text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
GÖĞBALDIR Zamanın birinde bir atılmaz tüfeğim vardı, bir de topal atım vardı. Gittim, bitmedik çalının dibinde doğmadık tavşanı vurdum. “Bunun yağını eriteyim de çizmelerime çalayım” dedim. Baktım ki, bir tepenin başında iki bina görünüyor. Gittim ki biri yıkılmış, birin temeli yok. Yıkık binaya baktım ki iki tane karı yatıyor; biri ölmüş, birinin canı yok. Ölü karıya sordum: “Bu yağları nerede eriteceğim?”. “Şurada iki tencere var” dedi. Gittim ki birinin dibi yok, birinin kasnağı yok. Dibi olmayan tencerede yağı erittim. Çizmenin birine yetti, birine yetmedi. Yağlanmayan çizmem küstü gitti. Çizme gitti, ben gittim; çizme gitti, ben gittim, Baktım ki çizmem bir devenin üstündeki karpuzun içine girdi. Elimi, ayağımı büzdüm, ben de arkası sıra girdim. Girdim ki karpuzun içi bir şehir, bir şehir ki Paris gibi. “Ben burada alış veriş ederim” dedim. Elimi cebime attım ki bir on param var, bir yüz param var. On parayı verdim, bana iki ceviz verdiler. Birini kırdım çürük çıktı, birini kırdım fos çıktı. Çürük çıkan cevizden Allah bir ceviz verdi, bir ceviz verdi, dal budak kırıldı. Köyün dölleri gelen taşladı, giden taşladı. Cevizin başı oldu bir tarla. “Ulan, ben bunu süreceğim?” dedim. Adana’ya gittim, çalıştım çabaladım, bir çift öküz parası kazandım, getirdim. Ok yok ki çift sürelim. Samanlığa girdim ki çavdar saplarından bir ok var. Onu da getirdim, çift kurdum. Dön babam, tös babam, burayı sürdüm. Öyle kesekler[*] kalktı ki hiç sorma. Allah bir ekin verdi, bir ekin verdi ki adam boyu. Ekin yetti, biçmeye gittim. Benim biraz ekine yüzüm yok.* Sıcak düştü, kafam şişti, belim ağrıdı. Bir tilki geldi, ekine dadanmış yiyordu. “Ulan, bu tilkiyi öldüreyim” dedim. Galıçı* attıydım, tilkinin g..üne gitti. Tilki kaçtı, galıç biçti. Tilki kaçtı, galıç biçti, Ekin bitti. Tilki s...tı, galıç düştü. “Ben bunu nasıl toplayacağım?” diye düşünürken, Cenab-ı Allah bir yel verdi, torladı topladı, bizim harmana yığdı. Harman yola yakın idi. Önceleri kervancılar develerle giderdi. Deve taşa basınca devenin ayağından bir çıngı* çıktı. Çıngı çıkınca sıçradı, ekine düştü. Ateş çıktı, harman yandı, kül oldu. O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan. Bu da mı yalan? Karıncaya vurdum palanı, yede yede çektim kolanı.* Karıncaya bindim, deveyi kucağıma aldım. Aldık sazı sinesine, geldik sözün binasına...   Zamanın birinde bir padişahın kırk tane oğlu vardı. En küçüğünün adı Göğbaldır idi. Bunlar büyüyor. Büyüyorlar ama evlenmiyorlar. Vezir, vüzera toplanıyorlar. Padişaha diyorlar ki: ‒ Senin uşakların niye evlenmiyorlar? Everelim. Bunun üzerine padişah, uşakların başına topluyor: ‒ Oğullarım, hep büyüdünüz. Sizi everelim, deyince Göğbaldır diyor ki: ‒ Baba! Bir anadan, bir babadan kırk tane kız olmazsa biz evlenmeyiz. ‒ Peki, nerede bulacaksınız? diyor. ‒ Biz buluruz, diyor. Sabah oluyor. Kırkı da yürüyor. Az gidiyor, uz gidiyor, dere tepe düz gidiyor. Ödünç almış un gibi, derelerde yel gibi, tepelerde sel gibi. Arkalarına bakıyorlar ki bir arpa uzunluğu yol gitmişler. Amasya’dan Zile’den, şimdi geçtik buradan. Çamur dizde, su topukta gidiyorlar. Gidiyorlar ki bir çöl. Yazının* yüzünde büyük bir konak. Konağa gidiyorlar. Orası ağ devin yeri imiş. Bir ananın, bir babanın da kırk tane kızı varmış. Üç kardeş dev, ağ dev, kara dev, sarı dev ana babalarını öldürmüşler, bu kızları yanlarına getirmişler. Yirmisi ağ devin yanındaymış, on dokuzu sarı devin yanında, biri de kara devin yanındaymış. Göğbaldır, kardeşlerini içeride koyuyor, ağ devin yanına gidiyor. Öteki kardeşlerinin haberi yok. Göğbaldır, kapının birini açıyor ki orada yirmi tane kız var. ‒Aman insanoğlu! Buraya neye geldin, diyorlar. ‒ Çabuk kardeşlerime yemek hazırlayın, diyor Göğbaldır. Yemek hazırlatıyor, getiriyor. Kardeşleri soruyor: ‒ Bunları nereden aldın? ‒ Anam pişirmiş, heybeye koymuştu, diyor. Kılıcını alıyor [bir kötü kılıcı varmış], kapıya duruyor. Bakıyor ki dev geliyor. ‒ Ey insanoğlu! Kaç gündür insan eti yemedim. Al sana bir gürz, diyor. Oğlan vurunca gürzü bunu ikiye bölüyor, devi orada öldürüyor. Kardeşlerine hiç demiyor bile. Kızlara diyor ki: ‒ Siz burada durun. Kardeşlerini alıyor, bu kez de sarı devin konağına gidiyor. Orada sarı devi de öldürüyor. Sarı devin yanında da on dokuz kız var. Kara devin yanına gitmeden bunları da kurtarıyor. Kardeşlerini yanına alıp kara devin konağına götürüyor, içeriye oturtuyor. Bir kapıyı açıyor ki dünya güzeli bir kız. Kızın bir gözünden kan, bir gözünden yaş akıyor. Kız o zamana kadar: ‒ Ey insanoğlu! Buraya neye geldin, diyor. Kara dev, kardeşlerinin öldürüldüğünü duydu. Diyor ki: ‒ Elbette o Göğbaldır buraya gelir. ‒ Sen hiç korkma. Kardeşlerime yemek hazırla, diyor. Kız, yemek hazırlıyor. Göğbaldır yemeği getiriyor, bunlara veriyor. ‒ Kardeş, bunları nereden aldın, diyorlar. ‒ Anan pişirmiş, heybeye koymuştu, diyor. Onların yanından çıkıyor. Kılıcını alıp kapıya duruyor. Bakıyor ki dev geliyor. Kara dev: ‒ Ey Göğbaldır. Ağ devle sarı devi yendin, sıra bana mı geldi? ‒ Seni de yenerim inşallah, diyor. Kara dev, gürzünü atıyor, oğlana değmiyor. Oğlan, kılıcı atıyor, ama kesmiyor kılıç. Bunlar birbirine girişiyor.* Göğbaldır, kaldırıp devi altına alıyor. Altına alınca oğlana diyor ki Kara dev: ‒ Göğbaldır! Sen beni öldüremezsin, hiç imkânı yok. Ben de seni öldüremem. Yalnız, kardeşlerin kızları alıp gitsin. Denizin öte yanında padişahın bir kızı var. O kızı bana getirirsen ben kızı sana veririm. Yoksa senin yakanı koyurmam.* ‒ Nasıl geçeceğim denizi, diyor. ‒ Ben sana bir dua belleteceğim, bir de gem vereceğim. Duayı okursun. Gem çarptın mı deniz aygırı gelir. Biner öte yana geçersin, diyor. ‒ Peki, diyor. Göğbaldır, kardeşlerinin yanına gidiyor, diyor ki: ‒ Bakın kardeşlerim. İlk geldiğimiz konakta yirmi kız var, ikincide de on dokuz kız var, bir de burada toplam kırk kız. Bunları götürürsünüz. Bu benimki [tek kıza diyor]. Ben gelene kadar buna bakın. Ötekilerin de her biri birinize. Geri kara devin yanına gidiyor. Kara dev, dua belletmede olsun, biz gelelim otuz dokuz kardeşe... Otuz dokuz kardeş, o kırk kızı alıp geliyorlar. Yolda da bir gömlek kanlıyorlar. Getiriyorlar, babalarına diyorlar ki: ‒ Göğbaldır, böyle böyle vuruldu, öldü. Biz de üç tane devi öldürdük, kırk tane kız getirdik. Böyle deyince, babaları diyor ki: ‒ Göğbaldır’ın ya ölü ya diri haberi gelmeyince ben sizi evermem. Bunlar orada kalsın, gelelim Göğbaldır ile deve... Dev, buna bir dua belletiyor, eline bir gem veriyor. Denizin kenarına gidiyorlar. Gem çarpınca aygır geliyor. Denizin ortasında bir ada varmış. Diyor ki dev: ‒ Bu adaya gidince in, yaya yürü. Öte gidince yine dua oku. “Gem”i çarp, aygır yine gelir . Göğbaldır, aygıra biniyor, adaya gidiyor. Adaya gidince gemi atın başına koyuyor. Aygır gemle gidiyor. O yana, bu yana dolaşırken bakıyor ki bir ihtiyar pir, orada duruyor. Pir, buna diyor ki: ‒ Oğlum! Sen de mi kara devin oyununa geldin? Ben de buraya geldim, burada kaldım. Göğbaldır: ‒ “Gem”i aygırın başında koydum, deyince ihtiyar: ‒ Bende var. Bu gemi al. Şimdi sen duayı okur da denize çarparsan, aynı aygır gem başında gelir. Gemin birini sakla, bir gün sana lazım olur. ‒ Peki, diyor. ‒ Yalnız, senden bir dileğim var, diyor ihtiyar. Gelirken bana on iki metre bezle bir kalıp sabun getir. Sen gelinceye kadar ben ölürüm. Beni buraya defnet, git. ‒ Peki, diyor. Göğbaldır gidiyor. Duayı okuyor, gemi çarpınca aygır geliyor. Biniyor, öte tarafa geçiyor. Öbür gemi de beline bağlıyor. Hani, “Bir gün lazım olur.” dedi ya... Gidiyor, bir eve misafir oluyor. ‒ Ana beni misafir al, diyor. Kadın bunu misafir alıyor. Göğbaldır, kadından su istiyor. Kadın içeri gidiyor, bir tasa işeyip getiriyor. Göğbaldır içiyor. ‒ Öf ana, suyun da ne tuzluymuş, diyor. Kadın diyor ki: ‒ Oğlum! Burada pınarın başında bir dev yatar. Haftada bir kız yer. O kızı yiyinceye kadar ne su alırsak, hepsi işte o, diyor. Bugün de padişahın kızının sırası. Göğbaldır diyor ki: ‒ Ana, o kız giderken bana haber verir misin? ‒ Veririz, diyor. Bu, içeri giriyor, oturuyor. Kız giderken haber veriyorlar. Göğbaldır da beraber gidiyor. Kız, bir de kuzu götürürmüş. Göğbaldır, orada bu kuzuyu yemeye başlıyor. Dev bunu görüyor: ‒ Hııı. Kuzumu yersin öyle mi? Önce seni yiyeyim de o zaman gör, diyor. Dev ortaya çıkıyor. Göğbaldır, hemen vurur vurmaz devi öldürüyor. Kız, beş parmağını da kana batırıyor, Göğbaldır’ın sırtına vuruyor. Kız kaçıyor. Saraya varınca padişah diyor ki: ‒ Kızım neye geldin? Şimdi dev gelir bizi yer, deyince, ‒ Baba! Bir delikanlı geldi, devi öldürdü, diyor. ‒ Görsen tanır mısın, diyor. ‒ Tanırım. Sırtına, kana batırıp beş parmağımı vurdum. Padişah: ‒ Bir hafta kimse evinde yemek yemeyecek, benim sarayımda yiyecek, diye tellal bağırtıyor. Herkes gidip yiyor. Bu oğlan gitmiyor, kadının evinde karnını doyuruyor. Kadın her gün buna yemek getiriyor. Bir gün bekçiler bunu çeviriyorlar: ‒ Nereye götürüyorsun bu yemekleri, deyince, ‒ Evde bir oğlum var, ona götürüyorum, diyor. ‒ Yarın oğlun da gelsin, diyorlar. Ertesi gün oğlunu da getirince kız pencereden bunu görüyor. ‒ Baba, geliyor, diyor. Oğlanı padişahın yanına götürüyorlar. Padişah: ‒ Oğlum, dile dileğini, diyor. O da: ‒ Diledim kızını, diyor. ‒ Kızımı zaten sana verdim oğlum. Daha dile dileğini. ‒ Diledim, on iki metre bezle bir kalıp sabun istiyorum. ‒ Padişah, bunları veriyor. Sabah oluyor. Bu, kızı alıyor, denizin kenarına geliyor. Duayı okuyor, “gem”i çarpıyor. Aygır geliyor. Biniyorlar aygıra. Adaya geliyorlar ki hakikaten ihtiyar ölmüş. İhtiyarı defnediyor. Kız diyor ki: ‒ Beni nereye götürüyorsun? ‒ Seni deve götürüyorum, diyor. ‒ Keşke beni deve götürmesen de burada öldürsen, deyince kıza diyor ki: ‒ Ben saklanırım. Sen bunun canını sor ki canı nerede. Ben bulur, onu öldürürüm. Seni de alır, giderim. Devin yanına gidiyorlar. Kara deve kızı verince dev diyor ki: ‒ Tamam, sen gidebilirsin artık, kurtardın. Göğbaldır, gidip saklanıyor. Aradan zaman geçiyor. Kız, kara deve diyor ki: ‒ Sen sabahleyin kalkıp ava gidiyorsun, ben burada yalnız kalıyorum. Senin canın neredeyse onu bana de ki ben onunla gönlümü eğleyim. ‒ Benim canım şu posttadır, diyor. Orada bir namaz postu varmış. Kara dev, yine ava gidiyor. Göğbaldır geliyor: ‒ Ne dedi, diyor. ‒ Şu posttaymış devin canı, diyor. ‒ Sen o posta boncuk, cıncık tak, takmadık bir kılını koyma. Akşam gelince döşek ser, üstüne koy. O sana sebebinin sorar. Kız, akşama kadar hiçbir iş görmüyor, o postu donatıyor. Akşam dev gelince bir döşek seriyor, üstüne oturtuyor. Dev diyor ki: ‒ Hııı deli! Hiç postta can olur mu? Ben seni kandırdım. Kız da o zaman: ‒ Doğrusunu söyle ki ben gönlümü eğleyim. ‒ Benim canım nerede biliyor musun? Senin geldiğin yerdeki pınara üç tane dev gelir, birer kilo su içerler. Karanın karnında değil, beyazın karnında değil, sarının karnında bir tane kutu var. Onun içinde üç tane cücük* var. O cücükler öldü mü ben de ölürüm, diyor. Sabah oluyor. Bu ava gidince Göğbaldır geliyor. Kız, devin canının nerede olduğunu söylüyor. Göğbaldır: ‒ Tamam, diyor. Belinde hani ayrıca bir gem daha var ya... Gidiyor, denizin kenarına. Duayı okuyor, “gem”i çarpıyor. Çarpınca aygır geliyor. Aygıra biniyor, geçip gidiyor. O pınarın üstünde bir tane taş varmış. Taştan gözetliyor. Kara dev geliyor, bir kilo su içip gidiyor. Ağ dev gelip, içip gidiyor. Derken sarı dev de geliyor. Bu gelince Göğbaldır, kılıcıyla vurup öldürüyor. Karnını yarıyor ki hakikaten bir kutu, kutunun içinde üç tane cücük. Cücüğün birini orada öldürüyor. Cücüğün birini orada öldürünce dev evde hastalanıyor. ‒ Başım ağrıyor. Korkarım, canım Göğbaldır’ın eline geçti, diyor. Kız da diyor ki: ‒ Göğbaldır gideli bir hafta oldu, nereden eline geçecek? Göğbaldır, iki cücüğü alıp geliyor. Devin yanına gelince dev buna yalvarıyor: ‒ Etme Göğbaldır. Ölene kadar kapında köle olurum, öldürme, diyor. Göğbaldır, cücüğün birini daha öldürünce canı gırtlağına çıkıyor. Göğbaldır, deve acıyor, öldürmek istemiyor. Kız: -Ver bakayım, diyor. Cücüğü Göğbaldır’dan alıp öldürüyor. Üçüncü cücük de ölünce devin canı çıkıyor. Göğbaldır, bunun üstüne yükte hafif, pahada ağır nesi varsa torluyor, topluyor, kızı da alıp memleketine geliyor. Padişaha haber oluyor ki “Göğbaldır geliyor” diye. Padişah, bu kızı, bir de eskiden vardı ya, onu Göğbaldır’a veriyor. Öteki otuz dokuz kızı da Göğbaldır’ın otuz dokuz kardeşine veriyor. Etrafa okuntu* salıyor, düğün ediyor. Çiftçi asasıyla, ağa kesesiyle, boyun bükeni, samı* kıranı, b... püsür yiyeni, hepsi geliyor. Hikâyedir bunun adı, dinlemede gelir tadı, dinlemeyenin anasını ağlatsın Mısır’daki kadı...     [*] kesek: Katılaşmış toprak parçası * ekine yüzü olmamak: Ekinle uğraşmaya isteksiz olmak * galıç: Orak * çıngı: Kıvılcım * kolan: Dizgin * yazı : Yerleşim yeri dışındaki arazî, kır * girişmek: Kavgaya tutuşmak * koyurmak: Bırakmak, salıvermek * cücük: Kanatlı hayvanların yavrusu * okuntu: Düğüne davet haberi * samı: Öküz arabasında öküzlerin bağlandığı ağaç
Göğbaldır
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
HASIRCI KIZ Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken bir baba dev ile bir de karısı varmış. Bu kadının her çocuğu olmasında, dev onu koymazmış ki yaşasın. Ne zaman bir çocuğu olsa onu muhakkak yermiş. Baba dev, birgün askere gidiyor. Karısı da bir kız çocuğu doğuruyor. Dev, karısının hamile olduğunu da bilmiyor. Devin karısı; “Bu kızı da yer.” diye korkusundan kızı başkasına veriyor. Deve de bir mektup yazıyor ki; “Bir kızın doğdu amma öldü.” diyor. Devin kızını alan kadın, çok iyi birisiymiş. Kıza gözü gibi bakıyor. Birgün dev askerden geliyor. Kadına doğurduğu kızı soruyor. Karısı da kızın öldüğünü söylüyor. Dev: — O zaman bana ölüsünü göster, diyor. Karısı da başka bir çocuğun ölüsünü gösteriyor. Dev o ölü çocuğu yiyor. Gel zaman git zaman kız büyüyor. Günlerden birgün kıza bakan kadın buna: — Kızım filan teyzene git de kömür iste, diyor, kızı esas annesinin yanına gönderiyor. Kız annesine gidip; — Annem biraz kömür istedi, diyor. Esas annesi de devi göstererek: — Git, amcanın yanında maşa var, onunla al, diyor. Kız gidiyor, tam maşayı alacağı sırada dev, kızın eteğine yapışıyor: — Bu benim kızımdır, diyor, onun kendi kızı olduğunu anlıyor. Kadın, her ne kadar; “O senin kızın değil!” diyorsa da bir türlü kocasını inandıramıyor. Dev ile karısı kızı çekiştirip duruyorlar. Sonunda karısı deve: — Her çocuğumu yedin. Bari bunu benim gözümün önünde yeme, diyor. Dev, karısının dediğini kabul edip: — İyi öyleyse ben de dağda yerim, diyor. Devin kızı dağa götüreceği gün geliyor. Annesi kıza her şeyi anlatıyor. Ona otuz dokuz tane güzel elbise giydiriyor. Her cebini de altın gümüşle dolduruyor. Üstüne de bir kötü elbise giydiriyor. Sonra da başının çaresine bakmasını söyleyip, yola vuruyor. Kız katırın üstüne biniyor, ormana doğru gidiyorlar. Dev kıza; -Ben odun kesmeye gidiyorum, diyor. Kız, devin dişlerini bileylemeye gittiğini anlıyor. Hemen katıra sıkıca vuruyor, katırı kaçırıyor. Kız mahsustan bir çığlık atıp, babasını çağırıyor. Dev telaşla geliyor. Kıza ne olduğunu soruyor. Kız, sağa giden katırın yönünü değil de sol tarafı gösteriyor. Dev. sol tarafa gidince kız da öbür tarafa doğru kaçmaya başlıyor. Gide gide bir hasırcının önüne geliyor. İçeri girip, hasırcıya başına gelenleri anlatıyor. Hasırcı kızı bir hasıra dolayıp, oraya dikiyor. Az sonra dev dükkâna geliyor: — Buralardan bir kız ile bir katırın geçtiğini gördün mü, diye soruyor. Hasırcı mahsustan: — Ben palan satmıyorum kardeşim, diyor. Dev: — Ne palanı be!.. Ben bir katır ile bir kız gördün mü, diyorum diyor. Hasırcı hiç oralı olmuyor, yine: — Ben palan-malan satmıyorum, deyince Dev, çok sinirleniyor: — Senin palanında batsın, sen de bat, diyor. Dev, ordan gidince hasırcı, kızı, doladığı hasırdan çıkarıyor. Kızı tanımasın diye de ona hasırdan bir elbise dikip, kızı gönderiyor. Kız, kapı kapı iş aramaya başlıyor.İş ararken bir paşanın yanına geliyor, amma paşa kıza; “Pis hasırcı kız.” deyip iş vermiyor. Derken kızın yolu saraya düşüyor. Padişah’ın karısının yüreği kıza acıyor, kızı saraya işe alıyor. Kıza hiç önem vermiyorlar. Kız da durmadan çalışıyor. Birgün bir yerde düğün oluyor. Padişah’ın Hanım’ı saraydaki herkesi düğüne götürüyor; amma bu kızı götürmüyor. Kız da; “Siz durun bakalım!” diyor. Kız, annesinin verdiği güzel elbiselerden birini giyiyor; altını gümüşü takıp, savura savura düğüne gidiyor. Herkesin gözü kıza düşüyor. Padişah’ın karısı kıza: -Sen kimsin, nerelisin, diye soruyor. Kız, önceden ekmek pişirirken eline oklava ile vurdukları için aklına o geliyor: — Oklava köyündenim, diyor. Düğün bitiyor, herkes evine geliyor. Padişah’ın oğlu annesine: — Eeee… Güzellerden ne haber, diye soruyor. Annesi de: — Ah oğlum, bugün bir güzel gördüm; sanki bir ahu melek, diyor. Günlerden birgün sarayda çamaşır yıkanırken kızı da çamaşırın başına oturtuyorlar. Kız çamaşır yıkamayı beceremiyor. O zaman eline tokaçla vuruyorlar. Derken yine bir gün Padişah’ın Hanımı’nı düğüne davet ediyorlar. Bu sefer de herkesi götürüyor, kızı yine götürmüyor. Kız; “Siz hele bir durun!” diyor. Güzelce giyiniyor, süsleniyor; altınını gümüşünü serperek düğün yerine gidiyor. Padişah’ın Hanımı bile altınlardan gümüşlerden topluyor. Kız içeri girer girmez herkes hürmet gösteriyor. Padişah’ın karısı bile hürmetle karşılıyor. Kıza: — Nerelisin, diye soruyor. Kız da: — Tokaç köyündenim, diyor. Az sonra zamanının geldiğini anlıyor. Padişah’ın karısına: — Ah teyzeciğim! Benim gitme zamanım geldi, diyor. Kız, düğün evinden ayrıldıktan sonra da düğün dağılıyor. Herkes evine geliyor. Padişah’ın oğlu annesine: — Güzellerden ne haber, diye soruyor. Annesi: — Ah oğlum! Bugün bir güzeldi ki… Ah! O benim gelinim olaydı da üç günlük ömrüm olaydı, diyor. Oğlan sanki biraz anlamış gibi oluyor. Günlerden birgün sarayda ekmek yapılıyor. Kızı da başına oturtuyorlar. Kız ekmek yapamayınca eline evirgeçle* vuruyorlar. Padişah’ın Hanımı’nı bir düğüne daha çağırıyorlar. Kızı yine götürmüyor. Kız da en güzel elbiselerini giyinip, düğünün olduğu yere doğru altınını gümüşünü savura savura giderken Padişah’ın Hanımı bile  bunlardan topluyor. Sonra kıza: — Nerelisin, diye soruyor. Kız da: — Evirgeç köyündenim, diyor. Bu sırada Padişah’ın oğlu sarayda Hasırcı Kız’ı arıyor. Orda kızın hasır elbisesini görüyor: — Seni Hasırcı Kız seni!.. Sen ne yapıyorsun burada, diye kendi kendine soruyor. Hasırdan ses çıkmayınca hasır elbiseyi kaldırıyor, bakıyor ki kız içinde yok!.. Hemen hasır elbiseyi yakıyor. Bu kokuyu alan kız, hemen eve gitmesi gerektiğini söylüyor. Doğruca saraya gidiyor. Oğlana: — Elbisemi niye yaktın, ben ne yapacağım, diyor. Oğlan: — Sana kimse bir şey yapamaz. Sen şuraya gir, yat, diyor. Biraz sonra Padişah’ın Hanımı geliyor. Kapıyı oğlu açınca: — Kapıyı o pis Hasırcı Kız niye açmadı, diyor. Oğlan hemen: — O hasta da ondan… Eeee… Güzellerden ne haber, diye soruyor. Padişah’ın Hanımı: — Ah oğlum ah!... Bugün daha da güzeldi. Ah! O benim gelinim olaydı da üç günlük ömrüm olaydı, diyor. Oğlan: — Gelin gelin, diyor. Kızın yüzünü açıyor, annesine gösteriyor: — Bu senin sevmediğin Hasırcı Kız, diyor. Böylece Hasırcı Kız, o durumundan kurtarıyor. Padişah’ın oğlu, Hasırcı Kız ile evleniyor. Annesi ise essahtan* da üç gün sonra ölüyor. Kızın ailesinin durumu zayıf olduğu için kız, birgün kocasına: — Annemi babamı buraya getirelim mi? Alt katta otururlar, diyor. Kocası kabul ediyor. Annesini babasını getiriyorlar. Artık bir arada yaşıyorlar; ama babasının gözleri kör oluyor. Birgün kız aşağıya çerez almaya iniyor. O sırada dev kızın eteğine yapışıyor: “O benim kızımdır.” diyor. Kız, bir çığlık atıyor ki, kocası duyuyor. Kocası çığlık sesine geliyor ki, dev kızın eteğine yapışmış, onu yemeye hazırlanıyor. Hemen elindeki bıçakla kızın eteğini devden kurtarıyor. Devi dağdan dağa, taştan taşa atacak bir katıra bağlıyorlar. Annesi de Padişah’la evleniyor. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine…   * evirgeç : Aacın üstünde yufkayı evirip çevirmeye yarayan eşya. * essah : Sahih, doğru, gerçek.
Hasırcı Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
HELÂL MAL Vaktiyle, bir ülkeden Yemen’e kervan gidecekmiş. Herkes atlarını eyerliyor, eşeklerini semerliyor, develerini hazırlıyormuş. Zavallı yolcunun biri, perişan haldeymiş. Niye derseniz, eşeğinin semeri parça parça imiş. Etraftakiler bakmışlar ki, olmayacak: — Hemen semerciye koş!.. Şu ileriki sokağın başında bir semerci olacaktı, demişler. Adam durur mu?.. Hemen koşmuş, dükkâna gelmiş. Dükkândaki semerlerin hepsini denemişse de hiç biri eşeğine uymamış. Zaten semerci de dükkânda yokmuş. Dükkâna karısı bakıyormuş. Kadın sonunda kızmış: — Bir semer daha kaldı, ama onu satamam. Çünkü o semer hem eskidir, hem de kocamın eşeğinin semeridir, demiş. Ama yolcu dinler mi?.. Hemen semeri eşeğine denemiş. Semer eşeğe tıpatıp uymuş. Bakmış ki, kervanı kaçıracak; bedeline üç-dört misli para ödemiş, semeri kadından zorla almış. Ancak semerci eve gelince evde kızılca kıyamet kopmuş. Adam, eski semerin satıldığını duyunca aklı başından gitmiş. — Mahvoldum!.. Bittim!.. Yandım!.. Kadın şaşırmış; —Hayrola herif, niye böyle bağırıp duruyorsun, demiş. Adam: — Ben bağırmayayım de kim bağırsın!.. Yaktın beni, yaktın, demiş. Kadın: — Canım niye öyle diyorsun, o eski semeri dört misli fiyata sattım. Daha ne istiyorsun, demiş. Semerci: — Ah kadın ah!.. Mahvolduk!.. Ben bütün kazancımı altına çevirip o eski semerin içine saklamıştım. Bir hırsız gelirse, nasıl olsa onu almaz diyordum, demiş. Adam ağlamış, sızlamış ama elden ne gelir? Aradan günler, aylar geçmiş. Aylar ayları kovalamış. Ömrü boyunca biriktirdiği parayı bir anda kaybeden adam; durmadan dinlenmeden çalışıyormuş. Sil baştan çalışıp, didinmeye başlamış. Aradan iki sene geçmiş. Birgün otururken kapıları çalınmış. Kapıyı kadın açmış. Karşında bir yolcuyla yanında da bir eşek semeri varmış. Kadın bir şey anlamamış. Adama şaşkın şaşkın bakmaya başlamış. Adam: — Beni tanımadın mı hanım? İki yıl önce senden eski bir semer almıştım. O semere dört misli fiyat ödemiştim. Sen bana semeri istemeye istemeye satmıştın. Kocana da sormamıştın. Ha!.. Bu arada semerin bana çok faydası dokundu. Bağdat, Horasan, Hindistan dolaşıp durdum. O sayede yolda kalmadım, iyi de para kazandım. Ama senin gönülsüz vermen, içime dert oldu; kocan sana kötülük eder, diye düşündüm. Ancak gelebildim. Semeri geri getirdim, demiş. Semeri bırakmış, gitmiş. Semerci eski semerine kavuşunca dünyalar onun olmuş. demiş ki: Nasip ise gelir, Hint’ten Yemen’den, Nasip değil ise, ne gelir elden!
