koyulmuşlar. Bütün gün yürüdükten sonra bir mağaraya rastlamışlar. Gecelemek üzere mağaraya girip hemen uyumuşlar. Sabah olunca üç arkadaş şöyle bir karar almışlar: — Artık bu mağaradan ayrılmayalım. Birimiz burada kalsın, diğer ikimiz iş bulup çalışsın. Mağarada kalan yemek pişirsin, bulaşık yıkasın, deyip anlaşmışlar. Ve bu iş sıra ile olmuş. İlk gün Keloğlan ve Dağdeviren çalışmaya gitmiş. Demirkıran evde kalmış. Yemek pişirmiş. Arkadaşlarının gelmesini beklemeye başlamış. Bu sırada boyu bir karış, sakalı iki karış birisi çıkıp gelmiş. Demirkıran şaşırmış. —Sen de kimsin? —Ben benim sen kimsin? —Ben Demirkıran’ım, ne istiyorsun? —Bir kepçe yemek istiyorum. —Olmaz, onu arkadaşlarıma yaptım, çabuk git buradan! Boyu bir karış, sakalı iki karış yemek kazanını tuttuğu gibi Dermirkıran’ın başına geçirmiş. Demirkıran yandığına mı üzülsün, yemeğin ziyan olduğuna mı bilememiş. Arkadaşları geldiğinde neler olduğunu, niçin yemek pişirmediğini sormuşlar. Demirkıran ufacık bir insanın onu alt ettiğini söylemeyi utandığı için uyuyakaldığını, bu yüzden yemek pişiremediğini söylemiş. Keloğlan ve Dağdeviren bunu inanmasa da o gece aç yatmaktan başka yapacakları bir şey yokmuş. Ertesi gün olunca bu sefer Demirkıran ve Keloğlan çalışmaya gitmişler. Dağdeviren evde kalmış. Yemek yapmaya başlamış. Tam yemek piştiğinde boyu bir karış, sakalı iki karış olan adam gelmiş. Ve bir kepçe yemek istemiş. Dağdeviren ona yemek vermeyince yemek kazanını onun da başına geçirmiş ve kaybolmuş. Arkadaşları akşam gelince niye yemek pişirmediğini sormuşlar. O da olanları anlatmaya utandığı için bir yalan uydurmuş. Fakat Demirkıran her şeyi bildiği için içinden gülüyormuş. Üçüncü gün Keloğlan evde kalmış. Dağdeviren ve Demirkıran akşama gene aç kalacaklarından emin bir şekilde çalışmaya gitmişler. Bu sırada Keloğlan da mağarada yemek pişirmeye başlamış. Onun da yemeği tam piştiğinde boyu bir karış, sakalı iki karış çıkıp gelmiş. Selamlaşmışlar. —Sen de kimsin? —Ben benim sen kimsin? —Ben Keloğlan’ım, ne istiyorsun? —Bir kepçe yemek istiyorum. Keloğlan, arkadaşları gibi yapmayıp boyu bir karış, sakalı iki karışa yaptığı yemekten verip karnını doyurmuş. Bunun üzerine boyu bir karış, sakalı iki karış Keloğlan’a: —Sen benim karnımı doyurdun. Oysaki arkadaşların bana bir kepçe yemeği çok gördüler ve cezalarını çektiler. Senin yaptığın iyiliğe karşılık ben de sana bir iyilik yapacağım. İçinde bulunduğun bu mağaranın altında çok büyük bir hazine gizli. Eğer yeri kazarsan onu bulursun ve dünyanın en zengin adamı olursun, demiş ve ortadan kaybolmuş. Akşam olduğunda arkadaşları gelmişler ve yemeğin hazır olduğunu görünce çok şaşırmışlar. Durumu fark eden Keloğlan, bütün olanları anlatmış. Arkadaşlarıyla birlikte yeri kazdıklarında büyükçe bir sandık bulmuşlar. Sandığın içini açmışlar. Sandığın içi, akla hayale gelmeyen mücevher ve altınla doluymuş. Dağdeviren ve Demirkıran hak etmediklerini düşünseler de Keloğlan, hazineyi onlarla paylaşmış. Üçü de çok zengin olarak evlerine dönmüşler ve ömür boyu birbirlerinden hiç ayrılmamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düştü; biri bana, biri anlatana, biri de dinleyenlere…
Keloğlan
Manisa
Ege Bölgesi
HER İŞİ GÖREN DEĞİRMEN Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire bakkal iken, bir kör adamla bir kör karısı varmış. Bunların, her işlerini gören bir de değirmenleri varmış. Bu değirmen yemek pişirir, su taşır, dağdan odun getirir, velhasıl-ı kelâm pek marifetli bir şeymiş. Değirmenin marifetlerini duyan ülkenin padişahı, sanki kendi serveti kâfi gelmiyormuş gibi hemen bir ferman, bir fetva uydurarak değirmenin sarayına getirilmesini irade buyurmuş. Değirmensiz kalan iki zavallı kör, günlerce üzülüp ağlamışlar. Tesadüfen oradan geçen bir horoz, neden ağladıklarını sormuş. Onlar da, — Bizim gözümüz görmez, bir iş yapamayız. Her işimizi gören bir değirmenimiz vardı, onu da padişahımız aldırttı, demişler. Horoz, — Bakın hele üzüldüğünüz şeye. Siz hiç merak etmeyin, ben hemen gider, onu alıp getiririm, demiş. Ve sabaha doğru sarayın yolunu tutmuş. Giderken, yoluna bir tilki dikilmiş. Horoz da şafak atmış*. Tilki, gayet kibar bir eda ile, — Gittiğin yere beni de götürürsen sana zararım dokunmaz, demiş. — Götürürüm, demiş horoz da. Böylece tilki ile horoz arkadaş olmuşlar. Olacak iş değil ya, olmuşlar işte. Horoz, olup biteni tilkiye bir bir anlatmış. Az gitmişler uz gitmişler, derken bir kurda rast gelmişler: — Gittiğiniz yere beni de götürmezseniz, ikinizi de parçalarım, demiş. Razı olmuşlar, her üçü de yolu tutmuş. Derken efendim, bir ırmağın kenarına gelmişler: — Gittiğiniz yere beni de götürmezseniz, sizi karşı sahile geçirmem, demiş ırmak. Irmak gider mi diyeceksiniz? Gider elbet, masal bu: — Hadi, senin de hatırın kalmasın, demişler. Irmağı da beraberlerine almışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Saray da uzakmış zâr*. Bir yere gelmişler ki tilki yorulmuş. Horoz onu karnına almış, yola devam etmişler. Aslında tilki, horozu karnına indirir ya, bu sefer ters olmuş. Az sonra kurt da yorulmuş. Horoz onu da kursağından*. aşağı indirmiş. Tam saray görüldüğü bir sırada ırmak da yorulmuş. Horoz onu da miğdeye indirmiş. Nihayet, saraya gelinmiş. Padişah derin uykusunda. Horoz sarayın duvarına çıkarak, — Kör adamla kör kadının değirmenini ver! Kör adamla kör kadının değirmenini ver, diye başlamış ötmiye. Bu sese padişah uyanmış, kendini uyandıran vakitsiz öten horoza da son derece kızmış. Nöbetçilere, — Yakalayıp sarayın kümesine atın, diye kükremiş. Benim horozlarım onun hesabını çabuk görürler diye de düşünmüş. Askerler, horozu tutup kümese atmışlar. Bunu fırsat bilen horoz, karnındaki tilkiyi çıkarmış. Tilki, hayvanlardan yiyebildiği kadarını yemiş, diğerlerini de boğazlamış. Sonra da kaçıp gitmiş. Horoz tekrar eski yerine çıkıp, — Kör adamla kör kadının değirmenini ver! Kör adamla kör kadının değirmenini ver, diye bağırmaya başlamış. Padişah bu sefer de, — Onu tutup sığırların ahırına atın, diye bağırmış. Kendini ahırda bulan horoz, karnından kurdu çıkarmış. Kurt da hayvanlardan yiyebildiğini yemiş, diğerlerini boğazlıyarak kaçmış. Horoz yeniden duvara çıkıp bağırmaya başlamış. Onun hâlâ ölmediğini gören zalim padişah, bu sefer daha ağır bir ceza düşünmüş: — Ortaya odun yığın, üzerine horozu bağlayıp ateşe verin, demiş. Alevler dört yanını sarınca, bu seferde karnından ırmağı çıkarmış. Irmak, ateşi söndürmüş, horoz da gene kurtulmuş: — Kör adamla kör kadının değirmenini ver! Kör adamla kör kadının değirmenini ver, diye bağırmıya devam etmiş. — Kesin şunu, demiş padişah. Horozu kesmişler, nar gibi kızartmışlar, padişahın önüne getirmişler. Padişah, horozdan kurtulduğuna sevinerek, yemeye başlayınca, boğazına bir kemik batmış: — Bunun dirisi de ölüsü de uğursuzmuş. Bu beni tahtımdan da edecek. Elbet bunda bir keramet ola. Alın şu değirmeni kör adamla kör kadına götürün, demiş. Değirmen sahiplerine verilince padişahın boğazındaki kemik çıkmış. Körler, değirmenin hazırladığı yemeklerin lezzetiyle mest olmuşlar amma horoz da bu uğurda kurban gitmiş.   * şafak at-: Öfkelenmek * zâr: Her hâlde, galiba * kursak: Mide
Her İşi Gören Değirmen
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
              Evvel zaman içinde, bir kulübede, bir eşek kafası ile annesi yaşarmış. Bir gün eşek kafası yolda gezerken, padişahın küçük kızını görmüş, beğenmiş. Gönül bu ya, sevmiş de. Eve gelince annesine, — Aman anne, kuzum anne, git bana padişahın küçük kızını iste, diye yalvarmış. Annesi, her ne kadar, vermezler demişse de, sözünü dinletememiş, eşek kafasına laf anlatamamış. Bakmış ki, eşek kafası yola gelmiyor, ne yapsın ihtiyarcık, çıkmış yola varmış padişahın sarayına. Saraydakiler ihtiyarı görünce, — Nine ne istiyorsun, diye sormuşlar. O da, — Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, padişahın küçük kızına, eşek kafasına dünürcülüğe geldim derken, beline bir tekme indirmişler ki merdivenlerden teker meker yuvarlanmış gitmiş. İhtiyar ninecik evine dönüp, olan biteni eşek kafasına anlatmış. Eşek kafası, — Vay canına, annemi dövmek nasılmış, ben onlara gösteririm, demiş. Ertesi gün eşek kafası yuvarlana yuvarlana saraya yollanmış. Doğru padişahın kızlarının yanına çıkmış. Kızlar, — Ne istiyorsun, niye geldin eşek kafası, diye sormuşlar. O da, — Allah’ın emriyle padişahın küçük kızını kendime istemeye geldim, demiş. Bunun üzerine padişahın ortanca kızı küçük kardeşine, — Tut şunu kulaklarından, altın küpün içine sok, demiş. Altın küpün içine kapatılan eşek kafası, — Yut kafam altınları, yut kafam altınları, diye bütün altınları yutmuş. Oradan kaçıp doğru eve gelmiş, annesine olup bitenleri anlatmış. Annesi bir oklava almış, eşek kafasına vurmuş vurmuş, bütün altınları çıkarmış. Ertesi gün eşek kafası gene saraya gitmiş. Bu seferde, — Ne istiyorsun, niye geldin eşek kafası, diye sormuşlar. O da, — Allah’ın emriyle, padişahın küçük kızını kendime istemeye geldim, der demez ortanca kız küçük kardeşine, — Bak bakalım altın küpünde altın var mı, demiş. Küçük kız da bakıp ne görse? İlaç için bile olsun, bir tek altın kalmamış: — Öyle ise tut, gümüş küpüne at, demiş. Küçük kız da tutup gümüş küpüne atmış. Eşek kafası küpün içinde, — Yut kafam gümüşleri, yut kafam gümüşleri, diye diye bütün gümüşleri yutmuş. Oradan kaçarak eve gelmiş, annesine gene olan biteni anlatmış. Annesi de bir oklava almış eşek kafasına vura vura, bütün gümüşleri çıkartmış. Ertesi gün eşek kafası gene saraya gidince kızlar, — Eşek kafası, altınları, gümüşleri yedin, şimdi de deniz suyunu iç de, susuzluğun geçsin, diyerek kulağından tutup denizin dibini boylatıyorlar. Eşek kafası, — Yesin onu ninesi, içsin suyu dedesi diye diye boğulur gider.    
Eşek Kafası
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
CİMRİ Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde, fakir bir karı koca ile üç çocukları varmış. Günlerden bir gün, büyük kız için bir dünürcü* gelmiş: — Hem evde bir boğaz eksilir hem de zengin bir damat sahibi oluruz, demişler. Kızı vermişler. Gerçi adam, zengin olmıya zenginmiş ama cimrinin de biriymiş. Her gün yumurta kabuğunun içinde yemek getirilir, yarım nohut yutarlarmış. Yeni gelin, bu kadar açlığa dayanamamış, günden güne zayıflamış ve bir gün ölüp gitmiş. Adam bu sefer ortanca kızı istemiş. Yabancı değildir diyerek, ikinci kızlarını da bu adama vermişler. Ama çok geçmeden ortanca kız da ablasının diyarına göç etmiş. Cimri adam, bu sefer de en küçük kızı istemiş. Onu da vermişler. Yeni gelin, bir gün evin etrafında dolaşırken, altın karıştıran bir adam görmüş: — Kimin bu altınlar, diye sormuş. — Kocanızın, demiş adam. İki ablasını açlıktan öldüren, cimrinin cimrisi kocasına bir oyun oynamayı aklına koymuş. Kısa zamanda, kendi evi ile babasının evi arasında bir yeraltı yolu açtırmış. Buradan, her gün sepetlerle yiyecek getirtmiş, bol bol yemiş, gücünü yitirmemiş. Kocasının yanında ise bir nohuda razı olmuş. Hatta çok kere, — Kocacığım, birer nohut bize fazla. Yarımşar nohut yiyelim de birkaç kuruşumuz artsın, diye de iğneli sözler söylemiş. Bu sözleri duyan kocası, karısını daha da çok sevmeye başlamış. Günlerden bir gün cimri, karısına demiş ki: — Bu akşam, bütün arkadaşlarımı yemeğe çağıracağım. — Elbet kocacığım, senin arkadaşların benim de arkadaşlarım. Adam gidip çarşıdan bir kuş almış. Bu kuşun yarısı ile yemek hazırlamasını, yarısını da saklamasını öğütlemiş. Bir yumurta kabuğu içinde de biraz yağ getirmiş. Kadın, kocası gidince bunların hepsini çöplüğe atmış. Çarşıya gidip türlü türlü yiyecekler, sebzeler, meyvalar getirmiş. Birbirinden güzel yemekler yapmış, kocasının arkadaşlarını beklemiye koyulmuş. Misafirler gelince, kocası mutfağa geçip hazırlıkları görmek istemiş. Bir de ne görsün, çeşit çeşit nefis yemekler, çerezler, meyvalar… Aklı başından gitmiş: — Yoksa sen kuşun hepsini mi pişirdin, diye sormuş karısına. — Elbet efendiciğim, ne yapayım, ancak yetti. Sonra arkadaşlarına karşı mahçup düşürmek istemedim seni. Bunun üzerine adamın aklı tüm gitmiş başından. Gözleri kararmış, fenalık geçirip yere yığılmış. Bir yandan da durmadan, — Hep, hep, hepsini, diye söylenir dururmuş. Beklediği anın geldiğine inanan kadın misafirlerin yanına giderek, — Kocam fenalık geçirdi, galiba ölecek. Ölmeden önce bütün malını mülkünü bana bağışlamak istiyor. Siz de gelin de tanığım olun, demiş. Adamlar mutfağa koşuşmuşlar. Cimri koca, bir yandan karısını gösteriyor, bir yandan da hâlâ, — Hep, hep, hepsini, diye söylenirmiş. Az sonra da kahrından ölmüş gitmiş. Bütün mallar da böylece üçüncü karısına kalmış. Karısı bir yandan yalancıktan ağlıyor, bir yandan da boyuna*, — Yemeyenin malını yerler, diye söylenirmiş. Onlar da yemişler, içmişler, muratlarına geçmişler.     * dünürcü: Kız görmeye giden kimse, görücü * boyuna: Sürekli
Cimri
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir vaktinde bir herifin bir tane kızı varmış. Sabahtan kalkar süpürür, has bahçeye namaz kılmaya gidermiş. Bir de ceviz ağacı varmış, üstüne bir kuş konarmış. O kız namazı kılarken kıza: — Ah kız, vah kız! Hayıflar olsun sana, dermiş. Bu kız bir gün böyle, beş gün böyle; sararmış solmuş. Anası babası demiş ki: — Sen bir ananın bir babanın kızısın. Niye sararıp soluyorsun, demiş. O da demiş ki: — Namaz kılmaya giderken kuş bana ne yapıyor, gelin bakın. Sabahtan kalkmış, namaz kılmaya giderken anası babası da arkası sıra gitmişler, kuşun öyle “Ah kız, vah kız!” dediğini işitmişler. — Daha buralar bize haram olsun, demişler. Bunlar evi barkı satmış savmış, kızlarını almış, gitmişler başka memlekete. Başka memlekete gitmişler ki bir konak, kapısı bacası demir, kendisi kilitli. O zaman anası demiş ki: — Kız, biz burada ayrılacağız. Gelin burada bir yemek yiyelim, demiş. Yemeği yemişler, kapıyı kız iterek içeri düşmüş; kız içerde kalmış, anası babası dışarda kalmışlar. Ağlamışlar: — Gayrı iş işten geçti. İçeri bak, ne var ne yok, demiş. Kız da içeri bakmış, kırk tane oda. Her birinde beşik varmış. Birine de bakmış ki bir babayiğit yatıyormuş. Uyuz uykusuna yatmış. Kız içerde gördüğünü anasına babasına söylemiş. Helalleşmiş, ayrılmışlar. Kırk gün o kız o ölünün başını beklemiş orada. Kırk gün tamam olacağı vakit bir fukara Çingene kızı gelmiş: — İlla hanım beni yanına al, demiş. Sonra kız demiş ki: — Ben namaz kılmaya gideyim. Sen efendimin başını bekle, demiş. “Ah kız, vah kız! diyen kuş da aşağıdaymış. Sonra efendi uyanmış, kız namaza giderken uyanmış. — Sen ins misin cins misin, diye kıza sormuş. O da demiş: — Ben bir ananın bir babanın kızıydım. Aşağıdaki kuş bana “Ah kız, vah kız!” diye beni buraya düşürdü, demiş. — Yanında daha kim var, demiş, sormuş kıza. — Bir Çingene kızı var, demiş. Kızı seslemişler, bakmışlar ki Çingene kızına hiç benzemiyormuş. Sonra efendi demiş ki: — Ben şehre gideceğim. Size ne getireyim, demiş. O sonradan gelen de demiş: — Bana elbiselik getir, demiş. Öbürü de demiş ki: — Bana bir sabır taşı, bir de kalemtıraş getir. Eğer getirmezsen yoluna boz duman çöke, demiş. — Şehre gitmiş elbise almış, o kızın dediğini unutmuş. Boz duman çökünce yarı yoldan geri dönmüş. Dükkâncıya demiş ki: — Bana bir sabır taşı ile bir kalemtıraş. Dükkâncı da demiş ki: — Arkana bakarsan veririm. Canına kastetmek istemiş. Sabır taşıyla kalemtıraşı almış, evine gelmiş. O Çingene kızı demiş ki: — Benimki hani ya, demiş. Sabır taşıyla kalemtıraşı vermiş. Almış kız, has bahçeye gitmiş. Gitmiş, başına geleni söylemiş, ağlamış; sabır taşı patlamış. “Yaa, sen dayanamıyorsun, ben nasıl dayanayım.” demiş, gene başına geleni söylemiş, ağlamış. Kalemtıraşa: — Ya sen dayan, ya ben dayanayım, demiş. Bıçağı yüreğine saplayacağı vakit efendisi kolundan tutmuş: — Bizi kanlı mı yapacaksın, demiş. Oradan elinden tutmuş, yukarıya çıkmış. — Çingene kızı, gel bakayım, demiş. — *Yeğin ata mı kailsin yoksa keskin kılıca mı kailsin, demiş. O da demiş ki: — Keskin kılıç boynuna uğrasın. Yeğin ata biner de sallanarak babam evine giderim, demiş. Yeğin ata bindirmiş, dağdan taşa çalarak babası evine gitmiş. Kendi kırk gün kırk gece düğün etmiş, muradına ermiş. Darısı da cümlesine olsun.   * yeğin: İyi, üstün, hızlı, çevik, güçlü vb.