Helal Mal
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İLİK YİYEN KIZ Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanın birinde bir Padişah varmış. Bu Padişah’ın güzel mi güzel bir kızı varmış. Kız öyle güzelmiş ki, güzelliğinden ötürü, Padişah, onu yedi kat perde altında büyütmüş. Kızın hizmetine de bir Lala vermiş. Lala ne hikmetse, kıza sadece ilik yedirirmiş. Her gün usanmadan bıkmadan kemikleri parçalarmış, iliklerini çıkarırmış. Birgün Lala, kızı yanına çağırmış; -Gel de bak! Bundan sonra ilikleri sen çıkaracaksın, öğren, demiş. Kız ne yapsın, derdini kime yansın? Bu işi mecbur kabul etmiş. Ertesi gün Lala bir sürü kemiği getirmiş, kızın önüne atmış. Kız, uğraşmış, didinmiş iliği bir türlü çıkaramamış. Evirmiş çevirmiş, sonra da kaldırıp atmış. Olacak ya... Kemik fırlamış gitmiş camı kırmış. Cam kırılınca güneşin şavkı pencereden içeri düşmüş. Kız hiç güneş görmedi ki ne bilsin… Işığı kucaklamaya başlamış. Tam bu sırada Lala’sı içeri girmiş, kızın tuhaf hareketlerini görmüş. Kendi kendine: “Artık her şeyi anlatmanın zamanı geldi.” demiş. Kıza; -Bak kızım, bu güneş... Sen bunun ne olduğunu bilmezsin. Hadi sana göstereyim, demiş. Kızı almış, pencerenin yanına götürmüş. -Şu gördüğün cennet gibi yer, babanın has bahçesidir. Şurası yoldur. Şuradan çarşıya inilir. Karşıdaki çadır da başka bir padişahın otağıdır. Bu çadırların birinde Şehzade, öbüründe de yaverleri yatmaktadır. Bu Şehzade evlenecekmiş de eksik görmeye* gelmişler, demiş. Kız, Lala’sını dikkatlice dinlemiş. Bir yandan da merak etmeye başlamış. Gece yarısı süslenmiş-püslenmiş; sessizce Şehzade’nin otağına gelmiş. Şehzade o sırada uyuyormuş. Kız, Şehzade’nin çerezinden yemiş, şerbetinden içmiş, Şehzade’yi de yanağından öpmüş, eve gelmiş. Sabah olmuş, Şehzade uyanmış. Bakmış ki, ne şerbet var ne de çerez! Hemen Yaverbaşı’nı çağırmış; -Bunları kim yaptı? Yapsa yapsa yaverler yapmıştır, diye azarlamış. Yaverbaşı da; -Aman Şehzade’m nasıl olur? Senin çerezini kim yiyebilir, şerbetini kim içebilir? Sen bunları gördün mü? diye sormuş. -Görmedim amma, bu işi başka kim yapacak? Onları hemen cezalandır, diye emretmiş Yaverbaşı çok üzülmüş. Bir türlü akıl erdirememiş. Bakmış ki, yaverler boşu boşuna cezalanacak, Şehzade’ye bir teklifte bulunmuş. -Bak Şehzadem, bunların günahını alma! Gariplerin bir şeyden haberi yok. Bu gün bekleyelim. Aynı hırsızlık bu gece de olursa, o zaman karar verelim, demiş. Şehzade, Yaverbaşı’nın sözleri üzerine biraz yatışmış, biraz da düşünmüş. Yaverbaşı’nın teklifini kabul etmiş. Akşam olmuş. Kız yine giyinmiş, kuşanmış, Şehzade’nin çadırına gitmiş. Yine çerezinden yemiş, şerbetinden içmiş. Şehzade’yi de yanağından öpmüş, geri gelmiş. Şehzade, sabahleyin aynı şeyleri görünce yine Yaverbaşı’nı çağırmış; -Gördün mü yine aynı şey oldu? Bu sefer affetmem, demiş. Yaverbaşı da; -Aman Şehzadem! Bir kere daha deneyelim. Parmağınızı kesip biraz tuz basalım. Tuzun acısı sizi uyutmaz, siz de bu sayede kimin yaptığını görürsünüz, demiş. Şehzade, Yaverbaşı’nın dediğini yapmış, ama gece yarısı olunca, uyku ağır basmış, uyumuş. Kız o gece de süslenmiş-püslenmiş, Şehzade’nin çadırına gelmiş. Aynı şeyleri yine yapmış. Tam Şehzade’nin yanından geçerken Şehzade onu kolundan yakalamış. Bakmış ki, ayın on dördü gibi bir kız... “Aya doğma ben doğacağım. Güne çavma* ben çavacağım.” diyor. Orada kıza âşık olmuş. Oturmuş konuşmuşlar. Hoş-beş derken kız, geceyi Şehzade’nin yanında geçirmiş. Sabah olmuş, Yaverbaşı, Şehzade’nin yanına gelmiş; -Şehzade’m hırsızı buldun mu, demiş. O da; -Yaverlerimin boş yere günahını almışım. Bu işi ben yapıyormuşum da haberim yokmuş, diyerek Yaverbaşı’nı başından savmış. O geceden sonra kız, her gece Şehzade’nin çadırına gitmeye başlamış. Bu arada Şehzade’nin o memlekette kalma zamanı bitmiş. Yaverbaşı, Şehzade’nin yanına gelmiş; -Şehzade’m! Gitme zamanımız geldi, gecikmeyelim. Bizi merak ederler, demiş. Şehzade’nin canı sıkılmış: -Tamam Yaverbaşı, yarın gideriz, demiş. Demiş amma, aradan üç-beş gün geçmiş. Yaverbaşı’nı oyalamış durmuş. Bakmış ki, Yaverbaşı ısrar edip duruyor; -Bu gece yola çıkacağız. Benim çadırım kalsın, öbürünü sökün, demiş. Kız, o gece de Şehzade’nin yanına gelmiş. Tabi yaverlerin bu işten haberi yok... Kız, sabaha karşı uyanmış. Bakmış ki, Şehzade yanında yok. Hemen kalmış eve gelmiş, pencerenin önüne oturmuş. Öyle düşünüp dururken, Lala’sı içeri girmiş. Kız; -Lala! Şurada iki çadır vardı. Biri gitmiş, biri kalmış. Çabuk o çadırı sökün buraya getirin, demiş. Lala çok diretmiş ama çaresi yok, çadırı söktürtmüş. ..................................... Aradan günler geçmiş aylar geçmiş. Kız, bir türlü Şehzade’yi göremiyormuş. Hasretinden deliye dönen kız, giyinmiş, kuşanmış onun arkasına düşmüş. Giderken giderken yolda bir keşişe rastlamış. Keşişe demiş ki: -Şu altınları al da, elbiselerini bana ver! Keşiş, razı olmamış. -Olmaz, veremem! Karabaş duyarsa beri öldürür, demiş. Kız, yalvarmış yakarmış, sonunda Keşiş’i razı etmiş. Altınları verip, elbiselerini almış. Hemen giyinip yoluna devam etmiş. Kız yollarda gidedursun, Şehzade de kızı bir türlü unutamamış. Yaverbaş’nı ikide bir arkaya baktırıyormuş; -Yaverbaşı, bir kere daha bak hele! Gelen giden var mı, diye sorup duruyormuş. Sonunda Yaverbaşı birini görmüş; -Şehzade’m arkadan bir Keşiş geliyor, demiş. Yolda durmuş, Keşiş’in gelmesini beklemişler. Keşiş yanlarına gelince; -Keşiş efendi! Yol boyunca neler gördün, diye sormuşlar. O da; Bardağı kurulu gördüm, Şerbeti durulu gördüm, Yar kendine uymuş da; Kendimi kaçar gördüm. diyerek cevap vermiş. Bunun manasını çözen Şehzade: “İşte bu benim.” deyip orada bayılmış. Kafile Keşiş’i de alıp yoluna devam etmiş. Sonunda Şehzade’nin babasının sarayına varmışlar. Meğer saray ahalisi düğün için bütün hazırlıkları yapmış da, Şehzade’yi bekliyorlarmış. Şehzade’yi hamama götüreceklermiş. Şehzade, Keşiş’i de hamama davet etmiş. Keşiş; -Aman Şehzade’m! Ben soyunup yıkanamam. Karabaş beni öldürür, demiş. Şehzade Keşiş’i yine de yanından ayırmamış. Kendisi yıkanırken Keşiş de bir köşede oturmuş onu seyretmiş. Düğün bitmiş... Gerdek gecesi Şehzade Keşiş’in de yanında bulunmasını istemiş. Keşiş, helâya gitmek için izin istemiş. Şehzade bu durumdan şüphelenmiş. Beline ip bağlayıp müsaade etmiş. Keşiş kılığındaki kız, helâya girince belindeki ipi çözmüş, ibriğe bağlamış. Kendini pencereden aşağıya atmış. Şehzade bekleye bekleye usanmış. İpi çekmeye başlamış. “Tangur! Tungur!” ibriğin geldiğini görmüş. Keşiş’i aramaya başlamış. Bir türlü bulamamış. “Bir de pencereden dışarı bakayım bari!” diye düşünmüş. Pencereden bakmış ki, Keşiş ağaca takılı duruyor. Başı-gözü açılmış, sırma saçları ay ışığında parıl parıl parlıyormuş. Keşiş’in sevdiği kız olduğunu anlamış. O da kendini pencereden aşağıya atmış. Bu arada gelin de Şehzade’yi beklemiş, durmuş. Gelen giden olmayınca Şehzade’yi aramaya başlamış. Bir de ne görsün!.. Şehzade ağaca takılı duruyor; yanında da bir kız var. Gelin de acısından kendini aşağıya atmış. Başka bir ağacın dalına da o asılı kalmış. Üçü de sabaha kadar ağaçta bekleye bekleye ölmüş. Sabah olup da güneş doğunca, üçünü birden ağaçta asılı görmüşler. Ağlamışlar, feryat-figan etmişler. O sırada, iki sevimli kuş ötüşe ötüşe gelip ağaca konmuş. Oynayıp şakalaşmaya başlamışlar. Biraz sonra, şakayı kavgaya bozmuşlar. Dövüşürken biri ölmüş. Bunu gören öbür kuş, hemen bir dal getirmiş, ölü kuşun üzerine sürmüş. Kuş, silkinerek canlanmış. Padişah da olup biteni pencereden seyrediyormuş. Kuşların bu yaptıklarını görür görmez; hemen aynı ağaçtan bir dal kopartmış, keşiş kıza, oğluna, bir de gelinine sürmüş. Üçü de anında dirilmiş. Oğluna tekrar kavuşan Padişah, Şehzade’nin isteği üzerine keşiş kızı oğluna nikâhlamış. Gelinini de vezire vermiş, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Onlar yiyip içip muratlarına geçmişler. Sizler de yiyip içip muradınıza geçin!   * eksik görmek: düğün alış-verişi yapmak * çavmak : gözden kaybolmak (Parçada : güneşin batması)
İlik Yiyen Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İNCİDEN KOCA Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini şıngır mıngır sallar iken… Vakti zamanında bir padişahın bir kızı varmış. Bu kız, o kadar güzelmiş ki, bir gören bir daha görmek istermiş. Bu kızın bir gece rüyasına bir derviş girmiş. Derviş, kıza: ‒ Kızım, sen inciden bir koca ile evleneceksin, demiş. Bu hal üç gece sürmüş. Üçüncü gün kız gördüğü rüyayı dadısına anlatmış. Dadısı, kıza: ‒ O derviş bir daha rüyana girerse, ona nasıl bir inciden koca ile evleneceğini sor, demiş. Ertesi gece yine derviş kızın rüyasına girmiş. Kız dadısının dediklerini hatırlamış Dervişe demiş ki: ‒ Nasıl bir inciden kocayla ile evleneceğim, demiş. Derviş de: ‒ Kızım, kırk batman inciyi kırk gün eleyip kırk gün ayıklayacaksın! Kırk gün dövüp kırk gün de hamur gibi yoğuracaksın! Sonra o canlanır, demiş kaybolmuş. Kız, ertesi sabah gördüğü rüyayı anlatmış. Kız, babasından kırk batman inci ile ne lâzımsa onları istemiş. Babası kızın dediklerini almış. Kız, dervişin dediklerini bir bir yapmış. Hakikaten inciden yaptığı hamura can gelmiş. O kadar güzel bir erkekmiş ki, o güne kadar emsaline rastlanmamış. Kırk gün kırk gece düğün edip evlenmişler. Bunun namı taa Hint’e Yemen’e gitmiş. Bunu Hint padişahının kızı da duymuş. Babasına: ‒ Baba, bana öyle bir gemi yaptır ki, her yerinden bir müzik sesi duyulsun, demiş. Babası kızının dediğini yapmış. Kız, bu gemiyle İnci Koca’nın bulunduğu memlekete gelmiş. Bütün halk bu gemiyi çok merak etmiş. Onu görmek için herkes gitmiş. İnci Koca da karısından izin alarak oraya gitmiş. Geminin içine girer girmez, gemi hemen hareket etmiş. Karısı, haber alınca dövünmüş, ağlamış, yanmış. Ama hiç bir şey fayda etmemiş. Sonunda kız eline demir asa, ayağına demir çarık geçirmiş; babasından da izin almış, yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Demir asa kırılana, demir çarık yırtılana kadar yürümüş. Yolu bir ormana düşmüş. Ormandan geçerken bir kadına rastlamış. Kadına geminin ve kocasının nereye gittiğini sormuş. Kadın ona bir fındık vermiş: ‒ Sen onu öbür kardeşime sor, demiş. Gözden kaybolmuş. Kız tekrar yola çıkmış. Bu sefer başka bir ormana gelmiş. Orada başka bir kadına rastlamış. Ona da sormuş. O da bilmemiş; kıza bir ceviz vermiş, kaybolmuş. Kız tekrar yürümüş. Giderken yolda bir Rüzgâr Ana adında kadına rastlamış. Bu kadın, yolda rastladığı kadının kardeşiymiş. Kız ona da derdini anlatmış. Rüzgâr Ana, kızın kocasının gittiği yeri bildiğini söylemiş. Kıza yerini tarif etmiş. Ona bir badem vermiş. Bir de saçından iki tel kıl vermiş. Kıza demiş ki: ‒ Başın daraldığı an bunları yak! Ben senin derdine yetişirim, demiş. Kadından bademi almış, teli almış, vedalaşıp ayrılmış. Kız, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir de dönüp bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Vara vara Hint Ülkesi’ne varmış. Sora sora saraya gelmiş. Buradan dilenci gibi darı istemiş. Darıyı koymak için yırtık bir torba bulmuş. Darıyı üstten koydukça alttan boşalıyormuş. Derken akşam olmuş. Kız, hizmetçilere: ‒ N’olur, yatacak bir yer verin, demiş. Onlar da onu kaz damına götürmüşler. Kız. Orada kalmış; ama canı sıkılmış. Aklına birden kadınların verdikleri gelmiş. Hemen cebindeki fındığı çıkarmış, kırmış. Kırınca iki tavşan peyda olmuş. Tavşanlar, tepsinin üzerinde birbirini kovalıyormuş. Kız bunlara bakarak vaktini geçiriyormuş. Bu arada Hint padişahının kızı, akşamları İnci Koca’ya uyku ilacı içirip erkenden uyutuyormuş. Eğlenecek bir şey bulamadığı için de canı sıkılıyormuş. Sonunda hizmetçilerine: ‒ Gidin bakın! Bugün gelin dilenci ne yapıyor, diye sormuş. Hizmetçiler gidip bakmışlar ki bir altın tepsinin üzerinde iki tavşan birbirini kovalıyorlar. Geri gelip hanımlarına söylemişler. Hanım o tavşanların yanına getirilmesini istemiş.Kızın yanına gitmişler. Kıza: ‒ Bu tavşanları hanımımız istiyor, vereceksin, demişler. Kız da: ‒ İnci Koca’yı yanıma getirirseniz ben de size bunu veririm, demiş. Hizmetçiler İnci Koca’yı getirmişler, kız da onlara tavşanı vermiş. Kız, İnci Koca’ya bakıp bakıp ağlıyormuş. Derken sabah olmuş, hizmetçiler gelmiş, İnci Koca’yı götürmüşler. Kız yine bir avuç darı istemiş. Onları akşama kadar doldurmuş boşaltmış. Zaten hizmetçiler kızın gitmesini istemiyorlarmış. Akşam olunca kız yine kaz damında kalmış. O akşam da cevizi kırmış. Bu defa cevizin içinden altın tepsi üzerinde tavuk ile civcivleri çıkmış. Bunlar, tepsinin üstünde yem yiyorlarmış. Hanımın o gece yine canı sıkılmış. Hizmetçilerine: ‒ Gidin bakın o kız ne yapıyor, diye emretmiş. Hizmetçiler gidip bakmışlar. Gördüklerini de gelip hanımlarına anlatmışlar. Hanım da merak etmiş: ‒ Onu bana getirin, demiş. Kız yine: ‒ İnci Koca’yı bana getirirseniz veririm, demiş. İnci Koca’yı getirmişler. Kız da tavukları onlara vermiş. Kız, İnci Koca’nın başucuna geçmiş ağlamış, ağlamış… Sabaha kadar ağlamış. O sırada yandaki odada bir kuyumcu çalışmaktaymış. Kızın ağlama sesini duyunca meraklanmış. Duvarı delmiş, içeri bakmış. İçerde bir kadın, İnci Koca’nın başında: ‒ Vay kocam vay!.. Bu da mı başına gelecekti, diye ağlıyormuş. Sabah olmuş.  Kuyumcu doğruca İnci Koca’nın yanına gitmiş, geceki gördüklerini anlatmış. İnci Koca da: ‒ Allah! Allah!.. Olsa olsa bu benim karımdır, demiş. Oradan kaçmak için bir çare düşünmüşler. Kuyumcu ona: ‒ Sana uyku ilacı içiriyorlar. Boğazına torba gibi bir şey geçir, içermiş gibi yap, uyku ilacını oraya boşalt! Seni yine oraya götürürler, oradan kaçarsınız. Ama beni burada bırakmayın. Sonra beni öldürürler, demiş. Gece olmuş. Kız, bu defa bademi çıkartarak kırmış. Bademden bir tavşanla bir tazı çıkmış. Tazı, tepsinin üstünde tavşanı kovalayıp duruyormuş. Hizmetçiler, bunu da hanımlarına söylemişler. Hanım onu da istemiş. İnci Koca’yı getirmiş, onu götürmüşler. Kız da yine İnci Koca’nın başında ağlamaya başlamış. İnci Koca ilaç içmeden geldiği için kızın sesine kafasını kaldırmış, kıza bakmış. Kız buna çok sevinmiş. Birbirlerine sarılmışlar. Başlarından geçenleri anlatmışlar. Oturmuş nasıl kaçacaklarını düşünmüşler. Kızın aklına Rüzgâr Ana’nın verdiği kıllar gelmiş. Hemen bu kılları yakmış. Birden Rüzgâr Ana çıkagelmiş. Bunlara dertlerini sormuş. Kız: ‒ Bizi buradan kaçır. demiş. Rüzgâr Ana; kızı, İnci Koca’yı bir de kuyumcuyu almış, hep birlikte kaçmışlar. Ertesi sabah hizmetçiler İnci Koca’yı almak için gelmişler. Fakat ne İnci Koca, ne de dilenci kadın varmış. Hemen hanıma haber vermişler. Aramışlar, taramışlar, bir türlü bulamamışlar. Hanım, hizmetçilerin hepsini öldürtmüş. İnciden Koca’yla kız memleketlerine varmışlar, yeniden evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün olmuş. Kuyumcuyu da evlendirmiş, ona da bir devlet işi vermişler. Yemişler içmişler muratlarına geçmişler…
İnciden Koca
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
İSİMSİZ ŞEHZADE Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok demesi günahmış, az demesi sevapmış. Zamanın birinde bir anne ile üç tane de kızı varmış. Bu kadın, yün eğirir, ip bükermiş. Kızlar da bu ipleri satarak evin geçimini temin ederlermiş. Bir gün büyük kız, pazara ip satmaya gitmiş. İpi satmış, üç beş kuruş para almış. Eve dönerken kasabın önünden geçmiş. Kasapta asılı ciğeri görünce; “Aman! Bugün param fazla oldu. Bu ciğeri alayım mı? N’eydeyim?” diye düşünmüş. Ciğeri almış, eve gelmiş. Elindeki ciğeri mutfağa koymuş ki az sonra gelip doğraya… Öte taraftan; bir padişah varmış. Bu padişahın da bir kedisiyle evlenme çağına gelmiş bir oğlu varmış. Bu oğlan, dünyada kimseyi beğenmemiş, sevmemiş. Bunun için de bir türlü evlenemiyormuş. Padişahın hanımı, bir gün kedisini çağırıp: — Git! Falan yerde kimin evlenecek yaşa gelmiş kızı varsa bul da gel, demiş. Biz gelelim kıza... Kız, aldığı ciğeri mutfaktaki kesme tahtasının üstüne koymuştu ya! Padişahın hanımının tembihlediği kedi, kızın evine gelmiş. Doğruca mutfağa girmiş. Tahtanın üstünde duran ciğeri aldığı gibi kaçırmış. Kız, kedinin ciğeri kaçırdığını görünce: — Kedi benim ciğerimi götürdü, diye bağırmış. Hemen kedinin peşine düşmüş. Kedi kaçmış, kız kovalamış. Kedi kaçmış, kız kovalamış. Kedi, sonunda saraya girmiş. Kız da peşinden girmiş. O sırada padişahın hanımına rastlamış: — Teyze! Teyze! Kedin benim ciğerimi kaçırdı, demiş. Padişahın hanımı: — Kızım üzülme, bir şey olmaz. Sen bu akşam bizde kal! Şu gördüğün altınların hepsini sana takayım. Oğlum seni beğenirse sana ağırlığınca altın veririm, oğlumla evlenirsin. Olur mu, demiş. Kız: — Olur, demiş. Padişahın hanımı, kızın kolunu, boynunu altınla doldurmuş. Kıza: — Kızım, bu gece oğlumun odasında oturacaksın. Odaya girince masaya bir bardak su koyacaksın. Oğlum odaya girdiği zaman o suyu ona uzatacaksın. Eğer suyu alır içerse seni seviyor demektir. O zaman onunla evlenirsin. Yok eğer seni sevmezse bardağı yere vurur, kırar, demiş. Kız, hanımın söylediklerini dinlemiş. Odaya girmiş, oturmuş. Biraz sonra oğlan odaya girmiş. Kız, bir bardak suyu oğlana uzatmış. Oğlan, kızın elinden bardağı almış, yere atmış, kırmış. Sonra da başka odaya girmiş. Az sonra padişahın hanımı odaya girmiş. Kıza olup biteni sormuş. Kız: — Oğlun içeri girdi. Ona suyu verdim. Bardağı yere attı, gitti, demiş. Padişahın hanımı üzülmüş. Kıza yüz tane altın vermiş, onu evine yollamış. Aradan bir zaman geçmiş. Bu sefer kadının ortanca kızı pazara gitmiş. Elindeki ipleri satmış. Eve dönerken kasabın önünde asılı olan ciğeri görmüş. Heveslenmiş, almış. Ciğeri getirmiş, mutfaktaki tahtanın üstüne koymuş. Yine aynı kedi gelmiş; ciğeri kaçırmış, saraya götürmüş. Kız, kediyi takip etmiş, o da saraya girmiş. Padişahın hanımının yanına gitmiş: — Teyze! Teyze! Kedin benim ciğerimi kaçırdı. Ya paramı ver ya da ciğerimi ver, demiş. — Kızım, bir şey olmaz. Ben padişahın hanımıyım. Benim şu dünyada bir tek oğlum var. Dünya kadar malımız, mülkümüz var. Sana ağırlığınca altın takayım. Boynunu, kollarını doldurayım. İstediğin kadar para vereyim. Yeter ki oğlum seni sevsin. Bu akşam oğlumun odasında oturacaksın. Oğlum içeri girince ona bir bardak su vereceksin. Eğer oğlum suyu alıp içerse demek ki seni seviyor. Yok eğer içmeyip bardağı yere atarsa demek ki seni sevmiyor. O zaman seni evine yollarım. Yüz tane de altın veririm, demiş. Kız: — Tamam, demiş. Kız, oğlanın odasına girmiş, oturmuş. Akşam olunca oğlan odaya girmiş. Kız, ona bir bardak su vermiş. Oğlan, bardağı almış, yere atmış. Sabah olmuş. padişahın hanımı kızın yanına gelmiş. Olan biteni sormuş. Kız: — Oğlun geldi. Ona su verdim. Bardağı yere attı, sonra da çıktı, gitti, demiş. Padişahın hanımı, bu kıza da yüz tane altın vermiş, evine yollamış. Az zaman, çok zaman sonra bu sefer de kadının küçük kızı, yün eğirmiş, ip bükmüş. Sonra da onları pazara götürmüş, satmış. Pazardan dönerken kasabın önünde asılı duran ciğeri görmüş. Adama fiyatını sormuş. Parasının yettiğini görünce de ciğeri satın almış. Götürmüş, mutfaktaki tahtanın üstüne koymuş. Derken yine padişahın kedisi gelmiş. Kız, kediyi tanımış. Üç defa ciğeri kedinin önüne atmış; ama kedi, ciğeri götürmemiş. Dördüncüsünde kedi, ciğeri kaptığı gibi kaçırmış. Kız da kedinin arkasından koşmuş, saraya girmişler. Kız, padişahın hanımına: — Teyze! Teyze! Kedin ciğerimi kaçırdı. Ya paramı verirsin ya da ciğerimi, demiş. Padişahın hanımı: — Kızım, bu gördüğün mal, mülk, servet, hepsi bizim. Sana ağırlığınca altın takacağım. Oğlum seni beğenirse seni ona alacağım. Yok eğer beğenmezse yüz tane altın verip evine yollayacağım. Bu gece oğlumun odasında oturacaksın. Oğlum odaya girince ona bir bardak su vereceksin.  Eğer seni severse suyu içer. Yok sevmezse bardağı yere atar, kırar, demiş. Kız: — Tamam, demiş. Kız, odaya girmiş, beklemeye başlamış. Derken akşam olmuş, oğlan odadan içeri girmiş. Kız, ona bir bardak su vermiş. Oğlan suyu dökmüş, bardağı da kırmış. Sonra başka bir odaya geçmiş. Kız, odada yalnız kalmış. Oğlanın yatağının üstünde sabaha kadar zıplamış, durmuş. Aslında oğlan bir peri kızıyla evliymiş. Fakat bunu hiç kimse bilmiyormuş. Sabah olunca padişahın hanımı, kıza olanları sormuş. Kız da: — Oğluna suyu verdim, o da içti. Beni sevdi, öptü, okşadı; sabaha kadar da uyutmadı, demiş. Padişahın hanımı bunun üstüne: — Tamam, demiş. Böylece bir gün, iki gün, üç gün, dört gün... Bir hafta, bir ay, bir yıl, hatta yıllar geçmiş... Bir gün gece yarısından sonra kızın odasının duvarı yarılmış. Oğlan, duvarın içine girmiş. Kız, duvarın içinde bir peri kızının ağlayıp sızladığını görmüş. Sonra anlamış ki bu adam, bu kızla evlenmiş, onun için de kimseyle evlenmek istemiyor... Peri kızı, oğlana: — Ben çok hastayım. Ne bir doktor var ne derdimden ne de hâlimden anlayacak biri var, demiş. Kız, bu konuşmaları duymuş. Bunun üstüne kız, peri kızına: — Ben doktorum da ebeyim de. Her derde şifayım, her hâlden anlarım, demiş. Meğer peri kızı, doğum yapacakmış. Kız, duvarın içine girmiş, peri kızının doğumunu yaptırmış. Nur topu gibi bir oğlu olmuş. Peri kızı: — Ailem, bu gizli evliliği, bu sırrı öğrendi. Beni öldürecekler. Bacım, artık bu oğlan bana haram, sana helâl. Senin oğlun olsun, demiş. Bunları duyan padişahın oğlu çok üzülmüş. Derin derin düşünmeye başlamış. Sonra peri kızı, oğlana: — Filanca gün, filanca saatte, filanca yere gel! Orada bir deniz var. Eğer o gün denizin suyu köpüklü akıyorsa bil ki ailem beni boğmuştur. Yok eğer kanlı akıyorsa bil ki beni kesmişlerdir, demiş. Oğlan, kızın dediği gün gelince sabah erkenden kalkmış. Yemeden, içmeden, ağlayıp üzülerek o denizin kıyısına gitmiş. Bir de bakmış ki denizden kanlı köpüklü sular akıyor! Oğlan, bunun üstüne yemeden içmeden kesilmiş. Gece gündüz düşünmüş, durmuş. Oğlanın bu hâlini gören annesi, oğluna: — Oğlum, aç mısın? Susuz musun? Derdin ne, diye sormuş. Oğlan, hiçbir şey söylememiş. Kız da oradan: — Anne, ben bu akşam hastaydım, ölecektim. Duymadınız mı? Bir oğlum oldu, demiş. Bir gün, beş gün, bir ay derken bu çocuğa bir türlü  isim bulamamışlar. Kız da yıllar geçmiş; ama hâlâ evlenmemiş olarak orada yaşamış. Padişah, kırk gün, kırk gece düğün yapmış, bunları evlendirmiş. Sonra da vezirlerini toplamış, demiş ki: — Benim hayatta bir tek oğlum var. Onun da bir oğlu oldu. Adını koymak gerekir. Ama kimse çocuğa uygun bir isim bulamamış. Aradan yıllar geçmiş. Herkes o çocuğu, o kızın çocuğu olarak bilmeye devam etmiş. Çocuk ise isimsiz olarak büyümüş. Herkes yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler...
İsimsiz Şehzade
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KARA KÖPEK Bir varmış, bir yokmuş. Bir karı koca varmış. Bunların hiç çocuğu olmuyormuş. Buna çok üzülüyorlarmış. Kadın, birgün Allah’a dua etmiş, adakta bulunmuş; -Allah’ım bana bir çocuk ver. Bu çocuk eğer kız olursa, köpek bile istese ona vereceğim, demiş. Aradan bir zaman geçmiş, kadının bir kızı olmuş. Kız, büyümüş, serpilmiş, güzelleşmiş, gelinlik çağına gelmiş. Birgün bunların kapısı çalınmış, kara bir köpek bu kızı istemeye gelmiş. Kız annesine; -Bu köpek burada ne arıyor, diye sormuş. Annesi de; -Ben yıllar önce bir dua ettim, adakta bulundum. “Eğer bir kızım olursa onu köpek bile istese vereceğim.” demiştim. Şimdi bu köpek ona gelmiş. Adağımı yerine getirmem lâzım, demiş. Kadın kızını köpeğe vermiş. Köpek de kızı bir çuvala koymuş, sırtlamış, ordan uzaklaşmış. Köpek kızı evine getirmiş. Kız artık, köpeğin hizmetine bakıyormuş. Köpek, bu kıza yemesi için her gün bir ciğer getiriyormuş. Kız bu gidişattan memnunmuş. Bir müddet sonra köpek kıza nasihat etmiş; -Bu evde üç tane oda var. Bu odaların ikisinin kapısını açabilirsin; amma üçüncüsünün yanına dahi yaklaşmayacaksın tamam mı, demiş. Der demesine de kız, üçüncü odanın içinde ne olduğunu merak edip durmuş. Bu arada kızın iki tane de kız kardeşi doğmuş. Birgün kızın küçük bacısı bunu ziyarete gelmiş. Ablasına; -Abla, senin kocan bir köpek. Sen bir köpekle evlenmişsin. Bu köpek sana bakabiliyor mu? Ne yiyip, ne içiyorsun, diye sormuş. Ablası; -Vallahi bacı, ben çok iyiyim, rahatım. Her gün keyif ediyoruz. Devamlı da et yiyoruz, demiş. Bacısı bunları duyunca, memnun olmuş tabi. Birkaç gün daha kalıp evine dönmüş. Aradan zaman geçmiş, bu sefer de kızın öbür bacısı ablasını ziyarete gelmiş. Ablasına; -Abla, bu köpekle ne yapıyorsun? Ne yiyorsun, ne içiyorsun? Bu insan değil! Sana zararı dokunmuyor mu, diye sormuş. Ablası; -Onunla annemin adağı olduğu için evlendim. Ne yapayım, mecburdum, ama yine de keyfim yerinde, demiş. Kız ses çıkarmamış. O da biraz kaldıktan sonra evine dönmüş. Aradan günler geçtikçe, kızın merakı arttıkça artmış. Köpek; “O üçüncü odaya girme.” dedi ya! Birgün, köpeğin; “Girme!” dediği odaya girmiş. Bir de bakmış ki, içerisi ölü dolu, köpek de ölülerin ciğerini koparıyor… Kız o zaman yediği ciğerlerin bu ölülerin ciğeri olduğunu anlamış. Bu sırada köpek kızı görmüş. Kız da köpeğin kendini gördüğünü fark etmiş. Artık sonunun geldiğini anlamış. Köpek hiç ses etmemiş, gelip yanına oturmuş. Ona; -Kardeşlerinden hangisini özledin? Gidip onu buraya getireyim, demiş. Kız; -Büyük kardeşimi özledim, demiş. Köpek, büyük kızın şekline girmiş, kızın yanına gelmiş: “Bakıyım gördüklerini bacısına anlatır mı?” diye onu sınamak istemiş. Kıza; -Abla, sen bu köpekten bir zarar gördün mü? Sana bakabiliyor mu? Ne yediriyor, ne içiriyor, diye sormuş. -Vallahi kardeşim, ben çok rahatım. Her gün et yiyoruz. Keyfim yerinde, demiş. Aradan birkaç gün geçmiş. Köpek kızın yanına gelmiş; -Gidip öbür kardeşini de getireceğim. Belki onu da özlemişsindir, demiş. Köpek küçük baldızının şekline girmiş, gelmiş. -Abla seni bu köpeğe niye verdik? Onunla geçine biliyor musun? Ne yersiniz, ne içersiniz, diye sormuş. Kız da; -Vallahi bacı böyle devam ederse, çok iyi anlaşıyoruz. Her gün et yiyoruz, demiş. Birkaç gün sonra köpek, gidip büyük kardeşini getireceğini söylemiş. Tekrar onun şekline girmiş, kızın yanına gelmiş; -Abla, seni niye bu pis köpeğe verdik? Sen buna nasıl tahammül ediyorsun, diye sormuş. Kız, bacısına şöyle söylemiş; -Vallahi bacım, evin üç odası vardı, üçünün de anahtarını bana vermişti. Bana: “İki odaya girebilirsin; amma üçüncü odaya ne gireceksin, ne de kapısının önünden geçeceksin!” demişti. Derken bacısının kılığına girmiş olan köpek, birden heyecanlanmış. Kıza; -Eee… Ne gördün, demiş. Kız da; -Sen de şeyh gibisin. Nerden anladın bir şey gördüğümü, demiş. Köpek; -Yok yok!.. Ne şeyhi? Sen ne gördüğünü anlat, demiş. Kız başlamış anlatmaya; -Kapıyı açtım. Bir de gördüm ki, her yer ölü dolu… Ölülerin arasında ölmeyen insanlar da var. Onlar çığlık çığlığa bağırıyor, o da yememiz için onların ciğerini koparıyor, demiş. Tam o sırada köpek, eski haline dönmüş. Kıza; -Peki, seni çiğ mi yiyeyim, yoksa pişirdikten sonra mı yiyeyim, diye sormuş. Kız da; -Pişir de öyle ye, demiş. Köpek bir halat alıp odun toplamaya gitmiş. O gider gitmez kız da evden kaçmış. Gide gide bir bezirgâna rastlamış. Bezirgâna; -Allah rızası için beni sakla! Kara bir köpek var, odun toplamaya gitti. Gelince beni yiyecek, demiş. Bezirgân; -Benim yüküm gaz lambası camları… Seni nereye saklayım, demiş. Kız; -N’olur beni sakla! Eğer buraya gelir, beni de görürse mutlaka yer, demiş. Bezirgân, kızı camların arasına saklamış. Camları da katıra yüklemiş, yoluna devam etmiş. Derken yolda köpeğe rastlamış. Köpek; -Yolda kimseyi gördün mü, diye sormuş. Bezirgân da; -Yok, kimseyi görmedim, demiş. Köpek; -Yükünü şişleyip, kontrol edeceğim, demiş. Bezirgân; -Yükümüz hep camdır, şişlersen kırılır. O zaman ben ne yaparım, demiş. Köpek de; -Kızı nasıl görmezsin. Bu yoldan gelirken muhakkak onu görmüşsündür, demiş. Bezirgân; -Görmedim. Hem kadın bu yoldan gelip de ne yapacak, demiş. Bunun üzerine köpek evine dönmüş. Tüccar ise, kervanıyla bir şehre gitmiş. Kız, saklandığı yerden çıkmış, yaşlı birinin evinin önüne gelmiş. Orda bulunan bir ağaca çıkmış, uyumuş. Sabah olunca, yaşlı adam kalkmış, dışarı çıkmış. Bir de bakmış ki, kızın biri ağaçta uyuyor. Kıza bakmış; -İn misin, cin misin? Ağaca niye çıktın? Niye aşağıya inmiyorsun? Aç mısın, susuz musun? Bir şey yedin mi, yemedin mi, diye sormuş. Kız; -Bir düşmanım var, beni bulursa yiyecek.. Benimle evlenirsen aşağı inerim, demiş. Adam; -Gel! Gel! Aşağıya in! Kimse seni yiyemez, demiş. Kız bunun üstüne aşağıya inmiş. Meğerse adamın hanımı da yeni ölmüş. Adam, bu kızı kendine almış. Biz gelelim köpeğe… Köpek birkaç defa kızı aramış, evine geri dönmüş. Derken bir gün bir yaşlı kadın görmüş, ona kızı sormuş. Kadın, kızı gördüğünü, hanımı yeni ölmüş biriyle evlendiğini söylemiş. Köpek kadına; -Ben bir elbise olacağım. Eğer bu elbiseyi götürüp kıza giydirebilirsen, sana on altın veririm, demiş. Kadın; -Oooo! Ben böyle işleri eskiden beri yaparım. Onda ne var, demiş. Köpek elbise şekline girmiş. Kadın elbiseyi almış, kızın evine gelmiş. Kızın kocasına; -Efendi! Efendi!.. Şu elbiseye bak hele bir! Ne kadar da güzel? Tam gençlere göre bir elbise… Bunu karına alsana! Karın giysin de evin içinde dolaşsın, demiş. Kız, bunun köpeğin işi olduğunu anlamış. Kocasına; -Aman!.. Ben bu elbiseyi istemem! Hemen geri götürsün, demiş. Kocası; -Canım, niye götürsün? Ne güzel bir elbise… Bunu sana alayım, giyer gezersin, demiş. Kız, elbiseyi bir türlü istememiş. Kadın da ne yapsın satamayınca mecburen geri götürmüş. Köpek, bu sefer de koyun şekline girmiş. Yine kadın, bu sefer de koyunu almış, kızın evine gitmiş. Adama; -Efendi! Efendi! Böyle güzel evin, böyle de güzel bir karın var. Malın mülkün çok… Bir de böyle bir koyunun olsa! Bu koyun evinin önünde gidip gelse! İnsanlar sana daha çok imrenirler, demiş. Kız; -Ben bu koyunu istemiyorum. Eğer bu koyunu alırsan, kendimi öldürürüm. Bu koyun bu eve girmeyecek, demiş. Kadın, koyunu almış, geri götürmüş. Köpek bu sefer de bir çift kundura şekline girmiş. Kadın, kunduraları almış, yine kızın evine gelmiş. Kızın kocasına; -Efendi! Efendi!.. Bu kunduralar tam karına göre… Karını yeni almışsın. Bunları al da giysin! Hem evin de güzel… Bunları evin içinde giyer gider, gelir, demiş. Kız; -Yok! Yok!.. Ben bu kunduraları istemiyorum, alırsan bile giymem, demiş. Yaşlı kadın; -İllâ ki almanıza gerek yok. Madem almıyorsanız bari bu gece sizin yanınızda kalsın, demiş. Kadın ayakkabıları orda bırakmış, gitmiş. Akşam olunca köpek yine eski haline dönmüş. Kızın kocasının, bütün ahalinin uykusunu almış, bir şişeye koymuş. Şişeyi de kızın kocasının yanı başına asmış. Böylece herkes derin bir uykuya dalmış. Sonra kızın karşısına dikilmiş; -Seni çiğ mi, yoksa pişirdikten sonra mı yiyeyim, demiş. Kız; -Pişirdikten sonra ye, demiş. Köpek hemen bir ateş yakmış, üzerine de bir kazan oturmuş. Kız; -İzin ver de iki rekat namaz kılayım. Sonra bana ne yaparsan yap, demiş. Köpek kızın isteğini kabul etmiş. Kız, hemen evin damına çıkmış. Etrafta biri var mı, yok mu diye sağa sola bakınmış. Ötede yaşlı bir adam görmüş. Gidip adama; -Amca, şurda bir kara köpek var, beni yiyecek… Bana bir çare bul, demiş. Adam; -Evin içine girince dikkat et! İçerde mutlaka bir şişe vardır. Onlar insanları oyalamak için uykularını hapsederler. Eğer o şişeyi bulup kırarsan kocan da, diğer köylüler de uyanır. Sonra da seni kurtarırlar, demiş. O sırada köpek kıza seslenmiş; -Çabuk buraya gel! Su kaynadı. Seni bekliyorum, demiş. Kız, sesini çıkarmamış. Hemen görünmeden içeriye girmiş. Kocasının yanında asılı duran şişeyi alıp yere atmış. Atmasıyla beraber, şişe kırılmış, herkes uykudan uyanmış. Kocası kıza olanları sormuş. Kız; -Elbise de , koyun da, ayakkabı da hep bu köpekti. Ben sana bunun için; “Alma!” demiştim, demiş. Kocası da; -Bana satın alma diyordun; ama bunların köpek olduğunu söylemiyordun, demiş. Kız; -Ne yapayım, söyleyemiyordum, demiş. Adam ile köylüler toplanmış, köpeği öldürmüşler. Kız, sonunda köpekten kurtulmuş, kocasıyla mutlu mesut yaşamış.
Kara Köpek
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KARAVEZİR Vaktiyle ülkelerin birinde bir Padişah yaşarmış. Birgün bu Padişah’ın yanına bir derviş gelmiş. Padişah’a misafir olmuş. Padişah dervişi ağırlamış, izzetlemiş, ona bir akçe de para vermiş, yolculamış.* Derviş giderken Padişah’a şöyle demiş: — Padişah’ım, herkes ne yapar kendine yapar, döner dolaşır yine kendine yapar. Derviş, o günden sonra her gün gelip aynı sözü söyler gidermiş. Padişah da her seferinde ona bir akçe verirmiş. Padişah’ın bir de Karavezir’i varmış. Bu Karavezir çok kötü kalpliymiş. Derviş ile Padişah’ın dostluklarını kıskanmaya başlamış. Hergün gelip Derviş’i Padişah’a kötülermiş. Sonunda Padişah’ı inandırmış. Padişah, Derviş’ten kurtulmaya karar vermiş. Hemen bir plan hazırlamış. Eline kâğıdını kalemini almış, kâğıda bir şeyler yazmış. Padişah adamlarını çağırtmış, Derviş’i getirmelerini söylemiş. Derviş, Padişah’ın huzuruna çıkmış: — Derviş Baba! Sen bu kâğıdı al, fırıncıya götür. Fırıncı senin ömrünün sonuna kadar rızkını temin edecek, demiş. Derviş Baba, dua ederek kâğıdı almış, katlamış, sonra da cebine koymuş. Derviş, gâh düşüne gâh sevine saraydan ayrılmış, yola koyulmuş. Yolda giderken Karavezir’e rastlamış. Biraz hoş-beş etmişler. Karavezir Derviş Baba’ya: — Böyle nereye gidiyorsun, diye sormuş. — Padişah bana şu kâğıdı verdi. Ben bu kâğıdı fırıncıya götüreceğim. O da ben ölünceye kadar benim rızkımı temin edecek, demiş. Karavezir hemen bir şeytanlık düşünmüş. Derviş Baba’ya: — Sen o kâğıdı bana ver! Benim çocuklarım aç. Fırıncı bizim rızkımızı temin etsin, demiş. Derviş Baba, kâğıdı Karavezir’e vermiş. Karavezir, kâğıdı kaptığı gibi soluğu fırında almış. Kâğıdı fırıncıya vermiş. Fırıncı kâğıdı okur okumaz adamlarına seslenmiş; — Bu adamı tutun, hemen fırına atın, demiş. Adamlar Karavezir’i tuttukları gibi fırına atmışlar. Meğer o kâğıtta: “Bu kâğıdı getireni hemen fırına atın!” diye yazıyormuş. Padişah, ertesi gün Karavezir’i ortalıkta görememiş, çok merak etmiş. Adamlarına her yeri arattırmış, fakat kimse Karavezir’i bulamamış. Padişah, şaşkın şaşkın düşünedursun birden Derviş çıkagelmiş. Padişah, Derviş’i karşısında görünce çok şaşırmış. — Sana verdiğim kâğıdı götürüp fırıncıya verdin mi, diye sormuş. Derviş de: — O kâğıdı Karavezir elimden aldı, fırıncıya o götürdü, demiş. Padişah o anda Karavezir’e ne olduğunu anlamış. Derviş’e: — Derviş Baba, sen haklıymışsın. “Herkes ne yapar kendine yapar, döner dolaşır yine kendine yapar.” demiştin. Beni çok utandırdın. Hakkını helâl et, demiş. Kötüler her zaman cezasını bulur, bizim masalımız da burada biter… Ustamızın adı Hıdır Elimizden gelen budur Gökten üç elma düştü Biri benim ikisi sizin   Yağların iyisi, mis terin kokusu Lavantanın pek kabadayısı Saraylarda buluşturur, Samanlıkta görüştürür Sattırır şalvarını Komşu kızını alay ettirir   * yolculamak :Yolcu etmek, yola göndermek, uğurlamak.
Karavezir
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KARGA AĞASI Bir varmış, bir yokmuş. Bir karı koca varmış. Bu karı koca çok fakirmiş. Bir gün bunlar mısır ekmişler. Mısırları büyümüş, ürünleri çok olmuş; ama kargalar bu mısırlara dadanmışlar. Durmadan gelip onları yiyorlarmış. Adam ne yapsın, durmadan kargaları kovalıyormuş. Bazen de yakaladığı kargayı öldürüyormuş. Bu kargaların bir de ağası varmış. Karga ağası, bir gün adamın yanına gelmiş: ‒ Kargalarımı, adamlarımı öldürüp duruyorsun, onları öldürme!.. Ürün kaldırma zamanı gelince ben yenen mısırlarının hakkı neyse sana öderim, demiş. Günler geçip gitmiş, ürün kaldırma zamanı gelmiş. Çiftçi bir de bakmış ki hasat edilecek bir tane mısır yok… Kargalar ne var ne yok bütün mısırları yemişler. Adam bunun üstüne hakkını almak için karga ağasının yanına gitmiş. Karga ağası da ona yenen mısırların yerine bir eşek vermiş. Adama da: ‒ Bu eşeği eve götürene kadar sürekli yürüt! Sakın ha durdurma! Eve gelince de onu bağla! Bir de göreceksin ki, eşekten altınlar dökülüyor, demiş. Adam, eşeği alıp yola düşmüş. Karga ağasının tembihlerini tutmuş; eşeği hiç durdurmadan yürütmüş. Eve varınca eşeği durdurup bağlamış. Birden eşekten altınlar dökülmeye başlamış. Adam altınları toplayıp, karısına: ‒ Bu altınlarla idare et. Sen durmadan hamama gidiyorsun. Sakın ola bu eşeği yanında götürme, demiş. Karısı da: ‒ Sen hiç merak etme, onu bir yere götürmem, demiş. Birkaç gün sonra adamın bir işi çıkmış, şehre gitmiş. Onun gitmesini fırsat bilen karısı hamama gitmiş. Tabii eşeği de yanına almış. Hamamcıya: ‒ Eşeğim sana emanet. Onu hiç durmadan yürüt, demiş. Hamamcı eşeği götürüp bir yere bağlamış. Bir de bakmış ki, eşekten altınlar dökülmüyor mu? Bunun üstüne o eşeği alıp yerine başka bir eşek bağlamış. Kadın hamamdan çıkınca da o eşeği getirmiş, vermiş. Kadın bu eşeğin kendi eşeği olmadığını anlamamış bile, dosdoğru evine gelmiş. Eve gelince eşeği durdurmuş ama bakmış ki, eşekten altınlar dökülmüyor. O zaman anlamış ki, hamamcı eşeği değiştirmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Kadının kocası şehirden dönmüş. Kadın: ‒ Aman efendi başıma ne geldi biliyor musun? Bugün hamama gittim. Giderken de eşeği yanımda götürdüm. Meğer hamamcı eşeği değiştirmiş. Şimdi ne yapacağız, demiş. Adam: ‒ Ben sana hamama giderken eşeği götürme demedim mi, demiş. Adam epeyce bir zaman düşünmüş. Sonra karga ağasının yanına gitmeye karar vermiş. Kalkmış, karga ağasının yanına gitmiş. Ona başına gelenleri anlatmış. Karga ağası bu sefer ona bir sofra vermiş: ‒ Bu sofrayı al! Acıktığın zaman sofrayı yere ser! İçinde bir kırbaç var. O kırbacı alıp sofraya vurarak; “Bana rızkımı ver!” de!.. O zaman sofra türlü çeşitli yemekle dolar, demiş. Adam sofrayı almış, sevinçle yola çıkmış. Eve gelir gelmez sofrayı yere sermiş. Sonra da elindeki kırbacı sofraya vurarak; “Bana rızkımı ver!..” demiş. o anda sofranın üstü yiyeceklerle dolmuş. Bunları karısıyla beraber yemiş. Sonra da dönüp karısına: ‒ Sakın bu sofrayı bir yere götürme! Eşekten olduğumuz gibi bundan da oluruz, demiş. Karısı da: ‒ Herif ben deli miyim? Sen hiç merak etme, onu bir yere götürmem, demiş. Derken aradan günler geçmiş. Kadın bir gün padişahın hanımının ve kızlarının topluca hasbahçede yemek yiyip eğleneceklerini duymuş. Kendi kendine; “Ben bu sofrayı oraya götürüp üzerini donatırsam padişahın hanımı da kızları da orda bulunan herkes de o yemeklerden yer. Hem de benim soframın marifetini görürler.” demiş. Kadın günü gelince sofrayı yanına almış, oraya gitmiş. Elindeki sofrayı orda bulunan bir adama teslim etmiş. Meğer bu adam eşeği teslim ettiği hamamcı değil miymiş! Onu hiç tanıyamamış. Adama: ‒ Amca, al bu sofra sana emanet. Sakın ola yere serip içindeki kırbacı vurarak; “Bana rızkımı ver!” deme, dile tembih etmiş. Kadınların kendi aralarında eğlenceye dalmalarını fırsat bilen adam sofrayı yere sermiş. İçindeki kırbacı alıp:   ‒ Bana rızkımı ver!..” diye sofraya birkaç kere vurmuş. Sofranın üstü türlü be çeşit yiyeceklerle dolmuş. Adam sofrayı almış, yerine başka bir sofra koymuş. Kadın eğlenceden dönmüş, sofrayı da alıp eve gelmiş. Akşam sofrayı serince üstüne yiyecekler dolmamış. Olup biteni anlamış ama, iş işten geçmiş bir kere. Bunu da kocasına anlatmış. Kocası: ‒ Ben sana sofrayı hiç bir yere götürme demedim mi? Niye götürdün, demiş. Adam yine derin derin düşünmüş. Karga ağasının yanına gitmiş. Başından geçenleri ağaya anlatmış. Karga ağası bu sefer adama bir tokmak vermiş. Demiş ki: ‒ Bu tokmak kimin elinde ise sen tokmağa; “Vur!..” dersen tokmak o kişiye vurmağa başlar, demiş. Adam, tokmağı eve götürüp saklamış. Daha önce kadından eşeği ve sofrayı alan adam bu sefer de tokmağın peşine düşmüş. Gizlice eve girmiş, tokmağı almış. O tokmağı çalarken adam görmüş. Hemen tokmağa: ‒ Vur, diye seslenmiş. Tokmak, adamın tepesine tepesine vurmağa başlamış. Bunun üstüne çalan adam aman dilenip yalvarmaya başlamış. ‒ Bu tokmağın sahibi kim? Allah aşkına gelip bunu durdursun, diye bağırmış. Adam gelip karşısına durmuş: ‒ Bu tokmağı durdururum; ama sen de bana eşeğimi, soframı vereceksin, demiş. Hamamcı bunu kabul etmiş. Adam da tokmağı durdurmuş. O da gidip eşeği de sofrayı da adama geri getirmiş. Böylece adam hem eşeğine hem de sofrasına kavuşmuş.
Karga Ağası
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KEDİ GELİN Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir padişah varmış. Bu padişahın da üç oğlu varmış. Padişahın ilk karısı ölmüş, yeniden evlenmiş. Oğlanlar, evlenecek zamana gelmişler, ama analıkları evlendirmek istemiyormuş. Bunun üzerine padişah, oğullarını yanına seslemiş. Demiş ki: — Hepiniz bir ok atın! Kimin kapısına düşerse o evin kızını alın! Oğlanlar, ok atmışlar. Küçüğün oku sığırcının kapısına, ortancanın oku danacının kapısına, büyüğünki ise kösnü* deliğine düşmüş. Büyük oğlan, çok merak etmiş. Demiş ki: — Biri sığırcının, biri de danacının kızını aldı. Ben kimin kızını alacağım? Aradan epey bir zaman geçmiş. Büyük oğlan, okunu almaya gitmiş. Oku delikte duruyormuş, çekmeye başlamış. Delikten bir kedi çıkmış. Oğlan, kediye vurmuş; kedi gitmemiş, ayağına sarılmış. Oğlan: — Bu da benim şansım işte, ne yaparsın, demiş. Kediyi ceketinin altına alıp kimseye göstermeden eve getirmiş, dolaba koymuş. Ama bunun peri padişahının kızı olduğundan haberi yokmuş. Oğlan, sabahleyin işe gitmiş. İşten gelmiş ki karyolası düzelmiş, yemeği pişirilmiş. Buna bir anlam verememiş. Annesine sormuş. O da: — Benim haberim yok, demiş. Oğlan dolabı açmış, kediye bakmış ki kedi yatıyor. Oğlan yine şaşırmış. Analığı, bir gün ekmek pişirirken kedi, yanına gitmiş. O da kediye ekmek vermemiş. Kediye oklava ile vurmuş, kedi de kaçmış. Analık, düğüne gidecekmiş. Kedi, derisini çıkarmış, bir dünya güzeli olmuş. Ondan önce düğüne gitmiş. Oğlanın analığı, bu kızı görünce aklı gitmiş, oğluna almak istemiş. Kıza: — Nerelisin, demiş. O da: — Oklavaelliyim, demiş. Analık, bir şey anlamamış. Ertesi gün, analık ekmek yaparken kedi yine yanına gitmiş. Bu sefer de aktaracakla* vurmuş. Analık, yine bir düğüne gitmiş. Kedi de ondan önce kılık değiştirip gitmiş. Analık, yine bu kıza vurulmuş. Kıza sormuş: — Canım nerelisin? Kız da: — Aktaracaklıyım, demiş. Oğlanın analığı, bu sefer şüphelenmiş. Oğlana demiş ki: — Oğlum, bu kız yoksa o kedi mi? Oğlan, dolabı açmış, bakmış ki kedi orda. Artık oğlan da şüphelenmiş. Bunun üzerine, oğlan, bir gün işe gitmemiş, eve saklanmış. Bir zaman sonra bakmış ki kedi dolaptan çıkmış. Derisini çıkarmış, dünya güzeli bir kız olmuş. Bu zaman oğlan hemen gelmiş, deriyi almış. Tam yakacağı sırada kız, oğlana: — Yiğit, o deriyi yakma! Ben de yanarım, demiş. Oğlan, bunun üstüne deriyi bırakmış. Kız, oğlana dönmüş: — Yiğit, babanı yanıma getirme! Beni senden alır, demiş. Oğlan, buna aldırış etmemiş. Oğlanın babası, kızı görünce kızda gözü kalmış. Kıza âşık olmuş. Artık oğlunu öldürmek, kızı elinden almak için bazı yollara başvurmuş. Karısına demiş ki: — Biz bu oğlanı nasıl öldürelim? Analık da demiş ki: — Sen bir padişahsın. Boynunu cellada vurdur, karısını al! Padişah, karısına: — Yok, böyle olmaz, demiş. Bu olmayınca karısı demiş ki: — Oğluna de ki: “Sen askerime bir üzüm bağı yetiştireceksin. Sabaha kadar üzüm yetiştireceksin. Asker doyacak, önünde de artacak. Yoksa boynun gider!” Oğlan, bunu duyunca ağlamaya başlamış. Karısı: — Sen niye ağlıyorsun? Ben sana demedim mi “Babanı getirme, beni senden alır.” diye? Haydi, sen şimdi benim çıktığım kösnü deliğine git! “Açıl kapım, açıl!” de. Delikten küçük bir adam çıkar. İşte o kaynındır. Ona dersin ki: “Bacın küçük bağdan bir salkım üzüm istiyor.” dersin, demiş. Oğlan, kızın dediklerini yapmış. Kaynı üzümü vermiş. Oğlan gelirken unutmuş, üzümü yemiş. Karısı oğlanı görünce: — Üzümü ne yaptın, demiş. Oğlan da: — Unuttum, yedim, demiş. Karısı ne yapacağını şaşırmış: — Nerede yedin? Çiğidini* ne yaptın, demiş. Oğlan: — Merdivenin başında yedim, çiğidini de oraya attım, demiş. Karısı, oğlana dönmüş: — Sen git, o üzüm çiğitlerini getir, demiş. Oğlan gitmiş, çiğidi bulmuş, getirmiş: — Açıl üzüm, açıl, demiş. Bu zaman, bir bağ büyümüş. Bütün askerler üzüm yemişler, yine de artmış. Böylece oğlan kendini kurtarmış. Bunun üzerine oğlanın babası: — Sabaha kadar bir halı yapacaksın! Asker üzerine oturacak, yarısı da katlanacak! Yoksa boynun gider, demiş. Oğlan, yine kaynına gitmiş. Küçük bir halı istemiş. Halıyı getirmiş: — Açıl halım, açıl, demiş. Halı açılmış, askerler üzerine oturmuş, yarısı da katlanmış. Oğlan, bundan da kurtarmış. Oğlanın analığı, padişaha demiş ki: — Sen bunu böyle öldüremezsin. Oğlana de ki: “Öbür dünyada olan ananın parmağındaki yüzüğü getireceksin! Yoksa boynun gider!” Babası oğlanı çağırmış, yüzüğü istemiş. Oğlan duyunca yine ağlamaya başlamış. Karısı, oğlana sormuş: — Niye ağlıyorsun, demiş. Oğlan da söylemiş: — Babam, anamın yüzüğünü istiyor. Ben anamı hiç tanımıyorum ki! Kız da: — Sen hiç ağlama! Benim büyük kardeşim, seni ananın yanına götürür, yüzüğü alırsın, demiş. Oğlanın içi biraz rahatlamış. Büyük kaynını bulmuş, anasının yanına gitmişler. Yolda giderken bir denize rastlamışlar. Denizin içinde bir adam: — Su!.. Su!.. Su, diye bağırıyormuş. Oğlan, kaynına sormuş: — Bu niye bağırıyor? Kaynı da: — Bu adama dünyada su vermemişler de onun için bağırıyor, demiş. Bunlar yollarına devam etmişler. Bakmışlar ki bir adam ekmek pişiriyor. Hem de: — Acım!.. Acım!.. Acım! diye bağırıyormuş. Oğlan duramamış, kaynına sormuş: — Bu niye böyle bağırıyor? O da: — Bu adam, dünyada hiç kimseye ekmek vermemiş de onun için bağırıyor, demiş. Biraz ileride bir adam görmüşler. Omzunda bir ağaç varmış. — Omzum!.. Omzum!.. Omzum! diyerek bağırıyormuş. Oğlan, yine kaynına sormuş. Kaynı: — Bu adam, dünyadayken “Selam söyle” diyenlerin selamlarını söylememiş, bu da omzunda ağaç olmuş, demiş. Yine yollarına devam etmişler. Bakmışlar ki iki tane mal*, bir adamı aralarına almışlar. Biri vuruyor, öbürüne gönderiyormuş. Öbürü vuruyor, ona gönderiyormuş. Bu zaman oğlan, kaynına sormuş. O da: — Bu adamın dünyada yeri yokmuş, malını başkasının yanına bağlamış. Diğer malların sahibi gittiği zaman, onun malının önündeki yemi almış, kendi malının önüne koymuş. Onun için vuruyorlar, demiş. Yine yola düşmüşler. Gide gide cennete varmışlar. Oğlan, bakmış ki anası namaz kılıyor. Anası, namazını kıldıktan sonra oğlunu yanına seslemiş: — O senin köpek babanın sana ne yaptığını ben hep biliyorum, demiş. Oğluna bir kutu vermiş: — Sen bu kutuyu babana ver! Üç adam sesle, yemek yedir! Babana kutuyu verirken yanında kimse olmasın, demiş. Bunun üzerine oğlan, buradan ayrılmış. Babasının yanına gelmiş. Anasının dediklerini yapmış. Babası, kutuyu açarken alevlenip yanmış. Bundan sonra, iki genç birbirine kavuşmuş, muratlarına ermişler...   * kösnü: Köstebek. * aktaracak: Sacın üzerindeki yufkayı çevirmeye yarayan yassı demir veya tahta aygıt. * çiğit: Çekirdek. * mal: Büyükbaş hayvan.
Kedi Gelin
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KIRK TAY ANASI Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir Padişah varmış. Bu Padişah’ın üç oğlu varmış. Padişah; “Ölmeden önce oğullarımın muradını göreyim.” diyormuş. Fakat oğullarını kendi şanslarının yardımıyla evlendirecekmiş. Padişah’ın sarayı bir deniz kıyısındaymış. Birgün adamlarına; -Ülkede, zengin fakir ne kadar kız varsa, sarayın bahçesine toplansın, diye emretmiş. Oğullarının eline birer portakal verecekmiş. Bu portakalı kızların üstüne atacaklarmış. Bu portakallar hangi kızın başına düşerse onunla evlendirecekmiş. Ülkede ne kadar kız varsa, sarayın bahçesine toplanmış. Büyük oğlan eline bir portakal almış, atmış. Portakal bir bey kızının başına düşmüş. Ortanca oğlunun portakalı da ülkenin zengin bir tüccarı varmış; onun kızının başına düşmüş. İki oğlan da nasiplerini kabullenip şanslarına çıkan kızlarla evlenmiş. Fakat küçük oğlanın portakalı yuvarlanmış, yuvarlanmış; gitmiş deniz kenarında duran kaplumbağa kabuğuna düşmüş. Ordakiler; -Vah aman olmaz, demişler. Bunun üstüne oğlan yine atış yapmış. Portakal bu sefer de aynı yere gitmiş; aynı kaplumbağa kabuğuna değmiş. Ordakiler yine; -Olmaz, üçüncü de belli olur, demişler. Oğlana bir portakal daha vermişler, kaplumbağa kabuğunun da yerini değiştirmişler. Oğlan portakalı atmış; ama portakal hiç şaşmadan gidip kaplumbağa kabuğunun üstüne düşmüş. Padişah; -Oğlum, ne yapalım kaderine razı ol, al bunu odana götür, demiş. Oğlan da çaresiz kaplumbağa kabuğunu götürmüş, odasının bir kenarına koymuş. Koymuş; ama ondan sonra odasına gelen yemeklerin üstünden yeniliyormuş. Oğlan bakmış ki, bunun sonu yok… Durmadan durmadan yemekleri yeniliyor; durumu annesine anlatmaya karar vermiş. -Anne! Yemeğimi getiren hizmetçiler herhalde yemeğin üstünden yiyorlar, demiş. Annesi de; -Aman oğlum, hadlerine mi düşmüş ki, yesinler? Nasıl yerler, diye kızmış. Oğlan; -Anne, vallahi yiyorlar. Söyle hizmetçilere, ben onların artığını yemem, demiş. Annesi; -Oğlum, senin bir yanlışın var. Odana saklan, gelen yemekleri kimin yediğine bir bak! Bak bakalım senin yemeğini yiyen kimmiş, demiş. Oğlanın kafası annesinin dediğine yatmış. Bir yere saklanmış, yemeğinin gelmesini beklemiş. Az sonra hizmetçiler gelmişler, yemeği bırakıp gitmişler. Hemen kaplumbağa kabuğu canlanmış; içinden ayın on dördü gibi güzel bir Peri kızı çıkmış. Kız yemeklerden birer parça yemiş, tekrar kaplumbağa kabuğuna girmiş. Oğlan bunu görünce şaşırmış kalmış. Ama kızı da görür görmez âşık olmuş. Oğlan ne yemek yemiş, ne su içmiş. Kızın ateşine yanmaya başlamış. Artık bir sonraki yemek vaktini iple çekiyormuş. Derken yemek zamanı gelmiş. Yine hizmetçiler peş peşe yemekleri getirmiş; koyup gitmişler. Peri kızı, kaplumbağa kabuğundan çıkar çıkmaz, oğlan da saklandığı yerden çıkmış; Peri kızının kabuğunu ateşe atmış. Kız bunu görünce vay yandıma düşmüş.* -Bunu bana niye yaptın? Kabuğumu niye yaktın? Artık bana saklanacak bir yer kalmadı. Baban beni görürse bana âşık olur; seni de öldürmeye kalkar. Gördün mü başımıza açtığın işi, demiş. Aradan bir zaman geçmiş, Padişah bu kızı görmüş. Kızın dediği çıkmış; Padişah kıza âşık olmuş. “Ne edip etmeli de bu kıza sahip olmalı!” diye içinden düşünmeye başlamış. Ülkelerinde hiç kimsenin bir türlü yakalayamadığı bir at varmış. Bu atın kırk tane de tayı varmış. Onun için “Kırk Tay Anası!” diye tabir olunurmuş. Birgün Padişah oğlunu yanına çağırtmış; -Gidip Kırk Tay Anası’nı taylarıyla beraber yakalayıp getireceksin. O zaman bu kızla düğününü yaparım, demiş. Oğlanı almış bir düşünce… Kara kara düşünmeye başlamış. O zaman Peri kızı: -Derdin ne? Böyle kara kara ne düşünüyorsun, diye sormuş. Padişah’ın oğlu; -Böyleyken böyle… Babam benden Kırk Tay Anasını istiyor? Fakat bunu getirmeme imkân yok, demiş. Peri kızı; -Ben sana söylemiştim, gördün mü? Ama bir çaresine bakarız. Sana bir tane bakla vereceğim. Onu denize atacaksın O zaman büyük amcam çıkar. Ona derdini söylersin, o sana yardım eder, demiş. Oğlanın içi biraz ferahlamış. Elinde bakla tanesi, gitmiş denizin kıyısına… Baklayı atar atmaz, Peri kızının amcası çıkmış. Oğlanın isteğini sormuş. Oğlan da durumu bir bir söylemiş. Amcası da oğlana “Kırk Tay Anası”nı nasıl yakalayacağını anlatmış. Padişah’ın oğlu, Kırk Tay Anası’nın her zaman gelip su içtiği pınarı bir duvar içine aldırmış. Bir de kapı koydurmuş. Az sonra Kırk Tay Anası, taylarıyla beraber pınara su içmeye gelmiş. O suyunu içerken Padişah’ın oğlu hemen atın sırtına atlamış. At hoplamış, sıçramışsa da oğlan hemen atın yere kadar inen yelesini eline dolamış. At bir müddet sonra sakinlemiş. Oğlan, Kırk Tay Anası’nın sırtında, kırk tane tay da arkalarında saraya gelmiş. Doğruca babasının huzuruna çıkmış. Padişah, oğlunu Kırk Tay Anası’nın sırtında görünce canı sıkılmış; ama belli etmemiş. Bu sefer de oğluna; -Bu ata, bu taylara bakacak bir Peri kızı lâzım. Benim diyen babayiğit bile bunlara bakamaz. Gidip Periler Ülkesi’nden bir Peri getireceksin, demiş. Oğlan yine üzülmüş. Çünkü Periler Ülkesi’nden kız getirmek fermana mahsusmuş.* Derdini Peri kızına açmış. Peri kızı; -Sana bir bakla daha vereceğim. Onu denize atınca küçük amcam çıkar. Ne isteğin varsa ona söyle! O sana yol gösterir, demiş. Oğlan kızın dediklerini yapmış; küçük amcası gelmiş. Oğlan babasının isteğini ona sormuş. O da; -Sen Kırk Tay Anası’nın sırtına bin, tayları da al, yola çık! Hiç korkma ben sana yardım ederim, demiş. Oğlan yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş… Derken bir un değirmeninin önüne gelmiş. İçerde bir adam çuval çuval un yiyormuş. Padişah’ın oğlu, adamı öyle görünce dayanamamış; -Adama bak adama!.. Ne marifetleri var, demiş. Adam da; -Marifet diye buna mı derler!.. Marifetli Kırk Tay Anası’nı tutandır, demiş. Oğlan; -Onu görsen ne yaparsın, diye sormuş. Adam da; -Arkadaş olurum, demiş. Oğlan; -Bin öyleyse, o benim, demiş. Adam, taylardan birine binmiş. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Altı ay bir güz gitmişler… Derken büyük bir ırmağın kenarına gelmişler. Çayın kenarında bir adam duruyormuş. Bu adam çaya ağzını dayayıp; “Hüüüüp!” diye bir çekişte çayın bütün suyunu emiyormuş. Padişah’ın oğlu dayamamış; -Adama bak adama!.. Ne marifetleri var, demiş. Adam; -Marifet diye buna mı derler. Marifetli Kırk Tay Anası’nı tutandır, demiş. Oğlan; -Onu görsen ne yaparsın, demiş. Adam; -Arkadaş olurum, demiş. Oğlan da; -O benim! Bin, öyleyse şu taylardan birine, demiş. Böylece üç kişi olmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Altı ay bir güz gitmişler… Önlerine dizlerinde büyük taşlar bağlı bir adam çıkmış. Adam bir hoplayışta taaa nerelere gidiyor, bir daha hoplayışında da geri dönüyormuş. Oğlan bunu görünce hayret etmiş; -Adama bak adama!.. Ne marifetleri var, demiş. Adam; -Marifet diye buna mı derler? Marifetli Kırk Tay Anası’nı tutandır, demiş. Oğlan; -Onu görsen ne yaparsın, demiş. O da; -Arkadaş olurum, demiş. Oğlan da; -Şu taylardan birisine bin öyleyse… O benim, demiş. O da ata binmiş. Az gitmişler uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Altı ay bir güz gitmişler. Bu seferde kulağını yere dayamış, öylece yatan bir adam görmüşler. Adama; -Ne yapıyorsun ahbap, diye sormuşlar. O da; -Susss!.. Komşu ülkenin padişahının konuşmasını dinliyorum; önemli sırlar söylüyor da, demiş. -Demek o kadar uzağı dinleyebiliyorsun, diye sormuşlar. Adam da; -O benim sanatımdır, demiş. Bunun üstüne oğlan; -Ne marifetli adamlar var, demiş. Adam; -Marifet diye buna mı derler? Marifetli Kırk Tay Anası’nı tutandır, demiş. Oğlan; -Onu görsen ne yaparsın, diye sormuş. O da; -Arkadaş olurum, demiş. Oğlan; -O benim… Bin öyleyse taylardan birine, demiş. Bunlar az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Altı ay bir güz gitmişler; bir tarlaya varmışlar. Tarlanın başında küreğine dayanmış bir adam görmüşler. Adam, küreği toprağa hızla sokmuş; bütün tarla ters dönmüş. Padişah’ın oğlu buna da hayret etmiş; -Adama bak adama!.. Ne marifetli, demiş. Adam; -Marifet diye buna mı derler. Marifetli Kırk Tay Anası’nı tutardır, demiş. Oğlan; -Onu görsen ne yaparsın, demiş. Adam da; -Arkadaş olurum, demiş. Oğlan da; -Bin öyleyse tayın birine!.. O benim, demiş. Lâfı uzatmayalım… Padişah’ın oğlu yanındakilerle Periler Ülke’sine ulaşmış. Bu ülkenin Kraliçe’sinden bir Peri kızı istemişler. Ama Kraliçe vermek istememiş, bunlara zorluk çıkarmaya kararlıymış. Bunlara demiş ki: -Biz bir yemek pişireceğiz. Eğer onu yiyebilirseniz kızı veririz. Yok eğer yiyemezseniz kızı da alamazsınız, demiş. Onlar da; -Olur, tamam, demişler. Yemekler pişmiş; bunların önüne koymuşlar. Padişah’ın oğluyla yanındakiler bakmışlar ki, hem kazanlar ağzına kadar dolu hem de yemekler yenilecek gibi değil. İçlerinden çuval çuval un yiyen demiş ki: -Durun ben tadına bakayım. O yemeklere bir sarılmış ki, kazanlarda bir lokma bir şey kalmamış. Hem de; -İyi pişirmişler; ama azmış, karnım da açtı, demiş. Yemeklerin yenip bittiğini gören Kraliçe şaşırmış. Bu sefer de; -Biz bir yere ok koyacağız; onu siz önce getirirseniz Peri kızını vereceğiz. Eğer biz önce getirirsek hiç umutlanmayın, demiş. Kraliçe’yle periler aralarında; “Onlara okun yerini yanlış söyleyelim.” diye anlaşmışlar. Ama Padişah’ın oğlunun, uzaktaki konuşmaları dinleyen arkadaşı bu konuşmaların hepsini işitmiş. Oku nereye koyacaklarını da duymuş; dizlerine taş bağlayarak çok uzak mesafelere sıçrayan arkadaşına söylemiş. O da bir sıçrayışta okun olduğu yere gitmiş, aynı şekilde de sıçramış geri gelmiş. Oku götürüp Kraliçe’ye vermişler. Periler buna da şaşırmışlar; ama Peri kızını vermemeyi akıllarına koymuşlar. Yeniden bir şey düşünmeye başlamışlar. Bunları hamamda kaynar sular ile haşlamayı düşünmüşler. Bunların elinden ancak böyle bir tuzakla kurtulacaklarını sanıyorlarmış. Oğlana demişler ki: -Bir hamam hazırlayacağız. Sen ve arkadaşların bu hamama girip yıkanabilirlerse kızı vereceğiz, demişler. Az sonra, periler hamamın hazır olduğunu bildirmişler. Bunlar hamamın kapısından bir bakmışlar ki, kızıl bakır kazanlarda sular fokur fokur kaynıyor. Giren alimallah haşlanacak… Padişah’ın oğlu, yolda rastladığı ırmak suyunu içen arkadaşını çağırmış. O ırmaktan içtiği suların hepsini hamama boşaltmış. Böylece hamamın kızgınlığı geçmiş, tam yıkanılacak gibi olmuş. Onlar da hamama girip yıkanmışlar. Periler bunun karşısında da şaşırmışlar, iyice öfkelenmişler. Sonunda Kraliçe bunlara; -Biz size ne zorluk çıkardıysak, hepsini kazandınız. Biz sizinle başa çıkamayacağız. Biz de size verilecek kız yok! Geldiğiniz yere geri gidin, demiş. Bunun üstüne oğlanla arkadaşları çok kızmışlar. İçlerinden; bir kürek darbesiyle koca bir tarlayı alt-üst eden adam; -Seçin bir kız, gerisini bana bırakın, demiş. Padişah’ın oğlu, perilerin içinden en güzel olanı seçmiş. Arkadaşı da Periler Ülke’sine bir kürek vurmuş; ülkeyi ters çevirmiş, periler de yok olmuş. Padişah’ın oğlu, arkadaşlarıyla kızı alıp ülkelerine geri dönmüşler. Padişah, oğlunun bu işi de başardığını görünce ne yapacağını bilememiş. Oğlunu merdiven başından iteleyip öldürmeyi düşünmüş. Tam oğlunu iteleyeceği sırada Hakk’ın hikmetiyle orada her tarafı kurumuş. Oğlan da hem kaplumbağa kabuğundan çıkan Peri kızıyla hem de Periler Ülke’sinden getirdiği Peri kızıyla evlenmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Yiyip içip muratlarına geçmişler.   * vay yandıma düşmek :bir felâket karşısında çaresiz kalmak, ne yapacağımı bilememek. * fermana mahsus olmak : başarması zor olmak
Kırk Tay Anası
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KIRK YORGANLI KIZ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişahın üç oğlu varmış. Büyük oğlan, bir gün ava gitmiş. Avda önüne bir tavşan çıkmış. Tavşan, bunu görünce kaçmış. Tavşan kaçmış, delikanlı kovalamış; tavşan kaçmış, delikanlı kovalamış... O sırada bir sel gelmiş, bir yel gelmiş; bunu alıp götürmüş. Delikanlı bir daha eve dönememiş. Bunun üzerine ortanca kardeş: — Ben ağabeyimi bulacağım, demiş. Hemen hazırlık yapmış, yola düşmüş. Bu, ağabeyini ararken aynı şeyler bunun da başına gelmiş. Saray halkı buna çok üzülmüş. Bu sefer de en küçük kardeş hazırlanmış. Ağabeylerini aramak için yollara düşmüş. Yolda giderken Hızır’a rastlamış. Hızır:                                             — Oğlum, nereye gidiyorsun, diye sormuş. Oğlan: — Ağabeylerim kayboldu, onları aramaya gidiyorum, demiş. Hızır: — Oğul, ileride altı tane dev var; onları yenemezsin, geri dön, demiş. Oğlan: — Kim olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar, gideceğim, demiş. Hızır: — Öyleyse onlara armağan olarak kara sakız götür, demiş. Bunun üzerine oğlan, birer batman kara sakız alıp devlerin yanına varmış. Dev anaya: — Ağabeylerim neredeler, biliyor musun, diye sormuş. Dev ana da: — Altıncı kardeşim bilir, demiş. Sırasıyla hepsine sormuş. Hepsi de aynı cevabı vermiş. Sonunda altıncısına varmış. O da: — Benim yedi oğlum var. Sakın buralarda durma, seni yerler, demiş. Oğlan da: — Ne yaparlarsa yapsınlar! Ağabeylerimi mutlaka bulacağım, demiş. Dev ana, oğlanın bu sözleri üzerine oğlanı dolaba kapatmış. Biraz sonra da dev anasının yedi oğlu gelmiş. — Ana, insan eti kokuyor, demişler. O da: — Dişinizin dibini kurcalayın, demiş. Devler yine: — İnsan eti kokuyor, diye bağırmışlar. Anaları da: — Bugün size bir kardeş buldum. Eğer onu yerseniz sütümü helâl etmem, demiş. Devler: — Pekiyi, yemeyiz, demişler. Yedinci kardeş olan dev, topalmış. Hepsi kabul ettiği hâlde o kabul etmemiş. — Ben kabul etmem, yerim, demiş. Öteki kardeşler de: — Sen onu yersen biz de seni yeriz, demişler. Bunun üzerine topal dev: — Öyleyse ben de yemem, demiş. Dev ana, oğlanı dolaptan çıkartmış. Oğlan, başından geçenleri birer birer anlatmış. Sonra da: — Benim ağabeylerimi gördünüz mü, demiş. Onlar da: — Yerlerini biliriz, ama onun ucunda ölüm var, demişler. Oğlan: — Ne olursa olsun, onları bulacağım, demiş. Bunun üzerine devlerin her biri, parmaklarına birer yüzük takmışlar: — Senin başın bir derde girerse bu yüzükler parmağımızı sıkar. Biz de yardımına geliriz, demişler. Oğlan, az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş... Gide gide yolu bir mağaraya çıkmış. Mağaradan içeri girmiş. Kırk yorgan altında yatan bir kız görmüş. Kızı hemen uyandırmış. Kız, oğlanı görünce: — Ey âdemoğlu, buralara niye geldin? Seni görürlerse yaşatmazlar, öldürürler, demiş. Oğlan: — Benim ağabeylerim vardı. Onları aramaya çıktım, demiş. Kız: — Öyleyse ben seni burada saklarım. Fakat sen her gün ava çıkacaksın. Vurduğun hayvanları bana getireceksin, demiş. Oğlan, her gün ava gitmeye başlamış. Fakat hiç hayvan avlayamamış. Bir gün kız, saçından bir tutam kesip oğlana vermiş. — Başın sıkıntıya düşerse verdiğim bu saça bak, demiş. Oğlan yine ava çıkmış. Vuracak bir şey bulamayınca kızın verdiği saça bakmış. O anda bir rüzgâr çıkmış, oğlanın elindeki saçı almış götürmüş. Bu saçlar, bir çiftçinin suratına gelmiş. Çiftçi, ömründe böyle güzel bir saç görmediğinden hayret etmiş. Saçı alıp doğruca padişaha götürmüş. Padişah, saçı görünce aklı başından gitmiş. Bu saçın sahibini bulmak istemiş. Hemen bir cadı karısı çağırmış. Cadı karısına: — Bu saçın sahibini bulup muhakkak bana getireceksin, demiş. Cadı karısı, küpüne binip havalanmış. Doğruca kızın bulunduğu mağaranın önüne gelmiş. İçeri girmiş. Kızı görünce: — Kızım, ben Hicaz’dan geliyorum; beni misafir eder misin, demiş. Kız da: — Tabii ederim, demiş. Biraz oturmuşlar, konuşmuşlar. Cadı karı, kıza: — Kızım, senin kocan ne iş yapıyor, diye sormuş. Kız: — Avcı, diye cevap vermiş. Cadı karı: — Kızım, senin kocanın tılsımı nedir, diye sormuş. Kız da: — Bilmiyorum, demiş. O sırada avcının geldiğini görmüşler. Cadı karısı içeriye saklanmış. Kız da avcıya: — Başına bu kadar felaketler geliyor, yine de kurtuluyorsun. Bunun tılsımı nedir, deyince oğlan: — Kadın kısmına her şey söylenmez, demiş. Fakat kız yine ısrar etmiş. Bunun üzerine oğlan: — Benim bir kılıcım var. Onu kınından çıkarırsam ölürüm, demiş. Dolapta saklanan cadı karısı bunu duymuş. Oğlan uykuya dalınca kılıcı kınından çıkarmış, kızın yanına gitmiş. — Kızım, artık ben gidiyorum, beni bahçede biraz gezdir, demiş. İkisi beraber bahçeye çıkmışlar. Cadı karısı: — Kızım, şu küpün içinde bir güzel var, eğil de bir bak, demiş. Kız eğilip baktığı anda onu itelemiş, küpün içine düşürmüş. Cadı, hemen küpüne binip havalanmış. Kızı, padişaha götürmüş. Padişah, kızı görür görmez âşık olmuş, kızla evlenmeye karar vermiş. Fakat kız; “Kırk gün yasım var.” diyerek kabul etmemiş. Biz haberi verelim devlerden... Devlerin parmağındaki yüzükler, parmaklarını sıkmaya başlamış. Oğlanın başının dertte olduğunu anlamışlar. Hemen yola çıkmışlar. Doğruca oğlanın bulunduğu mağaraya varmışlar. Bir de ne görsünler? Oğlanın kılıcı kınından çıkmış, uzanmış yatıyor. Durumu anlamışlar. Kılıcı kınına sokmuşlar, oğlan hemen uyanmış. Devleri görünce şaşırmış: — Aman kardeşlerim, karımı kaçırdılar, demiş. Her biri bir taraftan yola çıkmışlar. Araya araya padişahın bulunduğu yere gelmişler. Bir de bakmışlar ki düğün kurulmuş. Herkes yiyip, içip eğleniyormuş. O gün, bütün şehir halkı sarayın önünden geçecekmiş. Oğlan da atıyla beraber geçmiş. Kız, oğlanı tanımış. Hemen aşağı inip oğlanı bulmuş, oradan hızla uzaklaşmışlar. Saraydakiler kızın kaçtığını fark etmişler. Düğün yeri birbirine girmiş. Oğlan, kızı doğruca babasının memleketine götürmüş. Orada kırk gün, kırk gece güzel bir düğün yapmışlar. Yiyip, içip muratlarına geçmişler...