Ah Kız Vah Kız!
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir vaktinde bir Beyoğlu’yla bir Keloğlan varmış. Beyoğlu demiş ki: — Seninle gezmeye gidelim, demiş. Bir dağın başına çıkmış ki bir karartı görünüyor. Beyoğlu demiş ki: — Git bak. Malsa sana, cansa bana. Keloğlan gitmiş ki orada bir tavuk, karatavuk… Beyoğlu demiş ki: — Tavuğu ben ne yapayım? Sen götür. Keloğlan eve alıp getirmiş. Günde bir yumurta yumurtlarmış. O da peri kızı imiş. Keloğlan’ın da bir tembel anası varmış. Yünü çarşıdan alır getirirmiş, aylarca bekletirmiş. Peri kızı bir kap yemek görmüş, bakracını eline almış, yünü de sırtına almış, “Gıdak, gıdak!” diye ırmağa gitmiş. Yünü yumaya* gitmiş. Beyoğlu da peşine düşmüş. Kız orada silkelenip tüyünü dökünce Beyoğlu bayılmış. Kız yünü yıkamış, kurutmuş, telisine* doldurmuş, sırtına almış. “Beyoğlu’na şimdi su serpeyim, ayıksın.” demiş. Beyoğlu’nun yüzüne suyu serpmiş; ayıkmış, akşam olmuş, Keloğlan’a demiş ki: — O ağırlığınca altın vereyim de bana tavuğu ver, demiş. Ağırlığınca altın verip tavuğu almış, evine götürmüş. Komşuda düğün olmuş, Beyoğlu’nun bacısıyla anası düğüne gitmiş. Beyoğlu da tavuğa yalvarmış ki “İlle sen de git.” demiş. O da elbisesini giyip gitmiş. Beyoğlu’nun annesi demiş ki: — Ne güzelsin. Böyle bir gelinim olsa, demiş. Akşam olup düğünden gelince: — Düğünde ne var, demiş, sormuş.        O da demiş ki: — Bir güzel gördüm. Keşke benim gelinim olaydı, demiş. Sabah olmuş, gene kalkmış düğüne gitmişler. Gitmişler, gene Beyoğlu yalvarıp yakarmış tavuğa: — İlle sen de git, demiş. — Bana bugün *düzen* edin, ben gitmem, demiş. Gene elbisesini giymiş, gitmiş. Ayağına evvelden potin galoş giymiş. — Düzen etmem. İlle git, demiş. Kalkmış gitmiş. Beyoğlu eşiğin dibini eştirmiş, o da düğünde “Geç kaldım.” derken ayakkabısı oraya düşmüş, tılsımı bozulmuş. “Ne edelim? Ne edelim?” derken bunu tutmuş dolaba saklamış. Anası gelmiş: — Tavuğu ne ettin, demiş. O da: — Sattım, demiş. — Niye sattın? Günde bir yumurta yumurtluyordu, demiş.                 — Ne yapayım? Sen hırslandın, ben de sattım, demiş. — Haydi, ben acıktım. Sen çok hırslanma, demiş. İçeri gitmişler ki düğünde gördükleri güzel orada. Düğün başlanmış. Kıza kırk gün kırk gece düğün etmiş, yiyip içip muradına geçmişler; darısı da cümlesine.                                                                                                                       * yumak: yıkamak. * telis:  çuval. * düzen: (Kaynak kitapta yok. Derleme Sözlüğü’nde farklı yörelerden derlenmiş “öteberi, çeyiz, elbise, süs” anlamları var. Sivas’tan ise “gelin elbisesi” anlamında derlenmiş.)
BEYOĞLU VE KELOĞLAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir gün tilki karnını doyurmuş bir vaziyette keyifli keyifli yolda giderken kirpiyle karşılaşır. Kirpiyi ömründe ilk defa gören tilki merak edip:       - Senin adın ne? diye sorar.       - Benim adım kirpi. Peki, senin adın ne?       - Benim adım da tilki. Sen ne arıyorsun burada?       - Yalnızlıktan sıkıldım da öyle geziniyorum. Ya sen ne arıyorsun?       - Ben de yalnızlıktan sıkıldım. Bak hem adlarımız benziyor hem de kaderimiz. Gel biz arkadaş olalım da beraber gezelim.       - Tamam, olalım ama önce kuralları öğrenelim.       - Dünyada her şey benim düşmanım fakat benim bilgim çoktur. O bilgilerimle yaşıyorum.       - Vallahi benim sadece bir tek bilgim var. Senin elli tane bilgin varken nasıl arkadaş oluruz.       - Haklısın, senin bir tek bilgin var, benimse bilgim çok. Senin şu tek bilgini öğrenelim bakalım; bir tek bilgiyle bu dünyada nasıl yaşıyorsun?       - Tamam, uzat elini de öpeyim, der. Tilki elini uzatınca kirpi, tilkinin bacağını ısırıp hemen toplanır içine. Tilki tek ayağının üstünde kalır fakat bir şey yapamaz. Kirpiyi ısırmaya çalışınca dikenleri ağzına batar. Tilki: Senin bir tane bilgin benim elli bilgimden fazlaymış, der. Böylece tilki ile kirpi arkadaş olurlar. Sürekli birlikte gezerler, birlikte tavuk çalıp birlikte yerler. Bir gün karınları acıkınca köydeki ağanın kümesine girmeye karar verirler. Ağanın kümesi de tavuk, horoz, kaz doluymuş. Tavuklara kapan kurup yakalamaya karar verirler. Kümese kapanı kurmak için ilk önce kirpi girer ve kapanı kurup tam çıkarken kapana kapılır. Ne kadar uğraştıysa da bir türlü kurtulamaz. Hemen tilkiye seslenir:       - Arkadaş ben kurduğum kapana kapıldım, gel de beni kurtar. Tilki, kirpinin bu feryadını hiç umursamaz. Sessizce kümese girer ve bir tane tavuk alıp çıkar. Tilkinin bu hareketine gücenen kirpi intikam almak için tilkiye:       - Tilki arkadaş, seninle o kadar arkadaşlık yaptık, gel de seninle böyle ayrılmayalım. Ayağını bir kere uzat da öpeyim, öleceksem de ondan sonra öleyim, der. Kirpinin bu isteğini duyan tilki gururlana gururlana kirpinin yanına gidip öpmesi için ayağını uzatınca kirpi hemen tilkinin ayağını ısırır. Tilki ne kadar uğraştıysa da ayağını kirpinin ağzından kurtaramayıp sabaha kadar kümeste kirpiyle kalır. Sabahleyin kümesin sahibi tavukları dışarı çıkartmak için gelince bir de bakar ki, ne görsün; kirpiyle tilki kapana tutulmuş vaziyette kümeste duruyor. Hemen eve giderek tüfeğini alıp gelir ve tilkiyi vurur. Tilkiyi dışarı çıkartmak için uğraşırken bir de bakar ki, tilkiyi kirpi yakalamış. Hemen kirpiyi kapandan kurtarıp:       - Sen beni bir kürk sahibi yaptın, ben de seni serbest bırakıyorum, der. Böylece kirpi serbest kalır, tilki de ihanetinin bedelini canıyla öder.
Kirpi ile Tilki
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Aç Ayı Günlerdir aç olan ayı, gezerken dağın yamacında otlayan bir koyun sürüsü görür. Hemen sürüye yaklaşarak, sürüden ayrı olan bir koyunu yakalamaya karar verir. Ayı tam sürüye yaklaşırken derenin kenarında tek başına su içen başka bir koyunu görür ve hemen koyunun arkasından gidip yakalar. Koyun:       - Arkadaş, sen beni nasıl olsa yiyeceksin. Şu yalan dünyada hiç oynamadım. İki sıçrayayım, bir oynayayım da beni ondan sonra ye, der. Ayı, koyunun bu sözüne kanar ve koyunu salıverir. Koyun iki sıçrayıp bir oynayınca hemen sürünün içine karışır ve melemeye başlar. Koyunun melediğini duyan çoban hemen etrafa bakınca ayının, kendi sürüsünün üstüne doğru geldiğini görür ve ayıyı kovalar. Koyunu da elinden kaçıran ayı, aç bir şekilde yürümeye devam ederken ilerde develerin ağaçların gölgesinde yayıldığını görür. Ayı, usulca develere saldırır ve develeri yakalayıp yemeye çalışır. Fakat develer:       - Sen bizi zaten yiyeceksin. Bizi şu aşağıdaki derenin kenarına götür de orada ye, derler. Ayı, develeri önüne katıp derenin kenarına götürür. Derenin kenarında da Çingenelerin çadırları varmış. Çingeneler, ayının kendi çadırlarına saldırmaya geldiğini düşünerek hemen bir araya gelip ayıyı kovalarlar. Deveyi de elinden kaçıran ayı, aç karnına yürümeye devam eder. Gide gide bir düzlükte atların yayıldığını görür. Atların sahibi, atları bağlayıp ağacın dibinde uyuyormuş. Ayı, hemen atların etrafında dolanmaya başlayınca at:       - Arkadaş, sen beni nasıl olsa yiyeceksin. Elinden kaçacak değilim, zaten benim başım bağlı. Benim arka ayağımda bir yazı vardır. Arkama geç de onu bana bir okuyuver. Ölmeden önce ne yazdığını bileyim, der. Ayı, atın ayağındaki yazıyı okumak için arkasında eğilince at hemen ayıya çifteyi vurur. Çifteyi yiyen ayı yere yıkılarak “of” diye bağırır. Ayının bağırdığını duyan atın sahibi uyanıp hemen ayıyı kovalar. Ayı böylece üç yerden de karnını doyuramadan dönünce ininin önüne oturur:       - A bilmem ne yaptığımın kafası, Buldun bir koyun Etini de doyum doyum Nene lazım iki sıçrayıp bir oyun   Buldun bir deve Etini yi geve geve Çeltik mi ekeceksin Deveyi aşağıya götürüp de   Buldun bir at Ye de yanında yat Nemilan arka ayağındaki banat Okuyup da kalem odasına kâtip mi olacaktın       - Şimdi bana efe bir adam olmalı; vermeli kazığı, vermeli bana kazığı, der. Ayı tam böyle konuşurken, yoldan geçen bir adam kömüşlerini* kaybetmiş de onları arıyormuş. Ayı, bir çamın dibine oturup dinlenirken ayının bu sözlerini duyup eline kazığı alır ve usulca gelerek ayının kafasına kazıkla vurur. Ayı hemen yazıya düşer kalır. Adamın birisi de namazını kılmış, dua ediyormuş. Adamın dua ettiğini gören ayı -kendi duası kabul olduğu için-:       - Duan kabul olsun istiyorsan, benim inin önüne kadar git. Orada yapılan dualar kabul oluyor, der. *kömüş: Manda
Aç Ayı
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Günlerdir aç bir vaziyette gezen tilki bir türlü karnını doyuracak bir şey bulamaz. Yolda giderken havada uçan bir keklik görüp, kekliğe: — Keklik arkadaş, seni çok iyi süzülür diyorlar. Bir kere şöyle süzülüver de ben de göreyim, der. Keklik de gözlerini yumarak süzülmeye başlayınca tilki atlayıp kekliği hemen kapar. Keklik gözlerini açınca kendisini tilkinin ağzında görür: — Tilki arkadaş, ben senin karnını doyuramam. “Ya Rabbi şükür” deyip ondan sonra beni ye, der. Tilki, “ya Rabbi şükür” demek için ağzını açınca keklik, tilkinin ağzından kaçıp karşıdaki ağacın dalına konar. Tilki, kekliğe aldanmasını bir türlü hazmedemeyip kekliğe: — Keklik arkadaş, deminki süzülmen çok güzeldi. Bir kere daha süzülüver de dünya gözüyle son bir kez göreyim. — Uykusu gelmeden uyuklayanın avradını bilmem ne etsinler, deyip keklik tilkiden yakasını kurtarır. Bir türlü karnını doyuramayan tilki, kara kara düşünmeye başlar. Tilki, tekrar av aramak için giderken tavuğu çok olan bir köye rast gelir ve: — Ben bu sefer karnımı doyuracak avı buldum. Her gün bir tane tavuk yersem kimse anlamaz, der. Tilki her gün bir tavuk çalıp yemeye başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle, üç gün böyle olunca köylü tavuklara bir hırsızın dadandığını fark eder. Köylülerden birisi bir gün tavukları uzaktan izleyip hırsızın kim olduğunu anlar. Köylüler bir araya gelip toplanırlar. “Ne yapalım ne yapalım da bu tilkiden kurtulalım?” diye konuşmaya başlarlar. Köylüler en sonunda tilkiyi tavuklara çoban tutmaya karar verirler. Tilkiyi çağırıp: — Biz bir şey düşündük. — Ne düşündünüz? — Bizim tavukları güdüver. Bizden ne istersin? Bizim her gün bir tavuğumuz kayboluyor, ancak tavukların başına birisini tutarsak kaybolmaz. — Vallahi ben onun hesabını yapamıyorum. Siz kendi aranızda konuşup hesaplayın, ne verirseniz alırım. — Şu paraya güt. — Tamam, güderim, der. Ertesi gün köylüler tavukları tilkinin önüne katıp gönderirler. Akşam olunca ortada ne tilki var ne de tavuklar. Tilkinin iki tane yavrusu varmış. Tilki tavukları boğarak inine doldurur. Köylüler: — Bu tilki tavukları boğup inine doldurdu.” deyip tilkinin inini aramaya giderler. Köylüler, dağın yamacındaki tilkinin inini bulup, tilkiyi dışarı çıkarırlar. Bakarlar ki, tilki, tavukların hepsini boğmuş. Köylüler, tilkiyle yavrularını alıp götürürken annelerinin sürekli yere baktığını gören yavrular: — Anne, sen neden hep yere bakıyorsun? Kafanı kaldırıp etrafa baksana. — Yavrularım utanıyorum, utanıyorum. Ettiğim kabahat çok da ondan, der. Köylüler, tilkinin yavrularını görünce öldürmekten vazgeçip salıverirler. Tilki, yavrularını başka bir ine bırakıp tekrar av aramaya başlar. Ormanda giderken köyün kenarındaki ağacın tepesine çıkmış bir horoz görür. Horoz da tünekleyip ötüyormuş. Tilki: — A horoz arkadaş! — Eeeyy…! — Ezanı okudun, aşağıya in de namazları kılalım. — Tamam, tamam. Avcılar çayın kenarına abdest almaya gitti, bana da “Biz gelene kadar sen ezanı okuya dur.” dediler. Ben şimdi cemaatle kılacağım namazı az bekle de beraber kılalım, der. Avcıların orda olduğunu duyan tilki hemen oradan ipi kırıp gider. Horoz da kurnazlığıyla tilkiden kurtulur. Tilki de yediği tavuklarla kalıp yoluna devam eder.