Kırk Yorganlı Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Eski devirlerde, kendi hâlinde bir aile varmış. Bu ailenin iki kızı varmış. Kızlardan biri evlatlıkmış. Evlatlık olanın adı Fatma’ymış. Bu ailenin bir de kırmızı ineği varmış. Kızlar, her gün kırmızı ineklerini otlatmaya götürürlermiş. Anneleri de her gün bunların azığını ellerine verir, yola vururmuş. Kendi kızına güzel güzel yiyecekler koyar, evlatlık kızına da hep arpa ekmeği, çavdar ekmeği verirmiş. Yemek vakti gelince herkes kendi çıkısındakileri* yermiş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Evlatlık olan kız ha bire şişmanlıyor, öbürü ise durmadan zayıflıyormuş. Bu durum, annelerinin dikkatini çekmiş. Bir gün kızına: — Kızım, sana n’oluyor böyle? Sana her zaman güzel yemekler veriyorum, evlatlığıma ise sadece yavan ekmek koyuyorum. O hem çok iyi görünüyor hem de şişmanlıyor. Sen ise ha bire zayıflıyor, ha bire kötülüyorsun. Bir derdin mi var, demiş. Kızı: — Anne, sana bir şey diyemem. Bir gün erkek kardeşimi hayvan otlattığımız yere gönder de bizi gizlice seyretsin. O zaman niye zayıfladığımı, Fatma’nın niye şişmanladığını görsün, demiş. Kadın, oğlunu çağırmış. Demiş ki: — Oğlum, böyleyken böyle! Sen gidip bu ikisini gizliden seyret, demiş. Kızlar, hayvanları otlatmışlar. Bir ara yemek yemek için oturmuşlar, sofralarını açmışlar. Fatma yine arpadan, çavdardan yapılmış ekmeğini çıkarmış. İnek, kıza: — Ekmeğini bana ver de ben yiyeyim. Sen de boynuzumu aç, içinde ne varsa çıkarıp ye, demiş. Oğlan, saklandığı yerden bunları duymuş, görmüş. Kızın yanına gitmiş: — Demek ki bu yüzden devamlı kilo alıyor, şişmanlıyorsun, demiş. Kız: — Bunu kimseye söyleme! Gel, beraber yiyelim, demiş. Hep beraber yiyecekleri yemiş, akşam olunca da eve dönmüşler. Anneleri de binbir merakla dışarıda bunları bekliyormuş. Oğlunu görür görmez: — Ne gördün oğlum, diye sormuş. Oğlan da: — Senin Fatma’ya koyduğun ekmekleri Fatma kırmızı ineğe verdi. İnek de boynuzunda bulunan güzel yiyecekleri ona verdi, demiş. Kadın bunun üstüne fesatlık düşünmeye başlamış. Sonunda kırmızı ineği kestirmeye karar vermiş. Kocasının yanına gitmiş: — Bu gece rüyamda gördüm. Eğer kırmızı ineği kesip etini konu komşuya dağıtmazsan amansız bir hastalığa yakalanacakmışım, demiş. Kocası da: — Aman hanım, yapma! İneğim güzel. Çok iyi bir inek, hem de çok besili... Ben ona nasıl kıyarım, dese de kadın ısrar etmiş. Karısının söylediklerine daha fazla dayanamamış, ineği kesmeye gitmiş. Kesileceğini anlayan inek, Fatma’ya: — Fatma, eğer beni keserlerse sakın ola etimi, kemiklerimi atma! Etimden de yeme! Çünkü etim, sen hariç yiyen herkese acı gelecektir. Etim acı olduğu için yemeyecek, atacaklardır. Sen de etimi, kemiklerimi topla, bir yerde sakla! Sonra bunlar, altına ve gümüşe dönüşür, demiş. Adam gitmiş, ineği kesmiş. Kadın da ineğin etini dediği gibi konuya komşuya dağıtmış. Birazını da eve ayırmış. Eti yiyecekleri zaman et acımış. Kimse bir lokma yiyememiş. Kadın dağıttığı etleri toplamış, Fatma’nın yanına gidip bu etleri yemesini emretmiş. Fatma da toplanan bu etleri, kemikleri almış, kırmızı ineğin ahırına gitmiş. Bunları oraya saklamış. Derken efendim, aradan uzun bir zaman geçmiş. Oradaki etler, kemikler ineğin dediği gibi altına ve gümüşe dönüşmüş. Günlerden bir gün, köyde bir düğün oluyormuş. Kadın, kendi kızını giydirmiş, süslemiş. Fatma’nın önüne de bir kazan koymuş: — Biz düğünden gelene kadar bu kazanı gözyaşınla dolduracaksın, demiş. Bunlar, Fatma’yı bırakıp gitmişler. Fatma da öyle üzülmüş ki ağlamaya, dövünmeye başlamış. Ağlar ağlamasına da gözyaşıyla kazan dolar mı hiç? Az sonra Fatma’nın bu durumuna üzülen bir peri kızı, ona yardım etmek için gelmiş. Fatma’ya: — Niye böyle ağlayıp dövünüyorsun? Canına yazık değil mi, demiş. Fatma, peri kızına üvey annesinin yaptıklarını teker teker anlatmış. O zaman peri kızı da: — Sen hiç üzülme! Bana biraz tuz getir, demiş. Kız, tuzu getirmiş, peri kızına vermiş. Peri kızı, bu tuzu kazanın içine atmış, üstüne de su doldurmuş. Böylece kazan dolmuş. Fatma’ya: — Haydi, şimdi sen de düğüne git! Herkes eğlenirken sen niye burada ağlıyorsun, demiş. Kıza bir elbise, bir çift de ayakkabı vermiş, ortadan kaybolmuş. Kız, hemen ahıra koşmuş. Orada ne kadar altın, gümüş takı varsa hepsini takmış, takıştırmış. Sonra da düğün evine gitmiş. Gece boyunca hiç yerine oturmamış. Durmadan oynamış, durmadan halayın başını çekmiş. Düğünde onu kimse tanıyamamış. Düğün bitmeye yakın, üvey annesi ve kardeşlerinin kendisinden önce eve varmasından korktuğu için koşarak eve gelmiş. Koşarken ayağındaki ayakkabı aceleden orada bir kuyuya düşmüş. Ertesi gün padişahın oğlu abdest almak için kuyunun başına gitmiş. Suyun üstünde parlayan bir şey görmüş. Hemen adamlarını çağırmış: — Şu suyun üstündeki cansa benimdir, malsa sizindir, demiş. Adamlar, onu sudan çıkarınca bir kundura olduğunu görmüşler. Padişahın oğlu: — Bu kundura bu köyde kimin ayağına uyarsa onunla evleneceğim, demiş. Padişahın adamları, gece gündüz bu kundurayı köyde dolaştırıp durmuşlar. Köyün bütün kızları süslenmiş, takılar takmışlar ki padişahın oğlu onları beğenir de alır diye! Ama kundura ayaklarına olmayınca da üzülmüşler. Derken köyde girilmedik ev, denenmedik ayak kalmamış. Padişahın oğlu: — Köyde bu kundurayı denemediğimiz kimse kaldı mı, diye sormuş. Yanındakiler: — Yetim Fatma kaldı, demişler. Bunlar, Fatma’nın evinin önüne gelmişler. Fatma’nın üvey annesi, bunların geldiğini görünce dosdoğru Fatma’nın yanına gitmiş. Onun yüzüne, gözüne is sürmüş, üstüne yırtık pırtık elbise giydirmiş. Kendi kendine de; “İnşallah ayakkabı ona uymaz!” diye dua etmiş. Adamlar, Fatma’yı çağırmışlar. Fatma giymiş, ayakkabıyı dener denemez ayağına olmuş. Padişahın oğlu: — Bu kızla muhakkak evlenmeliyim, demiş. Üvey anne: — Bu kız, kara kuru, çirkin bir şey. Bununla nasıl evlenirsin, demiş. Padişahın oğlu: — Kara kuruluğunu ne yapacaksın? Olmaz! Ben söz verdim, onunla evleneceğim, demiş. Ertesi gün olmuş. Padişahın oğlu, Fatma’ya dünür göndermiş. Üvey anne, dünürlere Fatma’nın yerine kendi kızını göstermiş. Düğün dernek kurulmuş… Düğüncüler kız almaya giderken horozun biri: — Düğün alayı geliyor! Kara kuru Fatma, kapının arkasında kilitli! Öbür kız, perdenin arkasında saklı, diye bağırıyormuş. Düğün alayı, horozun dediklerini duymuşlar. Duymuşlar ama doğru mu değil mi diye horozu dinlemeye devam etmişler. Horoz: — Gelinleri değiştirdiler, diye bağırmış. Düğüncüler eve girmişler. Kapının arkasında kilitli olan Fatma’yı bulmuşlar. Ona gelinlik giydirmiş, sonra da almış, gitmişler. Fatma bundan sonra rahat ve huzur içinde yaşamış…   * çıkı: Çıkın, azık konulan bohça
Kırmızı İnek
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KORKAK ADAM Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir karı koca varmış. Bunlardan evin erkeği çok korkakmış. Hem karısından hem de karanlıktan çok korkarmış. Bu adam, her gece helaya gideceği zaman karısını uyandırır, öyle gidermiş. Çünkü hela, evin dışındaymış. Kadın, kocasının bu hâlinden usanmış. Kocası bir gece yine helaya gidecekmiş. Karısını uyandırmış. Kadın da kocası helaya girer girmez hemen geri içeri girmiş, kapıyı kilitlemiş. Kocası bir sürü yalvarmış, bir sürü dil dökmüş, ama nafile... Kadın kapıyı bir türlü açmamış, kocasını da içeriye almamış. Kocasına: — Senden bıktım, usandım. Ne ki durmadan beni rahatsız ediyorsun!? Korkacak ne var sanki!? Artık sana tahammül edemiyorum. Nereye gidersen git, içeri almıyorum. Defol, demiş. Adama kapının altından bir tepsi dolusu da un vermiş. Adam, unu almış, gitmiş. Gide gide bir mağaraya varmış. Meğer bu mağarada kırk tane dev yaşarmış. Adam, mağaradan içeriye girmiş: — Beni misafir eder misiniz, demiş. Onlar da kabul etmişler. Adam, mağarada kalmaya başlamış. Bir gün, beş gün... Derken aradan uzun bir zaman geçmiş. Devler, bu adama güçlerini göstermek için önlerine epey bir taş yığmışlar. Bu taşları avuçlarıyla kırmaya başlamışlar. Adam da karısının kendine verdiği unu daha önce göğsüne saklamış. O sırada aklına birden o un gelmiş. Devlerin önündeki taştan eline birkaç tane almış, bunları ufalıyormuş gibi ellerine birbirine sürtmüş. Sonra bu taşları belli etmeden yere atmış. Göğsünden biraz un çıkarmış, avucuna doldurmuş. Sonra da avuçlarını açıp devlere göstermiş. Devler şaşırmış, kalmışlar; birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Kendi kendilerine; “Bu adam hiç de güçsüz değilmiş. Biz taşları ufalarken o un hâline getirdi. Şimdi bu adam bizi yer de!” diye düşünmüşler. Sonra da adama dönmüş: — Bu taşları un hâline nasıl getirdin, demişler. Adam: — Ben yaparım. Benim gücüm yerindedir, demiş. Bu böyle devam etmiş, durmuş. Bir süre sonra da adamın unu bitmiş. Devlere: — Offf! Çok yoruldum, demiş. Adam, taşları kırmayı bırakmış. Bir süre sonra devler, kendilerinin bu adamdan daha güçlü olduklarını belli edecek bir şey düşünmeye başlamışlar. Akıllarına bulgur kaynatmak gelmiş. Adama: — Biz bulgur kaynatacağız, demişler. O da: — Tamam, demiş. Bunlar, bulgurlarını kaynatmışlar, sonra da adama dönüp: — Kaynattığımız bulguru dama serdik. Bulguru kimse çalmasın. Onun için senin yatağını dama serelim, sen bekle, demişler. Adam kabul etmiş. Gece olmuş. Adam, bir ara yatağından çıkmış. Damda bulunan taşları yatağına koymuş, orada bir yere gizlenmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Devler, kılıçlarını kuşanmış, bıçaklarını almış, dama çıkmışlar. Hepsi bir yerden yatağa saldırmışlar. Sabah olunca da yatağın başına gelmişler: — Uyan, uyan, diye seslenmişler. Adam, yatağın içinden: — Tamam, diye seslenmiş. Devler, adamın ölmediğini görünce şaşkına dönmüşler. “Allah Allah! Bu nasıl iş böyle?” diye düşünmüşler. Adama: — Niye şimdiye kadar uyanmadın, diye sormuşlar. Adam: — Akşam pireler beni yatakta yatırmadı. Geç uyudum. Onun için de sabah uyanamadım, demiş. Devler bunu duyunca telaşlanmışlar. — Bu adam vallahi bizi yer. Gelin, bizim adamdan daha güçlü olduğumuzu belli edeceğimiz bir yol daha düşünelim, demişler, akıllarına odun kesmek gelmiş. Adama: — Bugün odun kesmeye gideceğiz, demişler. Adam da: — Ben de geleceğim, demiş. Devler, adamın gelmemesi için çok ısrar etmişler. Adam, onlardan önce eline bir halat almış, yola düşmüş. Beraberce ormana gitmişler. Ormanda odun kesmeye başlamışlar. Devin biri, kaldıramayacağı kadar büyük bir odunu kaldırmaya çalışıyormuş, ama bir türlü kaldıramıyormuş. Adam bunu görmüş. Devin yanına gelmiş: — Kendini niye yoruyorsun ki? Ben şimdi elimdeki halatı ormanın hepsine dolar, bütün ağaçları yerinden sökerim. Sonra da eve taşırım, demiş. Devler, buna izin vermemişler. Biraz odun toplayıp eve gitmişler. Aradan biraz zaman geçmiş. Devler, adamı suya yollamaya karar vermişler. Eline deriden yapılmış bir su torbası vermişler. Bu torba öyle ağırmış ki insan o torbayı boş taşırken bile çok zorluk çekermiş. Adam kendi kendine; “Bu ne kadar ağır? Boşken bile taşıyamıyorum. Bir de su koyarsam kim bilir nasıl taşırım? Ama imkânı yok taşıyamam.” demiş. Çeşmenin başına gelince aklına bir şey gelmiş. Su torbasının içine bir tas su koymuş, üfleyerek torbayı şişirmiş. İçi hava dolu torbayı sırtlamış, mağaraya gelmiş. Gelir gelmez yorulmuş. — Offf! Çok yoruldum. Hele herkesten önce biraz su içeyim, demiş. Torbayı kaldırmış, kafasına dikmiş. Ağzını açmış, içindeki havayı yavaş yavaş boşaltmış. Torbadaki hava tamamen boşalınca da dibindeki bir tas su adamın ağzına gitmiş. O sırada devler onun yaptıklarını görmüşler. — Biz bu suyu kırk dev, tam yedi günde içiyorduk. Bu adam o kadar suyu bir dikişte içti. Kesin bu adam bizi yer. En iyisi biz onu buradan yollayalım, demişler. Adama: — Evine gitmek ister misin, diye sormuşlar. Adam da: — Evet! Tabii gitmek isterim, demiş. Devler, ona bir at hazırlamışlar, atın eyerini altınla doldurmuşlar. Yanına da bir dev vermişler. Adam yola düşmüş. Gide gide evine varmış. Eve geldikleri zaman onu getiren dev, sevincinden derin bir “Ohhh!” çekmiş. Dev, “Oh!” çektiği sırada ağzından çıkan hava, adamı evinin tavanına yapıştırmış. Dev öyle şaşırmış ki adama: — Niye tavana çıktın, diye sormuş. Adam: — Babam, eskiden bize gelen misafirleri uğurlayacağı zaman onları tavanda sakladığı bir sopayla döver, evlerine öyle yollardı. Ben de onun için tavana çıktım, demiş. Bunu duyan dev, korkusundan altınları oraya bırakmış. Atına binmiş, hızla ordan uzaklaşmış. Onu uzaktan gören bir çiftçi, deve seslenmiş: — Niye kaçıyorsun? Dev, başından geçenleri anlatmış. Çiftçi: — O adam karısının korkusundan hiçbir şey yapamazdı. Şimdi sen gelmiş, onun yaptıklarını söylüyorsun. Hem de ondan korkup kaçıyorsun? Hiç öyle şey olur mu, demiş. Öte taraftan korkak adam, altınları eve götürmek istememiş. Devin bıraktığı eyerin içindeki altınları bir yere boşaltmış, eyerin içine de pamuk doldurmuş. Daha sonra da karısının yanına gitmiş. Karısı: — Yedi yıl boyunca çalıştın, eve ne getirdin, demiş. Adam: — Ah! Ah! Yedi yıl boyunca çalıştım, yedi yıllık emeğimin karşılığı budur, demiş. Getirdiği pamukları karısına uzatmış. Böylece ona da iyi bir ders vermiş...
Korkak Adam
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KÖSE İLE ZAN OĞULLARI Vaktiyle üç kişi birbirleriyle arkadaş olmuşlar. Bunlar birbirlerinden hiç ayrılmazlarmış. Üçü de birbirinden akıllı, üçü de birbirinden kurnazmış. Her ne işe zan vururlarsa* aynı çıkarmış. Bir gün sabah kalkmışlar, dedikleri yerde birleşmişler. — Bugünkü yevmiyemizi bakalım nereden çıkaracağız, diye konuşmuşlar. İçlerinden biri:                                                   — Hele şehri bir dolaşalım, elbet bir iş buluruz, demiş. Şehri dolaşmaya başlamışlar. Yolları pazara düşmüş. İçlerinden biri bakmış ki köylünün biri bir adama mercimek satmış. Parasına verirken on tane onluk, beş tane beşlik, bir tane de ellilik vermiş. Köylü, bu paraları kırmızı keseye koymuş. Çuvalını, heybesini almış, yola çıkmış. Üç arkadaştan en kurnazı olan bütün bunları görmüş. Arkadaşlarına: — Beni takip edin! Bugünkü yevmiyemiz çıktı, diye sevinmiş. Arkadaşlarına karşıdaki köylüyü göstererek: — Şu çuval kolunda, heybe sırtında, uzaktan giden adamın boyu bakın kısa, demiş. İkinci kurnaz ise biraz düşündükten sonra: — Onun sakalı da köse, demiş. Üçüncü kurnaz olan da: — Onun adı da Musa, demiş. Bu üç arkadaş: — Adamın yanına kadar gidelim. Vurduğumuz zan doğru ise bugünkü yevmiyemizi çıkardık, demişler. Bu üç arkadaş, uzaktaki köylünün yanına gitmişler. Birinci kurnaz: — Bakın, işte boyu kısa, demiş. İkinci kurnaz: — Bakın, sakalı da köse, demiş. Üçüncü kurnaz, adamın yanına yaklaşmış: — Baba, senin adın ne, demiş. Köylü de: — Musa, demiş. Şimdi üç arkadaş gülmeye başlamışlar. — İşte, paramızı çalan adam buydu, diye köylüyü dövmeye başlamışlar. Yoldan geçen bir zaptiye, bu üç arkadaş ile köylüyü karakola götürmüş. Karakolda zabıt tutulmuş. Bunlar, mahkemelik olmuşlar. O zamanlarda mahkemelere kadılar bakarmış. Zaptı, köylüyü ve bu üç kişiyi kadıya teslim etmişler. Biraz sonra kadı gelmiş, tutulan zaptı incelemiş. Zabıtta; köylünün bunların parasını çaldığına dair şahit görememiş. Kadı, önce köseyi çağırmış. Köse içeri girerken bu üç arkadaş heyecan içindelermiş. Daha sonra bunlardan ilk önce, “Boyu kısa!” diyen içeri girmiş. İçeri girerken arkadaşlarına dönmüş: — Burası adalet yeridir, burada yalan söylenmez. İyi dikkat edin! Ben ne söylersem siz de ona göre düşünün, taşının! Benim konuşmama göre cevap verin ki davayı kazanalım, demiş. İçeri girmiş, kadının huzuruna çıkmış. Kadı sormuş: — Bu, senin paranı nasıl çaldı? Kim gördü? Şahidin kim, söyle bakalım, demiş. Adam, tutulan zabıtta şahit olmadığını bildiği için: — Kadı efendi! Biz üç arkadaşız. Üçümüzün de tahmini kuvvetli, kurnaz, akıllı, her şeyi bilen, anlayan insanlarız. Biz tahminimizde asla yanılmayız, her şeyi bilir ve anlarız. İşte bu adam, koluma dokunarak yanımdan geçmişti. Ben de paramı bu adamın çaldığını anladım, demiş. Kadı efendi biraz düşündükten sonra: — Pekiyi, ama bu adamın senin paranı çaldığına dair zabıtta bir delil, bir şahit yok ki ben de bunun hırsız olduğuna dair hüküm vereyim. Mutlaka gören bir şahit olması lazım, demiş. Kurnaz adam da: — Kadı efendi, şahitli, delilli davayı herkes halleder. Burası adalet yeridir. Herkesin halledemeyeceği bir davayı sizin halledeceğinize inanarak buraya geldik, demiş. Kadı biraz düşündükten sonra yanındaki kâtibe sessizce: — Aşağıya in! Kümeste hızar ibikli bir horoz var. Onu bir torbanın içine koy, kimse görmeden bana getir, demiş. Kâtip, hemen kümese inmiş. hızar ibikli horozu yakalamış, getirmiş, kadıya vermiş. Kadı torbayı almış, dışarı çıkmış. Torbanın içindeki horozu odanın penceresinin arkasına bırakmış, içeri girmiş. Tekrar makamına gelmiş, oturmuş. Yalnız, burada esrarengiz iş şöyle olmuş: Kadı, horozu pencerenin arkasına koymuş, ama pencerenin yerden yukarısı ince, sık tel örgü ve üstü cam... Horoz bunun arkasında... İşte bu sırada kadı, kurnaz adama sormuş: — Söyle! Sen paranı çaldığını nereden bildin, nasıl anladın, demiş. Kurnaz adam: — Ben her şeyi bilirim. Zan uşağıyım, vurduğum tahminde asla yanılmam. İstersen tecrübe edebilirsin, demiş. Kadı gülerek: — Pekiyi, şu karşı pencerenin arkasında bir şey var. Bunun ne olduğunu bil bakalım! Canlı mı, cansız mı? İnsan mı, hayvan mı? Her ne ise söyle bakalım, demiş. Kurnaz adam, yüzünü pencereye dönecek yerde arkasını dönmüş. Düşünürken karşı duvara, gezinen horozun gölgesi düşmüş. Horozun ibiği hızar gibi görünmüş. Kurnaz adam, işi derhâl anlamış. Kadı tekrar sormuş: — Yüzünü pencereye dön de iyi bak! Bu pencerenin arkasındakinin ne olduğunu söyle! Kurnaz adam: — Kadı efendi, pencereye bakmaya lüzum yok. Ben zan uşağıyım. Arkamı da döner, yine bilirim. Onun başı hızar gibi, demiş. Kadı, ikinci kurnaza sormuş: — Sen ne diyorsun? O da: — Kadı efendi, onun kuyruğu da uzar gibi... Kadı, bu sefer üçüncü kurnaza sormuş: — Sen ne dersin? O da: — Horoz... Onu bilmede ne var? Çok kolay bir iştir. İsterseniz sizin de kabahatiniz oldu, onu da size söyleyelim mi, demiş. Hakikaten kadı o gün evinde büyük bir kabahat işlemiş. “Bunlar benim de kabahatimi söylerler. Mesleğimden atılırım.” diye korkmaya başlamış. Kurnaz adamlara: — Siz dışarı çıkın, suçlu içeride kalsın, demiş. Bunları dışarı etmiş, suçlu köseye dönerek: — Sahtekâr adam! Böyle gaipten bilen, ilim sahibi adamların parası çalınır mı, demiş. Kösenin cebindeki kırmızı cüzdanı çıkartmış, içinden paraları ayırmaya başlamış, masanın üzerine koymuş. “Boyu kısa.” diyen kurnazı çağırmış: — Çalınan paranın adetini söyleyebilir misin, demiş. Kurnaz adam da: — Tabii efendim. On tane onluk, beş tane beşlik, bir tane de ellilikti, demiş. Kadı, köseye: — Vay utanmaz vay! Böyle keramet ehli adamın parası çalınır mı, demiş. Kadı sonra da kurnaz adama: — Buna ne kadar ceza vereyim, diye sormuş. Kurnaz adam: — A kadı efendi, biz kimsenin mağdur, perişan olmasını asla istemeyiz. Affedin, diye yalvarmışlar. Kadı da; “Ne merhametli, ne vicdanlı adamlar.” diyerek köseye öğüt vermiş, affetmiş. Kurnaz adamları da neşeyle uğurlamış...   * zan tutmak: Tahminde bulunmak.    
Köse ile Zan Oğulları
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KUMRAL ZAMAN HİKAYESİ Vakti zamanında iki padişah varmış. Bunlardan birinin “Kumral Zaman” adında bir oğlu, öbürünün de; “Peder Sultan” adında bir kızı varmış. Bunların evlenme çağı gelmiş. Oğlanın babası, kıza dünür olmuş. Kızın babası da bir şartla kabul etmiş:  — Kızımı dışarı vermem, oğlunu iç güveysi alırım, demiş. Kumral Zaman, bu şartı kabul etmiş, evlenmişler. Aradan bir sene geçmiş. Bir gün Kumral Zaman, rüyasında babasını görmüş. Rüyasında babası demiş ki: — Ah evladım! Beni böyle unutacak mıydın? Senin hasretini çekiyorum. Gelip beni bir ziyaret etmedin. Oğlan bu rüyaya içerlemiş. Sabahtan kızın babasından, ailesiyle birlikte babasını görmek için izin istemiş. Babası izin vermiş. Gelin hanım, taht-ı revana binmiş, maiyetiyle beraber yola düşmüşler. Beş-on gün sonra güzel bir çayırlıkta konaklamak istemişler. Çadırlar kurulmuş, soğuk sular içilmiş, mis gibi yemekler yenmiş. Akşam olmuş, yatmışlar. Gece yarısı Kumral Zaman’ın uykusu kaçmış. Bir ara gözü çadırda asılı duran Peder Sultan’ın elbisesine ilişmiş. Elbisenin üstündeki bir taş ışıl ışıl ışıldıyormuş. Taşı almış ve içinden:  — Belki de çok kıymetlidir. Şunu dışarıda bir inceleyeyim, demiş, dışarı çıkmış. Çadırın önünde taşı incelerken bir kuş gelmiş, taşı kaptığı gibi ötede bir yere konmuş. Kumral Zaman, taşı kuştan almak için kuşun üstüne gitmiş. Kuş, konduğu yerden kalkmış, az ileride bir yere konmuş. Meğer bu taş tılsımlı bir taşmış. Kuş ne taşı bırakıyor ne de gözden kayboluyormuş. Bu kovalamaca tam bir yıl sürmüş. Kuş, bir gün bir memlekette bir bahçeye girmiş, yüksek bir ağacın dalına konmuş. Sonra da kaybolup gitmiş. Kumral Zaman, bahçeye girerken bir ihtiyarla karşılaşmış. İhtiyar bakmış ki oğlanın durumu iyi değil… — Oğlum, bu ne vaziyet? Nerden gelir nere gidersin, demiş. Oğlan: — Baba, ben Gök-el memleketindenim. İki gündür taşımı alıp kaçıran kuşun peşindeyim, demiş. İhtiyar: — Oğlum, hele bir içeri gel! Çünkü bura kâfir memleketidir. Müslüman olarak bir ben varım. Seni görürlerse öldürürler, demiş. Oğlanı içeri almış: — Oğlum, şimdi anlat bakalım, demiş. Kumral Zaman da hepsini ihtiyara anlatmış. İhtiyar: — Ne zamandan beri kuşun peşindesin, diye sormuş. Oğlan da: — İki gündür, diye cevap vermiş. İhtiyar inanmamış: — Evladım, ne iki günü? Ne beş günü? Senin memleketin tam bir senelik yolda… Senin aradığın taş muhakkak tılsımlı, ama olan olmuş. Buraya senede bir gemi gelir, bu yüzden sen benimle burada bir sene kalacaksın, demiş. İhtiyarla Kumral Zaman, bir seneyi beraber beklemişler. Onlar beklemekte olsunlar; Kumral Zaman, onları gece yarısı uyurken bırakmıştı. Peder Sultan uyanmış. Sağına, soluna bakmış, kocasını görememiş. İçeriyi, dışarıyı aramış, ama bulamamış. Sonra da taşının yerinde olmadığını görünce onun bu işe sebep olduğunu anlamış. Sonucun kötü olacağını bildiği için de düşüp bayılmış. Biraz sonra kendine gelmiş. Yalnız olduğunu askerlere sezdirmemek için kendi kendine: — Ben Kumral Zaman’ın elbiselerini giyip ona benzeyeyim. Sadık cariyem de Peder Sultan olsun. Zaten onun yüzünü taht-ı revanda kimse görmez de, tanımaz da, diyerek bir plan hazırlamış. Peder Sultan, bu planı hazırlarken zaten hava da ışımış. Kendini Kumral Zaman’ın yerine koymuş, askerlere de oğlanın babasının yanına gitme emrini vermiş. Bu işi yaparken de kimseye sezdirmemiş. Giderken bir şehrin yanında konaklamış. O memleketin padişahı, Kumral Zaman’ın bir şehzade olduğunu duymuş. Bunları hamama davet etmiş. Şimdi mesele çatalladı*… Kız, hamam teklifini kabul etse foyaları ortaya çıkacak, etmese padişahı kızdıracak. Sonunda kabul etmiş, ama demiş ki:  — Hamamda kimse olmasın. Sadece karımla yıkanırım. Hamamdan çıktıktan sonra yemeğe davet olunmuş. Yemekte padişah, şehzadeyi beğenmiş. Ona şöyle bir teklifte bulunmuş: — Bak evladım, size bir teklifim var! Çok ihtiyarladım, yerime oturacak erkek evladım da yok. Bir tek gözbebeği kızım var. Bununla seni evlendirip tahtıma oturtmak isterim. Ne dersiniz, demiş. Kumral Zaman kılığındaki kız, padişahtan yirmi dört saat izin istemiş. Ertesi gün, padişahın zulmünden korktuğu için istemeye istemeye teklifi kabul etmiş. Düğün hazırlığı yapılmış. Düğün yapılmış, damat tahta oturmuş. Artık devlet işlerine de bakıyormuş. Saray denizin kenarındaymış. Bu da böyle vazifesine devam etmekte olsun, biz gelelim Kumral Zaman’a… Bir gün ihtiyar, oğlana: — Oğlum, geminin gelme zamanı yaklaştı. Sen bahçeyi sula da ben gidip geminin gelmesini sorayım, demiş. Kumral Zaman, bahçede çalışırken yassı bir taş görmüş. Taşı kaldırmış, bir merdiven aşağı inmiş. Orada bir odaya rastlamış. Odanın içinde on tane testi görmüş. Hiç birine elini sürmeden tekrar merdivenden çıkmış, taşı da yerine kapatmış. Oturmuş, ihtiyarı gözlemeye başlamış. Bir de ihtiyar sevinçle bahçeden içeri girmiş: — Müjde! Müjde! Geminin gelmesine iki gün kalmış, demiş. Kumral Zaman da: — Baba, ben de sana bir müjde vereceğim, demiş. Sonra beraberce odaya inmişler. Oğlan testilerdeki altınları göstermiş. İhtiyarın bu altınlardan haberi yokmuş. İhtiyar: — Bu altınları sen buldun, bunlar senindir, demiş. Kumral Zaman da: — Bahçe senindir. Bu yüzden bu altınlar da senindir, demiş. Testileri yukarı çıkarmışlar. “Altınlar senindir!", "Hayır senindir!” diye ikisi de almak istememiş altınları. İhtiyar: — Oğlum, zaten benim ömrüm azaldı. Altınlar sana lazım olur, onları sen al, demiş. Sonunda, altınlar oğlanın olmuş. Artık geminin gelmesine bir gün kalmış. İhtiyar, oğlana: — Oğlum, bu altınları böyle açıkta götüremezsin. Bu memleketin zeytini çok meşhurdur. Üstüne bu zeytinlerden koyalım da altın olduğunu kimse anlamasın, demiş. İhtiyarın dediğini yapmışlar. Sonra ihtiyar birden hastalanmış. Bu sırada da taşı kaçıran kuş, gelmiş, ağacın dalına konmuş. Taşı ağzından bırakmış. Kumral Zaman, hemen koşup taşı almış. İhtiyarın tavsiyesiyle taşı testinin içine koymuş. Oğlan, ihtiyara: — Taşı buldum ya!.. Ailemi bulmak kolay, demiş. Sonra da gemi gelmiş. Testileri gemiye taşımış. Bu sırada ihtiyar da ölmüş. Kumral Zaman, ihtiyarın ölüm hazırlığını yaparken gemiyi kaçırmış. Bunun üzüntüsünden düşüp bayılmış. Altınların gittiğine değil de taşın gittiğine yanmış. Çaresiz bahçeye geri dönmüş, geminin bir sene sonra tekrar gelmesini beklemeye başlamış. Kumral Zaman, orada bekleyedursun, biz gelelim Peder Sultan’a… Peder Sultan, köşkünde otururken uzaktan geminin geldiğini görmüş. Gemi gelmiş, testileri boşaltmış, emanete bırakmış. Peder Sultan, gemiciyi çağırtmış. Testidekilerin ne olduğunu sormuş. Sonra da: — Sen o zeytinleri bana sat, sahibine de parasını götürürsün, demiş. Gemici buna razı olmuş, zeytinleri satmış. Testiler saraya taşınmış. Peder Sultan, testileri boşaltırken diplerindeki altınları görmüş. Daha sonra da taşı görünce bayılmış. Bunun üstüne Peder Sultan, gemiciye testilerin sahibini bulup getirmesini emretmiş. Gemici gidip getirmiş. Kumral Zaman, Peder Sultan’ın karşısına çıkmış. Tabii ki onu tanıyamamış. Sonra da ailesini aramak için izin istemiş: — Padişahım, izin ver de ne zamandır hasret kaldığım ailemi arayayım, demiş. Bunun üzerine Peder Sultan, kendini tanıtmış. İkisi de sarmaş dolaş olmuşlar, muratlarına ermişler.   * çatallamak : karışık hale gelmek
Kumral Zaman
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KURBAĞA GELİN Bir vardı, bir yoktu. Allah’ın kulu çoktu. Bir padişahla üç oğlu vardı. Padişah, üç oğlunu da okuttu, en iyi şekilde yetiştirdi. Bir gün oğullarını başına topladı, dedi ki: — Oğullarım, benim son vazifem sizi evlendirmek olacak. Düğününüzü yapayım, yuvanızı kurayım da sağ gözümle, üstümde borç kalmasın. Ama seçme işini siz kendiniz yapacaksınız. Başımızı alıp uzak bir yere, bir dağ başına çıkacağız. Üçünüz de birer ok atacaksınız. Oklarınız nereye, hangi tarafa düşerse size alacağım kız oradadır, dedi. Çıktılar bir yüce dağın başına... Üçü de ok attılar. Büyük oğlununki bir beyin çadırına yakın bir yere, ortancanınki bir başka beyin obasının yakınına düştü. Küçüğünki de gidip göldeki bir kurbağaya saplandı. Padişah, iki beyin kızını iki oğluna aldı, küçük oğlunu da oğulluktan attı. Ona: — Artık sen benim oğlum değilsin. Gölde bir kurbağaya ok sapladın. Babanın altın adını pul ettin. Benim belimden inme* değilsin, dedi. Babası, küçük oğlanı evinden, yurdundan, yuvasından kovunca oğlan da bir mağaraya sığındı. Oğlan baktı ki aç kalacak, kalkıp ava, kuşa başladı. Artık gün doğandan gün batana kadar avdaydı. Dağ hoytuğunda* eski püskü bir yatağı, bir iki de kap kacağı vardı. Başka da bir şeyi yoktu. Yerinden kalkar kalkmaz ava gidiyor, karanlığın ağzıyla* geliyor ki hoytuk süpürülmüş, silinmiş, yatağı da serilmiş. Şaşırıp: — Buraya kim gelmiş, kim el atmış bana ki, dedi. Birkaç gün böyle sürünce oğlan bir yere saklandı. — Bakalım ki bu kim, dedi. Beklerken bir de baktı ki bir kurbağa delikten ortaya çıktı, silkindi, dünya güzeli bir kız oldu. Ortalığı sildi, süpürdü, yiyecek hazırladı, dört köşeyi gördü, gözetti, işini bitirdi. Tam çekip gidecekken oğlan açığa çıktı. El attı ki kızı tuta… Kız, bir kurbağa olup deliğe girdi. Oğlan yine ava, kuşa gitmeye başladı. Bir gün, üç gün, beş gün… Oğlan bir gün seslendi: — Gel, bu kurbağa kılığına girmekten cay! Bırak bunu, dedi, yalvardı. Kurbağa: — Yaz var, Kış var, Ne evecek* iş var, dedi. Kurbağa böyle dedi ya, oğlan dayanamaz oldu. Yine bir gün saklandı. Kurbağa delikten çıktı; işi gördü, gözetti, evi becerdi, benzetti, yemekleri hazırladı. Oğlan gizlendiği yerden çıktı, yalvardı, yakardı. Birlikte yemek yediler. Yatmaya sıra gelince kurbağa kız, elinden bırakmadığı torbayı başına geçirdi; yine oldu bir kurbağa… Oğlan ne dediyse söz dinletemedi. Gidip bir büyücü buldu. Ona her şeyi anlattı. Büyücü: — Eğer ki kurbağanın elindeki torbayı kapıp ateşe atarsan artık bir daha kurbağa kılığına girmez, dedi. Oğlan geldi, saklandı. Kurbağanın torbasını birden kaptı, ateşe attı, yaktı. Kurbağa oldu hepten bir kız! Öyle bir kız ki artık aya “Doğma, ben doğayım.”; güne “Çalma, ben çalayım.” diyor. Oğlan böyle yaşayıp giderken duyanlar padişaha: — Padişahım, oğlun öyle bir gelin getirdi ki içtiği su boğazından görünüyor. Senin sarayında böyle güzel bir kız yok, bilesin, dediler. Padişah, hemen kızı ve oğlanı getirtti. Gördü ki ne göre! Kız değil de dünya güzeli… Padişah, kızı görünce âşık oldu. Sonra tahtına oturdu, düşünmeye başladı. Düşüne düşüne buldu da! Oğlunu çağırtıp dedi ki: — Senden öyle bir çadır isterim ki bütün askerim, ordum, kolumun altındaki canlılar çadırın altına gire, yine de yarısı boş kala. Sana üç gün müsaade; getirdin getirdin, getirmedin boynunu vurdum, bilesin. Oğlan oradan ayrılıp kızın yanına eve geldi. Düşünmeye başladı, eğdi başını da külü deşmeye başladı. Kız: — Ne oldu? Niye düşüncelisin böyle, dedi. Oğlan: — Kim düşünsün ben düşünmeyeyim de? Babam benden böyle böyle bir çadır istedi. Ben bunu nereden bulurum, dedi. Kız da: — Ben sana dedim ki; “Benim kılıfımı yakma!”. Kılıfım olsaydı bundan kolay ne vardı? Gelgelelim beni dinlemedin, ama şimdi beni iyi dinle! Ok attığın gölün başına gidersin. “Kaynanaaa!..” diye bağırırsın. Gölden anamın sesi gelir: “Çooor!”*. Sen bu lafa hiç kızma! “Caaan!” de. O; “Çor!” der, sen; “Can!” dersin. Üç sefer böyle dedikten sonra; “Kaynana! Küçük kızın küçük çadırı istiyor!” dediğinde dışarı bir torba atılır. Onu alır, bana gelirsin, dedi. Oğlan hemen kalktı, erkenden gölün başına gitti. Bağırdı: — Kaynanaaa! O da: — Çooor, dedi. Oğlan hemen: — Caaan, dedi. Kaynana: — Çooor, dedi. Sonunda çadırı istedi, atılan torbayı aldı. Baktı k öyle küçük, öyle küçük ki değil bir ordu, bir yumruk bile içine zor sığar. Yine de ses etmeden kızın yanına geldi. Kız, torbayı aldı, sakladı. Günü gelince kız dedi ki: — Şimdi bu torbayı al, şu büyük düzlüğe çık! Bunu ortaya koy, sen uzaklaş! “Açıl çadırım açıl!” dersin, gerisine karışma! Oğlan çadırı aldı, çıktı bir düzlüğe. — Açıl çadırım açıl, dedi, çadır açıldı. Bir de ne görsün? Öyle bir çadır ki değil padişahın askeri, ahalisi bile sığar. Sevinerek babasına geldi, söyledi. Padişah geldi, çadırı gördü; ordusunu çekti, içine girdiler, bir köşesini bile doldurmadı. Ertesi gün padişah yine yollar aradı. Oğlunu çağırttı: — Oğlum, biliyorsun ki varım, yoğum, altınım, pulum ananın el yerindeydi, demir sandığında… Anan ölünce sandık kilitli kaldı. Açacağın* yerini de bilmiyoruz. Gidip öte dünyadan ananı bulacak, açacakların yerini öğreneceksin. Sana üç gün süre. Dördüncü gün oldu mu kellen uçar, dedi. Oğlan döndü, yine geldi kızın yanına, olup biteni anlattı. Kız: — Korkma! Sen yine gölün başına gidersin. “Kaynanaaa!” diye bağırırsın. O da; “Çooor!” diye seslenir. Sen hiç aldırma! “Caaan!” dersin. Üç sefer böyle der, sonunda “Kaynana, beni öte dünyaya at!” dersin, gerisine karışma, dedi. Sözü uzatmayalım, oğlan gitti gölün başına: — Kaynanaaa, dedi. O da: — Çor, dedi. Oğlan ona: — Caaan, dedi. Sonra da: — Kaynana, beni öte dünyaya at, dedi. Gölün içinden bir ses: — Yum gözünü oğul, dedi. Oğlan gözünü yumdu. Biri uzanıp oğlanı kaptı, attı öte dünyaya… Oğlan gözünü açtı ki önünde bir yol uzanıp gidiyor. Yolu tutup ilerledi. O yana, bu yana bakarken bir de gördü ki bir adam durmadan kumaş ölçüp biçiyor. Gelgelelim bir yakası kıl, bir yakası çul… Oğlan şaşırdı, bir şey demeden geçemedi. — Kardeş, senin önünde binbir türlü kumaş var. Kesip, biçip duruyorsun da bir yakan kıl, bir yakan çul! Anlamadım gitti, bu nedir, diye sordu. Adam: — Git baba yoluna! Senin işin yok mu, dedi. Oğlan çekip gitti. İlerledi ki bir öküz. Kuru, taşlık, çarkaklık* bir yerde etten patlıyor. Tavlı tavlı… Dersin ki etlik… Bir başka öküz de bel boyuna kadar ot içinde yayılıyor, ama neredeyse açlıktan ölecek, arık bir şey… İkisinin başında da iki adam… Bunlara da sordu: — Git kardeşim yoluna! Senin işin yok mu, dediler. Oğlan, oradan da ayrıldı. Bir de baktı ki bir adam bir boyunduruğun iki ucundan ters tarafa iki öküz koşmuş, ha bire sopa çalıyor ki öküzler ileri gide… Öküzler olduğu yerde “dön ha dön” ediyorlar. Oğlan bunu da merak edip sordu: — Kardeş, sen öküzleri ters koşmuşsun. Bak, boyunduruğa şunu şundan koşarsan ilerler gidersin. Adam kızdı: — Senin işin yok mu? Baba, git işine! Oradan da ileri gitti. Gitti ki ne gide… Bir sürü adam dereden durmadan su çekiyorlar, bir kazana dolduruyorlar. Kazanın dibi yok, alttan akıp gidiyor. — Hey kardeşler! Bu kazan böyle dolmaz. Bakın, alttan akıyor, dedi. Onlar: — Baba, git işine, işin yok mu? Bizim işimiz bu ne edeceksin, karşılığını aldı. Yürüdü… İleride baktı ki bir adam elinde bir kürek, dümdüz, dimdik bir duvara buğday serpiyor, buğdaylar geri iniyor. O serpiyor, buğdaylar geri iniyor. Adam kan ter içinde… Buna da seslendi: — Bre kardeş, ne yaparsın böyle? Adam: — Ne yaparsam yaparım, sana ne? Buğday atıyorum işte, dedi. Oğlan: — Bu düz, dimdik duvarın yüzünde buğdaylar durur mu, dedi.             O da:             — Bre kardeş, ne edeceksin, git yoluna, dedi. Oradan da yürüdü. Bir de baktı ki bir adam ağzını kocaman bir çaya vermiş, içiyor. İki de bir: — Susuzum! Yanıyorum! Bir damla su, diye bağırıyor. Oğlan şaşırdı, bir şey soramadı. Daha ileride baktı ki bir adam oturmuş, önünde tabak tabak aş, tekne tekne ekmek… — Acım, bir lokma ekmek, diye bağırıyor.  Oğlan bundan da korktu, sormadan geçti. Biraz daha ileride gördü ki anası! Göğüslerinden bir ipe asmışlar, bir derin kuyunun içine sarkıtıyorlar. — Yandımmm! Yandımmm, diye bağırınca yukarı çekiyorlar. Orada da: — Dondummm! Dondummm, diye bağırıyor, yine kuyuya indiriyorlar. Oğlan, anasını böyle görünce ağladı, yaklaştı, yalvardı: — Bu benim anamdır. Bırakın da hiç değilse bir iki söz edelim, dedi. Anasını bıraktılar. Oğlanla anası baş başa kaldılar. Oğlan gözyaşları içinde: — Ana, bu ne? Niye sana bu ezgiyi verirler böyle, diye sordu. Anası: — Ah sorma oğul! Babana sormadan her kim getirdiyse onun çocuğunu emzirdim. Erinden saklı gizli iş yapanın ezgisi bu oğul! Peki ya sen ne arıyorsun burada? Genç yaşında sana da mı gel oldu*, dedi. O da: — Ana, böyle böyle… Babam, bana böyle böyle yapıyor. Ben de günbegün bu işlerin ardından sürünüyorum. Şimdi bana açacakların yerini söyle ki günüm kalmadı. Yoksa boynum vurulacak, dedi. Anası: — Açacaklar sarayın orta direğinin taşının altında. Üstteki koç başı oynaktır. Az kıpırdatırsanız alt baş döner, açacakları alırsınız. Git, babana söyle, katırcının katırını ürkütmesin, dedi. Oğlan, anasının elini ayağını öptü, ayrıldı. Birkaç adım attı, geri döndü. Yolda gördüklerini anasına sormayı düşündü. Tekrar anasının yanına geldi, yolda gördüklerini bir bir anlattı. Anası dedi ki: — Bak oğul, sırasıyla anlatayım sana… İlkin kumaşçıyı gördün, değil mi? Bir yakası kıl, bir yakası çuldu. O adam sağlığında kumaşçılık yaparmış. Ölçer, biçer satarken her ölçümde her süyemde* iki parmak eksik satarmış. Onun suçu bu… Önünde yığın yığın kumaş, ama çıplak kalacak… Gelelim otluk içindeki arık* öküzle kuru taşların içindeki tavlu* öküze… Kuru taşlık içindeki öküz, yoksulun biçeneklere*, çayırlara bırakılmayan tek öküzü. Sıska olup bel boyu otta yüzen de varlıklının, zortlunun zorbanın*, ağanın, beyin öküzü… O öküzün başındakiler de öküzlerin sahipleri. Bunlarınki de böyle… Geldik mi boyunduruğa ters koşulmuş öküzlere? İki sözü bir araya gelmeyen kardeşleri bilirsin. Bir evde, bir köyde iki büyük olur; biri böyle der, biri başka der. İş ilerlemez, bir adım ileri gidilmez. Dön babam dön! Oradan geçtin, geldin dipsiz kazana… Bir sürü er kişi dereden su çekiyor, dipsiz kazanı doldurmaya çalışıyorlar. Dipsiz kazan karıdır, evin karısıdır. Su çekenler; testi testi, kova kova, tuluk tuluk su getirenler de evin er kişileridir. Kadın geleni tutmazsa o evde bereket olmaz. Ne derler; “Er kişi sel, kadın göldür!”. Kadın dibi delik kazan gibi olursa o evde hiç bir şey artmaz. İşte gözünle gördün, karın da buna göre davransın! Sonra bir adam gördün; dümdüz, dimdik bir duvara buğday serpiyor ki tutundura… Haaa! Bak, o mu? Olmayacak iş arkasından koşanların durumunu gösterir. Bir adam ki boş iş arkasında koşar. Kırk yıl koşsa, kırk bin yıl koşsa o iş yine olmaz. O adam dünyada bütün gününü boş işlere vermiştir. Bu da böyle… Bir adam gördün, ağzını çaya vermiş; içiyor içiyor, yine de “Susuzum, yanıyorum! Bir yudum su! Bir damla su!” diye bağırıyor. Onun suçu şu; gözü doymazmış. İstermiş ki bütün dünyayı elinin altında bulundursun. Onlar karnı tok, gözü açlar. O adamın durumu da böyle… Geldik baş ucunda aşlar, yemekler, ekmekler dolu olan adama… O adam, evde çoluk çocuğunun gözü önünde sofra kurdurur, tek başına yermiş. Çoluk çocuk da öyle bakarmış. Şimdi de ekmeğe, aşa o bakıyor; “Açlıktan ölüyorum!” diye bağırıyor. Oğlan, yine anasının elini ayağını öptü de yola düştü. Kaynanasının yanına vardı. Kaynanası, bunu ışık dünyaya gönderdi. Kızın yanına geldi. Ertesi gün babasının yanına çıktı, açacakları çıkarıp verdi. Babası baktı ki oğlanla başa çıkamayacak, güç bir şey istemeyi düşündü. Oğlana: — Oğul, bak beni darlıktan kurtardın. Açacakları buldun. Şimdi senden isteğim şu: Bana öyle bir adam getireceksin ki boyu bir karış olacak, sakalı beş karış olacak! Sana üç gün süre. Dördüncü gün boynun vurulur, bilesin, dedi. Oğlan, yine kızın yanına geldi. Babasının dediklerini kıza anlattı. Kız: — Hele dur, bunun da bir yolunu buluruz, dedi Oğlanı anasının yanına gönderdi. Oğlan, yine üç sefer: — Kaynana, çor, can, dedi. Kaynanası çıktı: — Söyle oğul, ne istiyorsun, dedi. Oğlan: — Küçük kızın, küçük kardeşini istedi, dedi. Atını sürdü… Öyle bir sürdü ki dönüp arkasına bile bakmadı. Çünkü kız, oğlana demişti ki: — Küçük kardeşim sana ulaşırsa seni parçalar. Atını iyi sür, arkana da dönüp bakma! Oğlan, canını dar attı kızın yanına. Az sonra küçük kardeşi de ulaştı. Kız, hemen kardeşinin önüne çıktı: — Aman kardeş! Seni ben çağırdım. Babası, er kişimin başına olmadık şeyler açıyor. Şimdi de seni istemiş, gelmeseydin bunun boynu gidecekti, dedi. Köse, hemen oğlanı önüne kattı, doğru padişahın sarayının yolunu tuttu. Padişah, karşısında kendi bir karış, sakalı beş karış köseyi görünce şaşırdı. Köse: — Beni çağırmışsın, ne yapacaktın, dedi. Padişahın dili tutuldu. Köse öyle bir tokat attı ki padişahın yerinde yeller esti, tuz buz oldu. Vezirler, kizirler titrediler. Köse, onlara döndü: — Bu oğlan, padişah olacak! Bacım da onun karısı… Yoksa hepinizi böyle yok ederim, dedi. “Padişahım!” diye oğlanın ayaklarına kapandılar. Köse çekip gitti. Onlar da yiyip, içip yere geçtiler, kalan günleri bize bağışladılar...   * belinden inme: Öz evladı olma. * hoytuğunda: Koyağında, kuytu yerinde. * karanlığın ağzı: Ortalık henüz kararırken, akşamın ilk vakitleri. * evecek: Acele edecek. * çor: Hasta. * açacak: Anahtar. * çarkaklık: Verimsiz. * gel olmak: Ölmek. * süyem: Baş parmak ve işaret parmağı arası olan uzunluk ölçüsü. * arık: Zayıf. * tavlu: Şişman, besili. * biçenek: Biçilecek yer. * zortlunun zorbanın: Eşkıyanın.
Kurbağa Gelin
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
KUSMUK Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Vakti zamanın birinde, bir padişahla gayet güzel, üç tane kızı varmış. Bunlara, hiç kimse dünür olmazmış. Bu da, padişahın ağırına* gidiyormuş. Bir gün saraya bir çingene gelmiş. Padişah, çingeneyi içeri almış. Çingeneye demiş ki: — Benim kızlarımın hiç bahtı açılmıyor. Bu ne demektir? Ben bir padişah olayım da kimse kızlarıma dünür olmasın! Çingene de: — Padişahım! Senin kızlarının üçü de bir deve nasip olacak, demiş, çekmiş, gitmiş. Ertesi gün, dev gelmiş, saray kapısının önündeki dilek taşına oturmuş. Bunu hizmetçi görmüş. Hemen padişahın yanına gelmiş. Demiş ki: — Padişahım sağ olsun. Dilek taşının üstünde bir tane dev oturuyor. Padişah da: — İçeri sesleyin gelsin, demiş. Devi seslemişler. Dev de içeri girmiş, doğru padişahın yanına gitmiş. Selamlaşmış. Padişah, sormuş: — De bakalım, dileğin nedir? O da cevap vermiş ki: — Allah’ın emri, peygamberin kavliyle senin büyük kızına dünürüm. Padişah, o vakit: — Mademki sen Allah’ın emriyle kızıma dünürsün, ben de verdim gitti, demiş. Ertesi gün olmuş. Dev, gelip kızı götürmüş. Bir mağaradan içeri sokmuş. Kızı buraya koymuş, kendi gitmiş. Dev gittikten sonra kız bakmış ki bir ıssız yer. — Ya Rabbi! Bu neydi, benim başıma geldi, demiş. Akşam olmuş. Dev gelmiş: — Ne iş görüyorsun, diye hâlini, hatırını sormuş. O da: — İyiyim, demiş. Dev, bunun üstüne: — Ben şimdi gideceğim. Gelene kadar evi süpürürsün. Kapları yıkarsın. Oraya da kustum, onu da yersin, demiş, geçip gitmiş. Kız, dev gittikten sonra evi süpürmüş, kapları yıkamış. Sıra kusmuğa gelince: — Dev, benim yiyip yemediğimi nerden bilecek, demiş. Kusmuğu silip, süpürüp, kaldırıp çöplüğe atmış. Aradan biraz vakit geçtikten sonra dev gelmiş. Kıza sormuş: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Kapları yıkadın mı? — Yıkadım. — Pekiii!.. Oraya kustum. Onu yedin mi? — Yedim. Dev, bunu duyunca kusmuğa seslenmiş: — Kusmuğum nerdesin? Ses gelmiş ki: — Çöplüğün başındayım. O vakit kıza demiş ki: — Sen bana niye yalan söyledin? Hemen evden çıkıp doğru meşeliğe gitmiş. Çokça odun toplamış, getirmiş. Bir ocak yakıp kızı içine atmış. Kız, bütün bütüne yanmış gitmiş. Dev, kızı ateşten alıp ölüsünü yukarıdan bir çengele asmış. Tekrardan padişahın oraya gitmiş. Padişaha demiş ki: — Kızın halı dokuyor. Ortanca bacısını da istiyor. Padişah, bu sefer ortanca kızı devin yanına katmış, yola vurmuş. Dev, ortanca kızı alıp aynı mağaraya getirmiş. Kendi de dışarı çıkmış. Kız o yana, bu yana bakmış ki ablası yok. Bir de yukarı bakmış ki bacısı çengelde asılı duruyor. Korkusundan orada dört yerinden dudağı yarılmış, kanlar şırıl şırıl akmış. — Eyvah! Beni de böyle yapacak, demiş. Dev, dolanıp gelmiş ki kız bir köşede kıvrılmış, oturuyor. Kızın hâlini hatırını sormuş. Arkasından da ablasına dediklerini buna da demiş, gerisin geri gitmiş. Kız da evi süpürmüş. Kapları yıkamış. Kusmuğu da köz tavasına koyup götürmüş tandırın küflesine* atmış. Akşam olunca dev gelip demiş ki: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Kapları yıkadın mı? — Yıkadım. — Pekiii!.. Oraya kustum. Onu yedin mi? — Yedim. O vakit kusmuğa sormuş: — Kusmuğum nerdesin? Kusmuk da demiş ki: — Tandır küflesindeyim. Dev, bunu duyunca meşeliğe gitmiş, odun toplayıp onları da ocakta yakmış. Kızı içine atmış. Ortanca kız da ablası gibi ateşte yanmış. Dev, bunu da bacısının yanına asmış. Astıktan sonra tekrardan padişahın yanına gitmiş. Selamlaşıp demiş ki: — Bacıları halıyı bitirdiler. Hanayı* kesecekler. Küçük bacılarını istiyorlar. Padişah da: — Peki, götür, demiş. Kızı bunun yanına katıp yola vurmuş. Dev, küçük kızı da mağaraya getirmiş, koymuş. Kendi de çıkıp gitmiş. Kız, o gittikten hemen sonra bacılarına bakmış. Sağa bakmış, sola bakmış, bir de tepesinin üstüne bakmış ki ikisi de çengelde asılı duruyor. O vakit kendi kendine demiş ki: — Ben şimdi bunların neden öldüğünü anlarım. O sırada dev gelmiş. Kızın hâlini hatırını sormuş. Sonunda da bacılarına dediklerini ona da tembih etmiş, eşiğe çıkmış. Kız, dev çıktıktan sonra silmiş, süpürmüş, kapları yıkamış. Kusmuğa sıra gelince demiş ki: — Herhalde dev, bacılarımı bunun yüzünden yaktı. Hemen bir torba dikip kusmuğu da bu torbanın içine koymuş, yüreğinin başına asmış. Akşam dev gelmiş. Kızı karşısına almış. Demiş ki: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Kapları yıkadın mı? — Yıkadım. — Pekiii!.. Oraya kustum. Onu yedin mi? — Yedim. Dev, bunları duyunca kusmuğa seslenmiş: — Kusmuğum nerdesin? Kusmuk cevap vermiş ki: — Sıcak yürek başındayım. Dev, bunu duyunca keyiflenmiş. Kıza demiş ki: — Ben şimdi kırk gün uykuya yatacağım. Başını kızın dizine koyup uykuya yatmış. Yalnız, dev vakti gelmeyince uyanmazmış. Dev uyuyunca kız, devin kafasındaki fesi kaldırıp kırk tane anahtarı almış. Anahtarlarla teker teker kapıları açıp bakmış ki hepsinde de adam. Kapılar açılınca adamlar çıkıp kaçmışlar. Kız, bir kapıyı da açmış ki iki tane adam tahtayla sandık yapıyor. Adamlar kızı görünce demişler ki: — Sen ins misin, cin misin? Biz kırk senedir buradayız. Senden başkasını görmüş değiliz. Kız da olup biteni anlatmış. Anlatınca: — Ben sizi kurtardım. Siz de beni kurtarın, demiş. Onlar da: — Biz sana nasıl iyilik yapalım, deyince kız: — Bana bir sandık yapın. Bir de tahtadan tam tamına bir adam yapın. Kırk günlük de yiyecek bulun. Beni tahta adamın içine koyun, sandığı kilitleyin, denize atın, demiş. Adamlar sandığı da tahta adamı da yapmışlar. Sandığa kırk günlük azık koymuşlar. Kızı da tahtaya kapatıp denize atmışlar. Sandık, denizde gece gündüz gitmiş. Bir gün, denizin ortasındaki padişahın konağına kadar gitmiş. Bunu padişah görmüş. Hemen adamlarına emir vermiş ki: — Gidin, bakın. Bu gelen nedir? Cansa bana, malsa size. Adamlar, sandığın yanına gitmiş, tor atmışlar. Sandığı yukarı çekip padişahın yanına getirmişler. Sandığı açmışlar ki içinden bir tahta adam çıkmış. Tahtaya demişler ki: — Sen ne iş görürsün? Tahta da cevap vermiş: — Kaz yayarım, culuk* yayarım. Onlar da bu tahtayı kaz çobanı etmişler. Tahta, bir gün, beş gün, bu kazları yaymış. Bu deniz padişahının da bir oğlu varmış. Oğlan, kendi kendine demiş ki: — Ya! Bu tahta, kazları nasıl yayıyor? Ben bir saklanayım. Hemen gidip bir dereye saklanmış. Kız da buraya gelmiş. Hava da çok sıcakmış. Kız bunalmış, tahtadan çıkmış. Oğlan, bir de bakmış ki tahta yarıldı, ortasından ay gibi bir kız çıktı. Öyle bir kız, “Doğan aya, doğma ben doğacağım; çavan güne, çavma ben çavacağım” derdi. Kız, suya girince oğlan saklandığı yerden çıkıp doğru kızın elbiselerinin yanına gelmiş. Oradaki yüzüklerden birini alıp gerisin geri* saklanmış. Kız da suda yıkanıp çıkmış. Üstünü giyinmiş, bileziklerini, yüzüklerini takmış. Bir de bakmış ki sırça parmağının yüzüğü yok! O vakit: — Ya Rabbi! Burada kazlarla benden başkası yoktu. Acaba bu kazlar mı yuttu, demiş. Bıçağını çıkarıp kazları kesmiş. Hepsinin de kursaklarına bakmış ki hiçbirinde yok!.. O zamana kadar akşam olmuş. Kazların bir kısmı kalmış. Onları da ertesi güne bırakmış. Kestiği kazları sırtına almış. Geriye kalanını da önüne katıp götürmüş. Oğlan da bunları hep görmüş. Kız, kazları saraya getirmiş. Adamlar tahtanın önünü kesmişler: — Bu kazları niye kestin, demişler. O da: — Ne yapayım, zehirli ot yediler. Ben de kestim. Bunu padişahın oğlu duymuş. Yanlarına gitmiş. — Kestiyse kesti, ne var? Götürün, etini yiyin, demiş. Onlar çaresiz kalmış, ölü kazları alıp gitmişler. Biz haber verelim padişah tarafından... Bunlar, karı-koca, epeydir oğullarını evlendirmek istiyorlarmış. Oğlanın anası: — Padişahım! Gel, biz bunu, birine sorduralım. Bakalım ki kimde gözü varmış, demiş. Deli beslemeyi çağırıp öğütlemişler. Deli besleme de gidip oğlanın ağzını aramış. Oğlan da: — Ben, kapıdaki tahtayı alacağım. İster ki dünya güzeli olsun, başkasını almam, demiş. Deli besleme, duyduklarını padişaha gidip söylemiş. Padişah da demiş ki: — Yaa!.. Ne demek, olsun. Biz bir padişah olalım da böyle birini eve gelin getirelim. İns midir, cin midir? Belli değil. Mademki o, böyle diyor, biz artık onun ne hayrına, ne şerrine karışırız. Böyle deyip karşı çıkmışlar. Oğlan, anasını da babasını da dinlememiş, gidip tahtayı kendine almış, evine getirmiş. O vakit de bir düğün varmış. Tahtayı karşısına alıp demiş ki: — Şimdi, sen bu düğüne gideceksin. Üstündeki tahtadan çık. Babam da anam da ordalar. Seni görsünler. Kız, kabul etmemiş. — Nasıl olur? Allah beni de böyle yaratmış. Sen derinden çık, ben de tahtamdan çıkayım, demiş. Öyle deyince oğlan, parmağındaki yüzüğü göstermiş. Kız, yüzüğü görünce hemen tanımış. O vakit, olanı, biteni anlamış. Biz haber verelim devden... Dev, uykusundan kalkmış. Bakmış ki kız yanında yok. Hemen elindeki ip yumağını sara sara kızı takibe başlamış. Her yanı gezmiş. Oğlan, yatak odasında yüzüğü gösterdikten sonra, kıza: — Hadi tahtandan çık, demiş. Kız da başından ne geçtiyse hepsini anlatmış. Anlattıktan sonra: — Şimdi, ben bu tahtadan çıkarsam dev benim kokumu alır. Gelir beni bulur, demiş. Oğlan da: — Dev sana bir şey yapamaz. Bütün askerleri karşısına çıkarırım. Onu öldürürler. Senin yanına yaklaşamaz, demiş. O vakit, kız çaresiz kalmış, tahtasından çıkmış. Oğlana demiş ki: — Eğer ki benim tahtama bir keser vurursan geçip giderim. İzimi kaybederim. Oğlan da: — Keser vurmam, diye yemin etmiş. Kız, altınını, incisini takmış. Üstünü giymiş. Düğün yerine gitmiş. Kız oraya gidince oğlan, kızın tahtasını ateşe atıp yakmış. Kız, gerisin geri gelmiş ki oğlan tahtasını ateşe atmış. Kız ağlamış: — Eyvah! Sen bana düşmanlık ettin, demiş. Oğlanın anası da düğünden gelince deli beslemeyi karşısına almış, demiş ki: — Bizim oğlanın ettiğini beğendin mi? Bu niye böyle etti? Biz arar, en güzelini bulurduk. Gitti de kapımızdaki beslemeyi aldı. Deli besleme, oğlanın hizmetçisiymiş. Kızı, bu da görmüş. Oğlanın anasına demiş ki: — Gel, o kız burada. Sizi götürüyüm, kapının deliğinden bakın. Oğlanın anası, babası, bacıları bunu duyunca doğru deli beslemenin yanına düşüp dediği yere gitmişler. Kapının deliğinden bakmışlar ki düğünde gördükleri kız. Hemen: — Düğün başlasın, demişler. Düğün başlamış. Tam o gece de dev gelmiş. Ne var, ne yok, herkesin uykusunu bağlamış. Kız, sağa gitmiş, sola gitmiş. Ona, buna vurmuş, fakat hiçbiri uyanmamış. Kendini dışarı atmış. Bir de bakmış ki ak sakallı, kır atlı, kara yamşılı* bir pir, dede. Orada öylece duruyor. Kızı görünce: — Kızım, sen içeri gir, demiş. Kız da: — Ben nasıl içeri gireyim? Dev, beni öldürür, diyerek reddetmiş. Pir, demiş ki: — Sen içeri gir. Devi görünce boynuna sarıl. O vakit, devin elindeki yumak düşer. Sen hemen yumağı al, ateşe at. Kız, içeri girmiş. Deve sarılmış. Sarılınca elindeki yumak düşmüş. Hemen yumağı alıp ateşe atmış. Atınca herkes uykusundan kalkmış. Bir de bakmışlar ki dev, kızı parçalayacak. Hepsi de devin üstüne atılmış, devi parça parça etmişler. Tekrardan kıza, oğlana düğün yapmışlar. Kırk gün, kırk gece çalmış, oynamışlar. Onlar yedi, içti, muratlarına geçtiler. Siz de yiyip için, muradınıza geçin...   * ağırına: Zoruna. * küfle: Tandırdaki ateşin yanmasını sağlayan hava deliği. * hana: Halı, kilim ya da bez dokuma tezgâhı. * culuk: Hindi. * gerisin geri: Tekrar. * yamşı: Yağmur ve soğuktan korunmak için kıldan, keçeden yapılmış üst giysisi.
Kusmuk
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
OF DEDE Zamanın birinde fakir bir balıkçı varmış. Bu balıkçı deniz kıyısında karısı, kızlarıyla yaşarmış. Bunlar balıkların birazını yer birazını da satarlarmış. Balıkçı, bir gün büyük kızının nasibine niyet edip balığa çıkmış. Fakat hiç bir şey tutamamış. İkinci gün, ortanca kızın nasibine niyet etmiş, balığa çıkmış. Yine bir şey bulamamış. Üçüncü gün de küçük kızın nasibine niyet etmiş. Akşamaca* gezmiş dolaşmış; bir şey bulamamış. Sonunda yorulmuş, eve dönmeye karar vermiş. Eve dönerken bir ağaç kovuğuna oturmuş, yorgunluktan uzun bir “Offf!..” çekmiş. Tam o sırada bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir arap görünmüş. Adama bir kese altın vermiş. Demiş ki: — Bu altını al! Kızının bütün ihtiyaçlarını gör! Yarın akşam da kızı buraya getir! “Of!..” de, ben çıkarım. Fakir balıkçı şaşırmış. Doğruca eve gelmiş. Olanları karısına anlatmış. Sonra da kızın her türlü ihtiyacını görmüş; kızı alıp ağaç kovuğuna götürmüş. — Offf!.. demiş. Hemen arap çıkmış, balıkçıya: — İstediğin her zaman gelip kızını görebilirsin, demiş. Kızı da almış, kaybolmuş. Neyse, aradan uzun bir zaman geçmiş. Balıkçının kızını göresi gelmiş. Yine ağaç kovuğuna gitmiş, seslenmiş. Kızı gelince de kızını almış, eve gelmiş. Annesi kızının iyi olup olmadığını sormuş. Kız da: — Rahatım, iyiyim, demiş Bu kız, her gece bir bardak şerbetle karnını doyururmuş. Annesi demiş ki: — Bu şerbette bir şey var. Bir torba dikmiş, kızına vermiş: — Bu gece şerbeti içme! İçer gibi et, boynundaki bu torbaya dök, demiş. Kızıyla vedalaşmışlar; kız yerine gitmiş, annesi de evine gelmiş. Kız, o gece verilen şerbeti içmemiş. Beklemeye başlamış. Az sonra bir erkek gelmiş, koynuna girmiş. Kız, koynuna giren erkeği görmek istemiş. Başucunda yanan mumu almış ki, adamın yüzünü görsün… O sırada mumdan bir damla adamın yüzüne düşmüş. Öyle acı bir feryat etmiş ki, sesine arap gelmiş. Araba: — Al bu kızı götür, öldür! Kanlı gömleğini de bana getir, diye emretmiş. Arap, kızı alıp götürmüş. Öldürmeye kıyamamış; bir karga vurup fanilasını da o kana batırmış. Kız, bu kötü hadiseye çok üzülmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Gide gide yolu bir saraya düşmüş. Sarayda çalışmak istediğini söylemiş. Onlar da:  — Gelenin gidenin ayakkabısını çevirirsin” demişler. Kız kabul etmiş. Günler böyle geçip giderken kız, orda çalışanlara: — Padişahın karısı nerde, diye sormuş. Onlar da: — Padişahın karısı, oğlu kaybolduğundan beri hasta yatıyor, demişler. Kız: — Ben padişahın oğlunu bulabilirim, demiş. Ordakiler padişaha gidip kızın dediklerini anlatmışlar. Padişah da kabul etmiş. Kız: — Ama bir şartım var; bunun için padişahın karısının yanında yatmam lâzım, bir de üç gün mühlet isterim, demiş. Kızın istediklerini yapmışlar. Kız, padişahın karısının yanında yatıp beklemeye başlamış. Gece yarısına doğru bir arap gelmiş. Padişahın karısının yattığı yatağın altından bir anahtar almış, gitmiş. Kız da arkasından takip etmiş. Arap bir dehlizden içeri girmiş. Yüz elli, iki yüz merdiven aşağı inmiş. Bu sırada acı bir ses duyulmuş: — Yine mi geliyorsun arap! Arap yarım ekmek vermiş, bir de dövmüş. Kız, çok korkmuş; hemen yukarı çıkmış, yatağına yatmış. İkinci gün… Üçüncü gün… Böyle devam etmiş. Kız, padişahın huzuruna çıkmış: — Padişahım, arabı bir haftalık yola gönder, demiş. Padişah, kızın dediğini yapmış, arabı göndermiş. Sonra da padişahın karısını, padişahı, iki tümen de askeri getirmiş, dehlizden içeri sokmuş. Epey indikten sonra; “Yine mi geliyorsun Arap!..” diye aynı ses duyulmuş. Bunu duyan padişahın karısı bayılmış. Oğlanı alıp yukarı çıkarmışlar. Padişah, kıza: — Benim kızım olur musun, demiş. Kız, padişahın teklifini kabul etmemiş. Bir kese altın alıp saraydan ayrılmış. Arap, saraya gelince de kırk satıra verip parçalamışlar. Kız, az gitmiş, uz gitmiş, yine bir saraya varmış. Burada da padişah, bir kız istiyormuş, isteyen de yazılıyormuş. Kız da ne için istendiğini bilmiyormuş; ama yine de kendini yazdırmış. Meğer, padişahın kızını devlerin padişahının oğluna istemişler; onlar da vermemiş. Dev karısı da bu kıza büyü yapmış, delirtmiş. Padişahın kızı hem deliymiş, hem de insan eti yiyormuş. Onun için kızlar toplanıyormuş. Bu kızı, padişahın deli kızının yanına atmışlar. Kız bundan kurtulmak için çare düşünüyormuş. Bakmış ki, burada durmanın bir faydası yok, ordaki aletlerle yanındaki kayayı delmeye başlamış. Az sonra kaya delinmiş, uzaktan bir ışık görmüş. Işığa doğru gitmiş. Bakmış ki, dev karısı kazanda bir şey kaynatıyor. Hemen arkasına dolanmış, dev karısının memelerine sarılıp emmeye başlamış. Dev karısı: — Kızım sen benim memelerimi emdin, artık benim kızım oldun. Seni saklayım, şimdi kardeşlerin gelir de seni yerler, demiş. Dev karısı, kızı oğullarından saklamış. Oğlanlar gelince: — Burada bir insan eti kokuyor, demişler. Dev karısı olanları anlatmış, yine kazanın başına geçmiş. Kız çok merak etmiş. Dev karısına: — Böyle ne kaynatıyorsun, diye sormuş. Dev karısı da: — Padişahın kızını oğluma istedim. Onlar da kızı vermediler. Ben de büyü yaptım. Bu kazan kaynadıkça kız deli kalacak, demiş. Kız bir ara: — Anne sen çok yoruldun, biraz da ben kaynatayım, demiş. Dev karısı: — Ben uyurken gözlerim açık kalır, haberin olsun, demiş. Dev karısı uykuya geçince kız, kaynayan kazanı dev karısının başından aşağıya dökmüş. Sonra da beynini alıp padişahın yanına gitmiş. Bu padişah da: — Kızımı iyi ettin, benim kızım olur musun, demiş. Kızın aklına mum ile yaraladığı kocası gelmiş. İyileşmesi için devin beyninin lâzım geldiğini hatırlamış. Bu yüzden padişahın teklifini kabul etmemiş. Kız beyni almış, yola düşmüş. Kocasının sarayına gelmiş. Önce arabı bulmuş, beyni ona vermiş. Padişahın oğlu iyileşmiş. Araba: — Keşke karımı öldürmeseydin, demiş. Bunu duyan kız, hemen kocasının yanına gitmiş: — Ben sağım, ölmedim, demiş. Yeniden evlenmişler. Yiyip içip muratlarına geçmişler.   * akşamaca : akşama kadar
Of Dede
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAH VE ÜÇ OĞLU Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda uzak memleketlerin birinde bir padişah ve üç oğlu yaşarmış. Bu Padişah’ın sarayının avlusunda bir elma ağacı varmış. Bu ağaçta üçten fazla elma olmazmış. Bu elmaları da dev gelir yermiş. Birgün Padişah hastalanmış. O devirin Lokman Hekimi bile Padişah’ın derdine derman bulamamış. Yalnız ülkenin bir falcısı varmış: “Padişah’ın bahçedeki elmadan yerse, iyi olacağını” söylemiş. Bunun üzerine önce Padişah’ın büyük oğlu elma ağcının altında nöbet tutmuş. Fakat gece yarısı uykusu gelmiş, ağacın altında uyumuş. O uyuyunca da dev gelmiş, elmayı alıp gitmiş. Sabah olmuş, Padişah’ın oğlu kalkmış ki, ağaçtaki elmanın biri yok… Ertesi gün sıra ortanca oğlana gelmiş. Onun da gece yarısı abisi gibi uykusu gelmiş, uyumuş. Sabah kalkınca bakmış ki, elmanın biri daha gitmiş. Artık Padişah umudunu kesmiş. En küçük oğlu; -Babacığım, bugün nöbet sırası bende, demiş. Fakat Padişah bu oğlundan da umutsuzmuş. Gönlü kırılmasın diye isteğini kabul etmiş. Küçük oğlan babasından bir okka tuz istemiş. Tuzu almış, ağacın dibine gelmiş. Gece yarısı uykusu gelince elini kesmiş, kestiği yere de tuz basmış. Yaranın sızısından bir türlü uyuyamamış. O sırada dev elmayı almaya gelmiş. Oğlan kılıcını çekmiş, devi yaralamış. Dev de elmayı almadan gitmiş. Sabah olunca oğlan elmayı almış, babasına getirmiş. Babası elmayı yemiş, yine eski sıhhatine kavuşmuş. Fakat ağabeyleri bunu çekememişler. Onu öldürmek için devi öldürmeyi söylemişler. Kan izlerini sürerek hep beraber bir kuyunun başına gelmişler. Sırası ile kuyuya inmişler. Büyük ve ortanca kardeş bir bahane uydurarak kuyudan çıkmışlar. Küçük oğlan; -Ben yandım desem de, üşüdüm desem de beni kuyuya sallayın, demiş. Oğlan kuyuya inmiş. Büyük bir kapıdan içeri girmiş, karşısına üç tane kapı çıkmış. Birinci kapıyı açmış ki; altın tepsi içinde tazı tavşanı kovalıyor. İkinci kapıyı açtığında; fındık kabuğu içinde bir elbise… Üçüncü kapıyı açtığında da dev ile üç kız… Kızlar oğlana; -İnsanoğlu, buraya nasıl geldin? Çabuk buradan git! Dev bugün yaralı geldi, seni yer, demişler. Oğlan da; -Ben sizi kurtarmaya geldim, demiş. Demesiyle de elindeki kılıcı devin boynuna vurmuş, devin kafasını gövdesinden ayırmış. Dev; -İnsanoğlu, bir daha vur, demiş. Oğlan da; -Ben anamdan bir kere doğdum, daha vurmam, demiş. Kızları alarak kuyunun dibine gelmiş. Kardeşlerine bağırmış, ipi çekmelerini söylemiş. İlk önce büyük kız yukarı çıkmış. Arkasından, ortanca kız dışarı çıkmış. Sıra küçük kıza gelince kız, saçından iki tel koparıp oğlana vermiş; -Darda kalırsan bunları birbirine sürt! O zaman iki koyun çıkar; birisi ak, birisi kara… Bunlardan ak koyuna binersen ışık dünyaya çıkarsın. Kara koyuna binersen yedi kat yerin dibine gidersin, demiş. Küçük kız da dışarı çıkmış. Sıra oğlana gelmiş. Oğlan kuyunun yarısına gelince ağabeyleri ipi kesmişler. Tekrar kuyuyu düşmüş. Düşer düşmez de şaşırmış. Aklına, kızın verdiği iki tel saç gelmiş. Kızın verdiği saçları birbirine sürtünce iki tane koyun gelmiş. Oğlan yanlışlıkla kara koyuna binmiş. Kara koyun, onu yedi kat yerin dibine götürmüş. Burada hangi eve misafir olmak istemişse de kimse kabul etmemiş. En sonunda bir evin kapısını çalmış. Kapıya yaşlı bir kadın çıkmış. Ona bir kese altın vermiş, kendisini misafir etmesini söylemiş. Kadın, oğlanı içeri almış. Biraz dinlendikten sonra kadından su istemiş. İhtiyar kadın; -Buralarda su akmıyor oğlum. Ben ihtiyarım dolduramıyorum. Burada suyun başını bir dev tutmuştur. Ona her gün bir kurban veririz. O kurbanını yiyinceye kadar bizler suyumuzu doldururuz.. Bugün de sıra Padişah’ın kızında… Onu yiyecek. Kim kurtarırsa, Padişah onu mükâfatlandıracak, demiş. Bunun üzerine oğlan evden çıkmış, suyun başına gelmiş. Padişah’ın kızı da suyun başındaymış. Biraz sonra dev gelmiş. Kendi kendine; “Bugün de nasibim çift çıkmış.” diye sevinmiş. Tam Padişah’ın kızını yiyeceği sırada oğlan kılıcını çekmiş, devi bir vuruşta yere sermiş. Padişah’ın kızı hemen yere eğilmiş, parmağını devin kanına batırmış, oğlanın alnına sürmüş. O anda, bütün sular da akmaya başlamış. Oğlan oradan ayrılmış, eve gelmiş. İhtiyar kadının olan bitenden haberi olmadı için; -Oğlum, bu gün yiğit bir çocuk devi öldürmüş. Padişah o çocuğu mükâfatlandıracak, sen de git! Belki talih kuşu sana konar, demiş. Oğlan, kadını kırmak istememiş. Kalabalığın arasına dalmış, sarayın avlusuna girmiş. Padişah ile kızı, devi öldüren yiğidi arıyorlarmış. Sıra oğlanın tarafına gelmiş. Padişah’ın kızı oğlanı görünce tanımış. Babasına; -Baba, işte beni kurtaran yiğit, demiş, oğlanı göstermiş. Padişah oğlana; -Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da; -Sağlığını Padişah’ım, demiş. Padişah yine de; -Bunu hazineye götürün, istediği kadar altın alsın, demiş. Oğlan hazineden yalnız bir kese altın almış. Onu da götürmüş, ihtiyar kadına vermiş. Sonra da ihtiyar kadından müsaade istemiş, ordan ayrılmış. Epey bir zaman yol gittikten sonra bir ağacın gölgesinde uykuya dalmış. Tam uykunun tatlı zamanı acı acı öten kuşların sesine uyanmış. Bir de bakmış ki; bir yılan ağaca tırmanıyor. Hemen kılıcını çekmiş, yılanı başından ikiye ayırmış. Oğlan tekrar uykuya dalmış. Tam o sırada kuşların anası olan Zümrüdüanka kuşu oğlana saldırmış. Yavru kuşlar feryat etmişler. Annelerine; -Onu öldürme! Bizi o kurtardı, demişler. O zaman oğlan uyanmış. Başındaki kocaman kuşu görünce şaşırmış. Kuş oğlana; -Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da; -Beni ışık dünyaya çıkarmanı dilerim, demiş. O zaman kuş; -Bunu yaparım; ama ben çok ihtiyarım. Yine de kırk kilo et, kırk kilo şarap al, demiş. Oğlan Padişah’ın yanına gitmiş, kuşun istediklerini ondan istemiş. Padişah hepsini yerine getirmiş. Oğlan tekrar kuşun yanına gelmiş. Kuş; -Ben “Gak!” dedikçe et, “Guk!” dedikçe de şarap vereceksin, demiş. Hazırlıklar tamam olmuş. Oğlan kuşun sırtına binmiş. Yol boyunca kuş ne dediyse yapmış. Bir zaman sonra, et bitmiş. Kuş et isteyince de oğlan bacağından bir parça et kesmiş, kuşa vermiş. Kuş, bunun insan eti olduğunu anlamış, bunu dilinin altında saklamış. Artık hiç bir şey istememiş. Işık dünyaya geldikleri zaman kuş oğlana; -İşte istediğin oldu, hadi yürü bakalım, demiş. Oğlan yürürken topallamaya başlamış. O sırada kuş ağzındaki eti çıkarmış, oğlana vermiş. Oğlan da eti bacağını yapıştırmış, kuş da uçmuş gitmiş. Oğlan orada bir çobana rastlamış. Ondan bir koyun almış, kestirmiş. Etini çobana vermiş, karnını da temizleyip başına geçirmiş, keloğlan olmuş. Artık sıra iş bulmaya gelmiş. Babasının sarayında çalışmaya başlamış. O gün Padişah ülkenin kuyumcularına; “Altın tepsi üzerinde tazı tavşanı kovalıyor yapılacak!” diye emretmiş. Keloğlan bütün kuyumcuları gezmiş. Her nereye gitti ise, eli boş dönmüş. En sonunda bir kuyumcu dükkânına uğramış. Kuyumcuya; -Usta beni çırak al, ben yaparım, demiş. Kuyumcu da; “Bunda bir iş vardır.” diye oğlanı işe almış. O gün bir de cirit varmış. Cirit de Padişah’ın büyük oğlu koşacakmış. Oğlan ustasına; -Usta beni de ciride götür, demiş. Usta da; -Senin ne işin var, sen dükkânı temizle, demiş. Bunlar gittikten sonra oğlan cebinden kızın verdiği iki tel saçı çıkarmış, birbirine sürtmüş. Birden bir Arap çıkmış. Arap oğlana; -Dile benden dileğini, demiş. Oğlan; -Her şeyi al olan bir atla, altın tepsi üstünde tazı tavşanı kovalasın istiyorum demiş. Oğlanın bu isteği yerine gelmiş. Oğlan başındaki karını çıkarmış, tanınmaz bir hale gelmiş. Arap’ın getirdiği al ata binmiş, cirit yerine varmış. Cirit başlamış. Oğlan birinci turu tamamladıktan sonra atıyla Padişah’ın büyük oğlunu öldürmüş, ortadan kaybolmuş. Tekrar dükkâna gelmiş, eski haline dönmüş. Az sonra ustası gelmiş. Ustasına; -İşte usta, altın tepsi üstünde tazı tavşanı kovalıyor yaptım. Ciritten ne haber, demiş. Ustası da; -Keloğlan hiç sorma! Bir çocuk atıyla Padişah’ın büyük oğlunu öldürdü, demiş. Oğlan; -Peki usta, bana müsaade, demiş. Ustası; -Doğrusu böyle çalışkan bir çocuğu bırakmak istemem. Ama ister burada kal, istersen git, demiş. Oğlan oradan ayrılmış. Padişah o gün de terzilere; Fındık kabuğu içinde elbise…” yapılmasını emretmiş. Oğlan bunu duyunca terzinin birinin yanına gitmiş: -Usta beni çırak al, demiş. Terzi de; -Git be! Kel kafanla mı uğraşayım ben senin, demiş. Oğlan başka bir terziye gitmiş yalvarmış. Terzi; -Bunda bir iş vardır, diye oğlanı işe almış. Keloğlana; -Ben ciride gidiyorum. Ben ciritteyken buraları temizle, demiş. Oğlan; -Usta beni de götür, demiş. Ustası da; -Sen işini gör, cirit senin neyine? At, bir yerine vurur, demiş. Terzi çıkıp gitmiş. Oğlan yine iki tel saçı çıkarmış, sürtmüş. Arap gelmiş; -Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan bu sefer de her şeyi beyaz olan bir at ile fındık kabuğunda bir elbise istemiş. Bunlar yerine geldikten sonra oğlan cirit oynanan yere gelmiş. Cirit başlayınca, birinci tur tamamlanacakken bu sefer de ortanca kardeşini öldürmüş. Oğlan olduğu yerde durmuş. Padişah; -Yakalayın şunu, diye emretmiş. Hemen oğlanı yakalayıp Padişah’ın huzuruna getirmişler. Padişah idam sehpasını hazırlatmış. Oğlana; -Ölmeden evvel bir arzun var mı, diye sormuş. Bunun üzerine oğlan, başından geçenleri bir bir anlatmış. Hem Padişah, hem de kurtardığı kızlar bunun kim olduğunu öğrenmiş. Padişah, sevincinden düşüp bayılmış. Onu ayıltmışlar. Padişah, küçük kızla oğlunu evlendirmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmış, muratlarına ermişler.