Aç Tilki
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Eski zamanlarda dağları denetlemek için vergi memuru belirli aralıklarla gelirmiş. Ormanı çok tahrip eden hayvanlara da ceza keserlermiş. Bir gün memurlar yine dağları denetlemek için yola koyulurlar. Vergi memurlarının geldiğini gören aslan, memurlara görünmeden gizlice kaçmaya başlar. Aslan hızlı hızlı kaçarken yolda leyleğe rastlar. Leylek:      —  Hayırdır aslan kardeş, neden kaçıyorsun böyle? Söyle de sana yardım edeyim.       — Leylek kardeş nasıl kaçmayayım. Vergi memurları ormanı teftiş etmeye geliyorlar. Bende kürk, hanımda kürk, çocukta da kürk var. Ben kaçmayayım da kim kaçsın.       — O zaman ben de kaçarım. Bende yazlık, hanımda yazlık, çocukta da yazlık var. Aslanla leylek bu şekilde konuştuktan sonra beraber kaçmaya başlarlar. Ormanın içinden hızlı hızlı kaçarken bu sefer de geyikle karşılaşırlar. Geyik, aslanla leyleğe:       — Hayırdır arkadaşlar, neden kaçıyorsunuz böyle hızlı hızlı?       — Geyik kardeş, nasıl kaçmayalım. Ormana vergi memurları teftişe geliyorlar. Bende kürk, hanımda kürk, çocukta da kürk var. Leylek de bende yazlık, hanımda yazlık, çocukta da yazlık var. Biz kaçmayalım da kim kaçsın?       — O zaman ben de kaçarım. Bende hem besilik hem de giysilik, hanımda da hem besilik hem giysilik, çocukta da hem besilik hem giysilik var. Bize daha çok ceza keserler. Ben de sizinle geliyorum. Sonra aslan, leylek, geyik hep beraber toplanıp ormanın derinliklerine doğru kaçmaya başlarlar. Hızlı hızlı arkalarına bile bakmadan koşarlarken yolda maymuna rastlarlar. Maymun:       — Hayırdır arkadaşlar, böyle hızlı hızlı neden kaçıyorsunuz, bir şey mi oldu, birisi mi dakıl ediyor* sizi?       — Daha ne olsun maymun kardeş. Ormana vergi memurları teftişe geliyorlar. Aslan; bende kürk, hanımda kürk, çocukta da kürk var. Leylek de bende yazlık, hanımda yazlık, çocukta da yazlık var. Geyik de bende hem besilik hem giysilik, hanımda da hem besilik hem giysilik, çocukta da hem besilik hem giysilik var. Biz kaçmayalım da kim kaçsın.       — Sizinle ben de kaçayım, der. Bunların dördü toplanıp ormanın derinliklerine doğru kaçmaya başlarlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Giderken maymunun aklı başına gelince durur:       — Ya bunların birinde kürk, birinde yazlık, birinde de hem besilik hem de giysilik var. Benimse götüm açıkta, ben neden kaçıyorum, diyerek kaçmaktan vazgeçer. *dakıl etmek: Kovalamak.     
Kurnaz Hayvanlar
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Nakıs ve Cömert İki arkadaş köyden para kazanmaya çıkmışlar. Birisinin adı *Nakıs, birisinin adı Cömert. Bunlar ekmek yerken, azıklarından yerken, Nakıs az atarmış, Cömert çok atarmış. Giderken yolda Cömert’in azığı bitmiş. “Arkadaş, bana ekmek ver.” demişse de Nakıs: “ — Arkadaş, ekmeğini hoş tutsaydın, vermem, demiş. Bu hâlde bunlar biraz gitmişler, yol ikiye ayrılmış. Bu Nakıs bir yola gitmiş, Cömert bir yola gitmiş. Cömert derenin dibinde bir değirmene inmiş. Orada değirmene girmiş. Değirmenin teknesine saklanmış. Gece olmuş. Periler gelmişler, helva yapmışlar. Yiyip içtikten sonra artanını bir top yapmışlar, atmışlar kapıdan. O da Cömert’in ocağına düşmüş. Almış yemiş, karnını doyurmuş. Ondan sonra periler birbirleriyle konuşmaya başlamışlar. “Ey arkadaş, sen ne gördün ne işittin?” demişler birbirlerine. İçlerinden birisi: — Bu değirmenin altında bir küp altın var. Alıp da bu değirmeni yürütmüyorlar, demiş. Sonra birisi: — Şu köyün uzak mevkisinden su götürüyorlar, hâlbuki köylerinin içindeki kavağın dibinde bir değirmenlik su var. Bunu çıkarmıyorlar, demiş. Ondan sonra horoz ötmüş. Periler dağılmışlar. Cömert oradan çıkmış, su boyuna gitmeye başlamış. Bakmış ki orada biraz köylüler su alıyorlar: — Arkadaş, benim karnım aç, demiş. Köylüler buna ekmek vermişler. Köylülerle bu, yola revan olmuşlar. Bunlar iki saat kadar gitmişler, daha köye varamamışlar. Köyün yakın mevkisine varınca bu Cömert bu köylülerden ayrılmış. Köylüler köye varmışlar. Cömert bakmış köyün beri yanında bir kavak var. Kavağın dibine varmış. Toprağa kulağını koymuş dinlemiş. Oradan bakmış, toprağın altından su akıyor. Köylülere gelmiş demiş: — Bana bir su verin. Köylüler buna: — Biz iki saatlik yerden götürüyoruz suyu, sana su veremeyiz, demişler. — Siz bana bir su verin de, ben suyu köyünüze çıkaracağım, demiş. — Hayır, sen suyu çıkaramazsın. Dünya kurulalı biz iki saatlik yerden su götürüyoruz. Hâlbuki sen mi çıkaracaksın, demişler. — Siz karışmayın bana. Siz abdest etmeye ve içmeye yetecek su bulun da bu köye su çıkarıvereceğim, demiş. Köylüler buna su bulmuşlar, o gece orada misafir kalmış. Bu adamı köylüler kaçar diye o gece sabaha kadar beklemişler. Sabahleyin Cömert kalkmış: — Bana üç kazmacı ve üç de kürek bulun, demiş. Bunlar, köylüler kazma kürek bulmuşlar. Kavağın dibine varmışlar. Bir kulaç kazmışlar, oradan su çıkmış. O demiş “Ben alacağım!”, o demiş “Ben alacağım!” O vakit Cömert: — Buna derler başıboş, yularsız aslan. Bu beğendiği yere gider. Cinimi kızdırmayın, şimdi suyu kaybederim, demiş. O vakit su beğendiği gibi akmış. Ondan sonra köylüler bu Cömert’e bir ev vermişler, yer yurt vermişler. Halı kilim vermişler: — Seni evlendirelim, demişler. Bütün köyün kızlarını toplamışlar. Bu cömert: — Siz kızları topladınız ama ben geçineceğimi ararım. Hangisi ehlinamussa onu alıverin, demiş. Bir hocanın kızını alıvermişler. *Guyo girdiği gece kıza sormuş: — Filan deredeki değirmen kimindir, demiş. Kız da: — *Emmimgilin, demiş. Oradan sabahleyin ikisi yola revan olmuşlar. Değirmene varmışlar. Değirmenin duvarının altındaki o bir küp altını almışlar. Tekrar evlerine gelmişler. Bunlar çok zengin olmuşlar. Böyle bir arada geçinirken bir gün *öğenlerinden bir fakir çağırmış. Bakmış ki Cömert, yanından ayrılan Nakıs. Karısına: — Git şu kapıyı açıver de gelsin yukarı, demiş. Karısı kapıyı açmış: — Bizim adam seni yukarıdan ister, demiş. Fakir: — Ben nasıl gideyim o adamın yanına, demiş. Bu fakir çıkmış yukarıya. Bunlar konuşmuşlar, yemek yemişler. Cömert: — Beni bildin mi, demiş. — Hayır, bilemedim, demiş. — Ben senin arkadaşın değil miyim, demiş. Fakir: — Hayır, sen benim arkadaşım değilsin, demiş. O vakit Cömert: — Seninle ben köyden çıktım. Sen ekmeği az attın, ben çok attım. Ondan sonra filan yoldan ayrılmadık mı, demiş. O vakit Nakıs, Cömert’e sormuş: — Sen bu mertebeye nerede erdin, demiş. Cömert cevap vermiş: — Ben filan değirmene girdim. Orada periler geldiler. Birbirleriyle konuştular, onları dinledim. Onlar beni bu mertebeye erdirdiler. Sen git o değirmene gir de dinle, demiş. Oradan Nakıs gitmiş değirmene varmış. Değirmenin teknesine girmiş. Gece olmuş, periler gelmişler. Birbirleriyle konuşmuşlar: — Arkadaş, burada bizi bir dinleyen var, demişler. Ondan sonra “Benim dediğim altın alınmış.”; öbürü de “Benim dediğim su çıkmış.” demişler. Ondan sonra yoklamışlar, aramışlar, teknenin içinde Nakıs’ı bulmuşlar, boğup atmışlar.   * nakıs: cimri, nekes. * guyo: damat, güveyi. * emmi: amca. * öğen: evlerin önündeki geniş alan, avlu.
Nakıs İle Cömert
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Çobanın birisi hayvanlarını yazıya salmış. Kendisi de bir ağacın altına yatıp uyumaya çalışırken bir kartal sesiyle uyanmış. Çobanın, altında oturduğu ağacın dalında bir yılan kıvrılmış bir vaziyette yatıyormuş. Ağaçtaki yılanı gören kartal hemen yılana saldırıp yakalamaya çalışmış. Çoban ayağa kalkıp bakmış ki, kartal yılanı öldürüyormuş. Elindeki sopayla kartala vura vura yılanı kartalın elinden kurtarmış. Kartalın elinden kurtulan yılan, çobana teşekkür edeceği yerde onu öldürmek için boynuna dolanmış. Çoban:       — Yılan ne yapıyorsun sen böyle? Ben seni kartalın elinden kurtardım. Sen beni öldürmeye çalışıyorsun. Senin bana iyilik yapman lazım.       — Ben sana beni kurtar demedim ki, yardım etmeseydin. Ben seni boğacağım.       — Peki, üç şeye soralım da beni ondan sonra boğ.       — Tamam, soralım, demiş. Yılanla, çoban giderlerken bir suya rast gelmişler. Suya sorunca, su dil vermiş:       — Boğar. İnsanlar, her pisliklerini benle temizledikleri yetmiyormuş gibi yüzüme karşı bir de tükürürler. Ne yaparsan yap boğar, demiş. Sudan istediği cevabı alan yılan sevine sevine tekrar çobanla yola koyulmuş. Giderken yolun kenarında bir ala öküze rastlarlar. Ala öküze:       — Ben yılanı, kartalın elinden kurtardım fakat yılan şimdi beni öldürmek istiyor. Yılan mı haklı, ben mi haklıyım? Yılan beni boğar mı, boğmaz mı?       — Boğar. İnsanların iyiliği olsa ala öküze bıçağı vurmaz. Beni çifte, yüke koşarlar, sonra da kanırıp keserler. Etimi pişirip yerler, yünümü de ayaklarının altına alıp çiğnerler. Bu yılan seni boğar. Sen de yılana yardım etmeseydin, demiş. Öküz de yılanın istediği cevabı verince bunlar üçüncü kişiyi bulmak için yola çıkmışlar. Gide gide bir tilkiyle karşılaşmışlar. Çoban, tilkiye:       — Ben yılanı, kartalın elinden kurtardım fakat yılan şimdi beni öldürmek istiyor. Yılan mı haklı, ben mi haklıyım? Yılan beni boğar mı, boğmaz mı?       — Boğar emme, Tilki bir tabaka açar, şu tabakaya girmeyince boğamaz. İlla bu tabakaya girecek ki ondan sonra boğacak, demiş. Tilkinin sözlerine inanan yılan:       — Nasıl olsa diğer hayvanlar benden yana oldular. Tilki de benden yana olur, diye düşünmüş.  Yılan, kıvrılıp tabakanın içine girince tilki tabakayı kapatarak ateşin içine atmış. Tilkinin yardımıyla çoban da ölmekten kurtulmuş.
Çoban ile Yılan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
KORKAK ALİ ( KELOĞLAN) Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde iken, her gün öküzleri gütmiye giden Ali adında küçük bir çocuk varmış. Ali çıkınını* açıp azığını* yediği sırada onu daima kollayan bir tilki, bir kolayını bulur. Ali’nin azığından bir kısmını yer, sonra da karşısına geçer, yalanarak onunla alay edermiş. Kızarmış Ali buna, kovalarmış tilkiyi ama bir türlü yakalayamazmış. Bir gün yine ekmeğini yerken, yere pekmezi dökülmüş. Hemencecik bir sürü sinek üşüşüvermiş pekmezin üzerine. Ali bunlara bakmış bakmış, sonra bir el vurmada altmışını birden öldürüvermiş: — Ben amma da yiğit kişiymişim haaa, dimiş kendi kendine. Bir vurmada altmış aslan öldürdüm. Köye dönünce hemen demirciye gitmiş, bir kılıç dövdürmüş, üzerine de, bir vurmada altmış aslan öldüren kahraman, diye yazdırmış. Ali bu kılıcı beline takarak yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Akşamüzeri yorgun argın bir ormana varmış. Kılıcını bir dala astıktan sonra, derin bir uykuya dalmış. O sırada ormanda dolaşan birkaç dev, Ali’ye rastlamışlar: — Taze ve güzel yem, diye sevinmişler içten içe. Fakat bir de dalda asılı kılıçtaki yazıyı okuyunca ödleri patlamış korkudan. Ali’yi usulca uyandırmışlar ve kendilerine bir kötülük yapmaması için yalvarmışlar. Ali, — Telaşlanmayın, benden size kötülük gelmez, der Ali. Sizde bana bir kötülük etmedikçe tabii. Bunun üzerine devler Ali’yi kendilerine baş seçerler ve alıp ormandaki evlerine götürürler. Devler kış hazırlığı için her gün, ormandan birer ağaç söküp getirirlermiş. Bir gün Ali’ye, — Hadi, bugün de sıra sende, demişler. — Öyle ise bana sağlam ve uzun bir urgan* getirin. Bir gidişte tüm ormanı söküp getireceğim, der. Devler, ormanlarının yok olacağından telaşlanırlar ve bin rica ile Ali’yi caydırırlar. Onun yerine odunları gene kendileri taşırlar. Ali de böylece odun taşımaktan kurtulur, foyası da meydana çıkmaz. Devler ayrıca sabahları kuvvet denemesi yapar, kocaman kocaman taşları tâ uzaklara fırlatırlarmış. Devler, — Hadi başkan senin de kuvvetini görelim, derler devler, bir gün Ali’ye. Ali cebinden bir yumurta çıkarır, avucunda sıktığı gibi sarısını akıtır: — Ben taşlarla oynamam, böyle bir sıkışta onların suyunu akıtırım, diye böbürlenir*. Bunun üzerine devler, taş parçalarını avuçlarında sıkmaya çalışırlar ama bir türlü sularını akıtamazlar: — Hakkın var başkan, senin gücün yerinde, derler, sıvışıp* giderler. Ali böylece bu denemeden de kurtulur kurnazlığı ile. Fakat günler geçtikçe Ali’nin canı sıkılır bu tatsız yaşayıştan. Eve dönmek ister. Kendisine bir topal dev yoldaşlık etmektedir. Yoruldukça devin sırtına binermiş. Önceleri öküzlerini otlattığı yere gelince, Ali’yi uzun zamandır görmiyen kurnaz tilki, bu işe önce şaşar fakat sonra kahkahayı basarak, — Vay canına, ekmeğini elinden kaptığım aptal Ali, devin sırtına binmiş gidiyor, diyerek onunla alay eder. Ali öfkeyle devin sırtından iner ve gülmekten gözleri yaşarmış tilkinin başını bir kılıçta gövdesinden ayırır. Sonra topal deve dönerek, — Öyle sarsak sarsak* bakacağına düş yola, diyerek bağırır. Dev Ali’yi köyüne kadar taşır. Ali evinin damına çıkar ve yüksek sesle bağırır: — Baba, getir senin şu uzun saplı kılıcını şu topal devin işini göreyim. Dev ölüm korkusu ile kaçmıya başlar fakat telaştan yolunu kesen dereye düşüp boğulur. Ali de böylece anasına babasına yeniden kavuşur.   * çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı * azık: Yiyecek, yol yiyeceği, erzak * urgan: Keten, kenevir, pamuk, jüt gibi türlü dokuma maddelerinden yapılan ince halat * böbürlenmek: Övünerek kabarmak, üstünlük taslamak, kurulmak * sıvışmak: 1. Bulaşmak, yayılmak, sıvaşmak, 2. Haber vermeden sessizce gidivermek, kaçmak * sarsak: 1.Yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle güçsüz kalarak vücudu titrer gibi sarsılan (kimse), 2. Değişken, sağlam olmayan, 3. Sersem, ahmak, dağınık
Korkak Ali
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
MİTİŞİK KIZ Zamanın birinde, birbiriyle arkadaş olan beş kız varmış. Bunlar her gün tuturuk* kazımıya giderlermiş. Bir gün kazıdıkları tuturukla evlerine dönerlerken yorulmuşlar, rastladıkları bir evin kapısını çalmışlar: — Teyze, bizi bu akşam misafir eder misin? Çok yoruldu da, demişler. Meğer orası bir dev anasının eviymiş. Kızları hemen içeri almış, yüzlerine gülmüş, rahat yataklar yapmış, karınlarını doyurmuş ve yatırmış. Maksadı, kızlar uyuyunca onları yemekmiş. Kızların içinde, pek akıllı, pek kurnaz Mitişik adında bir kız varmış. Devin maksadını sezmiş ve uyumamış. Dev dişlerini güzelce bilemiş. Kızları yoklamıya gelmiş. Uyuyup uyumadıklarını anlamak için usulca seslenmiş: — Kızlar, kim uyuyor? Kim uyanık? — Mitişik kız uyanık. — Kızım sen niye uyumadın, deyince kız, — Evde iken, anam bana her gün baklava, börek pişirir, onları yer, ondan sonra uyurdum, der. Dev anası, kız uyusun diye istediklerini yapar, önüne getirir. Mitişik kız da arkadaşlarını uyandırır, kendilerine güzel bir ziyafet çekerler ve gene yatarlar. Fakat Mitişik kız uyumaz. Dev anası yine gelir, usulca seslenir: — Kızlar, kim uyuyor ? Kim uyanık? — Mitişik kız uyanık. — Kızım sen niye uyumadın hâlâ? — Ben evde baklava, böreği yedikten sonra, anam bana ırmaktan bir kalbur dolusu su getirir, onu içtikten sonra uyurdum, der. Dev anası çaresiz, bir kalbur alır, ırmağa su getirmiye gider. Kalburu suya daldırır, çıkarınca su deliklerden boşalırmış. Kalburun deliklerine çamur sıvar, her yola başvurur. Fakat bir türlü kalbura su dolduramazmış. O suyu doldura dursun, biz gelelim evdekilere. Dev anası ırmağa gidince, Mitişik kız arkadaşlarını uyandırır: — Aman kızlar buradan kaçalım, dev anası bizi diri diri yiyecek, der. Ama gitmeden önce şu dev anasına öyle bir oyun oynıyalım ki Mitişik kızı unutmasın. Bunun üzerine, tuturuk denklerinden birini evin ortasına yığarlar, kibriti çakarlar. Tuturuk otu çabuk ateş alan bir ot olduğu için, birden bire parlar, alevler volkan volkan yükselir, bir çırpıda evin her yanını kaplarlar. Kalbura bir türlü su dolduramıyan dev anası yorulur, evin yolunu tutar. Bir de ne görsün: Evi kül olmak üzere. — Ah Mitişik kız! Vah Mitişik kız! Böreğimi, baklavamı yedin, doymadın. Şimdi de evimi ateşlere yediriyorsun, ben sana gösteririm, der. Öte yanda kızlar, fak* kurarken, faka basan devin hiddetini seyrediyor, keyifleniyorlarmış. Yedik içtik murada geçtik.   * tuturuk: Ateş tutuşturacak çalı çırpı vb. şeyler * fak: Tuzak, kapan
Mitişik Kız
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
HÜSNÜ YUSUF Bir varmış bir yokmuş. Bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur, serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üzerine koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimlerin üzerine konmuşlar. Bunlardan kırkı bir silkinişte kız, bir tanesi de yakışıklı bir delikanlı oluvermiş. Bütün bu olan bitenleri hayran hayran seyreden padişahın kızı, bileziğini koluna takmak için dere kenarından kalkınca, yakışıklı delikanlı, yeniden bir güvercin oluvermiş, taşın üzerinde duran bileziği boynuna geçirip uçup gitmiş. Kırk kızın kırkı da güvercin olup onun peşinden pırradak* uçup gitmişler. Ondan sonraki günlerde kız yine has bahçedeki derenin kenarına oturmuş, güvercinleri beklemiş ama ne gelen ne giden olmuş bir daha. Delikanlıya gönlünü kaptırmış olan kız, derdinden hastalanarak yataklara düşmüş. Babası ülkenin en ünlü hekimlerini çağırtmış, ama kızın derdine derman bulan olmamış. En son kızına bir hamam yaptırmış; her gelen, önce başından geçen ilginç bir olayı anlatır, ondan sonra yıkanırmış. Günlerden bir gün hamama genç ve güzel bir gelin gelmiş ve başından geçen şu olayı anlatmış: — Bir gün çayın kenarında çamaşır yıkarken, işimi bitirmek üzereydim ki, odunum bitti. O sırada otuz katır yükü odun geçiyordu yakınımdan. Peşlerine düşerek yürümiye başladım. Gittiler, gittiler, kayalık bir yerde bir kapının önünde durdular. Biraz sonra kapı açıldı ve katırlarla birlikte ben de içeri girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım. Bir odaya girdim. Burası bir mutfaktı. Nefis yemekler pişiyordu tencerelerin içinde. Birinin kapağını açtım. O sırada bir ses, — Bırak onu, açma kapakları! Onu peri padişahımızın oğlu yiyecek, diye seslendi. Kapağı kapattım, mutfaktan çıkıp bir başka büyük odaya girdim. İşte o zaman ne olduysa oldu. Tam kırk bir tane beyaz güvercin doldurdu odayı. Kanatlarını çırpar çırpmaz, kırkı birer genç kız, biri de aslan gibi bir yiğit oluverdi. Delikanlı bir odaya girdi, elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, odanın her bir yanı tiril tiril titredi. Bunun üzerine, — Sizler nasıl titriyorsanız, sevgilim de böyle titreyip inlesin, dedi ve odadan çıkıp gitti. Ertesi gün katırlarla birlikte ben de bu garip yerden çıkıp evime döndüm. Bunu duyan padişahın genç kızı, — Bütün hamam senin olsun, yeter ki beni oraya götür, demiş. Ertesi gün katırların peşine düşen genç kız, açılan kapıdan içeri giriyor, tencere kapaklarını kaldırıyor, karnını bir güzelce doyuruyor ve güvercinlerin gelmesini beklemeye koyuluyor. Görünmemek için de büyük odadaki dolaplardan birinin içine saklanıyor, biraz sonra gelen güvercinlerden kırkı kız, biri de erkek oluyor. Bir de ne görsün? Elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, her yer titreyip inlediği hâlde, kızın saklı olduğu dolapta ne bir hareket görülür ne de bir ses duyulur. — Ey dolap! Kaç senedir kahrını çekiyorum da sen niçin inlemiyorsun, diye sorar delikanlı. — Ya Hüsnü Yusuf, içinde sevgilin saklı, onun için inlemiyorum, diye dile gelen dolap karşılık verir. Dolabı açan delikanlı, sevgilisini karşısında görünce sevincinden deliye döner. Gel zaman git zaman kız, sevgilisine bir çocukları olacağını müjdeleyince delikanlı, — Şimdiye kadar periler, senin burada olduğunu anlamadılar. Fakat anlarlarsa seni öldürürler. Ben seni, padişah babamın sarayına götürüp, kapının önüne bırakırım. Sen de, Hüsnü Yusuf’un başı için beni içeri alın, dersin. Ben her gün seni görmeye gelirim, diye gönlünü alır. Sonra da onu kanadına bindirip babasının sarayı önüne bırakır. O gece kız, bir erkek çocuk doğurur. Bir gece, saraya gizlice giren Hüsnü Yusuf’la kızın konuştuklarını hizmetçiler görüyor ve gidip padişaha haber veriyorlar. Padişah, kızı çağırtınca kız, olan biteni bir bir anlatıyor. Ertesi gece, Hüsnü Yusuf gelince yakalanıyor. Serbest bırakmalarını, bırakmadıkları takdirde perilerin hepsini öldüreceklerini söylüyorsa da gene bırakmıyorlar. Padişah, beyaz bir güvercin satın aldırıyor, sarayın fırınlarından birini de yaktırıyor. Periler gelip Hüsnü Yusuf’u istiyor, üstelik de padişahın üstünü başını parçalıyorlar. Bunun üzerine padişah, elindeki beyaz güvercin havaya kaldırıyor ve — Hüsnü Yusuf’un yokluğuna yıllarca katlandım, bundan böyle de katlanırım. Ama sizin yanınıza da bırakmam artık onu, diyor. Sonra elindeki güvercini yanmakta olan fırının içine fırlatıyor. Fırlatılanın, Hüsnü Yusuf olduğunu zanneden kırk perinin kırkı da fırına dalar ve hepsi de yanarlar. Böylece kötülük perilerinin elinden kurtulan iki gencin düğünü yeniden yapılır. Yenilir, içilir, muratlarına geçilir.     * pırradak / pırada / pır diye : Aniden, hızlıca, birdenbire
Hüsnü Yusuf
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
ŞAHMERAN Bir varımış, bir yokmuş. Bir gadının bir tane oğlu varımış. Bu oğlanın adı da Lokman’ımış. Bir gün anası, arkadaşlarıynan barabar, Lokman’ı oduna göndermiş. Üç arkadaş, eşşeklerini alıp oduna getmişler. Öteki arkadaşları, odunları kesmişler, eşşeklerine yükletmişler: -Hadi Lokman -demişler- sen de odununu yap. -Yok, benim biraz işim var, demiş. Tuvaleti gelmişimiş herhalde, oriye bir yere oturmuş. Elinde de çakı bıçağı varımış. Böyle, yeri deşerken deşerken, orada bir bal guyusuna raslamış. Arkadaşlarına çağırmış: -Gelin hele gelin, bakın ben burada ne buldum, diyen onnara seslenmiş. Arkadaşları gelmişler, oradaki balların hepisini daşımışlar. En sonunda da Lokman, guyunun dibindeyimiş, ötekiler de yokarıdan balı çekiyorlarımış. Bu arkadaşları, bütün balları çekdikden sonra demişler ki: -Bu, guyudan çıkarsa, bizim ballara ortak olur. En iyisi, biz bunu burada bırakak, demişler. Bunnar, oğlanı çıkartmadan genegeri* gayayı guyunun ağzına gapatmışlar. Lokman, guyunun içinde can sıkısından, oraya buraya bakarken, gene bir delik buluyor. O deliği büyütüp, oradan içeri girince, bakıyor ki; aşağısı bir dünya! Lokman, delikden girip dünyayı gezerken, Şahmaran’a raslıyor. Şahmaran, buna yardım ediyor, Lokman orada yaşamaya başlıyor. Lokman, bir süre orada galdıkdan sonra, tekrar yokarı çıkmak için, Şahmaran’dan izin isdemiş, ona yavlarmış. Şahmaran: -Sen çıkarsan, benim burada olduğumu bilirler, sen söylersin, demiş, Lokman’ı çıkarmak isdememiş. Bu, çok yavlarınca, Şahmaran dayanamamış, artık bunu bırakmış. Oğlan, genegeri anasının yanına varmış. Başından geçenneri anasına annatmış. Günün birinde, o devrin padişahı hasdalanmış. Dokdurlar demişler ki: -Bu, yalınız Şahmaran’ın etinden iyi olur. Bunun derdinin çaresi o, demişler. Artık, padişah her taraflara haberler salmış: -Şahmaran’ı kim bilir, kim bulursa bana habar versin, diye. Heç kimseden bir ses çıkmamış. Ordan, padişahın bilginlerinden biri demiş ki: -Şahmaran’ı görenin eti pul pul olur. Bu oğlan da yıllardır gayıpdı. Belki de Şahmaran’ın yanında olan bu oğlandır, demişler. Padişahın adamları, Lokman’ın yanına gelmişler: -Şahmaran’m yerini biliyon mu? demişler. -Yok, demiş. Artık, padişahın adamları emir vermişler ki: -Herkes, hamama girecek, diye. Tabii, mecbur Lokman da girmiş hamama. Bu, hamama girip de sırtını soyunca bakmışlar ki; Lokman’ın bütün vücudu pul pul! Bunun Şahmaran’ı gördüğünü annamışlar. Amma, Lokman gene de yerini söylememiş. Bu sefer, bıçağı boğazına dayayıp kesmek isdemişler. Artık, Lokman mecbur galmış, Şahmaran’ın yerini söylemiş. Adamları götürüp, Şahmaran’ı göstermiş. Şahmaran demiş ki: -Hanı, habar vermiyecekdin? -Mecbur galdım, beni keseceklerdi. -Sen bana kötülük yapdın amma, ben gene de sana iyilik yapacâm. Beni kesdikten sonra, zehirli tarafımı senin önüne goyacaklar, zehirsiz tarafımı da padişahın önüne goyacaklar. Sen, kimse görmeden tabakları çeviriver, zehirli taraf padişahın önüne gelsin, zehirsiz yerimi de sen yersin, demiş. Lokman, Şahmaran’ın dediği gimi* yapmış, tabakların yerini değiştirmiş. Zehirli tarafını padişahın önüne getirmiş. Padişah yer yemez ölmüş. Kendisi de zehirsiz tarafım yediği için gurtulmuş. *genegeri: Yeniden, tekrar. *gimi: Gibi.