Padişah ve Üç Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN YEDİ OĞLU Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişahın yedi oğlu varmış. Padişah, zevk, sefa içinde olduğu için oğullarını unutmuş. Bu oğlanlar büyümüş, evlenme çağına gelmişler. Oğlanların en küçüğü yirmi beş yaşındaymış. Bir gün oğulların yedisi de toplanmış. Büyük oğlan: — Kardeşlerim, bizler evlenip murat alamadık. Babamız bizi unuttu. Bari yaşı geçmeyenleri evlendirmesini babamızdan isteyelim, demiş. Fakat doğrudan babalarına çıkmak ayıp olduğu için bu isteklerini nasıl anlatacaklarını düşünmeye başlamışlar. Kardeşlerden biri demiş ki: — Kardeşlerim, hepimizi temsil etmek üzere birer karpuz alalım. Öyle ki en gencimizin karpuzu en sağlam olsun. Öbürlerininki de gittikçe bozulmuş, vakti geçmiş karpuz olsun. Bunları gönderelim, demiş. Bir gün, babaları toplantıda iken yedi tane karpuz göndermişler. Babaları, çocuklarının bu hediyesine çok sevinmiş. Oradakilerle karpuzları yemeye başlamışlar. Birinci yenmiş, ikinci yenmiş, üçüncü yenmiş... Dördüncü, beşinci de çürükler artmış. Altıncı, yedincinin çürüğü daha fazlaymış. Padişah, buna çok sinirlenmiş. Çocuklarını cezalandırmak istemiş. Padişahın veziri söz almış: — Padişahım, sizin çocuklarınız büyüdü. Siz bunları evlendirmediniz. Onlar da gönderdikleri bu karpuzlarla vakitlerinin geçtiğini söylemek istiyorlar, demiş. Padişah hak vermiş. — Mademki sen bunu aklınla çözdün, oğullarımın arzularını bana bildirdin, ben de bunların evlenme işini sana veriyorum. Fakat oğullarıma alacağın kızlar, bir ananın, bir babanın yedi kızı olsun. Sana istediğin kadar para, at, köle... Kırk gün de mühlet veriyorum. Kırk gün zarfında oğullarım evlendi, evlendi... Şayet evlenmezse seni cellada veririm, demiş. Vezirin canı sıkılmış: — Padişahım, beni bağışla, Bir ananın, bir babanın yedi kızını kırk günde nasıl bulurum, demiş. Padişah: — Hayır, bu işi sen yapacaksın, demiş. Ertesi gün vezir, tebdil-i kıyafet edip bir at, biraz da azık almış, yola çıkmış. Gitmiş, gitmiş... Günlerce memleket memleket dolaşmış. Bir türlü onun istediği bir anadan, bir babadan olma yedi kızı bulamamış. Bir gün, yolu bir köye düşmüş. Köyün kahvesinde otururken oradakilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş. İki köylü, kendi aralarında o civarın zenginlerinden Kürt Mehmet’in yedi kızından söz ediyormuş. Vezir, bunu duyunca yanlarına gitmiş, bu adamın yerini öğrenmiş. Yola çıkmış, sora sora Mehmet Bey’in evini bulmuş. Kızlarına, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile dünür olmuş. Mehmet Bey de kızlarını padişahın oğullarına vermeye razı olmuş. Vezir sevinerek ülkesine dönmüş, haberi padişaha iletmiş. Padişah, yedi oğlunu yanına almış, düğün otağını Mehmet Bey’in bulunduğu yere kurdurmuş. Kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Evliler gerdeğe girmişler. Birkaç gün sonra ülkelerine dönerken padişah bakmış ki Mehmet Bey ile karısı ağlıyor. Padişah, onlara: — N’oldu? Niye ağlıyorsunuz, diye sormuş. Mehmet Bey: — Padişahım, kızlarım gidiyor. Biz burada yalnız kaldık. Bu kadar malımız, mülkümüz var. Kime kalacak? Hiç olmazsa bir oğlumuz olsaydı, demiş. Bunun üzerine padişah, küçük oğlu Ali’yi onlara oğulluk vermiş. Mehmet Bey’le karısı, buna çok sevinmiş. Küçük kızıyla Ali’ye yeniden düğün yapmış. Olacak bu ya, düğünün kırkıncı günü Ali ölmüş. Düğün evi, yasa bürünmüş. “Ne yapalım, ne edelim?” derken cenazenin memleketine gönderilmesine karar vermişler. Bir kervan kurmuşlar; Ali’nin tabutunu da bir deveye bağlamışlar, muhafızlarla yola çıkmışlar. Kervan gide gide bir boğaza gelmiş. Boğazda aniden bir fırtına başlamış. Ortalık toz duman olmuş, her bir şey bir yana dağılmış. Fırtına birkaç saat sürmüş, dinmiş. Kervandakiler bakmışlar ki tabutu götüren deve yok! Aramışlar taramışlar deve de yok tabut da! Her yeri karış karış aramışlar, ama tabutu bulamamışlar. Kervan geri dönüp Mehmet Bey’in yurduna gelmiş. Ali’nin nişanlısı, hem Ali’nin ölümüne hem de tabutun kaybolmasına çok üzülmüş. Bakmış ki üzülmekle olmuyor, tabutu aramaya karar vermiş. Yanına altın almış, yiyecek almış; erkek kılığına da girmiş, yollara düşmüş. Ülke ülke dolaşmış. Ne tabuta ne de tabutu görene rastlamış. Artık iyice ümidini kesmiş. Ali’nin hayrına bir imaret yaptırmaya karar vermiş. En son vardığı memlekette bir imaret yaptırmış. Buraya gelen herkes yıkanmış, yedirilip içirilmiş, kimisine de elbiseler verilmiş, İsteyen istediği kadar kalmış. Bunlar, duyduklarını, başından geçenleri kıza anlatırlarmış. İmarethanenin ünü, memleketin her tarafına yayılmış. İmarethanenin medhini duyan iki fakir arkadaş da buraya gelmişler. Bunlardan biri kör, biri de topalmış. Topal olanın iki bacağı birden yokmuş. Kör, topalı sırtına almış, topal da yolu tarif etmiş. Böylece imarethanenin yolunu tutmuşlar. Epey yol gittikten sonra bir yerde mola vermişler. Yemişler, içmişler, yola devam etmişler. Topal sırtta giderken uykusu gelmiş, uyumuş. Rüyasında bakmış ki bir uçurumdan uçmalarına az bir şey kalmış. Birden uyanıp kendini geri atmış. Bir de ne görsün, sahiden uçurumun kenarında değil mi? Uyanmasa ikisi de uçurumdan aşağı gidecek. Körle kavga etmiş. Kör bir yana çekilmiş, topal bir yana çekilmiş. “Kör inadı” derler ya... Topal ne kadar yalvardıysa da körü götürmeye razı edememiş. Topal da ne yapsın? Sürüne sürüne, yuvarlana yuvarlana tek başına yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Az ileride surlarla çevrili bir bahçe görmüş. Burayı Ali’nin imarethanesi sanmış. Kapıyı aramış, bulamamış. Sonunda bir su sızıntısını takip ederek bahçeye girmiş. Bakmış ki burası imarethane değil! Güllük gülistanlık bir yer... Kendi kendine; “Benim burada yerim yok!” deyip çıkacağı sırada bir kız görmüş. Hemen orada bir yere saklanmış. Kız, upuzun, hiç eğrisi olmayan dümdüz bir ağacın önüne gelmiş. Ağaca bir şeyler söyleyince aşağıya bir tabut inmiş. Kız, tabuttaki ölüyü sihirle diriltmiş. Ona: — Çabuk söyle! Beni seviyor musun, sevmiyor musun, diye sormuş. Tabuttaki erkek de: — Hayır, demiş. Kız, büyüyle tabutu tekrar ağacın tepesine koymuş. Topal, kız gittikten sonra saklandığı yerden çıkmış, arkadaşı körün yanına gitmiş. Körün yanına varınca ona yalvarmış, yakarmış. Onu imarethaneye götürmeye razı etmiş. Gide gide imarethaneye varmışlar. Yıkanmışlar, yemiş, içmişler. Yatma zamanı gelince kız önce körün yanına gitmiş. Köre: — Kardeşim, sen şimdiye kadar neler gördün, neler duydun? Niçin kör oldun, diye sormuş. Kör de şimdiye kadar gördüğünü, duyduğunu kıza anlatmış. Kız, daha sonra topalın yanına gitmiş. ona da aynı şeyleri sormuş. Topal da buraya gelmeden önce gördüğü surları, bahçeyi, kızı, ağacın tepesindeki tabutu, burada olup biteni tek tek anlatmış. Kız: — Gördüğün o bahçenin yerini bulabilir misin, diye sormuş. Topal da: — Bulurum herhâlde, demiş. Kız, hazırlık yapmış, topalla beraber yola çıkmış. Surlarla çevrili bahçeye gelmişler. Kız, bahçeden içeri girmiş. Topal da kızın atını, altınını, erzakını almış, kaçmış. Bahçeye giren kız, doğruca topalın dediği ağaca tırmanmaya çabalamış. Az sonra öbür kız gelmiş. Meğer bu kız, bir peri kızıymış. Peri kızı gidince tekrar ağaca çıkmaya çabalamış. Elbisesi, üstü başı yırtılmış, ama sonunda ağacın başına çıkmış. Tabutu açmış, Ali ile konuşmuş, oynamış, gülmüş. Peri kızı gelince bu kız yine saklanmış, ama peri kızı bahçede başka birinin olduğunu anlamış. Bahçeyi sihirle başka yere taşımış. Kız burada kalmış. Bakmış ki topal da yok, at da yok; yürüye yürüye buradan ayrılmış. Biraz gittikten sonra bir adaya varmış. Oradan yabani yemiş toplamış, gölden su içmiş. Oraya bir sığınak yapmış, bu sığınağın içine girmiş. Üstü başı yırtık olduğu için açık yerlerini yaprakla örtmüş. Bir gün bir çoban, koyunlarını sulamak için o göle indirmiş. Adada bu kızı görmüş, yanına gitmiş. Kıza: — Sen buralarda ne arıyorsun diye sormuş. Sonra da: — Eğer istersen seni evime götüreyim. Benim “dünya ahiret bacım” olursun, demiş. Kız, çobanın teklifini kabul etmiş. Çoban bunu almış, evine getirmiş. Karısına da olan biteni anlatmış. Artık bunlar, iki iken üç olmuşlar. Kız, çobanın karısına gergef öğretmiş. Beraberce gergef işleyip satıyorlarmış. Böyle yapa yapa zengin olmuşlar. Bir gün bu ülkenin padişahı, ülkesini gezeceğini, gece saat sekizden sonra ışığı yanan görürse ceza alacağını söylemiş. Tebdil-i kıyafet edip ülkesini dolaşmaya çıkmış. Çobanın karısı ile bu kız gergef işlemekten saati unutmuşlar. Padişah, bunların evindeki ışığı görünce çobanın evine gelmiş. Pencereden bakmış ki bir güzel kız oturuyor. Hiçbir şey söylemeden sarayına dönmüş. Ertesi gün, çobanı huzuruna çağırtmış: — Evindeki o kız, kimin neyi? Onu çok beğendim, kendime alacağım, demiş. Çoban buna razı olmamış. Bu arada kız, bir oğlan çocuğu doğurmuş, adını da babasının adı olan Ali’yi koymuşlar. Ali biraz da büyümüş. Padişah, bu kızı iyilikle alamayacağını anlamış, vezirine danışmış. Vezir: — Padişahım, biliyorsun ki ülkenizin yakınında bulunan, ordunuzun yenemediği bir dev var. Çobandan bu devin kılıcını iste! O zaman dev, çobanı öldürür, siz de kızı alırsınız, demiş. Padişah, vezirin dediklerini çobana söylemiş. Çoban ağlayarak eve gelmiş. Karısına, bacısına olan biteni anlatmış. Ali de bunları dinliyormuş. Hemen çobana: — O kılıcı ben getirebilirim, demiş. Çoban da annesi de: — Sen daha beş yaşında bir çocuksun. Devden kılıcı nasıl alırsın, gitme, demişler. Ali diretmiş, gitmeye hazırlanmış. Hazırlıkları tamam olunca yola düşmüş. Yolda giderken bir ihtiyar görmüş. İhtiyar, atını otlatıyormuş. Ali, onun yanına varmış. İhtiyar, Ali’ye: — Böyle nereye gidiyorsun yavrum, diye sormuş. Ali de: — Devin yanına gidiyorum, demiş. İhtiyar, bunu duyunca: — Oğul! Mademki gideceksin, benim atıma bin de git! Hem de devin gözleri açıksa dev uyuyordur, kapalıysa uyumuyordur. Kılıcı o uyuduğu zaman alırsın. Yalnız, benim atım delidir, gözünü yum, demiş. Ali, ihtiyarın dediklerini kabul etmiş. Onun atına biner binmez gözlerini yummuş. At, bir kişnemiş ki Ali’yi anında devin inine götürmüş. Ali attan inmiş, gizlice devin yanına varmış. Bakmış ki devin gözleri açık. “Ha!” demiş içinden; “Demek ki uyuyor!” Usulca kılıcı almış, hemen devi orada öldürmüş. Tekrar ata binmiş, ihtiyarın yanına varmış. Atı ihtiyara teslim etmiş. Devin kafasını sürüye sürüye evin yoluna düşmüş. Çoban, Ali’nin getirdiği kılıcı almış, kendi getirmiş gibi padişaha götürmüş. Padişah bu sefer çobandan peri bahçesinden bir gül getirmesini istemiş. Çoban yine ağlamaya, sızlamaya başlamış. Eve gelmiş; padişahın isteğini karısına, bacılığına* söylemiş. — İsteğinin yeri bile belli değil. Ben o bahçeyi nasıl bulurum, o gülü nasıl getiririm, diye sızlanmış. Ali: — Ben onu da getiririm, demiş. Yine hazırlık yapmış, yola düşmüş. Yolda yine o ihtiyara rastlamış. Onun atına binmiş, doğruca peri bahçesine varmış. Orada istediği kadar gül toplamış. Bu sırada peri kızıyla Ali konuşuyorlarmış. Peri kızı, yıllarca yalvardığı hâlde Ali’yi bir türlü razı edememiş. Şimdi de bahçedeki küçük Ali’yi görünce artık ona yalvarmaktan vazgeçmiş, Ali’ye de izin vermiş. Ali, oğlunu almış; ata binmiş, ihtiyarın yanına varmışlar. Atı ihtiyara vermiş, evin yolunu tutmuşlar. Bir müddet sonra çobanın evine gelmişler. Bu sırada padişah ölmüş. Ali, o ülkenin padişahı olmuş, çobanı da kendine vezir yapmış. Kız ile evlenmiş, muradına ermiş...   * bacılık: Kız kardeş yerine konulan, kız kardeş sayılan.
Padişahın Yedi Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
PERİ PADİŞAHININ OĞLU Evvel zamanlarda bir Padişah’ın bir kızı varmış. Bu kız on dört yaşına girmiş. Günlerden bir gün has bahçede, havuz başında oturmuş, gergef işlerken; parmağındaki yüzüğü çıkarmış, gergefin üstüne koymuş. Öteden bir güvercin gelmiş, yüzüğü kapmış gitmiş. Kız da bu güvercine bin can ile âşık olmuş. Kız ertesi gün yine bahçede gergef işlerken, bu sefer de kolundan bileziğini çıkarmış. Gergefin üstüne koyar koymaz; güvercin gelmiş, almış, gitmiş. Kız artık güvercinin derdinden dolayı yemeden içmeden kesilmiş, güvercine âşık olmuş. Her gün gergefini alıp bahçeye çıkıyormuş. Her seferinde de; “Güvercin acep bir daha gelecek mi?” diye düşünceye dalarmış. Yine bir gün gergefini almış, bahçeye çıkmış. İşlediği çevreyi gergeften sökmüş, yanına koymuş. “Güvercin gelecek mi, gelmeyecek mi?” diye düşünceye dalmış. Tam o sırada güvercin gelmiş, çevreyi kapmış, kaçmış. Kız da ağlayarak saraya gitmiş, sarhoş gibi düşmüş, yatmış. Dadısı gelmiş. Kızın yattığını görünce meraklanmış: -Aman sultanım, size ne oldu? Sizi çok kötü gördüm, demiş. Kız da; -Aman dadı sorma? Ben de bilmem ne olduğumu. Birkaç gündür iyi değilim, çok hastayım, demiş. Bunun üstüne dadısı; -Şimdi şah baban duyarsa çok merak eder, demiş. Dadı kızın haline çok üzülmüş; “Ben bunu Padişah’a demezsem; sonra benim yakamı tutar. İyisi mi gidip söyleyim de kızına bir çare bulsun:” diye düşünmüş. Sonra da Padişah’a gitmiş, durumu anlatmış. Padişah çok şaşırmış. Hemen kızın yanına gelmiş. Hekimlere emirler vermiş. Fakat bir çare bulamamışlar. Herkes çok üzülmüş, bir çare düşünmeye başlamışlar. Derken vezirin aklına bir şey gelmiş. Hemen Padişah’ın huzuruna çıkmış; -Ey Padişah’ım, bu senin kızının hastalığına çare; hekimle hocayla bulunmaz. Sen bir hamam yaptır, herkes gelip orda parasız yıkansın. Hamama her gelen de başından geçenleri anlatsın, gitsin. Belki bu yolla kızının derdinin çaresi bulunur, demiş. Padişah hemen adamlarına; bir hamam yapmalarını emretmiş. Herkese de bildirmiş ki: “Bu hamama her kim gelirse; gözleri kör ise açılır, kel gelirse iyi olur. Hem de parasız yıkansınlar!” Duyan işiten hamama gelmeye başlamış. Hamam da hem yıkanıp, hem de başından geçenleri anlatıp gidiyorlarmış. Keloğlan da bu hamamın ününü işitmiş. Onun bir de kötürüm anası varmış. Bir gün anasına; -Ana, Padişah bir hamam yaptırmış; her kim yıkanırsa iyi olurmuş. Haydi seni de götüreyim, demiş. Anası; -Hadi oradan! Ben oturduğum yerden kalkamıyorum, oraya nasıl gideyim, demiş. Keloğlan; -Ben seni sırtıma alıp götürürüm, demiş. Keloğlan anasının gönlünü etmiş. Onu sırtına almış, yola düşmüş. Giderken Keloğlan’ın aklına esmiş; -Ana sen burada biraz otur da, ben varıp bir su içeyim, demiş. Anasını oraya oturtmuş; öteye beriye gitmiş. içecek bir su bulamamış. Bira daha gitmiş. Bakmış ki, bir horoz sırtında kırbayla* çeşmeden su çekiyor. Keloğlan bunu görünce; “Acaba bu horoz kırbayla suyu nereye götürüyor?” diye horozun arkasına düşmüş. Bir de bakmış ki büyük bir kale… Kale duvarının dibinde küçük bir delik… Horoz o delikten içeriye girmiş. Her nasıl olduysa Keloğlan da o delikten içeriye girmiş. Bakmış ki, büyük bir saray… “İçinde de hiç kimse yok…” demeye kalmamış büyük bir odaya girmiş; “Bunların elbet bir adamı vardır. Hele şuraya bir saklanayım.” demiş. Odanın içindeki dolaba girmiş, saklanmış. Biraz durduktan sonra üç tane güvercin gelmiş. Güvercinler silkinmişler, üç tane güzel kız olmuşlar; “Geç kalmışız. Şimdi şahımız gelir. Haydi yemekleri hazırlayalım.” demişler. Bunlar iş yapmaya başlamışlar; kimi ortalık süpürmüş, kimi tabla ile yemek getirmiş. Bunlar gitmeye kalmadan Keloğlan’ın karnı acıkmış. Yemekleri görünce dayanamamış; “Aman kim görecek? Şu güzel yemeklerden biraz yiyeyim:” demiş. Dolaptan çıkmış, elini uzatıp yemek alayım derken; elinin üstüne bir kere vurulmuş. Birden Keloğlan’ın eli şişmiş. Bu sefer de öbür elini uzatmış. Ona da bir tokat vurulunca, yemek yemekten vazgeçmiş gene dolaba girmiş. Bir de akşam olmuş… Bir güvercin gelmiş; silkinmiş bir delikanlı olup çıkmış. Keloğlan, seyretmekte olsun, oğlan tabladaki yemekleri bir güzel yemiş. Sonra da kalkmış. bir çekmece açmış. Çekmeceden bir yüzük, bir bilezik, bir de çevre çıkarmış; “Ah Nigârım! Bu yüzüğü taktığın eller, bu bileziği taktığın kollar sağ mı?” diye ağlamış. O çevreye de gözyaşlını silmiş, yine çekmeceye koymuş, kilitlemiş, yatmış. Keloğlan şaşırıp kalmış; “Aman sabah olsa da şurdan bir kurtulsam!..” diye düşürken uykuya dalmış. Sabah olmuş… Oğlan yine güvercin olup gitmiş. Keloğlan etrafı dinlemiş, sarayda kimsenin olmadığını anlayınca girdiği delikten çıkmış. Doğruca anasının yanına varmış. Meğer anası da sabaha kadar ağlamış. Neyse uzatmayalım… Keloğlan yine anasını sırtlanmış, doğru hamama götürmüş. Bunlar hamamda bir güzelce yıkanmışlar. Anası kötürümlükten kurtulmuş, Keloğlan’ın da keli iyi olmuş. Hamamdan çıkacakları sırada; “Gelin, başınızdan geçenleri anlatın da öyle gidin.” diyerek Keloğlan’ı kızın yanına götürmüşler. Keloğlan başından geçenleri anlatınca kız; -Aman siz gidin. Ben şu Keloğlan’ın söylediği şeyleri anlayacağım, demiş. Yanında kim varsa dışarı çıkarmış. Keloğlan’a; -Kardeşim, o gördüğün yeri bilir misin, diye sormuş. Keloğlan; -Tabi bilirim, dün gece ordaydım, demiş. Kız; -Aman şu gördüğün hamamı sana veriyorum. Beni oraya götür, demiş. Keloğlan, kızı alıp oraya götürmüş. Kız dolabın içine saklanmış. Yine akşam olmuş… Keloğlan’ın gördüklerini kız da görmüş. Oğlan ağlayıp çevreyle gözlerini silerken, kız dolaptan çıkmış. Oğlan kızı görünce; -Aman Nigâr’ım, sen buraya nasıl geldin, diye kıza sarılmış, kucaklamış. Sabah olunca oğlan kıza; -Ey Sultan’ım! Anam beni doğurduğunun üçüncü günü, periler beri çalıp buraya getirmişler. Beni kendilerine padişah yaptılar. Şimdi onlar benim yanımdan hiç ayrılmazlar. Yalnız günde iki saat giderler. Ben de o zaman tek başıma kalırım. Sen bu sarayda gez, yürü! Ama akşam olunca kendini gizle! Sonra seni görürlerse ikimizi de öldürürler. Ben, yarın iki saat boş kalınca gelir seni anamın yanına götürürüm, demiş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Birgün oğlan bakmış ki, kız gebe... -Sultanım! Senin doğurma vaktin gelince sen bağırıp haykıracaksın. O zaman bunlar seni duyarlar. İyisi mi haydi seni anamın yanına götüreyim, demiş. Kızı almış, anasının yanına götürmüş; -İşte şu karşıdaki konak benim anamındır. Fakat anam bir parça merhametsizdir. Lâkin dadım herkese acır. Sen ona git: “Bahtiyar Bey’in başı için; sokakta kaldım, beni içeri alın” de, demiş. Kız gitmiş, kapıyı çalmış. Oğlanın dadısı kızı görünce oğlanın anasına söylemiş. Oğlanın anası da dadıya; kızı eve almamasını söylemiş. Fakat dadı kıza çok acımış, hanımından habersiz onu içeri almış, bir odaya gizlemiş. Kız orada bir zaman oturmuş, durmuş. Vakti gelince de doğurmuş. Bir sabah oğlan pencerenin önüne gelmiş, kıza; -Nigâr’ım!.. diye seslenmiş. Kız da; -Emret Bahtiyar’ım, diye cevap vermiş. Bunun üstüne oğlan; -Ne yapıyor benim bebeğim?.. Ah!.. Anam bilse seni benim yatak odama koyardı, demiş, uçmuş, gitmiş. Dadı bütün bu olanı biteni duymuş. Hepsini hanımına anlatmış. Kadın önce inanmamış. Dadı; -Hanımım, eğer inanmıyorsan yarın sen de gel, dinle, demiş. Hanım sabah olur olmaz kızın yattığı odanın kapısının önüne gizlenmiş. Oğlan yine gelmiş, aynı şeyleri tekrarlamış. Bunun üstüne hanım kızı almış, oğlanın yattığı odaya götürmüş. Kız yatadursun… Ertesi gün oğlan yine gelmiş, kızı yerinde bulamamış. Kendi odasının penceresinin altına gelmiş: -Nigâr’ım!... diye çağırmış. Kız da; -Haydi oradan, gelip çocuğunu sevmiyorsun, demiş. Oğlan; -Aç pencereyi, demiş. Kız, pencereyi açmış, oğlan içeri girmiş. Oğlan çocuğunu sevip okşamış, sohbet etmiş. Derken vaktin geçtiğini unutmuş. Meğer kız onu mahsustan oyalıyormuş. O sırada da bahçedeki selvi ağacını yukarıdan aşağıya zehirli iğnelerle donattırıyormuş. Oğlanın gelmediğini gören periler hep beraber gelip ağaca konmuşlar. Ağaçtaki zehirli iğneler değdikçe de ölüp ağacın dibine düşmüşler. Oğlanın aklı başına gelmiş. Gitmek için telaşlanırken kız oğlana selvinin dibini göstermiş. Oğlan bakmış ki, selvinin dibi peri dolu… Ne kadar peri varsa hepsi ölmüş. Sevinçten kızın boynuna sarılmış. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Ölünceye kadar vakitlerini neşe içinde geçirmişler…   * kırba : ağzı dar altı geniş deriden yapılmış su kabı
Peri Padişahının Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
LEYLEK İLE TİLKİ Evvel zaman içinde leylek ile tilki varmış. Leylek, o bölgeye yeni taşınmış. Bölgedeki hiç kimseyi tanımıyormuş. Tilki de çok kurnaz olduğu için hiç kimse onunla arkadaşlık etmiyormuş. Hiç arkadaşı olmayan tilki, leyleğin taşınmasına çok sevinmiş. Tilki ile leylek arkadaş olmuşlar. Kurnaz tilki, leyleği yemeğe çağırmış. Leyleğin, yemeği yiyememesi için de düz bir tabakta yemekleri getirmiş. Tilki, karnını doyurup kalkmış ama leylek bir türlü yiyememiş. Tilkinin bu davranışına kızan leylek, ona bir ders vermek istemiş.  Düşünmüş, taşınmış tilkiyi yemeğe çağırmaya karar vermiş. Leylek, tilkinin yiyememesi için yemeği ince uzun bir kabın içinde sunmuş. Leylek, ince uzun gagasıyla güzelce yemeğini yemiş. Tilki, ne yaparsa yapsın, ince kabın içindeki yemeği bir türlü yiyememiş. Dayanamamış ve leyleğe: -Niçin böyle bir şey yaptın? diye sormuş. Leylek: -Amacım sana bir ders vermek. Sana misafir olarak geldiğimde sen beni hiç düşünmemiştin. Bunu sana göstermek için böyle yaptım, demiş.
Leylek İle Tilki
Amasya
Karadeniz Bölgesi
SEKSENLİKLE DOKSANLIK Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Anam eşikte iken, babam beşikte iken; anam ağlar, anamı sallardım, babam ağlar, babamı sallardım... Hey gidi günler hey! Ne günlerdi o günler! Pire bineğim, balık yedeğim idi. Kambur felek topuzum, sivrisinek kopuzumdu. Bir martinim vardı; ayranla doldurur, şerbetle yağlar, asardım. Bir “Dumm!” dedi mi yedi aylık yerden duyulur, cümle kargalar ayağa kalkardı; “Ağa geliyor!” diye... Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, keçiler berber iken dünyanın bir köşesinde Seksenlik’le Doksanlık adlarında iki bacı yaşarmış. Bu iki bacı da her ne hikmetse evlenmemiş, bekâr kalmışlar. Günün birinde, çorap örmek için ip boyamışlar. Boyalı suları da bahçeye dökmüşler. Padişahın oğlu, o gün oradan geçiyormuş. Bahçedeki boyalı suyu görmüş. Kendi kendine; “Allah Allah! Bu su, ne suyu acaba?” diye düşünmüş. Akıllı geçinen Seksenlik, bu sözü duyar duymaz: — Ne suyu olacak? Kızımın saçının suyu idi. Buraya ben döktüm, demiş. Padişahın oğlu çok şaşırmış. İçinden; “Kızın saçının suyu böyleyse kim bilir kendi nasıldır?” diye düşünmüş. Seksenlik’e: — Kızını bana gösterir misin, demiş. O da: — Şimdi olmaz, kırk gün sonra gel, diye kandırmış. Seksenlik, kırk gün boyunca Doksanlık’ın parmağının birini, her gün eme eme anahtar deliğinden girecek kadar inceltmiş. Kırk gün sonra şehzadenin annesi, kızı görmek için gelmiş. Seksenlik, kardeşinin yalnızca incelen parmağını kapı deliğinden göstermiş. Parmağı gören şehzadenin annesi; “Parmağı böyle güzelse kim bilir kendisi ne kadar güzeldir?” diye kendi kendine söylenmiş. Kıza, Allah’ın emri ile dünür olmuş. Seksenlik de kızı, damattan başkasının görmemesi şartıyla vermeye razı olmuş. Şehzadenin annesi, bir kese altın vermiş, oradan ayrılmış. Kırk gün, kırk gece düğün dernek yapılmış. Nihayet gerdek gecesi gelip çatmış. Damat, gelinin yanına girmiş, namaza durmuş. İki rekât namaz kılmış. Namazdan sonra gelinin yüzünü açmış. Bir de ne görsün? Hayâl ettiği güzelin yerinde yeller esiyor. Karşısında bir kocakarı... Öyle hırslanmış ki gelini tuttuğu gibi pencereden dışarı fırlatmış. Gelin doğruca kaz damına düşmüş. O anda periler padişahının hanımı pencereden bakıyormuş. Yediği balığın kılçığı boğazına takılmış, bir türlü çıkmıyormuş. Gelinin düştüğünü görünce öyle bir gülmüş ki boğazındaki kılçık dışarı çıkmış. Periler padişahının hanımı, bu olaya çok sevinmiş, doğruca gelinin yanına gitmiş: — Aman nine! Beni sen iyi ettin. Dile benden ne dilersen, demiş. Doksanlık gelin de: — Beni on beşinde bir kız yaparsan büyük iyilik yapmış olursun, demiş. O da sihirli değneği ile Doksanlık’ı anında güzel bir kıza çevirmiş. Az zaman, çok zaman sonra oradan geçen bir çoban, bu kızı görmüş. Hemen padişaha haber vermiş. Kızı, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah: — Sen kimsin, demiş. Kız da: — Padişahın oğlu, beni pencereden aşağıya attı, demiş. Bunu duyan padişah küplere binmiş. Oğluna dönmüş: — Böylesine güzel bir kızı beğenmezsen ben sana daha nasıl bir kız bulayım? Al, götür bunu, demiş. Şehzade şaşırmasına şaşırmış, ama sesini de çıkarmamış. Kızı almış, oradan uzaklaşmış. Bunlar güle oynayadursun biz haberi Seksenlik’ten verelim... Seksenlik, günler sonra saraya bacısını görmeye gelmiş. Kapıcılar bırakmamışlar. — O kimseye gözükmüyor ki sana gözüksün, demişler. Seksenlik de: — Ben bacısıyım. Siz haber verin, o kabul eder, demiş. Sonunda buluşmuşlar. Seksenlik, bacasını bu vaziyette görünce şaşırmış. Doksanlık’ın nasıl güzelleştiğini merak etmiş. Bacısına: — Keşke ben de senin gibi güzelleşsem. N’olur, beni de senin gibi güzelleştir, demiş. O da: — Al şu bir kese altını, kalaycıya git. Kalaycı seni körüklesin; o zaman buruşuklukların açılır, benim gibi güzel olursun, diye kandırmış. Seksenlik, bunu duyar duymaz doğruca kalaycıya gitmiş: — Aman kalaycı kardeş! Al şu bir kese altını da beni körükle, demiş. Kalaycı: — Olmaz bacı! Ya ölürsen, diye kabul etmemiş. Seksenlik, ısrar etmiş. Kalaycı ne yapsın? İçinden; “Çok ısrar ediyor; üstelik ucunda bir kese de altın var.” diye düşünmüş. Çaresiz, Seksenlik’i körüklemeye başlamış. Seksenlik şiştikçe şişmiş... Şiştikçe şişmiş... Güzelleşmek şöyle dursun, çatlayıp ölmüş. Bacısına kötülük yapayım derken kendisi belasını bulmuş. Doksanlık da şehzadeyle uzun yıllar gönlü rahat yaşamış. Darısı bahtı açılmayan kızların başına...