ŞAHMERAN
Adana
Akdeniz Bölgesi
İYİLİĞİN BEDELİ Bir varımış, bir yokmuş. Esgi zamanlarda, bir adam yaşarımış. Bu adamın da bir oğlu varımış. Bu oğlan yoksulumuş amma bir padişahın gızına âşık olmuş. Bu gızın yanına varıp da danışmak için düşmüş yola. Anası babası, nagadara "getme" dediyse de yok, bu onnarı dînnememeş. Düşmüş yola… Şura senin, bura benim derken bir müddet getdikten sonra yorulmuş. Orada da bir su akanmış, bu o suyun kenarına oturmuş, bir su içmiş. O sırada bakmış kine; garınçaların bir gısmı öbür geçede*, bir gısmı beri geçede! Bunnar, sudan bir türlü geçemezlerimiş. Oğlan, hemen cöbünden gılıcını çıkardıyor, garınçaları garşıdan garşıya geçirdiyor. Garınçaların hepsi bu gılıcın üsdünden geçiyorlar. Sonuncu garınça da geçerken gılıcın ağzı, bunun ayağım kesiyor. Garınça dile geliyor, diyor ki: -Yâ insanoğlu, benim o gopan ayağımı al. Başın dara gısıkdığı zaman, bunu birbirine sürtüver, ben imdadına yetişirim, diyor. Oğlan, bunu alıp, kemerinin altında bir kese varımış, oriye goyuyor. Oğlan, gene yoluna devam ediyor. Biraz getdikten sonra gene yoruluyor, bir suyun başına oturuyor, yatıyor. Bir de bakıyor kine, bir guş! Bir guş cücüğünün sesini duyuyor, onun sesine uyanıyor. Gafasını galdırıyor ki, yokarıda bir guş yuvası var. Yuvada da bir Zümrüdüanka guşu varımış! (Bu guş, çok büyük olur, sırtına insan binse onu da götürür). Bu guşun yuvasına "evran" çıkmış, yavrularını yiyecek. Bu oğlan hemen galkıyor, gamasını çekiyor, orda o yılanı öldürüyor, evranı öldürüyor. O zamana gadar, guşların anası, Zümrüdüanka guşu geliyor. Bakıyor kine, yavrılarının yanında bir insanoğlu! Şimdi bu, öldürmek için oğlana saldırıyor. O sırada yavrıları dile geliyor: -Yâ anne, o insanoğlu bizim canımızı gurtardı, onu öldürme. Böyle böyle, bir evran geldi, bizi alacakdı, bu insanoğlu gurtardı, diyeşin, guş dile geliyor, guyruğunu oğlana doğru çeviriveriyor: -Benim, şu guyruğumdan bir tüğ gopar insanoğlu. Başın darda gadığı zaman, bunu tütüt*. Ben gelip seni gurtarırım. Sen, benim yavrılarımı gurtardın, ben de seni gurtarırım, diyor. Oğlan, bu tüğü de alıp, gene kesesinin içine goyuyor. Burdan, bir müddet daha gediyor. Bakıyor kine, bir su kenarında bir balık! Kenarda galmış, çırıpınıyor. Bunu alıyor, suya goyuruyor. Balık sudan çıkıp, genegeri* kenarına geliyor, diyor kine: -Ey insanoğlu! şu, benim bıyığımı gopart, al. Yolda başın bir dara gısıldığı zaman, bu bıyığımı birbirine sürt, ben senin imdadına yetişirim, diyor. Oğlan, bu balığın bıyığını da alıyor, onu da kesesine goyuyor. Oğlan, gede gede sonunda padişahın sarayına varıyor, gızı isdiyor. Burda oğlana diyorlar kine: -Efendim, seni bir odaya hapsedecâk. Bu odada, buğday, döğme, un, pirinç, mercimek, fasülye, nohut, hepsi birbirine garışmış. Sen, sabaha gadar, bunnarı ayrı ayrı seçecân, bu bir. İkincisi, bir hurç-heybe dolusu altın getirecân. Üçüncüsü de, burda bir guşumuz var, o guşu yanına goyacağız. Guş; "gak" dedikçe gavurma, "guk" dedikçe su verecân ağzına. Ayrıca guşu da yörütecân. Bunnarın hepsini sabaha gadar yapacân, eğer kine bunu yapamazsan, sabahleyin gafan uçacak. Yaparsan, gızımız sana halal olsun, al götür, düğününü de gene biz yapacak, diyorlar. -Tamam. Bu oğlanı içeri goyuyorlar, gapıyı da üstünden kitliyorlar. Oğlan, hemen işe goyuluyor. Eveli garıncanın bacağını çıkarıyor, birbirine sürtüveriyor, garınçalar geliyor: -Emret, diyorlar. -Şunnar seçilecek, diyor. Garınçalar işe girişiyor. Gendi seyrediyor, garınçalar da ayırıyor. Garınçalar, her birini bir yere, öbek öbek yığıyorlar. Bu sefer, altını nerden bulacak? Oğlan diyor ki: -Bunu, bulsa bulsa denizin dibinden balık getirir, diyor, cöbünden balığın bıyığını çıkardıyor. Birbirine sürtüveriyor, balık geliyor: -Emret, -Bana, bir hurç-heybe dolusu altın bul. Balık hemen buna bir hurç-heybe dolusu altın getiriyor: -Aha, buyur, diyor, veriyor. Busalı, guş da orada, "gak" der dururumuş. Oğlan, buna öyle deditdirmeyecekmiş. Hemen, buna guşun ganadını yakıveriyor, tütüyor, hemen guş, Zümrüdüanka guşu geliyor, bunun imdadına yetişiyor: -Buyur efendim. Oğlan diyor kine: -Böyle, böyle, bu guşa "gak" dedikçe gavurma, "guk" dedikçe de su vermem lâzım, diyor. -Tamam, diyor guş. Zümrüdüanka guşu, bu guşun yanına varıyor. Guş, "gak" dedikçe, bacağından eti goparıp ağzına veririmiş. "Guk" dedikçe de hemen bunun ağzına su guşanmış. İçdiği suyu, bunun ağzına geri çıkarınmış. Onu, sabaha gadar bir cücük gimi beslemiş, sabaha gadar ses çıkartdırmamış. Bu işler devam ederken, oğlan da gendi âleminde oturmuş bir kenara, sigarasını içmiş, yemâni yemiş, bunnarı seyretmiş, gece olunca da yatmış. Sabânan hemen kakmış ki, padişahın adamları, ellerinde gılıcıann gelmiş: -Şunu burda öldürek, diyorlarımış. Giriyorlar gapıdan, açıveriyorlar gapıyı ki; ne görsünler! Oğlan daha uyuyor, işlerini bitirmiş hepisi hazır. Adamlar ana-yana oluyorlar: -Allah Allah, bunu nasıl yapdı böyle? Hemen gedip, padişaha habar veriyorlar. Padişah: -Olamaz yahu, nasıl olur bu? Padişah da bakıyor kine, gerçekden durum öyle. Oğlana diyor ki: -Benim gizim, sana helâl olsun. Bunnar, gırk gün gırk gece düğün yapıyorlar. Bütün dünya âlem toplanıyor, yedi bucakdan adam geliyor. Yediriyor, içiriyor, oğlanı da sarayına alıyor. Yiyep içip, muratlarına eriyorlar. *genegeri: Yeniden, tekrar. *geçe: Taraf, yön. *tütüt- : Yakmak, dumanını çıkartmak.
İyiliğin Bedeli
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
İYİLİK İLE KÖTÜLÜK Bir varımş, bir yokmuş. Evel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir "İyilik" ile bir "Kötülük" varımış. Bunnar, çilelerinden bıkıyor, ikisi de bir olup: — Haydi, dünya yolculuğuna çıkak, diyorlar. İkisi de azzıklarını alıyorlar, çıkılarını bağlıyarlar, sularını alıyorlar, bunnar yola çıkıyorlar. Az gediyorlar, uz gediyorlar, dere depe düz gediyorlar, bunnar acıkıyorlar. Kötülük diyor ki: — İyilik, önce senin azzığını yiyek içek, ondan sonra da benim azzığı yiyek, diyor. — Olur, tamam, diyor. İyilik'in azzığını yiyorlar, suyunu içiyorlar, bunnar yola goyuluyorlar. Gediyorlar, gediyorlar, iyilik susuyor: — Kötülük, bana bir bardak su ver, diyor. — Vermem, diyor. Bunnar, biraz daha gediyorlar, iyilik gene isdiyor: — Ulan kötülük, bana bir bardak su ver, diyor. Kötülük: — Vermem -diyor- gözüyün birini oyup verirsen, veririm, diyor. Susundan ölüyor tabiî iyilik. Neyise, gözünün birini oyuyor, veriyor. Kötülük, buna bir bardak su içiriyor. Gene gediyorlar, iyilik gene susuyor: — Kötülük, bana bir bardak su ver, diyor. — Öbür gözünü de verirsen veririm, diyor. İyilik, öbür gözünü de çıkarıyor veriyor, bir bardak su içiyor. Şimdi, bunnarın yolu ayrılıyor. İyilik’in gözü görmüyor, her yer garannık. Bir yere varıyor, bir maya ağacının dibine oturuyor. O da "cinni maya"yımış. Neyise oriye oturagalıyor, orda da cinner varımış. Cinner, akşam olunca, ortaya çıkıyorlar. Bunnar gendi aralarında gonuşurlarımış. İyilik de o mayanın dibinde amma, cinner bunu görmemişler. Cinner, içlerindenârı diyorlarımış kine: — Yahu, bu körlerin de heç akılları yok. Şu "cinni maya" nın yaprağını ıslayıverseler de gözlerine çalsalar, hemen gözleri açılır. Şu daşın altını da galdırsalar, bütün dünyaya yetecek su çıkar, diyorlar. Az ilerde de, "körler ülkesi" varımış. Bu körler ülkesinde de, ne su varımış, ne de başga bişe. Orada su gıtlığı varımış. Neyise İyilik, bu gonuşmaların hepisini duyuyor. Hemen, maya yaprağından goparıyor, tükrüğüyünen ıslıyor, gözüne çalıyor, gözü açılıyor. Bu, çıkısına maya yaprağını dolduruyor, aşşâ iniyor. Körler ülkesine gediyor bu, bağırıyor orada: — Göz dokduru, göz dokduru,  diye bu dolanıyor, oraları geziyor. Bunu içeri çığırıyorlar. İyilik: — Bir bardak su getirin, diyor. — Suyumuz yok, diyorlar — Su olmazsa, gözünüzü açamam, diyor. Bunnar, inanmıyorlar tabii. İyilik, padişahın evine varyor. Padişahın gizi da kötümüş. Neyise, padişah: -Gızımın gözünü iyi eden mi? diyor. — İyi ederim, diyor iyilik de. — İyi edemezsen, seni idam ederim, asdırırım, seni öldürürüm. — Tamam. Niyese, İyilik içeri varıyor: — Bir bardak su verin bana, diyor. Buna, bir bardak su veriyorlar. İyilik, maya yaprânı ıslayıveriyor, gizin gözüne çalıyor. Gızın gözleri ayna gimi parlıyor. Öbür gözüne de çalıyor, o da öyle oluyor. Padişah diyor ki: — Dile benden, ne dilersen? — Bana, gırk gazma, gırk kürek, seksen de insan ver, çalışacak, diyor. — Niyedecân? — İrelde bir daş var, onu galdırdınmiyin, bu ülkeye yetecek gadar su var. Neyise, padişah bunun istediğini veriyor, gediyor bu. Oradaki daşı işçilerinen barabar olup galdırıyor. Şimdi, bungulduyor su, ülkeye doğru geliyor. Su gelince de, oğlan bütün körlerin gözünü iyi ediyor. Sonra, İyilik, Kötülük’ü aratdırıyor, buluyor. Bunu, yapdıklarından dolayı idam etdiriyor. İyilik de padişahın gızıyınan evleniyor, muradına eriyor.  
İyilik ile Kötülük
Adana
Akdeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde iki tane çocuk öksüz kalmış. Amcası iki öksüz çocuğu evlatlık almış ama yengeleri bu çocukları kabullenmek istememiş. Onlara kötü davranıyormuş.  Amcası köyde büyük bir bahçeye buğday ekmiş ama ekinleri yeşermiyormuş. Yengeleri de köyde bir evliyaya gitmiş. — Ekinlerin yeşermesi için ne yapalım, demiş. Evliya: — Sizin evdeki çocukların birinin başını tarlanın bir ucunda, diğerinin başını ise tarlanın diğer ucunda kesin, bu kanlar birbirine ulaşınca ekinleriniz yeşerir, demiş. Kadın eve gidip kocasına anlatmış ve adam isteksiz olsa da kabul etmek zorunda kalmış. Ertesi sabah çocukları kesmeye karar vermişler.  Çocukların küçüğü erkek, büyüğü kızmış. Çocuklar yemek yerken kız çocuğu serçelerin önüne yem atmış. Serçeler de ertesi gün olacak olayları çocuklara anlatmışlar. Bu iki kardeş evden kaçmışlar. Yolda çok susamışlar ve yaşlı bir adam görmüşler. Su içebilecek bir yer sormuşlar. Yaşlı adam demiş ki: — İlerde üç gözlü bir çeşme var; birinci gözden içerseniz eşek, ikinci gözden içerseniz öküz, üçüncü gözden içerseniz koç olursunuz. Erkek çocuğu dayanamayıp üçüncü gözden içmiş koç olmuş ve kaçıp gitmiş.  Kız tek başına kalmış. Bir ağacın tepesine çıkıp orda yaşamaya başlamış, ağaç su kenarındaymış. Bir gün bir paşanın oğlu oradan geçerken atını suluyormuş. Suyun içinde çok güzel bir kızın resmini görmüş ve hemen kıza âşık olmuş. Kızın ağaçtaki gölgesi suya yansıyormuş. Paşanın oğlu sürekli oraya gidiyormuş ama kız ağaçtan inmiyormuş. Bir gün bir çingene bunu fark etmiş. Kızın yanına gidip onun saçlarını taramak istemiş, kızın kafasına vurup suya düşürmüş. Kendisi de kızın yerine geçmiş. Paşanın oğlu gelince çingene ağaçtan inmiş. Oğlan şaşırmış gördüğüm güzel bu olamaz, demiş içinden ama yine de evlenmiş onunla. Daha sonra çocukları olmuş. Suya düşen güzel kızda orada bir fidan gibi yeşerip ağaç olmuş. Daha sonra bebeğe beşik yapmak için o ağacı kesmişler. Çocuk ne zaman beşiğine girse ağlıyormuş. Annesi de bunu fark edince beşiği yakmış. Beşik kül olunca iğneye dönüşmüş. Kadın da o iğneyi alıp evde bir tahtaya batırmış. Ondan sonra kız her sabah kalktığında ev tertemiz oluyormuş. Bunu kocasına söylemiş ve kocası da bunu takip etmeye başlamış. Bakmış ki o iğne her gece güzel bir kız olup her yeri temizliyor. Adam kızı yakalamış. Kız da olan her şeyi anlatmış. Adam olayları anlayınca çingene karısının ellerini bir atın kuyruğuna bağlamış. Ata kırbacı vurup kadını göndermiş. Paşanın oğlu da sevdiği kızla evlenmiş ve mutlu mutlu yaşamışlar.
İKİ ÖKSÜZ
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Şah İsmail ile Şah Veled varmış. Bu ikisi, çok iyi arkadaşmış. Şah İsmail, bir gün bir kız ile nişanlanmış. Şah Veled, onun nişanlanmasını, evlenmesini istemezmiş. Eğer evlenirse, arkadaşının kendisinden uzaklaşacağını düşünürmüş. Şah Veled, Şah İsmail’e: — Arkadaş, çalışmaya gidelim. Biraz çalışalım, düğünü öyle yaparız, demiş. Şah İsmail arkadaşının teklifini kabul etmiş. Şah İsmail, ayrılacakları zaman nişanlısına bir gül vermiş ve ona: — Bu gül solarsa bil ki ben ölmüşümdür, evlenirsin. Bu gül solmazsa ben ölmemişimdir, beni beklersin, demiş. Nişanlısı ile sözleşmiş.  Yaya giderken çaya varmışlar. Çaya varınca, Şah İsmail çaya vurmuş, karşıya geçmiş. Ardından da çaya Şah Veled girecekken girmemiş. Şah İsmail’e: — Ben gelmeyeyim, geri döneyim, demiş ve köye dönmüş. Köye dönünce Şah İsmail’in nişanlısına: — Senin sevdiğini çay aldı, demiş. Kız İsmail’in kendisine verdiği güle bakmış. Gül solmamış, taptaze duruyormuş.  Kız, adamlar tutup Şah İsmail’i aratmış. Arattığı adamlara gülü ısladığı tası vermiş ve onlara: — Bununla su dağıtın, benim İsmail’imi bulun, demiş. Adamlar, arayıp sorarken Şah İsmail’i bulmuşlar. Şah İsmail, tası görünce, tası tutan adama: — Sen kimsin, diye sormuş. Elinde tas olan adam, tek tek her şeyi anlatmış. Kız, İsmail’den umudunu kesmiş, başka birisiyle evlenmek üzereymiş. Adam olan biteni anlatınca, Şah İsmail’in durumdan haberi olmuş. Şah İsmail: — Gül solmadı, ben ölmedim, demiş. Hemen yola çıkıp memleketine gelmiş.  Şah İsmail, hemen annesinin yanına gitmiş. Annesi onu tanıyamamış. Şah İsmail de kendisini tanıtmamış. Şah İsmail, annesinin yanına girmiş. Şah İsmail’in duvarda asılı bir sazı varmış. O girince saz, “tın” diye ses vermiş. Şah İsmail, annesine: — Teyze, burada düğün mü var, demiş. Annesi durumu anlatmış: — Benim oğlum artık yok, öldü. Düğün oluyor, demiş. Şah İsmail, annesine: — Oğlunun sazı da mı var, diye sormuş. Annesi: — Var, demiş. Şah İsmail: — Onu bana verir misin, onunla düğün yerine gideyim, demiş. Annesi İsmail’e sazı vermiş. Şah İsmail, oradan düğün yerine varmış. Sohbete katılmış ve şöyle söylemiş: Sabah namazında, Halaç yerinde, Öğlen namazında, Kars ile düzde, Akşam namazında, Sultan Firiz (Firdevs) ile, Kız yârim haberini aldım da geldim, Kara haberini duydum da geldim. Bunu duyanlar, Şah İsmail’in geldiğini anlayıp, korkuyla kaçışmışlar. Şah İsmail ve nişanlısı, kendi düğünlerini kendileri yapmışlar.
ŞAH İSMAİL VE ŞAH VELED
Uşak
Ege Bölgesi
Yedi Yıl Şehzade Bekleyen Kız Zamanın birinde bir aile varmış, bu ailenin çocuğu olmuyormuş. Sonra kadın bir dua etmiş: “Allah'ım bana bir evlat ver, yedi yıl ölü başı beklesin” demiş. Allah da kadının bu duasını kabul etmiş. Bir kızları olmuş, ailesi çok sevinmiş. Kız on sekiz yaşına gelmiş. Bir gün çeşmeye gitmiş. Çeşmede suları doldururken bir karga çeşmeye konmuş. Kıza: — Yedi yıl ölü başı bekleyeceksin, demiş. Kız su kaplarını atmış, koşa koşa eve gitmiş. Ailesine olanları anlatmış. Ailesi çeşmeye gitmiş. Karga onlara da aynısını söylemiş. Onlar da buralardan uzaklaşalım, demişler. Sonra yola çıkmışlar. Çok acıkmışlar. Bir kale görmüşler. Kalenin kapısına vurmuşlar. Kapı açılmamış, kız: — Bir de ben deneyeyim, demiş. Kapıyı açmaya çalışırken kale kızı içeri çekmiş. Annesi babası yardım almak için gitmişler. Kız sarayı gezmiş. Kalenin içinde altınlar, mücevherler, değerli eşyalar varmış. Odaları gezerken bir odayı açmış, odada bir erkek varmış. Bu bir şehzade imiş. Ama ölüymüş. Bir cadı yedi yıl ölü kalsın diye büyü yapmış. Kim o şehzadenin başını yedi yıl beklerse şehzade eski hâline dönecekmiş. Kız kaleyi gezerken askerleri görmüş. Askerler donmuşlar, heykel gibi duruyorlarmış. Kız şehzadenin başını ağlayarak bekliyormuş. Bir gün pencereye çıkmış. Bir kervanın geldiğini görmüş. Kız kervana bağırmış. Kervan sahipleri duymuş. — Ne istiyorsun? diye sormuşlar. Kız: — Bana yardımcı olabilecek birini verir misiniz, diye sormuş. Onlar da para karşılığında olabileceğini söylemiş. Kız da onlara kaledeki altınlardan vermiş. Kervancılar bir kız vermiş. Kız onu iple yukarı çekmiş. Aradan böyle yedi yıl geçmiş. Bir gün kız, hizmetçiye: — Ben su içmeye gidiyorum, şehzadenin başını biraz da sen bekle, demiş. Tam da o zaman şehzadenin büyüsü bozulmuş. Şehzade uyanmış. Askerler de canlanmış. Şehzade, başındaki hizmetçiye: — Benim başımı yedi yıl bekledin, benimle evlen, demiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Şehzadenin başını yedi yıl bekleyen asıl kızı öldüreceklerken, hizmetçi iken şehzadenin karısı olan kız: — Öldürmeyin, hizmetçi yaparız, demiş. Şehzade de kabul etmiş. Bir gün hizmetçi kız, şehzadeden sabır taşı istemiş. Şehzade önce kabul etmemiş. Ama sonra, tamam, demiş. Şehzade kızın niye sabır taşı istediğini merak etmiş. Bu kızın odasına saklanmış. Hizmetçi bütün derdini sabır taşına anlatmış. Sabır taşı çatlamış. Kız: — Benim derdime sen bile dayanamadın, ben nasıl dayanayım, demiş. Şehzade saklandığı yerden çıkmış, kızdan af dilemiş. Karısını boşayıp bu kızla evlenmiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Hizmetçi kızı da evine göndermişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Yedi Yıl Şehzade Bekleyen Kız
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde yaşlı, kimsesiz bir nene, bir de keçisi varmış. Nene her akşam keçisini sağıp sütü de sepetin altına koyarmış. Nene yine bir gün keçisini sağıp sütü sepetin altına koyarken tilki bunu görmüş. Karanlık çökünce gizlice gelip sütün yarısı içmiş ve yarısını da dökmüş. Sabah olunca nene ahıra gelip süte bakınca gördüğüne inanamamış. Yine keçisini sağıp sütünü sepetin altına koymuş. Tilki gece yine gelip sütün yarısını içmiş, diğer yarsını dökmüş. Nene sabah olup ahıra gelince yine sütün döküldüğünü görmüş. Yine anlam verememiş. Bu durum bir hafta devam edince nine dayanamamış. Sütü sağmış, sepetin altına koymuş. Baltasını keskinletip kapının arkasına saklanmış. Karanlık çökünce tilki yine gelmiş. Sütün yarısını içmiş, yarısını dökmüş. Tam kapıdan çıkınca nene baltasıyla vurup tilkinin kuyruğunu kesmiş. Tilki kaçmış ama kuyruksuz. Diğer tilkilerin yanına gidememiş. Ertesi gün nenenin yanına gelmiş. Nene de kuyruğu süsleyip kapıya asmış. Tilki neneye gelip yalvarır: — Nene kuyruğumu ver ne olursun. Nene: — Sen benim sütümü getir. Kuyruğunu sana vereyim. Yoksa vermem, demiş. Tilki süt aramaya çıkmış. Yolda ineği görmüş. Yanına yaklaşmış. İneğe yalvarmış: — İnek, bana süt ver. Ben neneye götürüp vereyim o da bana kuyruğumu versin. İnek: — Karnım aç. Sen git, bana ot getir. Tilki kabul edip yola koyulur ve çimene varır. Ve ona yalvarır: — Çimen, bana ot ver, ben ineğe vereyim, o da bana süt versin, ben de nineye verip kuyruğumu alayım. Çimen: — Sen git bana tavuk gübresi getir. Yoksa olmaz. Tilki tekrar yola koyulur ve tavuğun yanına gider. Tavuğa yalvarır: — Tavuk sen bana gübre ver. Ben çimene götüreyim. O bana ot versin, ben de otu ineğe vereyim. İnek bana süt versin. Sütü alıp nineye vereyim. O da ana kuyruğumu versin. Tavuk: — Veririm ama sen git bana buğday getir. Tilki yola koyulur ve tarlaya varıp başaklara yalvarır: — Başak bana buğday ver. Ben tavuğa götüreyim. O bana gübre versin. Ben gübreyi çimene verip ot alayım. Otu ineğe verip süt alacağım. Sütü de götürüp neneye vereceğim ve kuyruğumu alacağım. Başak: — Sen git bana çeşmeden su getir. Tilki çeşmeye gider ve yalvarır. — Çeşme, sen bana su ver. Çeşme: — Veririm ama sen perileri getir; üstümde oynasınlar. Bende sana su vereyim. Tilki Allah’a yalvarır ve iki peri ister. Öyle yalvarır ki duası kabul olur. Perileri alıp çeşme başına götürür. Periler oynar, çeşme su verir. Suyu alıp başağa götürür, taneleri alır. Taneleri tavuğa verip gübre alır. Gübreyi çimene götürüp otu alır. Otu ineğe götürür, karşılığında sütü alır. Sütü de neneye götürür. Nene bu esnada tilkinin kuyruğunu çok güzel süsler. Tilki sütü verip kuyruğunu alır. Ama bir daha nenenin sütüne dokunmayacağına söz verip yoluna gider. Nene sütüne, tilki ise kuyruğuna kavuşur.
Nene ile Tilki
Bursa
Marmara Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Bir aç kurt varmış. Aramış aramış, avlanamamış. — Bugün önüme kim rast gelirse onu tutup yiyeceğim, affetmem, demiş. Bir buzağı geçmiş. Buzağıya demiş ki: — Seni yiyeceğim. Buzağı: — Vah, ben öküz olup da dağlara çıkacaktım. Ne olur, kağnı çeker bir öküz ve yukarı tırmanan at olma hayalim var. Onları biraz taklit edeyim de beni öyle ye, demiş. Kurt: — İyi öyleyse hadi git, taklit yap da seni yiyeyim, demiş. Buzağı gelmiş, önünden geçmiş, kağnı çekiyor gibi, yukarı tırmanan at gibi taklit yaparak uzaklaşmış. Kaçmış, gitmiş. Kurt yine aç kalmış. Orada dolanmış dolanmış bir keçi yavrusuna rastlamış. Keçi yavrusu: — Seni yiyeceğim, demiş. Buzağı beni kandırdı, seni yiyeceğim, affım yok, demiş. Keçi de: — Tamam ama ben de keçi olayım, sürünün önünde gidiyor gibi yapayım da sonra beni ye, demiş. Keçi taklidi tutmuş. Sürünün önünde gidiyor gibi yapmış. Keçi de kaçmış. Bir koyun görmüş. Koyuna: — Seni yiyeceğim, buzağıyla, keçi beni kandırdı. Sen kandıramazsın, demiş. Koyun: — Ben de bir oyun oynayacaktım, bir oynayayım da öyle ye beni, demiş. Kurt oturmuş. Bu onun önünde oynamış. Biraz ileriden, biraz daha ileriden oynamış ve kaçmış. Kurt gitmiş gitmiş, bir at gelmiş. Ata demiş ki: — Buzağı, keçi, koyun beni kandırdı, seni yiyeceğim. At: — Bir şartım var. Sahibim ayağımın altına ferman kâğıdı yazdı, onu okursan yersin, yoksa yiyemezsin, demiş. — Ondan kolay ne var. Ayağını kaldır demiş, eğilmiş. At demiş ki: — Biraz daha eğil. Kurt biraz daha eğilmiş. At, şafağına bir tekme atmış. Kurt orada bayılıyor. Üç gün yatmış, sonra kalkmış. Katıra gelmiş, demiş ki: — Buzağı, at, koyun, keçi kandırdı. Sen kandıramazsın. Katır da: — Ben kandırmam seni ama benim etim sert, benim etimi yiyemezsin, demiş. Sahibime gideyim de bir satır getireyim, sen beni kes, ondan sonra da ye, demiş. Gitmiş üç gün olmuş oda gelmemiş. Kurt yine aç kalmış. Gelmiş bir değirmenin tozluğuna girmiş. — Vah, demiş. Koyun kandırdı, kuzu, at, katır kandırdı. Aç kaldım, demiş. Şurada şimdi bir insanoğlu olsa, kuyruğumdan tutup bir o duvara bir bu duvara vursa … Ben ancak böyle akıllanırım. Başka türlü ben yine akıllanmam, demiş. Fazla zaman geçmemiş ki değirmenci tozluğa girmiş. Girmiş ki bir tane kurt. — Sen ne geziyorsun burada, demiş. Kuyruğundan tutmuş. O duvardan bu duvara, bu duvardan öbür duvara çala çala kurdu baymış. Sonra da sürüklemiş, çöplüğe atmış. Kurt günlerce çöplükte baygın yatmış. Aklı başına gelince sürüne sürüne deniz kenarına gelmiş. Bir de bakmış ki bir insanoğlu denizin kenarında oturmuş, namaz kılmış, dua ediyor. Kurt bunun yanına gitmiş, demiş ki insanoğluna: — Ey insanoğlu! Burada dua kabul olmaz, değirmenin tozluğuna git, benim duam orada kabul oldu, seninki de kabul olur.
Aç Kurt
Ordu
Karadeniz Bölgesi
 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzaklardan uzak bir ülkenin adaletli, halk tarafından çok sevilen bir padişahı varmış. Bu güzel ülkede herkes mutlu imiş, insanlar birbirleriyle çok iyi geçinir, herkes birbirinin yardımına koşarmış. Padişah, halkını mutlu görünce her gece yatağına huzurla baş koyarmış. Padişahın gözü gibi baktığı güzeller güzeli, bir tanecik kızı varmış. Bu kız güzelliğinin yanında aklı ve iffetiyle de dillere destanmış. Padişahın başka çocuğu olmadığı için kızını üzerine çok düşermiş, onu bir çiçek gibi tüm gözlerden sakınarak büyütmüş. Padişahın kızı, bir gün bahçede çiçek toplarken otların arasından yavru bir karayılanın sürünerek kendisine doğru geldiğini görmüş. Yılan nihayet kızın yanına yaklaşmış. Esrarengiz bakışlarıyla kıza bir şeyler anlatmak istiyormuş sanki. Kız da başını yılana doğru eğmiş. Yılan, diliyle kıza ağzını açmasını işaret etmiş. Amacı, kızı nefes borusundan sokmak imiş. Yılanın işaretleri doğrultusunda kız ağzını açmış, yılan kızın ağzının içine girmiş. Kız ağzını açıp kapayıp nefes alınca yılan nefes borusunu ısıramadan karnına kaçmış. Korkudan ne yapacağını bilemeyen kız, bu durumu kimselere açamamış. Zamanla yılan kızın karnında büyümeye başlamış. Bu arada kızın da karnı şişmekteymiş. Sarayda dedikodular yayılmaya başlamış. Herkes kızın hamile olduğunu düşünmekteymiş. Kız babasına bile karnına yılan kaçtığını inandıramamış. Kızın karnı gittikçe büyümekteymiş. Bu duruma çok kederlenen babası, eninde sonunda bu utançla yaşayamayacağına karar vermiş. Kölesine, kızını ormana götürüp, orada öldürmesini ve kanlı gömleğini kendisine getirmesini emretmiş. Köle de padişahın isteği üzerine kızı ormana götürmüş. Öldürüleceğini anlayan kız yol boyu ağlamış. Kızın gözyaşlarına dayanamayan köle, kızcağıza acımış ve orada bir kuş öldürüvermiş. Kuşun kanını kızın gömleğine sürmüş. Kızı da ormanda öylece bırakıp saraya dönmüş.  O geceyi yapayalnız ormanda geçiren kızı sabaha karşı bir oduncu bulmuş. Kızı evine götürmüş, karısına kız çocuğu getirdiğini söylemiş. Bu kızı yanlarına almışlar. Kızın karnını fark eden aile, kıza durumunu sormuş. Kız da başında geçenleri bir bir anlatmış. Kızın hâlini anlayan evin hanımı, kızın yüzüne önceden pişirdiği süt buharını tutmuş. Buharın etkisiyle yılan kızın karnından çıkmış. Oduncu ve karısı, derdinden kurtulan kızı köyden bir delikanlıyla evlendirdiler. Kızın bu evlilikten iki kızı, bir oğlu oldu. Çocuklarına Kader, Takdir, İlahi isimlerini vermişler. Bir gün padişahın yolu, kızının yaşadığı köye düşer. Kız babasını görür görmez tanımıştır. Babası ise çok değişmiş olduğundan onu tanıyamamış. Sesini duyunca tanıyabilmiş ancak. Gözyaşlarını tutamamış. Kızına doyasıya sarıldıktan sonra çocuklarının isimlerini neden Kader, İlahi, Takdir koyduğunu sormuş. Kız da: — Ben bir zamanlar padişah kızıydım, karnıma yılan kaçtı. Herkes iffetimden şüphelendi, babam beni öldürmesi için kölesine emir verdi. Köle ise bana acıyarak yerime bir tane kuş öldürdü ve beni ormanda bıraktı. Gömlekteki kuşun kanıydı. Yaşadığım bu olaylar benim kaderimdir, köle beni öldürmedi bu Allah’ın takdiridir, ilahi olan yüce Allah’ın sayesinde yılandan kurtuldum ve şimdi eşim ve çocuklarımla mutluyum, demiş. Padişah gerçekleri öğrenince kızıyla barışmış. Gökten üç elma düştü: biri padişaha, biri kızına, diğeri de bu masalı okuyanlara…
Padişah ve Kızı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer pire, pireler tellal iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken iki tane elti varmış. Bir eltinin çocuğu çokmuş, diğer eltinin ise hiç çocuğu yokmuş. Bir eltinin çocuğu çok olduğundan çocuklarıyla, babalarına yemek götürebiliyorlarmış. Ama diğer elti yemek gönderemiyormuş. Bu kadın bir gün komşusuna gidip ağlamış. Kadın buna bir tabak mercimek vermiş. — Bu mercimekleri dök yere. Onların hepsi çocuk olacak, demiş. Kadın eve geliyor. Bu mercimekleri yere döküyor. Hepsi de küçük mercimek çocuk olmuş. Kadın kocasına götürsünler diye hamur yapıyormuş ama mercimek çocuklar hiç rahat durmuyorlarmış. Kadın ekmek tahtasını bunlara vurunca hepsi ölmüş. Kadın üzülmüş hepsi ölünce. — Keşke, bir tanesi ölmeseydi, demiş. Tahtanın altından bir tanesi çıkmış. — Ben ölmedim anne, demiş. — Adın ne senin, demiş. O da: — Benim adım Alicik, demiş. — Alicik babana yemek götürür müsün, demiş. O da hemen kabul etmiş. Alicik yolda giderken bir kurtla karşılaşmış. Kurt, Alicik’e. — Nereye gidiyorsun, demiş. Alicik babasına gittiğini söylemiş. Kurt demiş ki: — Alicik atla sırtıma, ben seni götürürüm, demiş. Kurt, “ Ben nasıl olsa bunu yerim yolda” diye kendi kendine söyleniyormuş. Alicik kurdun dediklerini duymuş. Alicik kurdun üstündeki torbanın içinde gidiyormuş. Sonra bu torbanın içine taş doldurmuş. Kurdun çişi gelmiş. — Alicik, ben eve gidip geliyorum, demiş. Alicik hemen kaçmış. Elma ağacının üstüne gitmiş. Kurt eve gitmiş, torbayı açmış ki hep taş. Kurt sinirlenmiş. Alicik’i bulmaya gitmiş. Bakmış ki Alicik bir elma ağacının üstünde. Kurt, Alicik’i indirmeye çalışmış. Alicik birden ağaçtan düşüvermiş. Kurt yine Alicik’i sırtına atıvermiş. Alicik bu kez torbanın içine su doldurmuş. Kurdun yine çişi gelmiş. Alicik bu arda torbanın içinden kaçmış. Kurt eve gelmiş, torbayı açmış ki hep su Alicik yok. Kurt sinirlenmiş. Alicik’i bulmaya gitmiş. Bakmış ki Alicik yine ağacın tepesinde. — Alicik in aşağı, demiş. Alicik inmemiş. Kurt: — Beline bağla elmayı öyle at, demiş. Alicik elmayı beline bağlayıp atmış. Sonra kurdun üzerine düşmüş. Yine arkasına oturmuş. Alicik torbanın üstüne bu kez diken doldurmuş. Doldururken kaçıvermiş. Kurt bunu görmüş. Alicik hemen yanındaki denize girmiş. Kurt: — Alicik nasıl girdin oraya? Nasıl yüzüyorsun, demiş. Alicik: — Çok kolay, sen de gir, demiş. Kurt denize girmiş, boğulmuş. Alicik kurdun evindeki her şeyi almış. Annesine götürmüş. Yiyip içip mutlu olmuşlar.