Seksenlikle Doksanlık
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SIĞIRCININ OĞLU Bir varmış, bir yokmuş… Köyün birinde sığırcılık yapan bir adam yaşarmış. Bu adam çok fakirmiş. İşi gücü köyün sığırlarını yaymakmış. Gel zaman git zaman, bu adam hastalanmış. Öleceğini anlamış. Karısına: ‒ Şu dediklerimi unutma! Bizim bir oğlumuz var. Eğer ben ölürsem, aman ha aman köyün sığırlarını alıp yaymasın. Alıp yayarsa da filanca dağa hiç götürmesin, diye tembih etmiş. Bir zaman sonra da adam ölmüş… Aradan epey bir zaman geçmiş. Oğlan büyümüş ama hiç bir iş görmüyormuş. Anası dilenip döşürüp* getiriyormuş, tembel oğlu da yiyormuş. Birgün köyün yaşlı adamları bir evin odasında konuşuyorlarmış. Bu oğlan da o evin bacasında oynuyormuş. Adamların seslerini duyunca dinlemeye başlamış. İçerdekiler: ‒ Bu çocuk bir iş görmüyor. Hiç olmazsa babası gibi köyün sığırlarını yaysa ne olur? Fukara anası dilenip döşürüp getiriyor, o da yiyor, demişler. Oğlan bunları duymuş. Doğru eve gelmiş. Anasına: ‒ Ana, benim babam ne iş yapardı, diye sormuş. Anası önce söylemek istememiş. Oğlan çok ısrar edince: ‒ Köyün sığırlarını yayardı, demiş. Oğlan: ‒ Ben de köyün sığırını yayacağım. Sabah olunca git de sığırları bana al, demiş. Anası da: ‒ Alıp yaymaya yayarız; ama baban: “Filanca dağa götürmesin!” dedi, demiş. Oğlanın babasının: “Gitmesin!” diye tembih ettiği dağda çok fazla ot bitermiş. Oğlan: “Peki!” demiş sığırları almış, yaymaya başlamış. ………………………… Günler geçmiş, aylar geçmiş, yaz gelmiş. Temmuz ayı olmuş… Bu vakitler hayvanları büvelek tutarmış. Birgün oğlan, anasıyla, sığırları o dağa götürmüş. Öğlene doğru hayvanların birini büvelek tutmuş. Hayvan kaçmaya başlamış. Oğlan bakmış ki, olacak gibi değil, kendi de hayvanın peşine düşmüş. O sırada anasına da: ‒ Ana, ben geldim, geldim... Gelemezsem sen sığırı götür. Sabah herkesin hayvanını teslim et! Biz bu hayvanı bulamazsak sahibi bizden ister. Sahibine ne deriz, demiş. Hayvanın arkasından koşmaya başlamış. Hayvan gitmiş oğlan gitmiş… Hayvan gitmiş oğlan gitmiş… Bir türlü hayvanı tutamamış, kaybetmiş. Oralarda bir pınara rastlamış. Pınardan biraz su içmiş. Çok yorgun olduğu için pınarın başında uyumuş, kalmış. Uyandığı zaman bakmış ki, pınarın başında birçok hayvan izi var. En çok da; ceylan, fil, bir de dev izi varmış. Oğlan ceylan izini takip etmeye başlamış. Gide gide bir mağara kapısına varmış. Mağaranın kapısı kilitliymiş, önünde de tüyler yığılıymış. Oğlan, tüyleri karıştırmış. Karnı çok açmış. Bulduğu ekmek parçalarını yemeye başlamış. Oğlan karnını doyururken, mağaranın kapı deliğinden bir kız onu seyredermiş. O sırada oğlana âşık olmuş. Kapıyı açmış oğlanı içeriye almış. Kız, oğlana: ‒ Benim yedi erkek kardeşim var. Onlar seni görürlerse öldürürler. Sen saklan seni kimse görmesin, demiş. Kız oğlana iki tane tüy vermiş: ‒ Bu tüyler benim anamdan babamdan kalan tılsımdır. Kimseye gösterme! Bunları elinde tut! Şu tüylerin içinde saklan seni kimse görmez, diye tembih etmiş. Akşam olmuş, kardeşleri gelmiş: ‒ Burada bir insan kokusu var, diye sormuşlar. Kız da: ‒ Siz giderken nasıl kitlediyseniz öyle de açtınız. Hiç kimse gelmedi, demiş. O gün öylece geçmiş. Ertesi gün kardeşleri gidince kız, oğlanı çıkarmış. O günü beraber geçirmişler. Akşama yakın kız: ‒ Bu böyle olmaz. Sen akşam kardeşlerim geldiği zaman kapıya bir iskemle koy otur. Onların üçü önden gelir. Sofra hazırlarız. Dördü de sonra gelir. Üçü geldiği zaman hiç kımıldama! Ama dördü geldiği zaman en büyükleri önünden geçerken biraz kalk, geri otur. Bir de selâm ver! Hiç korkma sana verdiğim tüyler seni korur, demiş. Akşam olmuş. Kardeşler kızın dediği gibi gelmişler. Oğlan sadece büyük kardeş geçerken selâm vermiş. O da selâmı almış içeri girmiş. Kardeşleri bacılarına: ‒ Buraya yılan göbeğinden, kuş tüyünden kimse gelmedi. Bu kim ki böyle korkusuz gelip oturmuş, diye sormuşlar. Kız da: -‒ Bilmiyorum, demiş. Bunun üzerine oğlanı içeriye almışlar, karnını doyurmuşlar. Ona bir de oda verip yatırmışlar. ……………………… Sabah olmuş. Oğlanlar ava gideceklermiş. Oğlana: ‒ Bu ormanda bir dev yaşar. Biz bu dev ile yıllardır savaşırız, bir türlü öldüremiyoruz. Bu dev bizim kız kardeşimize âşık. Biz ne yapalım, demişler. Oğlan onlarla birlikte ava gitmek istemiş. ‒ Bugün de o devle ben cenk edeyim, demiş. Onlarla beraber ava gitmiş. Kızın verdiği tılsımlı tüyler sayesinde devi öldürmüş. Devin kulağını kesmiş, cebine koymuş, oğlanlara göstermiş. Ertesi gün kızın kardeşleri ceylan avına çıkmak için hazırlık yapmışlar. Oğlan da onlarla beraber yine ava çıkmak istemiş. Oğlanın teklifini kabul etmişler. Oğlan pınar başında su içen ceylanı avlamış, eve getirmiş. Daha sonraki gün da fil avına gideceklerini söylemişler. Oğlan bu sefer de fil avına gitmiş. Filin geçeceği yere bir hendek açmış. Fil su içmeye gelirken hendeğe düşmüş. Fili orada öldürmüş, almış eve getirmiş. Bunun üstüne kızın kardeşleri; “Biz buna bir iyilik etmezsek, bu bize bir kötülük yapar. Gelin en iyisi biz kız kardeşimizi buna verelim.” diye konuşmuşlar. Oğlan bu teklifi önce kabul etmemiş: ‒ Ben bacınızı alırsam memleketime götürürüm, demiş. Kardeşleri de kabul etmişler. Oğlan, kızı almış yola çıkmış. Bir pınarın başına varmışlar. Kız oğlana memleketinin adını sormuş. Oğlan kıza: ‒ Çabuk gözleri kapat, demiş. Kız gözlerini kapatır kapatmaz kendini memleketinde bulmuş. Aradan bir zaman geçmiş. Bu sefer de ülkenin Padişah’ı kızı görmüş, kıza âşık olmuş. Oğlanı huzuruna getirtmiş, kızı istemiş. Oğlan da başından geçenleri bir bir Padişah’a anlatmış: ‒ Ben bu kızı bana getirdim. Sen de git sana getir, demiş. Bunun üzerine Padişah oğlandan üç şey istemiş: ‒ Eğer istediğim şeyleri yapamazsan, kızı senden alırım, demiş. Oğlan: ‒ Tamam, demiş. Padişah birinci olarak: ‒ Falan dağda bir göl var. Bu gölün suları devamlı kaynar. Eğer bu gölde ölmeden üç gün durabilirsen birinci imtihanın tamam olur, demiş. Oğlan yola çıkmadan eve gelmiş. Anasıyla karısıyla helâlleşmiş. Gideceği zaman karısı: ‒ Aman o tüyleri elinden düşürme! Onlar seni korurlar. Korkma, göle gir, yanmazsın, demiş. Oğlan çıkıp gitmiş. Üç gün sonra sapasağlam çıkmış, gelmiş. Padişah ikinci olarak: ‒ Filanca dağda azgın bir katır sürüsü var. Eğer en azgınının üstüne binip buraya getirirsen ikinci imtihanın da tamamdır, demiş. Bunun üstüne oğlan eve gelmiş. Anasıyla karısıyla vedalaşmış. Ayrılacağı zaman karısı: ‒ Tüyleri elinde tut! Katırlar gelip su içeceği zaman en öndekinin kulaklarını tut, üstüne atla! Ama korkma! Bir şey yapmaz. En öndeki en azgınıdır, demiş. Oğlan yine yola düşmüş. Kızın dediği pınarın başına varmış. Bakmış ki, büyük bir katır sürüsü geliyor, saklanmış. Sürü yanaşır yanaşmaz en öndekinin kulaklarını tutmuş, üstüne binmiş. Gözünü kapatıp açana kadar memleketine gelmiş. Katırı götürüp padişaha göstermiş. Sonra da alıp eve getirmiş. Katır, eve gelir gelmez, çok güzel bir kız oluvermiş. Padişah üçüncü olarak oğlana: ‒ Filanca dağdaki mağarada bir Peri Kızı var. Eğer onu buraya getirebilirsen kız senin olur. Yoksa kızı elinden alırım, demiş. Oğlan tekrar eve gelmiş, vedalaşmış. Gide gide o mağarayı bulmuş. Bakmış ki, mağarada bir Peri Kızı ile annesi varmış. Peri kızını annesi vermemiş. Oğlan da kaçırıp dışarı çıkarmış, hırkasını da sırtından çıkarmış kendi almış. Böylece Peri Kızı annesinin yanına dönememiş. Mecburen oğlanla onun memleketine gelmiş. Oğlan, kızı doğruca Padişah’ın yanına götürmüş. Padişah’a kızı göstermiş. Padişah kızı görünce oğlana: ‒ Peki, sen kazandın. Al götür! Kız artık senindir, demiş. Oğlan eve gelmiş. Peri Kızı, oğlana çok yalvarmış. Annesinin yanına dönmek istemiş. Peri Kızı’nın yalvarmasına dayanamayan oğlan kızın hırkasını vermiş. Kız, hırkayı giyer giymez ortadan kaybolmuş. Artık evde iki güzel kız olmuş. Oğlan, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Kızların ikisiyle de evlenmiş. Kızlar da tılsımlarıyla bir gece de güzel bir ev yapmışlar. İçini de bir güzel döşemişler. Mutlu ve uzun bir hayat sürmüşler.   * döşürmek : Toplamak, dilencilik yapmak
Sığırcının Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
SÜPÜRGECİ EMMİ Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış. Bir padişahın iki kızı varmış. Bu padişah, kızlarını gelin etmiş. Biri fakir yere düşmüş, biri zengin yere düşmüş. Bu kızlardan fakir yere düşenin doğumu gelmiş. Doğum yapacakmış, ama evde yakacak yokmuş. Buz gibi bir ev... Kış ortası... Gelin kıvranıp duruyor, yakacak yok. Kocasına demiş ki: —Git de hamamcıdan anahtarı al da gel! Ben gideyim hamamda rahatça, güzelce doğumumu yapayım, sıcakça da eve geleyim. Ondan sonra kocası gidip durumu hamamcıya anlatıyor. Hamamcı da: — Al kardeş, aha anahtar. Götür, doğumunu yapsın, demiş. Anahtarı almış, gelmiş. Karıyı sırtlanmış, hamama götürmüş ki hamamda doğum yapa... Orda sancı çekerken dört tane karı peydah olmuş: Çarşafçılar çarşaf dokur, Peşkirciler peşkir* dokur. Çarşafçılar çarşaf dokur, Peşkirciler peşkir dokur. diye karının karşısında oynuyorlar. Karı da onlardan utanıyor. Utancından girecek delik arıyor. Ondan sonra karının doğumu oluyor. Giderken biri diyor ki: — Gel, o kadar utandı, çekindi bizden. Niye karıyı öyle bıraktık? Gel, gidip çocuğu çimdirip* kundak edelim! Biri diyor ki: — Niye öyle bırakalım? Karı bizden o kadar utandı, sıkıldı. Adını da biz koyalım. Geri dönüp tekrar içeri giriyorlar. Biri diyor ki: — Güldükçe güller açılsın! Biri diyor ki: — Çimdiği sular altın olsun! Biri diyor ki: — Yürüdükçe çayır çimen bitsin. Adını bunlar koyuyorlar: Güldükçe güller açılsın, Çimdiği sular altın olsun, Yürüdükçe çayır çimen bitsin. Çocuğu çimdirip kundaklıyorlar, karıya veriyorlar. Kocası geliyor, alıyor, gidiyorlar. Bu çocuğu çimdirdikçe altın oluyor. Çocuk gülmeye başlıyor, güller açılıyor. Yürüdükçe çayır çimen bitiyor. Ağladıkça gözünden inci, mercan döküyor. Bunlar zengin oluyor. Bir ev yapıyorlar. Bu kızın ünü gittikçe yayılıyor. Derken bir zaman sonra zengin kızın da sancısı geliyor. — İlle ben de bacım gibi gideceğim, hamamda doğuracağım, diyor. Kocası: — Karı, onların yakacağı yoktu, bir şeyleri yoktu. Bunlar onun için gitti. Sen niye gidiyorsun? Yakacağın var, evin var. Bol bol, sıcak… Sen niye gideceksin, diyor. — Yoook! Ben de gideceğim! Kocası, hamamcıya gidip diyor ki: — Kardaş, böyleyken böyle... Benim karı da tutturdu ki “Ben de hamamda doğuracağım”. — Al kardaş anahtarı, diyor. Anahtarı veriyor, o da doğurmaya oraya gidiyor. Gene orda dört tane karı peydahlanıyor. Çarşafçılar çarşaf dokur, Peşkirciler peşkir dokur. Çarşafçılar çarşaf dokur, Peşkirciler peşkir dokur. diye onlar da onun karşısında halay çekiyorlar. Amma bu karı onlara bir küfür ediyor, bir küfür ediyor, bir küfür ediyor ki deme gitsin. — Gidin, neye geldiniz buraya? Ben buraya doğuma geldim. Siz benim yanıma niye geldiniz? Siz varsınız diye doğuramıyorum, diyor. Onların ağzı, burnu küfürden gidiyor. Neyse doğum bitiyor. Karılardan biri: — Gel, adını koyalım, diyor. Öteki: — O kadar küfür yedik ki ne adı koyacağız, diyor. Öbürü diyor ki: — Gel, koyalım! Hepsi birden: Alnından bir et peydahlansın, Budadıkça yesin, Budadıkça yesin, Bundan başka da adı yok. diyorlar. Bunlar, daha hiç bir şeye bakmadan oradan gidiyorlar. Kocası geliyor, diyor ki: — Doğurdun mu? — Doğurdum, diyor. — Ne ettin, diyor. — Böyle böyle... Dört tane karı geldi. Bırakmadılar ki doğurayım. Giderken de bana böyle böyle dediler, diyor. Çocuk eve gidene kadar alnındaki et büyüyor. Gel zaman, git zaman, bu iki bacının kızları da büyüyor. Ama öbür kız ünlendikçe ünleniyor. Padişahın oğlu, anasını dünür gönderiyor. Kızı veriyorlar. Kız, gelin gideceği zaman alnında et çıkan kız: — Aman, ben teyzemin kızını memleket memleket boş göndermem. Yanı sıra ben de gideceğim, diyor. Hemen bir avuç un, iki avuç da tuz koyuyor, ekmek yapıyor. Köyden kıyıya çıkınca gelin kıza bir tane gılik* veriyor. Ondan sonra az daha gidince bir gılik daha veriyor. Gıliğin tuzundan gelin olan kızın ciğerleri parçalanıyor. Teyzesinin kızı hem de tembih ediyor: — Aman ha, teyzem kızı! Buralarda su isteyip misteme. Bir gözünü çıkarıp bir tas su veriyorlar. Bir gözünü çıkarıp bir tas su veriyorlar, diyor. Gelin kız, duruyor, duruyor, ama duramıyor. — Aman, teyzem kızı! Tek gözümü alsınlar, bir tas su versinler. Ölüyorum ben, diyor. Sağ gözünü oyuyor, sağ cebine koyuyor. Bir tas da su veriyor. Kız yine susuyor: — Ölüyorum. Bir tas su daha versinler, şu gözümü de alsınlar, diyor. Bu kız, bir tas su daha veriyor, öbür gözü de çıkarıp sol cebine koyuyor. Biraz sonra ırmağın kıyısına geliyorlar. Gelin giden kızın elbisesini çıkarıp kendi giyiyor. Kendi elbisesini de o kör olan kıza giydiriyor. Kör kızı arkasından iteliyor. “Coooom!” diye ırmağa bırakıyor. Bunlar giderken, giderken eve yetişiyorlar. Gelin iniyor, damat geliyor. Damat, kızın ününü biliyor tabii… Gelini güldürüyor, bir şey yok! Yürütüyor, bir şey yok! Çayır çimen, yok! Oğlan, kıza soruyor: — Hani ağlayınca inci, mercan dökülüyordu? — Beyim, onun da bir vakti var, bir saati var, diyor. O orada kalsın, biz gelelim bu kıza... Irmağa atılan bu kızı sel alıp götürüyor. Bir kenara itiyor. Kız, çöpleri tuta tuta kenara çıkıyor. Oradaki köyde de iki fakir varmış. Süpürge yapar, süpürge satarlarmış. Bunlar ırmağın kenarında süpürge toplarken uzaktan bir karaltı görüyorlar. Arkadaşı diyor ki: — Malsa bana, cansa sana! Malsa bana, cansa sana! İki arkadaş, gidiyorlar ki bir kör kız oturuyor. Kıza soruyor: —  İns misin, cin misin? — Ne insim ne cinim. Yaradan Allah’ın kuluyum. Emmi, kurbanların olayım, beni kurtar! Ben bu gece burada kalırsam kurtlar, kuşlar yer. Beni bu gece burada bırakma. Götür, kapının arkasına at. Benim sana faydam olur, zararım olmaz. Emmi, kurbanların olayım, diyor. — Bacım, seni bu gece ne eder eder buradan götürürüm. Fakir fukara, kül döken bir karım var. Süpürgecilikle idare ediyoruz. Gideyim, ona danışayım, ondan sonra gelir, seni götürürüm, diyor. Gidiyor, karısına diyor ki: — Kör bir kız var. “Benim size faydam olur, zararım olmaz.” diyor. Getireyim, şu kapının arkasında dursun. Kap suyu, map suyu, yanığı, yırtığı verirsin, yer. “Bu gece burda kalırsam beni kurtlar yer emmi!” diye çok ağlıyor, diyor. Karısı: — Getir, ne zararı olacak, diyor. Adam gidiyor, kızı sırtına bindiriyor, alıp geliyor. Karı, su koyuyor, çimdiriyor. Kız, kendini bildiği için kadına çimdiği suyu dökmesin diye yalvarıyor: — Teyze, canını yerim. Beni çok korkutuyorlar. O leğeni al da kimsenin takılmayacağı bir yere koy. İçindeki suyu da şimdi dökme, sabahleyin dök! Bu gece dökme, diyor — Tamam yavrum, koca ev... Zaten bir şeyimiz yok. Fareler cirit atıyor evde. Olur, olur. Bir kenara koyarım, diyor. Karı, leğeni götürüp ocağın başında bir köşeye iteliyor. Kızın karnını, burnunu doyurup yatırıyor. Sabah olunca kalkıyorlar ki leğenin içi dolu altın. Karı-koca seviniyor: — Bu bizim işimize yaradı, diyorlar. Ordan kız gülüyor, iki tane gül açılıyor. — Emmi, aha şu yukarı mahalleye doğru git de “İki göze iki gül! İki göze iki gül!” diye bağır, sana göz verirler, diyor. Adam kabul ediyor. — Aman yavrum, tabii giderim, tamam, diyor. Adam iki gülü alıp cebine koyuyor. Kız, adamı tembihliyor: — Aman, sakın gözleri yanlış alma. Sağ gözü alınca sağ cebine koy, sol gözü de sol cebine koy, diyor. Adam, gülleri alıp yukarı mahalleye doğru çıkıyor. Hem gidiyor hem de: — İki göze iki gül! İki göze iki gül! diye bağırıyor. Teyzesinin kızı vardı ya... Hani gözlerini oymuştu. Hah! İşte o kız sesi duyar duymaz: — Gel, gel, diye süpürgeciyi çağırıyor. Adamdan hemen gözleri alıyor, gülleri de ona veriyor. Akşam olunca o teyze kızının kocası geliyor. Kız, kocasına diyor ki: — Beyim, bak bugün zamanıydı güldüm, iki gül açıldı, diyor. Kocası, bunun sözüne kanıyor: — İnşallah, diyor. Adam, gözleri alıp kıza getiriyor. Tükürüp kızın gözlerini yerlerine yapıştırıyor. Kız, eskiden de iyi görüyor. Kızın gözleri açılıyor. Kızın gözleri açıldı. Çimdiği sular da altın oluyor. Artık bunların keyfine diyecek yok... Ev, bark yapıyorlar, zengin oluyorlar. Bu kızın ünü her tarafa yayılıyor. Bir zaman sonra, köye birçok at getiriyorlar. Bu atlar padişahın atları imiş. Atlar iyice beslensin diye köyün ahalisine dağıtıyorlarmış. Atları dağıtan da kızın eski nişanlısıymış. Kız, süpürgeciye yalvarıyor: — Emmi, canını yerim. Bir at da bize getir. N’olursun, ben bakarım. Sen yalnız şöyle kuyruğundan tut, getir. Ahırın ortasına koy. Daha hiçbir şeyine karışma. Onu ben beslerim, diyor. — Yavrum, bana vermezler. Biz fakiriz, fukarayız. “Ne ile besleyeceksin?” derler, vermezler, diyor. — Sen git de bir tane iste, diyor. Adamın canı sıkılıyor: — Haydi haydi! Karnını doyurdun da at mı kaldı, diyor. Adam gidiyor: — Bir kızım var, çok yalvarıyor. Şöyle “Ölünce âh demeyeceğin” bir kötü tay da bize verin, kızım çok istiyor, o bakacak, diyor. Adama kötü, yerinden kalkmayan bir tay veriyorlar. Dört-beş kişi zorla götürüyorlar. Getirip evin ortasına koyuyorlar. Kız, atın geldiğine çok seviniyor. Her gün kimseye görünmeden duvarın dört tarafını dönüyor. Çayır çimen, adam boyu yukarı kalkıyor. Dermanı kesik at, dizin dizin onları yiyor. İki helke de su koyuyor. At, on beş günün içinde ayağa kalkıyor. Amma at bir oluyor, bir at oluyor ki şöyle yıpıl yıpıl yanıyor. Artık ata içerde bakıyor. Bir de bahar geliyor. Padişahın adamları, atları toplamaya geliyorlar. “Ölenlerin derisi, ölmeyenlerin canı!” diye tellâl bağırıyor, atları geri istiyorlar. Bunlara da ufak bir çocuk gönderiyorlar. Kız, tellâlın sesini duyar duymaz aşağıya, ahıra iniyor. Atı okşayıp seviyor, sonra da ata şöyle diyor: — Sağ elimden yediğin kan olsun, sol elimden yediğin irin olsun! Önüne geleni kapacaksın, arkadan geleni tepeceksin! Benden gayrısına yularını çektirmeyeceksin. Kız, yukarı çıkıyor, giyiniyor. Çocuk gelip: — Emmi, atın gönünü vereceksin, götüreceğim, diyor. — Ben ahırın kapısından bile girmedim. At öldü mü, kaldı mı, haberim bile yok, diyor.. Çocuk: — Emmi, atın gönünü ver de götüreceğim, diyor. — Yavrum, aha ahırın kapısı... Aç bak! Duruyorsa da haberim yok, derisi varsa da haberim yok. Ben hiç görmedim de binmedim de... Getirdiğim günden beri de görmedim, diyor. Çocuk, ahırdan içeri giriyor, bakıyor. Ortalıkta deri-meri göremiyor. Amma bir at var ki yıpıl yıpıl... İnanamıyor. Atın önüne geçiyor, at oğlanı ısırıyor. Arkasına geçiyor, at bir tekme atıyor, oğlanı yere oturtturuyor. Çocuk, gelip: — Emmi, ben bu atı çözemiyorum. Bunu çöz de götüreyim, diyor. Adam gidiyor. At, adamı da tekmeliyor. Atı bu da çözemiyor. Çocuğa: — Git de büyüklerinden birini gönder. Gelsinler de onlar götürsün, diyor. Çocuk, gidip diyor ki: — Vallahi atı kimse çözemiyor, kimse de getiremiyor. At, böyle böyle yaptı, diyor. Kızın eski nişanlısı geliyor. O da gidiyor, yine at ısırıyor, tekme vuruyor. — Emmi, buna kim baktıysa onu çağır, diyor. — Vallahi evde bir kötü kız var, o baktı. Biz hiç karışmadık, diyor. Kızın yanına gidiyor, diyor ki: — Şu atı çöz de götürelim! Kız: — İç eşikten dış eşiğe kadar ayağımın altına ipekler ser! Atın yanına kadar da ser, öyle çözerim, diyor. Efendim!.. Ondan sonra bir top ipeği getirip ahıra, atın yanına kadar seriyorlar. Kız, ipeğin üstünde yürüdükçe çayır çimen ayağa kalkıyor. Doğruca atın yanına gidiyor: — Kalk, kötü beygir! Sahibinden ne hayır gördüm ki senden ne hayır göreceğim, diyor. At, kişneyip ayağa kalkıyor. Kız, yuları çözüyor. At, kapıdan çıkmadan oğlan oraya düşüp bayılıyor. Neyse, oğlanı ayıltıyorlar, atı da alıp gidiyorlar. Oğlan, gider gitmez anasına diyor ki: —  Ana, acele dünür gideceksin. Ben dediğim kızı yeni buldum. Ordan gidip kızı istiyorlar. Kızı veriyorlar. Kızın sözünü alır almaz oğlan, karısının yanına gidiyor: — Keskin kılıca mı razısın? Kır ata mı razısın, diyor. — Keskin kılıç sizin boynunuza olsun. Kır ata biner babamın yanına giderim. Oğlan: — Tamam, diyor. Öbür kızın beslediği atla başka bir at getiriyorlar. Bir bacağını bir ata, öteki bacağını da öbür ata bağlıyorlar. Atlar yürüdükçe kız parça parça oluyor. En küçük parçası el kadar kalıyor. Götürüp mezarlığa gömüyorlar. Bunlar da güzelce bir düğün yapıyorlar. Kırk gün, kırk gece sürüyor. Sonra da yiyip, içip muratlarına geçiyorlar. * peşkir: Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu * çimmek: Banyo yapmak * gılik: Yuvarlak, ortası delik ekmek
Süpürgeci Emmi
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞAHŞAH PAŞA Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Deve tellâl iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, dolandım durdum dört köşeyi... Neyse anahtar deliğinden zorla kaçtım. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Altı ay, bir güz gittim. Bir de dönüp arkama baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Lafı uzatmayalım, masala su katmayalım… Vakti zamanında bir değirmenci yaşarmış. Bu değirmencinin kırk tane tavuğu varmış. Değirmeni köyün dışında olduğu için her akşam tavuklarını değirmene kapatır, köye öyle gidermiş. Bir sabah değirmene vardığında tavuklarının otuz sekize indiğini görmüş. Ertesi sabah, tavukların sayısı otuz altıya düşmüş. Değirmenci, bu işi tilkinin yaptığından şüphelenmiş. O gece eve gitmemiş; kimin yaptığını öğrenmek için oturup beklemeye başlamış. Bir müddet sonra, tilki bacadan içeri girmiş. Değirmenci de o içeri girer girmez bacayı kapatmış, tilkiyi yakalamış. Belindeki kemerle tilkiyi bağlamış, ama tilki yine de kaçmayı başarmış. Kaçarken de değirmenciye: — Senin ne adam olduğunu anladım, seni adam edeceğim, demiş. Değirmenci de: — Git şurdan, murdar soyka*, demiş. Günün birinde, tilki, değirmencinin yanına gelmiş, bir altın istemiş. Değirmenci, tilkiyi kovmuş. Tilki, ne yapıp edip değirmenciyi kandırıp altını almış. Sonra da doğruca padişahın sarayına gitmiş. Padişaha: — Padişahım, altın ölçtüğünüz ölçeği ödünç verir misiniz, demiş. Padişah da: — O ölçekle ne yapacaksın, diye sormuş. — Şahşah Paşa'nın altınlarını ölçeceğiz, diyerek altın ölçeğini almış. Değirmenciden aldığı bir altını, ölçeğin görünen bir yerine sıkıştırıp, ölçeği götürüp geri vermiş. Padişah, karısına: — Sultanım, ölçeğin yanına, yöresine iyi bak! Sakın başına bir iş gelmesin, demiş. Padişahın karısı, ölçeğe bakarken tilkinin yapıştırdığı altını görmüş. Aradan biraz zaman geçmiş, tilki yine gelmiş. Bu sefer de mecidiye ölçeğini istemiş. Ölçeği aldıktan sonra ona da bir mecidiye yapıştırıp geri vermiş. Padişah, merak edip tilkiye: — Şahşah Paşa dediğin nasıl bir adamdır, diye sormuş. Tilki: — Şahşah Paşa'nın bir evi vardır. Dışı camdan, içi cevahirdendir, demiş. — Peki bu Şahşah Paşa'ya kızımızı versek nasıl olur, diye sormuş padişah. Tilki de: — Vallahi, padişahım, bunu ben de çok düşündüm, ama size söyleyemedim. Padişah: — O hâlde kızımızı Şahşah Paşa'ya vereceğiz, gelsin de bir görelim, demiş. Tilki, değirmencinin yanına gelmiş: — Padişah seni istiyor, demiş. Değirmenci, önce razı olmamış, ama tilki onu kendisi ile beraber gelmeye razı etmiş. Saraya yaklaştıkları bir yerde tilki, değirmenciye: — Beni burada bekle! Hemen dönerim, demiş. Acele acele padişahın yanına varmış: — Padişahım, gelirken köprü yıkıldı, ırmağa düştük. Şahşah Paşa’nın üstü başı ıslandı. Utanıyor, gelemiyor, demiş. Bunun üzerine padişah, tilkiye bir kat elbise vermiş. Tilki, elbiseyi değirmenciye giydirmiş. Arkasından da şu tembihte bulunmuş: — Padişahın sarayında öteye beriye bakmayacaksın, yemeği gayet az yiyeceksin, demiş. Saraya gelmişler. Değirmenci yemek yerken duramamış, sarayın dört köşesine bakmış. Tilki, değirmencinin ayağına basmış. O da önce elbisesine bakmış, daha sonra da dışarı bakmış. Padişah, tilkiye: — Şahşah Paşa niçin ikide bir elbisesine, oraya buraya bakıyordu? Üstelik yemeklerden de çok az yedi, diye sormuş. Tilki de: — Herhalde beğenmemiş olacak. Ben size demedim mi? Onun evinin dışı camdan, içi cevahirdendir. Beklemişler, beklemişler, Şahşah Paşa gelmemiş. Meğer değirmenci, dışarı çıkınca orada duran turşu fıçısını görmüş: — Şurdan biraz turşu alıyım da yiyim, demiş. Fıçının yanına gitmiş. Turşu almak için epey çabalamış, bir türlü becerememiş. Şura bura derken fıçının içine düşmüş. Fıçının içinde inlemeye başlamış. Bu arada, tilki dışarı çıkmış, değirmenciyi aramış, ama değirmenciyi bulamamış, geri dönmüş. Padişaha da: — Şahşah Paşa, arkadaşlarıyla satranç oynuyordu, kalk diyemedim, diye yalan söylemiş. Biraz sonra tekrar dışarı çıkmış. Bir inilti duymuş. O tarafa doğru gitmiş. Fıçının içinde değirmenciyi görmüş. Onu oradan çıkarıp deniz kıyısına götürmüş. Gelmiş, padişaha: — Şahşah Paşa, arkadaşlarıyla dolaşırken bir adam denize düşmüş. Paşam da onu kurtarmak için üstüyle denize atlamış. Onun için utanıyor, gelemiyor, demiş. Padişah, yeni elbiseyi vermiş. Tilki, elbiseyi değirmenciye giydirip saraya getirmiş. Uzun uzun konuştuktan sonra, düğünün kırk gün sonra yapılmasına karar vermişler. Saraydan ayrılmışlar. Kırk gün olmuş, gelip giden olmamış. Tilki, değirmenciye: — Gitme parasını bana geri ver, demiş. Fakat değirmenci bu parayı hazırlayamamış. Tilki, saraya gidip: — Kızınız bize uğursuz geldi. Paşam düğünü kırk gün uzattı, demiş. Kırk gün geçmiş, değirmenci parayı yine hazırlayamamış. Tilki yine saraya gitmiş. Bu sefer de: — Paşamın kardeşinin oğlu öldü, kızınızı almıyor, demiş. Öyle deyince padişah, kızını tilkinin yanına katmış, bir tabur da asker katmış, uğurlamış. Tilki, yolda giderken tabur komutanı Kara Paşa'ya: — Siz beni takip edin! Ben önden gideceğim, siz arkadan gelin, demiş. Tilki önde, ordu arkada, yola devam etmişler. Tilki biraz sonra orduyla aradaki mesafeyi açmış. Derken yolda sığırcılara rastlamış. Onlara: — Karşıdan gelen ordu sizi yok edecek. Komutan size “Bu sığır kimin?” derse “Şahşah Paşa'nındır” deyin, demiş. Kara Paşa, sığırcıların yanına gelince: — Bu sığırlar kimindir, diye sormuş. Sığırcı da: — Şahşah Paşa'nındır, diye cevap vermiş. Tilki, koyun çobanlarına rastlamış. Onlara da aynı tembihte bulunmuş. Kara Paşa, gelip sorunca onlar da: — Bu sürü Şahşah Paşa'nındır, demişler. Yolda devlerin sarayına rastlamışlar. Tilki saraya girmiş: — Kara Paşa, ordusuyla size doğru geliyor. Şu odaya girin de ben onu kandırırım, demiş. Onları odaya sokmuş. Kara Paşa, ordusuyla gelince tilki güya Kara Paşa’ymış gibi seslenmiş: — Her asker şu odaya beş kurşun sıksın, sonra da yukarıya yanıma gelsin, benden mükâfatını alsın, demiş. Askerler tilkinin dediğini yapmışlar. Böylece devler ölmüş. Kara Paşa da memleketine dönmüş. Devlerin ne kadar malı, mülkü varsa değirmenciyle tilkinin olmuş. Değirmenci ile padişahın kızı evlenmişler. Aradan uzun bir zaman geçmiş… Bir gün tilki, değirmenciye demiş ki: — Ben ölsem ne yaparsın? — Seni altın kafese koyar, başımın üstüne asarım, demiş. Bir gün tilki, bunları sınamak için hastalanmış. Değirmenci eve gelmiş ki tilki hasta. Onu kuyruğundan tuttuğu gibi pencereden dışarı atmış. Tilkinin ayağı kırılmış. Az sonra tilki topallaya topallaya eve geri girmiş. Şahşah Paşa’ya: — Aslı hu! Nesli hu!.. Ben senin değirmenci olduğunu biliyordum. Sana bu kadar iyiliğim dokundu. Bana bunu mu yapacaktın, demiş. Değirmenci: — Tilki, etme tutma. Sen bilirsin, beni sakın mahcup etme, demiş. Tilki de onu mahcup etmeyeceğine dair yemin etmiş. Padişahın kızı, kocasının Şahşah Paşa değil de değirmenci olduğunu öğrenince: — Ben bir değirmencinin karısı olamam, demiş. Bunun üzerine babasının evine gitmek için yola düşmüş. Tilki, peşine düşüp bağırmış, ama padişahın kızı geri dönmemiş. Tilki, padişahın kızının arkasından: — Dur, soytarının kızı, diye bağırmış. Padişahın kızı dönüp: — Ben soytarının kızı mıyım, diye cevap vermiş. Kurnaz tilki, kafayı çalıştırıp: — Sen soytarının kızı değilsin de sanki bu, değirmenci mi? Aklıma geldi, öyle söyledim, demiş. Bunun üzerine kız geri dönmüş, gelmiş. Az zaman sonra çok zaman sonra, tilki ölmüş. Değirmenci, tilkiyi altından bir kafese koymuş, evin tavanına asmış. Fakat tilki kokmaya başlamış. O zaman tilkiyi kafesten çıkarmış, dışarı atmışlar. Değirmenci ile padişahın kızı uzun yıllar mesut bir şekilde yaşamışlar. Gökten üç elma düştü... Biri söyleyene, biri dinleyene, bir de yazana... * soyka: 1. Ölen kişinin giysileri, 2. Olumsuz bir durum, nesne ve kavramları anlatmak üzere kullanılan bir söz.  
Şahşah Paşa
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞERBET DOLU CAM BARDAK Bir varmış bir yokmuş… Develer tellâl iken pireler berber iken, ben anamın beşiğini tangur tungur sallar iken… Anam kaptı maşayı, dolandırdı bin bir köşeyi… Derken, vakti zamanında bir Derya Padişah’ı ile bir de Peri Padişah’ı varmış. Peri Padişah’ının hiç çocuğu olmuyormuş. Peri Padişah’ı bu derdine bir çare bulmak için köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşıyormuş. Yine birgün böyle dolaşırken yolu ormana düşmüş. Ormanda bir pire rastlamış. Pir, Padişah’a gereken hürmeti göstermiş. Padişah’a; -Nereye böyle hünkârım, diye sormuş Peri Padişah’ı da; -Hiç sorma, derdime çare bulamıyorum, demiş. Pir merak etmiş; -Nedir bu çare bulamadığın derdin, hünkârım, demiş. Peri Padişah’ı; -Madem merak ediyorsun sana anlatayım dinle, demiş. -Böyle böyle… Böyleyken böyle… Benim hiç çocuğum olmuyor. Benim saltanatımı sürdürecek bir çocuk arzu ediyorum, Fakat muradıma nail olamıyorum, demiş. Pir; -Siz hiç merak etmeyin hünkârım! Kırmızı bir elmayı soydurup kabuğunu cariyelerine, beyaz kısmını da vezirlerine yedir. İç kısmını da hanımın ile kendin yiyeceksin. Keyfiyet böyle iken, bir kız çocuğunuz olacak; ama bu kızı hiç kimse görmeyecek. Kızı, gizlice yerin altında büyüteceksin. Aksi halde gören olursa, kızı bir sandığın içine koyup denize atacaksın, demiş. Peri Padişah’ı şaşkın şaşkın deve bakmış. Pir’in uzattığı elmayı almış, sarayına gitmiş. Sarayda hanımı onu dört gözle bekliyormuş. Hemen hanımına müjdeyi vermiş. Elmayı Pirin tarif ettiği gibi soymuş. Kabuklarını cariyelere, beyaz kısmını vezirlere yedirmiş. İç kısmını da hanımı ile kendi yemiş. Aradan bir zaman geçmiş, Sultan hamile kalmış. Dokuz ay, dokuz gün dokuz saat tamam olunca Sultan’ın ağrıları başlamış. Nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Padişah, kırk gün kırk gece şölen yapmış, gençler birbirleriyle karşılaşmış güreş tutmuş. Ülkenin dört bir tarafına haberler salınmış. Bu arada Padişah Pir’i unutmamış, yanına çağırmış. Ona; -Dile benden ne dilersen, demiş. Pir de; -Senin canının sağlığını dilerim. Allah sizi başımızdan eksik etmesin, hünkârım demiş. Peri Padişah’ı, Pir’in kızı için dediklerini unutmamış. Kıza yerin altında, üzeri camla örtülü gizli bir yer yaptırmış. Kızı bu gizli kapalı yerde büyütüyormuş. Derken aradan günler, aylar, yıllar geçmiş. Kız on sekiz yaşına değmiş. Kız öyle bir güzelliğe sahipmiş ki; ahu gözlü, ceylan bakışlı, uzun sırma saçlı, selvi çam yürüyüşlü… O gülünce yüzünde güller açar, o ağlayınca da yer gök yas tutarmış. Ona bir bakan bir daha bakarmış. Aradan bir zaman geçtikten sonra, birgün Padişah’ın adamları birbirine kemik atıp oynaşıyorlarmış. Kemik, birinin elinden fırlamış; kızın bulunduğu yerdeki camı kırmış, içeri düşmüş. Kız çok şaşırmış. Sağına soluna bakmış. Sonra da ordan çıkmış doğruca saraya babasının yanına gitmiş. Babası da o anda selâmlıkta genç yakışıklı bir delikanlı ile konuşuyormuş. Kız, selâmlığa girer girmez, gördüğü bu gence o anda vurulmuş. Kız içeri girmiş, delikanlı da ordan ayrılmış gitmiş. Sonra babası kızına sarılmış; -Ne var, n’oldu? Sen ordan çıkmamalıydın! Çabuk git, demiş. Kız, babasına olanları anlatmış. Daha sonra o delikanlının kim olduğunu sormuş. Babası da; -O genç Derya Padişah’ının oğludur kızım, demiş. Kız, bu sefer de annesinin yanına gitmiş. Biraz sohbet etmişler. Kız, annesine o delikanlıdan hoşlandığını, onu sevdiğini söylemiş. Annesi kızının ısrarına dayanamamış. Oğlana bir mektup yazmış, durumu anlatmış. Kızının kendiyle evlenmek istediğini bildirmiş. Delikanlı bu mektuba cevap olarak bir hançer göndermiş; “Bu hançerle kendini öldürse de yine de evlenmem, onunla birleşmem!” demiş. Kız bu cevaba çok üzülmüş. Günlerce, ağlamış sızlamış, uykusu düneği* kaçmış. Annesine yalvarmış. Ondan oğlana bir mektup daha yazmasını istemiş. Annesi dayanamamış, kızının isteğini yerine getirmiş. Delikanlı, bu sefer kıza bir çarık göndermiş. İçine de; “Bu çarıkla dünyayı dolaşsa beni bulamaz. Bulsa da evlenemez.” yazılı bir pusula koymuş. Bu cevap kızı daha çok üzmüş, yataklara düşmüş. Hekimler derdine çare bulamamış. Kıza üzülen annesi oğlana son bir defa daha bir mektup yazmış. Delikanlı bu sefer de cevap olarak yağlı bir urgan göndermiş: “Bu iple kendini assa yine onunla evlenmem.” demiş. Babası kızın durumundan bir şey anlamamış. Kızın yanına gitmiş, onu zorla söyletmiş. Kız; -Bu delikanlıdan başkasını istemem, demiş. Babasının aklına Pir’in söyledikleri gelmiş. Çaresizlik içinde kızını, hançeri, çarığı, ipi bir sandığa koymuş. Adamlarını çağırtmış, sandığı denize atmalarını emretmiş. Adamlar sandığı yüklenmiş, götürmüş denize atmışlar. Sandık gün gün ordan uzaklaşmış. Gide gide epey bir yol almış. Meğer sandığın gittiği yerdeki denizin ortasında Derya Padişahı’nın sarayı varmış. Derya Padişah’ının hanımı pencerenin önüne oturmuş denizi seyrederken, uzaktan bir karaltı görmüş. Hemen adamlarını çağırmış: -O görünen neyse, yakalayın bana getirin! Canlı ise bana, mal mülk ise size olsun, diye emretmiş. Adamlar derhal sandığı tutmuş, getirmişler. Hanım Sultan sandığı açtırmış, bir de ne görsün; hiç tanımadığı dünyalar güzeli bir kız… Hanım Sultan, kızı yıkatmış, bir güzelce giydirmiş. Olmuş ama bir melek… Daha sonra kıza başından geçenleri sormuş. Kız da hepsini oturmuş anlatmış. Hanım Sultan kıza; -Sen hiç merak etme! Bir çaresini buluruz kızım, demiş. Meğerse, Hanım Sultan’ın bir oğlu varmış. Bir iş için başka devlete gitmiş. Birkaç gün sonra, annesini görmek için gelecekmiş. Derken oğlan gelmiş. Kız ona şerbet ikram etmiş. Oğlanın içinde bir anda hisler belirmiş. Bir müddet sonra da geri gitmiş. Kız oğlanı tanımış. Sevdiği delikanlı olduğunu anlamış. Oğlan altı ayda, bir senede gelirken artık on beş günde bir gelmeye başlamış. Daha sonra hafta da bire düşürmüş. Annesinin bu durumdan haberi olduğu için kızla beraber bir düzen kurmuşlar. Oğlan bir hafta sonra gelince Hanım Sultan; Deryadan gelen Allar giyen Getir şerbeti!.. diye elini iki defa birbirine vurmuş. Kız şerbeti getirmiş. Delikanlı bunun bir oyun olduğunu anlamamış. Kendini seven, onun için hayatını tehlikeye atan kızın bu olduğunu bilmiyormuş. Oğlan yine bırakmış, gitmiş. Öbür gelmesinde kızla Hanım Sultan anlaşmış. Kız oğlana şerbet verirken elindeki bardağı düşürüp kıracakmış. O zaman Hanım Sultan kıza; “Sen benim en güzel takımlarımı kırdın.” diye üstüne yürüyecek, dövecekmiş. Delikanlı gelmiş. Hanım Sultan iki elini birbirine vurmuş; Deryadan gelen Allar giyen Getir şerbeti!.. diye kıza seslenmiş. Kız elinde şerbetle içeri girmiş. Bardağı delikanlıya uzatmış. Tam bardağı alacağı sırada düşürmüş kırmış. O zaman Hanım Sultan, kızın üstüne yürümüş. Delikanlı, annesine mani olmuş; -Aman anne dövme! Ne yapıyorsun? Ben de onların yenisi var. Niye bir bardak için kızı dövüyorsun, demiş. Bu olaydan sonra kız da Hanım Sultan da oğlanın kızı sevdiğini anlamışlar. Dünyalar kızın olmuş. Derya Padişah’ının oğlu bir müddet sonra yine işe gitmiş. O dönene kadar Hanım Sultan ile kız yine bir plan hazırlamışlar. Delikanlı orda duramamış. Kızın sevda ateşi yüreğini yakıyormuş. Kalkmış, memleketine gelmiş. Eve gelince şerbeti bu sefer annesi vermiş. Delikanlı şerbeti içtikten sonra annesine; -Anne ben her geldiğimde bana şerbet veren kız nerde? Ona ne oldu, diye sormuş. Annesi de; -Oğlum çok üzüldüm; ama o kız öldü, demiş. Delikanlı buna bir türlü inanamamış. Annesi oğlunu inandırmak için; -İnanmazsan gel sana türbesini göstereyim, demiş. Ana oğul, kızın yaptırdığı türbeye gitmişler. Oğlan türbenin başına vardığında yıllar önce kıza gönderdiği hançeri, çarığı, ipi görmüş. Görür görmez de dehşete kapılmış. Kendi kendine; “Eyvah! Ben ne yaptım?” diye pişman olmuş. Hançeri alıp kendini öldüreceği sırada annesi; -Oğlum, biz sana oyun oynadık, demiş. Ordan kızı çağırmış, delikanlıyla konuşturmuş. Sonra da kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Yemiş içmiş muratlarına geçmişler. Siz de yiyin için muradınıza geçin!..   * dünek : geceleme
Şerbet Dolu Cam Bardak
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞEYTAN Zamanın birinde fakir bir adam varmış. Abdest alır, namaz kılar, dua edermiş. Her dua edişinde: — Allah'ım, bana Hızır'ı gönder. Allah'ım, bana Hızır'ı gönder. O, paranın ve hazinenin yerini bilir. Gönder de şu fakirlikten kurtulayım, dermiş. Ne çare ki bir türlü Hızır, karşısına çıkmazmış. Artık adam, böyle dua etmekten usanmış. Bir gün: — Allah'ım! Şeytan, altının yerini bilir. Bana şeytanı gönder, diye yalvarmaya başlamış. Bir gün evden çıkmış, çarşı pazarı gezmeye başlamış. Gezinirken birisine rastlamış. Adam: — Selamünaleyküm, demiş. Bu da: — Aleykümselam, diye selamı almış, ama ben seni tanımıyorum, demiş. Adam, buna: — Sen kimi arıyorsun, diye sormuş. — Ben şeytanı arıyorum, bulamıyorum, demiş o da. Adam: — Şeytanı ne yapacaksın, diye tekrar sormuş. Fakir adam da olanı anlatmış. Adam: — Şeytan benim, ne yapacaksın, demiş. Fakirlikten canı yanan adam: — Bir at yükü altın istiyorum, demiş. Şeytan: — Hadi, ben altının yerini biliyorum. Çuvallarını, kazma küreğini al, gidelim, demiş. Adamcağızın fakirlikten canı yandı ya, hemen atını, çuvallarını, kazma ve küreğini, bir de heybesini almış. Şeytanla beraber yola düşmüşler. Şeytan önde, adamcağız arkada, şehirden dışarı çıkmışlar. Gele gele bir kayanın altına varmışlar. Şeytan, kayanın altını göstererek: — İşte, altın kuyusu burası. Fakat benim bir şartım var. Eğer kabul edersen kuyuyu açarım, demiş. Adam: — Şartın ne, diye sormuş. Şeytan: — Kuyuyu açtıktan sonra beni hiçbir zaman işsiz bırakmayacaksın, demiş. Adam, şeytanın şartını duyunca geri çekilmiş. “Yahu bu şeytansa ben bununla başa çıkamam. Her zaman işi nasıl bulayım? Şu altını göreyim de öldürürse öldürsün.” diye düşünmüş. Şeytan: — Tamam mı, razı oldun mu, diye sormuş. Adam: — Evet, razı oldum, demiş. Şeytan, hemen şartını uygulamaya başlamış. — Haydi, bana bir iş ver, demiş. Adam: — Eğer altın kuyusu burasıysa haydi eş bakalım. Öyle ya, bu da bir iş, demiş. Şeytan, kazma küreğe sarılmış, eşmeye başlamış. Kürekle de toprağı atıyormuş. Bir müddet sonra altınlar görünmeye başlamış. Adam heyecandan ölecek gibi olmuş. Şeytan: — İşte altınlar. Dediğimi yaptım. Bana iş ver bakalım, demiş. Adamcağız heyecanlı heyecanlı: — Ben çuvalları açayım, sen de doldur, demiş. Şeytanla beraber çuvalları ve heybeyi doldurmuşlar. Şeytan kuyuyu kapatıp yine şartını söylemiş: — Bu iş de bitti. Haydi bakalım, bana bir iş daha ver, demiş. Adam: — Gel hele yahu! Şu çuvalları ata yükleyelim, demiş. Neyse, çuvalları ata yüklemişler. Şeytan yine: — Haydi bana iş, demiş. O da: — Bak! Heybe geride kaldı. Al şu heybeyi de eve gidelim, demiş. Bunlar yola koyulmuşlar. Bir müddet sonra eve gelmiş, altın çuvallarını attan indirmişler. Heybeyi de çuvalların üstüne koymuşlar. Şeytan duramamış: — Haydi bana iş ver, diye adamı tekrar sıkıştırmış. Altınları eve getiren adam, zengin olmasına olmuş da bir yandan da şeytana iş düşünüyormuş. “Öyle bir iş olsun ki onu uzun süre oyalasın.” diye düşünürken sonunda aklına bir fikir gelmiş. Hemen şeytana: — Öyle bir yol yap ki uzaklığı İstanbul'a kadar olsun, demiş. Şeytan bu ya! Yolu göz açıp kapayana kadar yapıp “zırp” diye karşısına dikilmiş. Adama: — Tamam, o iş de bitti. Bana iş ver, demiş. Adam bir iş daha buyurmuş: — Bu yaptığın yolun etrafına ağaçlar dik, çeşmeler yap! Şeytan bu işi de çabucak bitirip adamın karşısına dikilmiş: — O iş de bitti. Bana iş, demiş. Adamı artık bir sıkıntı basmış. “Nasıl bir iş versem de rahat bir nefes alsam.” diye düşünmeye başlamış. “Şunu yap, bunu yap.” diye dünyada ne kadar iş varsa yaptırmış, ama yine de yakasını şeytandan kurtaramamış. Üstelik elindeki altından bir tane bile harcayamamış. Neredeyse çıldıracak gibi olmuş. Bir gün şeytan yine: — Bana iş ver bakalım, demiş. Adam da: — Pekiyi, al sana bir iş! Kaf Dağı'nın arkasından geçeceksin. Dünyanın yüzüne su akıtacaksın, demiş. Şeytan gitmiş, Kaf Dağı'na tırmanmaya başlamış. Tırmanıyor, tırmanıyor, yorgun olduğu için geri geri yuvarlanıyormuş. Tekrar tırmanmaya başlıyormuş. İçinden ne kadar da; “Aha az kaldı, aha az kaldı.” diye kendi kendini telkin etse de paldır küldür yere yuvarlanıyormuş. Kalkıp doğruluyor; “Ben bu işi başaramadan ağanın yanına dönemem.” diyerek tekrar tırmanmaya başlıyormuş. Şeytan orada tırmanmakta olsun biz haberi verelim adamcağızdan... Aradan bir iki gün geçmiş. Adamcağız biraz rahat nefes almış. Karısına: — Bu şeytan beni sağ bırakmayacak. Gideyim de eşle dostla helâlleşeyim, demiş. Evden çıkıp gitmiş. O gitmekte olsun biraz sonra şeytan, dünyanın yüzüne suyu bağlamış, gelmiş. — Hanımcığım, ağam nerede? Bana iş, demiş. Hanım, ona: — Vay, vermez olaydın o altınları. Adamcağızın gözünü açtırmadın. İşte altınların, al, götür, demiş. Şeytan: — Yoook! Ben ağamı bulacağım, iş isterim, demiş. Hanımın saçı uzun ve kıvırcıkmış. O anda aklına saçı gelmiş. Saçından bir tel koparıp şeytana vermiş. — Al! Bu saçı doğrult! O şimdi gelir, diyerek şeytanı oyalamış. Şeytan, saçı eline almış, iki ucundan çekmiş: — Hanımcığım, al! Saçın doğruldu, demiş. Saçı bırakınca saç yeniden kıvrılmış. Şeytan yeniden iki ucundan çekmiş, saç yeniden doğrulmuş, ama bırakınca yeniden kıvrılıyormuş. Nihayet saç elinde evden çıkmış, gitmiş. Ta uzaklarda bir köprünün altına oturup hanımın verdiği kılı doğrultmaya çalışmış. Her çekişinde kıl doğruluyormuş. Kendi kendine; “Al hanım, doğruldu.” diyormuş, ama kılı bırakınca kıl yeniden kıvrılıyormuş. Şeytan elindekiyle uğraşadursun, adam soluk soluğa eve gelmiş. — Hanım, şeytan geldi mi, diye sormuş. Hanım: — Gel efendi, gel! Ben ona iş verdim. Ondan ne korkuyorsun, demiş. Adamcağız: — Aman hanım! Ne yaptın, demiş. Hanım da: — Saçımdan bir tel verdim, doğrultmaya gitti, demiş. Adam da rahat bir nefes almış. Günler geçmiş, şeytan yok. Aylar geçmiş, yıllar geçmiş, şeytan yine yok. Tam yedi yıl olmuş, şeytan hâlâ yok... Adam, şeytanın yokluğunda iyice zengin olmuş. Sarayları, arabaları, uşakları olmuş. Bir gün karısına: — Hanım, hazır ol da kır gezisine çıkalım, demiş. Kadın, kocasının isteğini kabul etmiş. Beraberce çıkmışlar. Bir yerde konaklamışlar. Meğerse şeytanın oturduğu köprünün civarında imişler. Zevk, sefa içinde eğlenirken adam bir ara gezintiye çıkmış. Elini arkasına atmış, dolaşıyormuş. Kulağına bir ses gelmiş. Kulak vermiş ki birisi: — Al hanım, doğruldu, diyormuş. Adam, sağa sola bakmış, kimseyi görememiş. Az sonra aynı sesi yine duymuş. Sesin geldiği tarafa bakmış. Sesin köprünün altından geldiğini anlamış. Eğilmiş, bakmış ki bir de ne görsün!? Azrail’i olan şeytan oturmuş, elindeki kılı düzeltmeye çalışıyor. Şeytanı görünce âdeta dizlerinin bağı çözülmüş. Hemen toparlanıp hanımının yanına koşmuş. — Çabuk hanım, çabuk! Buralardan kaçalım, demiş. Hanımı: — Aman efendi! Ne oldu sana, diye cevap vermiş. Adam: — Hanım, ne sen sor ne ben söyleyeyim. Hemen buradan gidelim, demiş. Kadın: — Yok efendi, bana sebebini söylemezsen şurdan şuraya gitmem, demiş. Adam: — Aman hanım, ne söylüyorsun? Şeytan şu köprünün altında. Görürse ne seni bırakır ne beni. İkimizi de öldürür. Hemen kaçalım, demiş. Kadın: — Yoook efendi, yok! Sen benimle gel, demiş. — Aman karıcığım, etme, tutma. Buradan kaçalım, diye cevap vermiş o da. Kadın, adama ısrarlı bir şekilde: — Gel, gel! Hele sen arkamdan gel, diye seslenmiş. Adam gitmek istemese de hanımın arkasına düşmüş. Doğruca şeytanın oturduğu yere varmışlar. Şeytan hâlâ elindeki o tek kılı düzeltmekle meşgulmüş. Hanım, kurnaz bir şekilde: — Ey arkadaş! Ne yaptın? Daha bir kılı düzeltemedin mi, diye sormuş. Şeytan, kafasını kaldırınca hanımı görmüş. Telaşla: — Al hanım, bu sefer doğruldu, diyerek kılı çekmiş, doğrultmuş. Bırakınca kıl yeniden kıvrılmış. Hanım: — Çabuk o kılı doğrult! Ondan bir avuç daha vereceğim, deyince şeytan bir tek teli ile yedi sene uğraştığı hâlde düzeltemediği telden bir avuç daha alacağını duyunca: — Eyvah! Yandım, demiş. Şeytan yavaş yavaş şişmeye başlamış. Şiştikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş... Oracıkta “paaat” diye ırmağa düşmüş. Irmağın sularıyla akıntıya kapılıp gitmiş. Hanım, efendisine dönerek: — Gözünle gör, işte şeytan gidiyor, demiş. Şeytanın korkusundan hanımı yardımıyla kurtulan adam, bundan sonra hanımı ile mutlu mesut  bir şekilde yaşamış.