ALİCİK İLE KURT
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
SEDEF ELBİSE Bir varmış bir yokmuş. Bir adamın üç tane kızı varmış. Adam bir gün pazara gidecekmiş. Kızları babalarından her biri bir şey istemiş. Üçüncü kız babasından sedef elbise istemiş. Babasına — Sedef elbiseyi unutursan yollarına boz duman çöksün, demiş. Adam her şeyi almış. Sedef elbiseyi almayı unutmuş. Adamın yoluna boz duman çökmüş. Adam evini bulamamış. Yolda bir adama rastlamış. Adam dev imiş, her kılığa giriyormuş. Bu sefer de dilenci kılığına girmiş. Kızarın babası derdini deve anlatmış. — Kızıma sedef elbise alamadım, demiş. Dev de — Ben sana sedef elbiseyi veririm ama sonra gelir senden bir şey isterim, demiş. — Sen de bana onu vereceksin, demiş. Adam almış sedef elbiseyi kızına götürmüş. Aradan zaman geçmiş. Dev tekrar dilenci kılığında adamın evine gelmiş. Adamdan büyük kızını istemiş. Adam da çaresiz büyük kızını vermiş. Dev kızı alıp evine götürmüş. Eve gidince deve dönüşmüş. Dev kızın dizine yatar, kız da saçını sakalını kaşıtırmış. Kız devin sakalının arasındaki anahtarları bulmuş. Kaçmaya çalışırken kızı dev öldürmüş. Saçlarından tavana asmış. Dev tekrar gidip kızın babasından ortanca kızı da istemiş. Adam ortanca kızını da vermiş. O kız da devden kaçmaya çalışırken dev onu da öldürmüş. Sora üçüncü kıza gelmiş. Küçük kız kurnazmış. Hem de sedef elbisesi varmış. Sedef elbise her şeyi kıza anlatmış. Kız sabah olunca devden saklanmış. Kapılarının arasında büyük bir kütük varmış. Sedef elbise kıza: — Açıl kütüğüm açıl de, kütüğün içine gir, demiş. Kız: — Açıl kütüğüm açıl, demiş. Kütüğün içine girmiş. Dev kızı bulamamış. Kütüğü kıramamış, alıp suya atmış. Kız tekrar suda giderken: — Açıl kütüğüm açıl, demiş kütük açılmış. İçinden çıkmış. Kız ağaçta otururken padişahın oğlu atına su içirmeye gelmiş. Kız çok güzelmiş. Suya şavkı vurdukça at ürküp su içmiyormuş. Padişahın oğlu da ata sinirleniyormuş. Bir gün kız padişahın oğluna seslenmiş. Padişahın oğlu kızı görünce âşık olmuş. Alıp evine götürmüş. Evlenmişler. Çocukları olmuş. Dev kızı unutmamış. Kızın peşindeymiş. Keçi kılığına girip kızın evine gelmiş. Kız keçilerin çoğaldığını fark etmiş. Kocasına söylemiş: — Bu dev, demiş. Kocası inanmamış. Gece kocası ve çocuğu uyurken dev kızı götürmeye gelmiş. Dev kocasının uykusunu kovaya bağlamış. Kapının arkasına takmış. Sedef elbise, kıza: — Kovayı al yere vur, kocan uyanır, demiş. Kovayı almış yere vurmuş, kızın kocası uyanmış. Devi yakalamış. Aslanlara, kaplanlara atmış. Dev ölmüş. Daha sonra kız ile kocası mutluluk içinde yaşamışlar.
Sedef Elbise
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Üvey annesinin yanında yaşayan bir kız varmış. Kadın, kıza hiç iyi davranmaz, bazen yemek dahi vermezmiş. Yine bir gün kadın üvey kızına ekmek vermemiş. Kız da derdini, sıkıntısını anlatmak için ahırdaki ineğinin yanına giderek ineğe:       — Üvey annem bana ekmek vermiyor, ne yapayım?       — Sen hiç korkup canını sıkma, ben sana sütümü veririm yeter ki sen beni em, demiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Kadın kıza hâlâ yemek vermezmiş. Kadın bu sefer de:       — Ben buna kaç gündür yemek vermiyorum, bu nasıl dayanıyor, neyle karnını doyuruyor, diye düşünmeye başlamış. En sonunda kızı takip etmeye karar vermiş. Kadın kızı takip edip kızın ahırda ineğin bir tanesini emdiğini görmüş. Hemen kendisini kıza belli etmeden oradan kaybolmuş.  Akşam olup kızın babası eve gelince, karısı:       — Herif, bugün hocaya gittiydim, o da bana:       — Fatma’nın ineğini kesip de yersen yaşarsın, yemezsen kısa bir süre sonra öleceksin, dedi, demiş. Kadının dediklerini duyan kız, hemen ineğin yanına gidip:       — İneğim seni kesecekler, üvey annem babama söyledi, babam da tamam dedi.       — Sen hiç canını sıkma. Baban beni kestikten sonra benim kemiklerimi toplayıp bir dereye göm, demiş. Adam ertesi gün ineği kesip yemek için hazırlamış. Kadın, istediği olduğu için çok sevinmiş ve hep birlikte ineğin etini pişirip yemişler. Kız da yemekten sonra ineğin kemiklerini toplayıp, kimse görmeden bir dereye gömmüş. Kız ertesi gün tekrar dereye kemikleri gömdüğü yere varmış. Hemen, kemikleri gömdüğü yeri açıp bakmış ki, altın, gümüş, yiyecek, içecek her şey doluymuş. Bir gün ağanın oğlu atıyla gezerken bir çayda atını sulamak için durmuş. At, su içmeye başlayınca “dürttt” diye bakar, “dürtt” diye bakmaya başlamış. Oğlan da “Ata ne oldu, neden böyle ediyor?” diye suya bakınca suyun içinde bir tane terlik görmüş. Atından inip terliği eline almış ve:       — Ey Allah’ım! Bu terlik kimin ayağına iyi gelirse ben o kızı alacağım, demiş. Oğlan, terliği eline alıp atına atladığı gibi terliğin sahibini aramaya başlamış. Elinde terlik atıyla beraber dünyayı dolaşır ama bir türlü terliğin sahibini bulamamış. Oğlan geze geze Fatma’nın olduğu eve gelmiş. Ağanın oğlanının geleceğini haber alan üvey anne Fatma’yı teknenin altına saklamış. Oğlan terliği evdekilere denetir fakat yine terliğin kimin olduğunu öğrenememiş. Tam o sırada, kadının gölbezi*:       — Hev hev… Teknekcik altında, Fatmacık, teknecik altında Fatmacık, diye havlamaya başlamış. Oğlan ve adamları ilk önce duyduklarına şaşırırlar, ama gölbezin dediğini de dikkate almamışlar. Gölbez yine:       — Teknecik altında Fatmacık, teknecik altında Fatmacık, hev hev, der. Bu sefer oğlan hemen teknenin altına bakar ve Fatma’yı oradan çıkartıp terliği ayağına demiş. Tekliğin Fatma’nın ayağına olduğunu gören oğlan hemen üvey anneyi adamlarına yakalatıp cezalandırmak istemiş. Fatma buna karşı çıkıp:       — Ne de olsa benim üvey annem, her ne kadar bana kötü davrandıysa da yine de sen ona merhamet et de cezalandırma, demiş. Oğlan da kızın istediğini yerine getirip kadını cezalandırmaktan vazgeçmiş. Kızı alıp babasının yanına götürmüş. Kırk gün kırk gece düğün yaparak evlenmişler.    *gölbez: Enik. köpek yavrusu.
Üvey Anne
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, öküz berber iken, eski hamamın tası yok, peştamalın ortası yok, şu yalan bu yalan, eşeğe binip deveyi kucağına alan, fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan… Evvel zaman içinde bir padişahın üç kızı varmış. Bu kızların evlenme zamanları gelmiş de geçiyormuş bile. Padişahla sultan, memleket meselelerinden, sarayın tantanasından kızlarını çoktan unutmuşlardır. Kızlar bakmışlar olacak gibi değil, üçü bir araya gelip bir plan yaparlar. Kızlar bir öğlen yemeğinde, padişahla sultan yemek yedikten sonra sıra karpuza gelir. Üç sahanda, üç çeşit karpuz vardır. Bir sahandakinin içi geçip löp olmuş, ikincisi ağza alınır gibi değil, üçüncü tabaktaki eh yenir yenmez. Padişah üçünden de ağzına birer parça alınca hemen tükürür. Hemen bunları yapıp buraya getirenleri astıracağım diye bağırarak hışımla ayağa kalkar. Sultan Hanım, padişaha:       — Ben anlatırım. Sen sakin olup otur da öyle anlatayım, deyip durumu anlatmaya başlar: “Bu karpuz işi kızların oyunudur. Biz kızları unuttuk, evlenme zamanları geldi de geçiyor bile. Büyük kız neredeyse kırk yaşına girecek.” deyince padişah da:       — Ya! Öyle mi, dedikten sonra hemen veziri çağırıp:       — Tez uzaklara tellal çağırtılsın, ulaklar gönderilsin. Yedi düvele haber edin, kızlarıma talip olmak isteyenler, sarayımın balkonunun önünden geçsin, diye emir verir. Derhal emir yerine getirilince talipliler sarayın önünden tek tek geçmeye başlarlar. Birinci gün padişahın büyük kızı, veziri azamın büyük oğluna balkondan mendilini (nişanını) atar. İkinci gün de padişahın ortanca kızı, şeyhülislamın oğluna nişanını atar. Üçüncü günün akşamına kadar bütün düvellerden gelenler sarayın önünden geçer. Fakat padişahın küçük kızı bir türlü olur verip de kimseyi beğenmez. Oturup kadersizliğine ağlamaya başlayınca aşağıda bir kelp dilini çıkarıp kuyruğunu sallıyormuş. Kelp, sanki ben de sana talibim gibi kıza bakıyormuş. Padişahın küçük kızı da benim kaderim de buymuş diyerek nişanını kelpe atar. Kelp, mendili ağzına alıp sallamaya başlayınca halayıklar durumu fark ederek ortalığı velveleye verirler. “Padişahın küçük kızı, kelpe nişan attı.” lafı çabuk saraya yayılır. Bunu duyan padişah küplere biner. Padişah:       — Benim öyle bir kızım yok artık. Çabuk cariyesiyle birlikte saraydan atın gitsin. Kelpin arkasından mı gider, nereye giderse gitsin, diye emir verir. Emir çabuk yerine getirilir. Sultan, bir cariyeyle kelpin arkasına düşüp bir hayli yürürler. Bir konağın önüne gelince kelp, başıyla konağın kapısını aralar. Sultanla cariye içeriye girip şaşkın şaşkın yukarıya çıkarlar. Bakarlar ki, saray yavrusu gibi bir köşk. İçinde ne ararsan var. Gece olunca herkes ayrı odalarda yatmış. Sultanın yattığı odanın ortasında da bir havuz varmış. Sultan bir türlü uykuya dalamamış. Derken yatağın önündeki pencere tıklanır ve bir bakar ki, cicili bicili bir kuş, sultana:       — Hanım, sır saklar mısın, hanım sır saklar mısın, diye üç kere seslenince kız:       — Saklarım.       — Aç öyleyse pencereyi, der. Sultan, pencereyi açınca kuş hemen odanın içindeki havuzun içine uçar. Kuş, havuzda çırpınıp yıkandıktan sonra aslanlar gibi yakışıklı mı yakışıklı, eşi görülmemiş bir genç olur. Bunu gören sultan, ilk görüşte gence âşık olur. Sultanla genç sarmaş dolaş olur. Yakışıklı genç kısaca hayatını kıza anlatır:       — Ben peri padişahının oğluyum. Adım Muhsin, deyip kısadan keser. Zaten gencin görünüşü kendisini anlatıyormuş. Aradan bir ay kadar bir zaman geçince sultanla oğlanın aşkları her gün daha da çok artmış. Oğlan eve gelip sultana:       — Kız kardeşlerin seni hamam sefasına çağırıp orada, senin sırrını öğrenmeye çalışacaklar, sakın sırrını verme. Yoksa aramızdaki sır bozulur. Şu kordonu konsolun gözüne koyuyorum. Hamamda bir sır verdiğinde, ben hamamın kubbesinde yedi çeşit kuş olup sizi gözlerim. Eve geldiğin anda kordon konsolun gözünde yoksa her şey bitmiştir. O zaman beni bu dünyada kırk yıl arasan bulamazsın, diye tembih eder. Muhsin Bey, bakar ve sevdiğinin kız kardeşlerinin faytonlarla geldiğini görünce sultana:       — Dört atlı mavi fayton senin faytonun, hadi kardeşlerini bekletme. Zaten hazırlanmıştın, der. Sultan da hemen aşağıya inip ablalarıyla selamlaştıktan sonra faytonuna biner. Ablaları önde, kız arkada yola düşerler. Kısa zaman sonra hamama varırlar. Faytoncu küçük kızın inmesine yardımcı olunca hem faytoncuyu hem de faytonun ihtişamını kıskanırlar. Sonra hamama girince cariyelerinin yardımlarıyla soyunduktan sonra peştamallarını giyerler. Hamamın ortasındaki göbek taşına yakın üç tane kurnaya otururlar. Aradan çok geçmeden üç kız kardeş sohbet etmeye başlarlar. Küçük kıza ablaları:       — Eee… Kardeşim, kelple aran nasıl? Aşklarınız, sohbetleriniz nasıl gidiyor, diye alaycı bir dille sorarlar. Ayrıca bir taraftan da gülmeye devam edince küçük kızın sabrı taşar. Sultan, ablalarına:       — Size kelpse, bana değil, deyince sultanın içine hemen bir acı çöker. Cariyesine seslenerek hemen hazırlanıp çıkacaklarını emreder. Sultan, ablalarının yüzüne bile bakmadan hamamdan hemen ayrılıp faytonuna biner. Sultan, konağa gelince hızlıca eve çıkıp odaya girer. Konsolun çekmecesini çekip bakınca kordonu göremez. Sultan, o an oraya bayılıp kalır. Bir saat sonra kendine gelen sultan, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Tedavi için kaç tane doktor getirildiyse hiç birisi derdine çare olamaz. Aradan bir ay geçtikten sonra Muhsin Bey’i aramaya başlar. Muhsin Bey’i üç sene arar. Sormadığı düvel, çalmadığı kapı kalmamıştır. En sonunda aramayla bulamayacağını anlayınca görkemli bir hamam yaptırır. Hamamın önüne de “Başından geçenleri-hikâye- anlatanlar hamamda parasız yıkanabilir.” yazdırır. Sultan, tellallar çağırtıp ulaklar yollar. Bu haber her tarafa duyurulur. Hamam her gün dolup taşar. İki yıl da böyle geçer. Bir gün hamama fakir bir kadın gelir. Elindeki bohçada da kirli çamaşırları vardır. Kadın, sultana:       — Hanımım, hamama girebilir miyim, diye sorunca kız da:       — Bir hikâye biliyor musun, başından geçen bir olay var mı? Anlat da ondan sonra hamama gir. O zaman yıkan yıkanabildiğin kadar.       — Hanımın, ben hiçbir şey bilmem. Ne olursun beni hamama al.       — Olmaz, almam. Git bir şeyler öğren de gel. Fakir kadın oflaya puflaya ilerideki çay kenarına gider. Bir yerden boş bir teneke bulup kendi kendine mırıldanmaya başlar:       — Ne yapayım, iş başa düştü. Hamama almadılar, bari şu tenekenin altına bir ateş yakayım da kirli çamaşırlarımı yıkayayım, der. Kadın, ateş yakarken bir bakar ki, odun yüklü katırlar oradan geçiyor. Başlarında da sahibi görünmüyor. Kadın, bir iki odun almak için katıra el atar. Ne olduğunu anlamadan katırlar nehrin ortasına gelirler. Kadın, gözlerini yumup açtıktan sonra bir bakar ki, şimdiye kadar hiç görmediği cennet misali bir şehirdeki konağın bahçesinin içindedir. Önünde bir fırın, fırında pişen börekler, baklavalar, çörekler. Evden içeri girip kimsenin olmadığını anlayınca çok şaşırır. Karnı aç olduğundan biraz börek almak için elini tepsiye uzatınca, görünmez kişiler, “seydi mani” diyerek eline vururlar. Kadın neye elini uzatsa, “seydi mani” diyerek eline vururlar. Kadın bakar ki, buradan hayır yok direk bahçeye gider. Bakar ki, elma, armut, erik, bir yerde de üzüm bağı var. Daha önceden böyle cennet gibi bir bahçeyi hiç görmemiştir. Meyve almak için ağacın dalına uzanınca yine “seydi mani” diyerek eline vururlar. Kadın en sonunda evde gizlenip, sabah evi terk etmeyi düşünür. Konağın merdivenlerinden çıkıp büyük bir salona girer. Salonun etrafında odalar ve ortasında bir havuz vardır. Kadın, salonun köşesindeki bir kanepeye yatar. Gece yarısı olunca bir gürültüyle uyanır. Bir bakar ki, bir sürü güvercin açık pencereden salona girerler. Güvercinler, havuzda çırpınarak yıkandıktan sonra her biri aslanlar gibi delikanlı olurlar. Bunu gören kadın, ilk önce gözlerine inanamaz. Delikanlılar kırk kişilik yemek masasına oturup yemek yedikten sonra oturup sohbet etmeye başlarlar. Daha sonra herkes tek tek odalarına çekilir. En sonunda bir genç kalır ve evde tek başına oturmaya başlar. Delikanlının elinde bir kordon vardır. Sürekli onu sallayıp zaman zaman da kederlenip ağlar. Bu durum sabahlara kadar da devam eder. Sabahleyin kırk genç havuzda yıkanıp güvercin olduktan sonra açık pencereden uçup giderler. Fakir kadın aç, susuz bir şekilde sızıp kalmıştır. Uyanınca aşağıya inip bir bakar ki, katır kervanı boş olarak gidiyor. Hemen katır kervanına bir el atıp çay kenarındaki kirli çamaşırlarının yanına kadar gider. Bir süre sonra kendine gelince bu gece gördüklerimi hanıma anlatıp da hamama gireyim diye düşünür. Hamama gidip içeri girince kadına, hanım:       — Yine sen mi geldin? Kaç kere söyleyeceğim, bir şey anlatmadan hamamda yıkanamazsın, diye çıkışır. Fakir kadın da:       — Sen ne diyorsun hanımım. Bu gece başımdan öyle bir şey geçti ki, deyme hikâyeye. Olur olmaz hikâyeye taş çıkartır.       — Otur şuraya da başından geçenlerin hiçbirisini atlamadan bana anlat, deyince kadın başından geçen her şeyi anlatmaya başlar. Kadının anlattıklarında sıra, bir gencin gordon sallayıp hüzünlendiğine gelir. Hanım, hemen kadına:       — Sus yeter artık, kalk gidiyoruz. Bu hamam dâhil tüm varlığım senin olsun. Yeter ki beni oraya götür, deyip kadını şapur şupur öper. Koşar adımlarla birlikte çayın yanına giderler. Tesadüfen odun yüklü katır kervanları yine oradan geçiyormuş. Kervana el atıp tam konağın kapısının önüne kadar giderler. Yine fırından çıkmış kızarmış çörekler, börekler gidiyormuş. Kadın, hanıma:       — Hanımım, çok acıktım, bayılmak üzereyim. Şuradan bir şeyler alıver de yiyeyim, der. Hanım, pişen tepsilere el uzatır. Alsın Muhsin Bey’in eşi hanımım, helal olsun, derler. Fakat hanımın böreği, çöreği gözü görecek hâli yoktur. Hanım, aldıklarını kadına verir. Birlikte konağın merdivenlerinden çıkıp kanepenin altına gizlenerek beklemeye başlarlar. Bir müddet sonra açık pencereden güvercinler gelirler. Güvercinler havuzda yıkandıktan sonra birer delikanlı olurlar. Delikanlılar yemeklerini yedikten sonra herkes odalarına çekilirler. Bir delikanlı elinde gordon dertli dertli düşünmeye başlar. Sultan Hanım, Muhsin Bey’i tanıdıktan sonra fazla dayanamadan Muhsin Bey’in yanına koşar. Muhsin Bey’le, hanım sarmaş dolaş olurlar. Muhsin Bey, hanıma:       — Yahu burayı nasıl oldu da buldunuz. Bu geldiğiniz yola kırk yılda zor gelinir. Benim bu durumumu arkadaşlarım öğrenirse mahvoluruz ve tılsım bozulur. Bir daha buralarda fakir olarak kalırız. Hemen buradan gidelim, der. Yum gözünü, aç gözünü geldikleri yere çıkarlar. Hanım, hamamı ve son varlıklarını fakir kadına verir. Konaklarına gelince eskisi gibi mutlulukları devam eder. Bir gün Muhsin Bey üzücü bir haberle eve gelip hanımına der ki:       — Komşu düvelin padişahı baban, kara kara düşünüyormuş. Halk korku ve panik içerisindeymiş. Savaş ilan eden ülke, bu ülkenin dört katı kalabalıkmış. Askerleri de çokmuş. Askerleri eğitimli ve savaşçıymış, diye anlatır. Ertesi sabah savaş tüm şiddetiyle başlar. O gün Muhsin Bey’in ülkesi çok zayiat vermiş. Askerlerin, leşkerin morali çok bozulmuş. Muhsin Bey’in eşi Sultan Hanım çok ağlıyormuş. Sultan Hanımın babası padişah da çaresizlik içinde kıvranıyormuş. Ordularının başında olan damatları fazla zayiat vermeden, daha çok yıpranmadan teslim olmayı düşünürler. Fakat bu fikirlerini padişaha bir türlü söyleyemezler. Damatlar ertesi gün müdafaa hattını hazırlamışlar. Karşılarındaki güce karşı hiçbir hücum etme imkânları yokmuş. Karşı taraf bütün gücüyle hücuma geçince padişahın askerleri, eyvah mahvolduk diye düşünürlerken beyazlar giyinmiş, yağız atların üzerinde kale gibi kırk kolcu karşı düşman askerinin içine şiddetli bir şekilde girerler ki düşman askerleri ne olduklarını bilemezler. On binlerce düşman askeri çil yavrusu gibi dağılır. Bu kolcular da nerden geldi diye düşünmeye başlarlar. Bu durumu gören padişah da şaşırıp:       — Allah Allah, bu kolcuları yardıma kim gönderdi? Bunlar olağanüstü ilahi bir güç. Düşmanın büyük ordusunu çil yavrusu gibi dağıttı, diyerek morali yerine gelir. Ertesi gün savaş yine bütün şiddetiyle başlar. Yine nereden geldiği belli olmayan-bu sefer mavi giyinmiş- kırk kolcu düşmana karşı savaşır. Padişah, atını başkumandanlarının yanına doğru sürer. Fakat kumandanlara yetişmesi mümkün değildir. O gün de akşam olunca düşman tarafı çok zayiat verir. Fakat kırk kolcu yine ortadan kaybolur. Savaşın dördüncü günü sabahı, savaş yine bütün şiddetiyle kaldığı yerden devam eder. Artık karşı tarafın dayanacak gücü kalmamıştır. O gün de kırk kolcu yeşiller giyerek savaşa gelirler. Padişah bu askerlerin kim olduklarını bilmediği için meraktan çatlıyormuş. Kolcuların peşlerinden at koştururken, askerlerin başı bir an duraklar. Kolcunun birinin elinden yaralandığı için eli kanamaktaymış. Padişah yetişip askerin yarasına kendisinin işlemeli mendilini sarar. Kolcu, padişahla konuşmadan oradan hemen uzaklaşır. O gün öğleye doğru, yenilgiye uğrayan düşmanlar, teslim olurlar. Bu kırk kolcu sayesinde zorlu savaş kazanılmıştır. Bu zafer kırk gün kırk gece davullar çalınarak kutlanır. Fakat padişah, o kırk kolcuyu düşünmekten hastalanır. Padişahın başında damatları ve kızları bekliyormuş. Padişah, damatlarına:       — Tellallar çağırılsın, ulaklar etrafa yollansın. Tez bana kırk kolcudan haber getirin, diye emir verir. Padişah, günden güne hastalığından dolayı erimektedir. Bir gün hasta yatağından, bana ceylan eti getirin diye seslenir. Damatları hemen ceylan eti bulmak için bir av partisi tertip ederler. Fakat saatlerce hiçbir ava rastlayamazlar. Damatlar av partisinden uzakta dolaşırlarken bakarlar ki ormanın içinde ceylan eti satılan bir kulübe. Damatlar, ceylan etini buradan alalım da padişaha biz vurduk deriz, diyerek anlaşırlar. Dükkâna girince bakarlar ki, eti satan yağız bir delikanlı. Adamlar, delikanlıya:       — Bize ceylan budu satar mısın, diye sorunca delikanlı:       — Satarım.       — Kaça veriyorsun kilosunu?       — Parayla vermiyorum, kıçınıza birer mühür vururum, alıp gidersiniz, der. İiki damat bir kenara çekilip ne yapalım diye birbirlerine sorarlar. Büyük damat olan veziri azamın oğlu:       — Burası dağ başı, bu yabanî bizi tanımaz bilmez. Mührü bastıralım, eti alalım da gidelim, deyince öbür damat da:       — Tamam, dedikten sonra ceylan eti satıcısına:       — Tamam, razıyız, derler. Satıcı da ikisinin kıçına birer mühür vurup ceylan etini verir. Damatlar saraya gelip padişaha, ceylanı vurduklarını ve aşçıların pişirmekte olduklarını söylerler. Bu arada kızlar, damatlar, veziri azam dâhil herkes padişahın başında beklerler. O sırada kızarmış, pişmiş ceylan eti padişaha getirilir. Padişahın, etten bir lokma almasıyla tükürmesi bir olur. Çünkü et zehir gibiymiş. Ceylan etini satan adam, ceylanın ödünü deşip etine sürmüştür. Muhsin Bey de bu sırada konağa gelip dışarıda bekliyormuş. Muhsin Bey, sultan hanıma:       — Sultanım, baban hasta vaziyette yatakta yatıyormuş. Şu getirdiğim ceylan etini güzelce kızartıp pişirsinler. Yalnız eti alıp babana sen götür, der. Kız da:       — Ben götüremem, babam beni saraydan yine kovar. Kız kardeşlerim kelpin hanımı diye alay ederler.       — Sen git, evlatlık görevini yerine getir. Göreceksin ki bir şey olmayacak, der. Prenses, bunun üzerine saraya gidip doğruca babasının yattığı odaya gider. Kız görününce hemen dedikodu ve fısıltılar başlar. Kız, ceylan etini babasının başucuna kadar getirir. Padişah hemen gazaba gelip, defol, senin gibi kızım yok diyerek odadan kovar. Kız da arkasını sönüp ağlayarak giderken padişah, kızım gel bakayım diyerek kızını yanına çağırır. Bunu duyan oradaki herkes şaşırıp kalır. Kızın arkasında bir mendil varmış. Padişah mendili alıp bakmış ki, savaş alanında yaralanan askere verdiği mendil. Padişah, hemen kızına:       — Kızım bu mendili arkana kim taktı, diye tatlı bir sesle sorunca kız:       — Valla benim haberim yok. Kim takacak ki, eşim takmıştır, der. Padişah:       — Hemen faytonumu hazırlayıp kızımın eşini getirin, diye adamlarına emir verir. Sultan Hanım, nefes nefese konağa gelir. Muhsin Bey de zaten hazırdır. Muhsin Bey, savaşın ilk günü giydiği beyaz elbiselerini giyip, kılıcını da kuşanmıştır. Kızla beraber Muhsin Bey saraya gelince padişah hemen Muhsin Bey’i tanır. O anda padişahın hastalığından eser kalmaz. Yataktan dupduru kalkıp Muhsin Bey’e sımsıkı sarılarak, demek savaş alanındaki o asker sendin, der. Padişah, damatlarını tanıştırmaya başlayınca, Muhsin Bey:       — Ben bunları tanıyorum padişahım. İkisi de benim kölem olur, deyince padişah:       — Nasıl olur, bir yanlışlık olacak.       — Hayır, haşmetmeabım, hiç yanlışlık yoktur. İnanmazsanız kıçlarına mühür bastım, ona bakabilirsiniz, der. Padişah da bir tenhada iki damadın da donlarını sıyırtıp kıçlarına bakınca mühürleri görür. Padişah, hemen damatlarına, karılarıyla birlikte sarayı terk etmelerini söyler. Zaten padişah iyice yaşlandığı için tacını Muhsin Bey’e verip tahttan iner. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Güvercin Adam
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Herifin bir tanesinin fukaralıktan canı yanmış. *Ailesine demiş ki: — Bir parça bana azık et. Ben Allah’ı bulmaya gideceğim. Karısı demiş ki: — Allah bulunmaz. Allah’ı nerede ararsan orada hâzır nâzırdır. — Yok, ben Allah’ı bulmaya gideceğim. Oradan çekip gitmiş. Bir ulu dağın başına çıkınca haramilere rast gelmiş. Haramiler de malı nereden çaldıysa, fesine lira bölüşüyormuş. Selam vermiş, yanlarına varmış. Haramilerbaşı demiş ki: — Taksime sen de karış, demiş. — Yok, ben karışmam. Bana Allah versin, demiş. — Oğlum, Allah insana işte böyle verir. Biz çaldık çarptık, günahına biz girdik. Karışmamış orada. Orada misafir olunca, sabahtan yola revan olmuş. Haramiler demiş ki: — Sen nereden gelip nereye gidiyorsun, demiş. — Ben Allah’ı bulmaya gidiyorum, demiş. Haramiler demiş ki: — Allah’ı bulduğun zaman bizim hâlimizi danış. Ben yirmi yaşımdan sonra bu haydutlukla uğraşıyorum, demiş. Allah’ı bulmaya giden oradan çekip gitmiş. Günlerin bir gününde beniâdem içinden çıkmış. Bu daralmış. *Fini firak ederken yamaçtan bir ışık gözükmüş. O ışığı takip edip yürümüş oraya. Oraya varmış ki bir mağara; kapısını bulup içeri girmiş. İçerde dervişin bir tanesi postu atmış, zikir ediyormuş. — Selamünaleyküm derviş baba, demiş. Derviş demiş: — Ve aleykümselam insanoğlu. Oğlum, ben on beş yaşımdan sonra dünya yüzü görmedim. Şimdiye kadar beniâdem içine çıkmadım. Oğlum sen nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, demiş.    — Ben Cenabıallah’ı bulmaya gidiyorum, demiş. — Oğlum Allah bulunmaz, demiş. — Ben Allah’ı bulacağım, demiş. O dervişin orada da gıdası başında bir kuru nar ağacı varmış. Cenabıallah tarafından o kuru nar ağacı günde bir nar veriyormuş, onunla gıdalanıyormuş. O gün, o misafirin vardığı günde nardan iki tane olmuş. Derviş tutmuş, bir tanesini saklamış. Birini de dilimlemiş; yarısını kendi yemiş, yarısını da misafir yemiş. Dervişin yanından ‘Allah’a ısmarladığı’ çekince derviş demiş ki: — Allah’ı bulduğun zaman benim ahvalimi de söyle, demiş. Bu oradan çekip gitmiş. Bu, Kaf-ı Küf Dağı’nın başına çıkmış. Bu orada korkmuş. Korkunca yukarıdan bir nida gelmiş: — Nereye gidiyorsun oğlum, demiş. — Ben Allah’ımı bulmaya gidiyorum, demiş. — İşte Allah’ın benim. Dileğin ne, demiş. — Dileğim şudur ki; dünyada Kur’an, ahirette iman. Dünyada muhannete muhtaç olmayacak kadar… Dileğim budur. Cenabıallah tarafından nida gelmiş ki: — Senin evinin eşiğinin dibinde, orada kazanla lira dolu, demiş. Yukarıdan da yeşil bir kâğıt dönerek aşağıya düşmüş. Yukarıdan gene bir nida gelmiş ki: — O kâğıdı al da şimdiki zaman hükümdarı itiraz edecek olursa kâğıdı da o adama göster, demiş. — Oğlum, senin iki tane *ısmarıcın var, niye unuttun, demiş. O zaman aklına düşmüş, demiş ki: — Dervişin hâli ne olacak? Haramilerin hâli nasıl olacak, demiş. Allah tarafından demiş ki: — O dervişe günde bir kuru nar ağacından günde nar verip de gıdalandıran ben idim. Sen oraya varınca ben iki tane nar verdim. O derviş tuttu birini sakladı, birinin yarısını sana verdi, yarısını da kendi yedi. O hiç boşa çabalamasın. Doğru cehennem zebanisine. Haramilerinki de, *şimdiyece yaptığını affettim. Şimdiden sonra haramdan elini çeksin, demiş. O yeşil kâğıdı da koynuna koymuş, oradan yürümüş. Gelmiş dervişin yanına. — Hiç sen boşa çabalama. Doğru cehennem zebanisine, demiş. Haramilerin yanına gelmiş: — Şimdiyece çaldığını çarptığını affetti. “Şimdiden sonra da haramdan elini çek.” dedi. Yürüyüp gelmiş evine. Ailesine demiş ki: — Şu kazmayı getir. Ailesi demiş ki: — Herif, kaç günlük yoldan geldin, demiş. — Yok avrat, kazmayı getir, demiş. Kazmayı eline almış, birkaç defa vurunca kazma tepsiye değmiş. Tepsiyi üstünden almış ki lirayla kazan dolu. Evinde çocukları açmış, eline iki tane lira almış, çarşıya inmiş. Ekmekçiye iletmiş. Ekmekçi o lirayı bozamamış. Bu lirayı hiçbir tüccar bozamamış. Lirayı hükümdara bildirmişler. O vaktin hükümdarı: — Bu adam kimse, yanıma getireceksiniz, demiş. Bunu hükümdarın yanına iletmişler: Oğlum, sen bu lirayı nereden aldın, demiş. — Bunu ben Cenabıallah’tan aldım, demiş. — Ulan, Allah adama lira verir mi, demiş. Derakap: — Bunu çabuk içeri atın, demiş. Hemen koynundaki yeşil kâğıdı çıkartmış, hükümdarın karşısına dayamış. Hükümdar kâğıdı okumuş ki: — O kâğıdın ve yazısı ve kendi dünyada hiç yoktur, demiş. “Bu paraya da el atmayın.” diye yazmış oraya. Hükümdar o adamı bırakmış da o adam da fukaralıktan kurtulmuş.     * aile: eş, karı veya koca. * fini firak: ? (Kaynak metinde ve Derleme Sözlüğü’nde yok.) * ısmarıç: yapılması ısmarlanan şey; sipariş. * şimdiyece: şimdiye kadar.
Fukara Adam
Sivas
İç Anadolu Bölgesi