Şeytan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TEKERLEME MASAL Zaman zaman iken, Kalbur saman iken, Deve tellâl iken, Eşek berber iken… Balta başı kırdı, Kazma ile şişi kırdı. Hamamcının tası yok, Külhancının baltası yok. Meydanda bir tazı var, Boynunda halkası yok. O vaktin behrinde, ben epey bir eşkiyaydım. Bir tüfeğim vardı kundaksız, Bir tüfeğim vardı çakmaksız. Çakmaksız tüfeği alıp ava gittim. Az gittim, uz gittim Dere tepe düz gittim, Altı ayla bir güz gittim. Arkama döndüm baktım ki Bir arpa boyu yol gitmişim. Ama gitmedim mi ya!.. Bitmedik yavşanın dibinde, doğmadık tavşanı Gümbeden atınca, zombadan vurmayım mı ya! Tavşanı aldım, geldim, yüzdüm, tamam altmış batman yağı çıktı. Bir potine çaldım, birine yetmedi. Yetmeyen potini ayağıma taktım. Erzurum’dan Kemah’tan, Van’dan, Bitlis’ten, Muş’tan dolandım gelmekteyken bir de dediler ki, bir tabur asker geldi. Ulan bu askeri kıtlıkta kim doyurur? Ancak ben doyururum. Eve geldim: ‒ Nene, dedim. ‒ Ne oğlum, dedi. ‒ Bana bir kazan ver! ‒ N’edeceksin oğlum, dedi. ‒ Askere karavana pişireceğim, dedim. ‒ Oğul bir kazanım var dipsiz, bir kazanım var kulpsuz. ‒ Dipsiz kazanı ver! Dipsiz kazanı aldım, geldim. Karavana pişti. Asker yedi, içti, Karnı şişti, Açlıktan bayıldı düştü. Askeri yolcu ettim, Kazanı omuzladım, geldim. ‒ Nene! ‒ Ne var ulan! ‒ Kazanı getirdim. ‒ Yudun* mu? ‒ Yok, yumadım. ‒ Git yu da getir! Kazanı omuzladım; Ha şurada ha burada, Ha şurada ha burada derken İki büyük dağa rastladım. Biri dümdüz, birinin toprağı hiç yok. Toprağı hiç yok dağın başına çıktım. Baktım ki, iki büyük göl: Biri kurumuş, birinin suyu hiç yok. Suyu hiç yok gölde kazanı yudum, yıkadım, aldım, geldim. ‒ Nene, kazanı nere koyayım? ‒ Oğul şu köşeye koy! O yana dolandım, Bu yana dolandım; Kazanı koydum. Baktım ki, bir selvi ağacı… Selvi ağacının başına çıktım ki, bir büyük tarla… Keşfettim ki, tam altmış kilelik. Aşağıya indim. Onunu tavuğa, Onunu horoza, Onunu camıza, Onunu öküze… Onunu bir cebime, onunu bir cebime yükledim, Çıktım kavağın başına… Ha babam ha!.. Ho babam ho!.. Sürdüm, ektim, tapanladım*; İndim aşağıya, geldim: ‒ Nene! ‒ Ne var? ‒ Karnım aç. ‒ Evde ne ekmek var ne de bulamaç? ‒ Deme nene! ‒ Dedim gitti. Acaba bizim tarla yetti mi? Vardım ki, tam kıvamında. Keklik gibi kızarmış. Orağı aldım yanaştım. Bir deste biçtim, kafam kızdı. Destenin altına soktum. Yatarken bir tilki geldi. Üzerimden sıçradı geçti. ‒ Ulan tilki sen benim eşkiya olduğumu işitmedin mi? Böyle bir eşkiyanın semtinden nasıl geçersin ?” deyip orağı köteledim. Orağın sapı, Tilkinin g.... ne battı. Tilki kaçtı orak biçti, Tilki kaçtı orak biçti. Tilki s.... tı, orak düştü, Ekin de bitti. ‒ Ne edip de etmeyeyim.” derken bir yel, bir talas** geldi; ekini harman yerine yıktı. Bir uyuz beygirim var. Koştum, vururum gitmez; Sürerim gitmez, Çalarım gitmez. Nalı polatıdı, çıngısı*** gözüme sıçradı. ‒ Vay öldüm!.. dedim. Sürüldüyse de yeter, sürülmediyse de yeter… Savurduk; tamam başı başına, Bir dağarcık buğday çıkmadı. Dağarcığı omuzladım, Değirmeni boyladım. Vardım ki, değirmen ağzına kadar kite kit dolu. ‒ Değirmenci!.. ‒ Ne var? ‒ Çabuk şu çuvallar dışarıya! ‒ N’olacak? ‒ Ben un öğüteceğim. Sürdük, yuvarladık, Tombalak aşırdık, Değirmeni boşalttık. Değirmenci oturmuş bir lavaş çekiyor; ama şöyle bir yarım metrelik. ‒ Bu lavaşı kim yiyecek, dedim. ‒ Oğul bir yalan söyleyeceğiz. Hangimizin yalanı essah olursa, bunu o yiyecek, dedi. ‒ Ben yalanı bilmem, doğrunun yanına hiç yaklaşmam, söyle yalanını duyayım. ‒ Benim babam değirmeni üfürüğü ile dönderirdi. ‒ Benim babam da bostancıydı. Denizin kıyısına kabak ekerdi. Kabağın teveği o baştan bu başa uzanırdı. Devletin askeri köprü niyetine üstünden geçerdi. Bu yalan iyi yalan. Fili yuttu bir yılan. Karıncaya binip de deveyi kucağına alan. Camızım heybeden düştü. Bu da mı yalan?” deyip değirmencinin yakasına yapıştım. ‒ Oğlum tamam yalan, dedi. Doldurdum lavaşları geldim eve. ‒ Nene! ‒ Cehennem!.. Nerede kaldın? ‒ Hayrola ne oldu? ‒ Ne olacak baban oldu. ‒ Nene, gözün aydın desene! ‒ Gözün aydın ama, git çarşıdan beş paralık “hiç” getir, babanı tuza yatıralım! Gidiyordum, unuttum, geri döndüm. ‒ Nene, dedim. ‒ Ne, dedi. ‒ Neydi? ‒ Hiç! Hiç! Hiç! dedi. “Hiç! Hiç! Hiç!” diye giderken, önüm bir su kenarına geldi. Balıkçılar balık avlıyorlar. “Hiç! Hiç! Hiç!” deyince tor* boş çıktı. Balıkçının biri geldi; kulağımın dibine bir hüdayi sille vurdu. Dedim: ‒ Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayım sana, “Hiç!” diyeceğine “Üçü birden, beşi birden!..” desene! “Üçü beşi birden, üçü beşi birden!..” diyerekten giderken baktım ki, bir cenaze gidiyor: “Üçü beşi birden! Üçü beşi birden deyince ağanın biri geldi; kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim: ‒ Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayayım sana? “Üçü beşi birden!..” diyeceğine, “Allah Rahmet eylesin!” desene! “Allah rahmet eylesin!.. Allah Rahmet eylesin!..” derken, baktım ki, bir adam köpek geberiğini kuyruğundan sürüyerek götürüyor. “Allah rahmet eylesin!.. Allah rahmet eylesin!..” derken adamın biri geldi; kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim: ‒ Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayayım sana! “Allah rahmet etsin!..” diyeceğine; “Tüh ne pis kokmuş!..” desene!” “Tüh ne pis kokmuş! Tüh ne pis kokmuş!” derken önüm bir hamama rast geldi. Hanımlar hamamdan giyinmiş-kuşanmış, yunmuş-taranmış, elenmiş-çıkmış, gidiyorlardı. “Tüh ne pis kokmuş! Tüh ne pis kokmuş!” deyince, hanımın biri geldi; kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim: ‒ Hanım ana, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayayım sana! “Tüh ne pis kokmuş!..” diyeceğine; “Oh ne güzel olmuş! Vah ne güzel olmuş!..” desene! “Oh ne güzel olmuş! Vah ne güzel olmuş!” derken, önüm bir çarşıya rast geldi. Adamın biri, birinin kulağını tutmuş. Kulağın biri kopmuş, biri de elde… “Oh ne güzel olmuş! Vah ne güzel olmuş!..” deyince, ağanın biri geldi; kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim: ‒ Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayayım sana? “Oh ne güzel olmuş! Vah ne güzel olmuş!..” diyeceğine; “Çek uzasın, kopmasın!..” desene! “Çek uzasın, kopmasın! Çek uzasın, kopmasın!” derken, önüm bir sarraf dükkânına vardı. Baktım ki, elinde bir sırım, yumuşatıyor. “Çek uzasın, kopmasın! Çek uzasın, kopmasın!” deyince, kalktı; kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim: ‒ Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana? ‒ Niçin vurmayayım sana! “Çek uzasın, kopmasın!” diyeceğine, “Önündeki sarıları güle güle ye!” desene! “Önündeki sarıları güle güle ye! Önündeki sarıları güle güle ye!” derken, önüm bir helâya rastgeldi. Baktım adamın biri abdest bozuyor;* “Önündeki sarıları güle güle ye! Önündeki sarıları güle güle ye!” deyince, nasıl kalktı da kulağımın dibine bir tokat vurmasıyla helânın içine düştüm. Oradan kaçtım. Uzatmayalım hikâyeti, Koparmayalım kıyameti, Dinleyen efendilerin vücuduna vermeyelim zahmeti. Hikâyedir bunun adı, Dinlemeyle çıkar tadı. Aldı sazı sinesine, Geldi sözün binasına…   * yumak: yıkamak * tapanlamak: tapan ile tarlayı düzlemek ** talas: şiddetli rüzgâr *** çıngı: kıvılcım * tor : balık ağı * abdest bozmak : tuvalete gitmek
Tekerleme Masal
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TİLKİNİN KURNAZLIĞI Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranın, destursuz bağa girenin hali budur hey!... Güzelleri seçerek, çirkinleri çirkefe iterek… Sevdiğim sen sandığa gir, ben sepete… Vara vara vardım bir fırının önüne. İki elimle bir ekmek kavradım; sıcacık, ayrana doğradım. İlle samur diye diye sandıcağım, hayal ile yandıcağım, bu da para ile olur behey sevdiceğim… Atı pekmeze verdim; dorudur diye, bir tekme vurdu; geri dur diye, gülleri cebime doldurdum; darıdır diye, Galata Kulesini belime soktum; borudur diye, bir merkep aldım; karıdır diye, denizin ortasına bastım; kıyıdır diye, beni tımarhaneye götürdüler; delidir diye… Masaldır bunun adı yalan söylemekle çıkar tadı… Vara vara vardım bir kahvenin peykesine. Kırk kişi ile ahbap oldum; ak sakal, kara sakal, çengel sakal… Heeey oğlan!.. Bunlarda fısıltı var. İç merdiven, dış merdiven, ağaç merdiven… Ağaç merdivenden çıktım yukarı; kırk kız oturmuş. O nazenin kızlar, andıkça yürekler sızlar… Perdeyi kaldırdım bir kız oturmuş. Dede ki bana; -Behey oğlan; derler toplak, baldırı çıplak. Ne gezersin bu vefasız dünyada? Gel sana bir kız vereyim; has olsun, makbul olsun. Has kaşının rastığı, has gözünün sürmesi, anın anası, sağlıkla doğurmayası… Nalbant olsam; nallayamam katırı, kasap olsam; sallayamam satırı, Bizim hamamın tembel natırı… Aktar olsam; oturmadan “Kalk!” derler. Kaptan olsam; deryalarda gez derler. Dolana dolana gelir Rumeli’nin yılanı, nasıl uydurdum ben bunca yalanı?... Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir kız ile annesi yaşarmış. Az zaman çok zaman derken kadın, kızını gelin etmiş. Aradan bir ay, iki ay derken hayli geçmiş. Kadın birgün kendi kendine; “Aradan bu kadar zaman geçti! Niye bir defa olsun kızımı görmeye gitmiyorum?” demiş. Sonra kalkmış, deriden yapılmış üç tane torba getirmiş. Bunlardan birine çökelek, birine peynir, birine de yağ doldurmuş. Sonra da bu torbaları sırtlamış, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş. Bir tepeye varmış. Tepede bir tilkiye rastlamış. Tilki; -Oooo! Yaşlı anne nereye böyle, demiş. Kadın da; -Kızımı gelin edeli çok oldu da onu görmeye gidiyorum, demiş. Tilki; -Yükün çok ağıra benziyor. Getir biraz da ben taşıyayım, demiş. Kadın yükünden birazını tilkiye vermiş. Beraber yürümeye başlamışlar. Biraz sonra tilkinin aklına kurnazlık gelmiş. Kadına; -Anne!.. Gel seninle bir yarış yapalım. Sen bu tepenin bir tarafından git, ben de öbür tarafından gideyim. Bakalım hangimiz daha önce tepeyi geçeceğiz, demiş. Kadın, tilkinin dediklerini kabul etmiş. Tilki, sırtına iki çuval almış, kadın da kalan bir çuvalı almı, yola düşmüşler. Az gittikten sonra tilki; -Anne, senin yükün ağır oldu. Ver onu da ben taşıyayım, demiş. Tilki üç çuvalı da yüklenmiş, yoluna devam etmiş. Tepenin arkasına gelince çuvalları boşaltıp içine: toz-toprak, keçi pisliği, saman-maman doldurmuş. Daha sonra tepeyi geçmiş, yola çıkmış. Yolda çuvalları kadına vermiş. Sonra da onu takip etmeye başlamış. Kadın gide gide kızının evine varmış. Kızı o sırada çamaşır yıkıyormuş. Etrafında da çocukları ağlaşıyorlarmış. Bunlar sarmaş-dolaş olmuşlar. Kız az sonra annesine; -Anne, ne yemek yapalım, demiş. Kadın da; -Kızım, ne yemeğe yapacaksın? Ben sana çökelek, peynir, yağ getirdim. Hele bir akşam olsun, onları yeriz, demiş. Kız, bunun üstene rahat rahat işini gücünü yapmış, temizliğini bitirmiş. Derken akşam olmuş. Kız, eline bir tabak almış, çuvalların yanına gitmiş. Çuvalların ağzını açmış ki, birde ne görsün… Çuvalların birinde keçi pisliği, birinde saman, birinde de toz-toprak varmış. Annesine dönmüş; -Anne, sen beni bunlara mı lâyık gördün, diye sormuş. Annesi; -Ah kızım! Şimdi anladım. Bütün bunları başıma tilki getirdi, demiş. Tilki, saklandığı yerden çıkmış. Kadına; Ben yağ çökelek yedim Sen de keçi pisliği ile saman yedin Ben yağ çökelek yedim Sen de keçi pisliği ile saman yedin, demiş. Bunun üstüne kadın öfkelenmiş. Eline geçirdiği tokacı tilkiye fırlatmış. Tokaç, tilkinin kuyruğuna değmiş, kuyruk kopmuş. Tilki ordan kaçmış, arkadaşlarının yanına gitmiş. Arkadaşları onunla alay etmişler: “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” diye kızdırmışlar. Tilki buna çok içerlemiş. Kadının yanına gitmiş, kuyruğunu istemiş. Kadın vermemiş. Tilki, bu sefer kadına yalvarmaya başlamış. Kadın da; -Eğer bana bir kova süt getirirsen, ben de sana kuyruğunu veririm, demiş. Tilki, süt getirmek için keçinin yanına gitmiş. Keçiye; -Keçi! Keçi! Bana bir kova süt ver, ben de götürüp yaşlı kadına vereyim. Kadın da bana kuyruğumu versin. Ben de kuyruğumu yerine takayım ki, arkadaşlarım bana; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Keçi; -Bana yaprak getir yiyeyim de sana süt vereyim, demiş. Tilki bu sefer ağacın yanına gitmiş: -Ağaç! Ağaç! Bana biraz yaprak ver! Götürüp keçiye vereyim. Keçi bana süt versin, götürüp yaşlı kadına vereyim. Kadın da bana kuyruğumu versin ki, arkadaşlarım bana; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Bunun üstüne ağaç; -Bana su getir, ben de sana yaprak vereyim, demiş. Tilki bu sefer de gidip çeşmeye yalvarmış: -Çeşme! Çeşme! Bana su ver, götürüp ağaca dökeyim. Ağaç yaprak versin, götürüp keçiye vereyim. Keçi süt versin, götürüp yaşlı kadına vereyim. Kadın da bana kuyruğumu versin ki, arkadaşlarım bana; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Çeşme; -Gidip, Padişah’ın kızına söyle! Gelip üzerimden atlasın ki, sana su vereyim, demiş. Tilki bu sefer de Padişah’ın kızının yanına gitmiş; -Padişah’ın kızı! Padişah’ın kızı! Gelip çeşmenin üzerinden atla ki, çeşme bana su versin. Suyu götürüp ağaca dökeyim, ağaç bana yaprak versin. Yaprağı götürüp keçiye vereyim, keçi bana süt versin. Sütü de götürüp yaşlı kadına vereyim de kuyruğumu versin ki. arkadaşlarım bana; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Padişah’ın kızı; -Olur; ama sen de bana bir çift kundura getir, demiş. Tilki gidip, kunduracıya yalvarmış; -Kunduracı! Kunduracı! Bana bir çift kundura ver, götürüp Padişah’ın kızına vereyim. Padişah’ın kızı çeşmeden atlasın ki, çeşmeden su alayım. Suyu götürüp, ağaca dökeyim, ağaç bana yaprak versin. Yaprağı götürüp ağaca vereyim, keçi bana süt versin. Sütü götürüp yaşlı kadına vereyim de kuyruğumu versin ki, arkadaşlarımın arasına gittiğim zaman bana; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Kunduracı; -Tamam; ama sen de bana yumurta getir, demiş. Tilki tavuğun yanına gitmiş; -Tavuk! Tavuk! Bana yumurta ver! Kunduracıya vereyim, kunduracı bana ayakkabı versin. Padişah’ın kızına vereyim, Padişah’ın kızı çeşmenin üzerinden atlasın, çeşme bana su versin. Suyu götürüp ağaca dökeyim, ağaç yaprak versin. Yaprağı götürüp keçiye vereyim ki, bana süt versin. Sütü götürüp yaşlı kadına vereyim, o da kuyruğumu bana versin ki, arkadaşlarımın arasına gittiğim zaman; “Kuyruksuz! Kuyruksuz!” demesinler, demiş. Tavuk; -Sen de bana buğday getir, demiş. Tilki şaşırmış, kalmış. Bir tarlaya gitmiş. Bir de bakmış ki, çiftçinin biri tarla sürmüyor mu? Çiftçiye; -Çiftçi! Çiftçi! Üzerine kara bulutlar geliyor, çabuk buradan kaç, demiş. Çiftçi, buğdayını sabanını orda bırakmış, kaçmış. Tilki de adamın buğdayını sırtlamış, tavuğun yanına gelmiş. Tavuk, buğdayı yemiş, yumurtlamış. Tilki, yumurtayı almış, kunduracıya götürmüş. Kunduracı ona bir çift kundura vermiş. Tilki, kundurayı almış, Padişah’ın kızına götürmüş. Kız, kunduraları giymiş, çeşmenin üzerinden atlamış. Çeşme, tilkiye su vermiş. O da suyu almış, ağaca dökmüş. Ağaç yaprak vermiş. Yaprağı almış, keçiye götürmüş. Keçi tilkiye süt vermiş. Sütü almış, yaşlı kadına götürmüş. Kadın ona; -Kuyruğun mutfaktaki tahtanın altında. Sütü götür, tahtanın altına koy! Kuyruğunu da ordan al, demiş. Tilki, sütü götürmüş, tahtanın altına koymuş. Kuyruğunu da almış, vücuduna dikmiş. Getirdiği sütü de içmiş, ordan uzaklaşmış. Biraz sonra kız annesinin yanına gelmiş, acıktığını söylemiş. Annesi; -Mutfakta tilkinin getirdiği süt var. Git, onu ısıt, iç, demiş. Kız, mutfağa gitmiş, süt kovasını boş bulmuş. Annesinin yanına gelmiş; -Mutfaktaki süt kovası boş, demiş. Kadın, tilkinin sütü içtiğini anlamış, kızmış. Biz gelelim tilkiye… Tilki, kuyruğunu takmış, arkadaşlarının arasında dolaşmaya başlamış. Arkadaşları etrafında toplanmış. Ona; -Bu güzel kuyruğu nerden buldun? Bu temiz kuyruğu nerden buldun, diye sormuşlar. Tilki; -Şu gördüğünüz kuyunun altında buldum. Kuyunun dibi kuyruk dolu. İsteyen kuyuya atlasın kendine bir kuyruk çıkarsın, demiş. Bunun üstüne birkaç tilki kuyuya atlamış. Atlayan atlamaz boğulmuşlar. Boğulan tilkilerin ağzından çıkan baloncukları gören öbür tilkiler, bu tilkiye; -Kuyudakiler ne diyorlar, diye sormuşlar. Tilki; -Onlar; “Kuyunun dibinde daha çok kuyruk var. Siz de buraya gelin!” diyorlar, demiş. Bunun üstüne, kalan tilkiler de kuyuya atlamış, hepsi boğulmuşlar.
Tilkinin Kurnazlığı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TERZİ KIZI MAKBULE Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…Bir ülkenin Padişah’ı ile bir zengin terzi varmış. Padişah’ın köşkü ile terzinin köşkü karşı karşıyaymış. Padişah’ın bir oğlu, terzinin de Makbule adında bir kızı varmış. Şehzade aynı zamanda Makbule’ye âşıkmış. Makbule bahçeye naneleri sulamaya çıkınca Şehzade: Terzi kızı Makbule Her gün nane sularsın Yaprağı kaç? diye sorarmış. Makbule buna karşılık olarak; Beyin oğlu Gece yazı yazar Gündüz kitap okursun Gökteki yıldız kaç dermiş. İkisi de bir cevap bulamazmış. Şehzade, Makbule’yle evlenmek istiyormuş. Ama geleneklere  göre bey oğlu bey kızıyla evlenirmiş. Bunun için Padişah bu evlenme işine razı olmuyormuş. Şehzade, düşünmüş taşınmış sonunda Makbule’yi öpmenin yolunu bulmuş. Bu kız balığı çok severmiş. Mahalleye gelen her balıkçıdan mutlaka balık alırmış. Şehzade, üstüne yırtık pırtık elbiseler giymiş, eline yüzüne de kara sürmüş. Sonra da balık almış; mahalleye gelmiş bağırmaya başlamış. Makbule sesi duyunca: -Hey!.. Balıkçı buraya gelsene, diye bağırmış. Şehzade, içinden sevinmiş. Kız, balıkları almış, parayı uzatmış. Şehzade; -Hayır hanım, ben balıklarımı para ile satmam. Bir öpücüğe bir balık veririm, demiş. Kız, balıkçıyı önemsememiş. Sağına soluna bakmış, önüne ardına bakmış. Bakmış ki kimse yok; balıkçıya öpücüğü vermiş, balıkları almış. Sabah olmuş, Makbule, yine naneleri sulamaya çıkmış. Şehzade, Makbule’ye; Terzi kızı Makbule Hergün nane sularsın Yaprağı kaç? diye sormuş. Makbule de; Beyin oğlu Gece yazı yazar Gündüz kitap okursun Gökteki yıldız kaç? deyince Şehzade, burnunu bükmüş. Makbule’ye; -Hadi sen de ordan… Bir balığa bir öpücük veren, demiş Makbule, neye uğradığını şaşırmış. Doğru eve gitmiş, ağlamaya başlamış. Ama oğlanın dediklerini de bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ona bir oyun oynamak istemiş. Günlerce düşünmüş taşanmış. Sonunda babasına; -Baba, sen çok usta bir terzisin. Bana öyle bir elbise yap ki, yalnız göz delikleri açık bulunsun. Hem de simsiyah bir kürkten yap! Üstüne de bir sürü zil dik, demiş. Ne de olsa zenginler… Terzi, kızının istediği gibi bir elbise yapmış, eve getirmiş. Makbule bu elbiseye bayılmış. Önce elbiseyi giymiş. Sonra da eline bir ciğer, bir de nacak almış Şehzade’nin konağına gitmiş. Kapıdaki nöbetçiye bir kese altın vermiş, içeriye girmiş. Doğruca Şehzade’nin odasına gitmiş. Orda bir silkelenmiş bir silkelenmiş ki, Şehzade deli gibi yerinden fırlamış. Makbule; -Ben Azrail’im! Canını almaya geldim! Söyle, canını mı alayım, yoksa bu ciğeri kıçında mı döveyim, demiş. Şehzade öyle korkmuş ki; -Tek canımı bağışla da ne yaparsan yap, demiş. Makbule, elindeki ciğeri Şehzade’nin kıçında dövmüş. Sonra da çekip gitmiş. Sarayda kıyametler kopmuş. Herkes ordan oraya koşuyor, cerrah arıyormuş. Cerrahlar Şehzade’nin yarasını sarmışlar. Sabah olmuş, Şehzade zor gücele* pencerenin önüne gelmiş. Kıza yine sormuş; Terzi kızı Makbule Hergün nane sularsın Yaprağı kaç? Makbule de yine aynı cevabı vermiş; Beyin oğlu Gece yazı yazar Gündüz kitap okursun Gökteki yıldız kaç? Şehzade gururlu gururlu; -Hadi sende, bir balığa öpücük veren, demiş. Kız da; -Hadi ordan, bir insana Azrail diye kıçını dövdüren, demiş. Şehzade o anda her şeyi anlamış. Hiddetlenmiş, adamlarına emir vermiş. Bir kuyu kazdırıp Makbule’yi içine koyduracakmış. Kuyu kazılırken, kız işçilere bir kese altın vermiş, kendi evine bir tünel açtırmış. Kuyu kazılmış, Makbule’yi içine koymuşlar. Ona yukardan yiyecek atıyorlarmış. Ama tünelden haberleri yokmuş. Derken günler geçmiş, aylar geçmiş… Padişah, komşu ülkenin padişahının kızını oğluna almak niyetindeymiş. Fakat oğlan babasından izin istemiş, Çin’e gitmek için hazırlıklara başlamış. Kuyunun başına gelmiş: -Ben Çin’e gidiyorum, eğleneceğim. Sen de burada çürü yat, demiş. Makbule de; -Nereye gidersen git! Sonun benim Şehzade, diye seslenmiş. Kız, hemen kazdırdığı tünelden eve gelmiş. Kül renginde elbiseler giymiş, kül renginde ata binmiş, yola düşmüş. Yolda Şehzade’ye yetişmiş. Beraber yolculuk etmişler. Gide gide yolları bir şehre düşmüş. Orda beraber kalmışlar, beraber yemiş, içmişler. Şehzade arkadaşının kız olduğunu anlamış. İkisi de birbirini sevmişler. Şehzade, Makbule’ye hatıra olarak bir mendil vermiş. İşleri bitince kız oğlandan evvel eve dönmüş. Hemen tünelden kuyuya inmiş. Aradan dokuz ay geçmiş. Makbule’nin bir oğlu olmuş. Adın Çin Bey koymuş. Gel zaman git zaman Şehzade Laçin devletine gezmeye gitmek istemiş. Yine kuyunun başına gelmiş, kıza seslenmiş: -Ben Laçin’e gidiyorum, sen burada çürü, demiş. Makbule bunu duyunca hemen eve gelmiş. Kırmızı elbisesine giymiş, kırmızı atına binmiş, yola düşmüş. Öyle bir gidiş gitmiş ki, Şehzade’yi yolda yakalamış. Şehzade kızı tanıyamamış. Bu sefer de beraber düşüp kalkmışlar. Ayrılık zamanı gelince oğlan kıza bir saat vermiş, ayrılmışlar. Kız ondan evvel gelmiş, kuyuya girmiş. Dokuz ay sonra bir oğlan daha doğurmuş. Bunun adını da Laçin Bey koymuş. Aradan bir zaman geçtikten sonra Şehzade bu sefer de Tuthal devletine gitmek için hazırlanmış. Giderken de kuyunun başına gelmiş, kıza haber vermiş. Kız yine eve gelmiş. Beyaz elbisesine giymiş, beyaz ata binmiş, onun peşine düşmüş. Şehzade Tuthal’a gitmeden yolda yakalamış. Şehzade bu sefer de kızı tanıyamamış. Her seferinde başka kılıkta olduğu için bir türlü tanıyamıyormuş. Şehzade’yle Makbule eğlenmiş, oynamış, gülmüşler. Ayrılık vakti gelip çatınca oğlan bu sefer de kıza bir altın lâlin* vermiş. Kız bunların hepsini saklamış. Kızın bu buluşmadan da bir kızı olmuş. Adın Tuthal Hanım koymuş. Bu çocuklar büyümüşler. Makbule onlara durmadan şöyle demeyi öğretmiş: Çin Bey! Laçin Bey! Tut Tuthal Hanım’ın ellerinden! Düşmesin altın lâlinlerinden Beybabamın zerde pilâvını yemeye geldik Onlar da bizi kovuyorlar Haydin haydin gidelim!.. Nihayet, Şehzade’nin düğünü başlamış. Kıza mendili vermiş. çocukların birine saati, birine de lâlini giydirmiş. Öğrettiklerini orda durmadan söylemeleri için de tembih etmiş. Sonra üçünü birden düğün evine yollamış. Aşçılar ayak altında dolaşan çocukların ağızlarında bir şeyler gevelediğini görünce çocukları Şehzade’nin yanına çıkarmışlar. Şehzade, çocuklara; -Ne diyorsunuz böyle! Bana da söyleyin, demiş. Çocukların üçü birden öğrendiklerini söylemişler; Çin Bey! Laçin Bey! Tut Tuthal Hanım’ın ellerinden! Düşmesin altın lâlinlerinden Beybabamın zerde pilavını yemeye geldik Ordan da bizi kovuyorlar Haydin haydin gidelim!.. Şehzade bakmış ki, kıza verdiği mendil, saat, altın lâlin çocuklarda… Hemen her şeyi anlamış. Doğru babasının yanına gitmiş. Şimdiye kadar olan biteni babasına anlatmış. Makbule’yi kuyudan çıkartmış, onunla evlenmiş. Şehzade, Makbule ve çocukları uzun yıllar hep beraber yaşamışlar. Onlar erdi muratlarına biz de erelim inşallah!   * zor gücele : Zorla * lâlin . Nalın
Terzi Kızı Makbule
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ KARDEŞ Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir kasabada iki kardeş varmış. Bunlardan büyük olanın üç oğlu, küçük olanın da bir kızı varmış. Büyük kardeş ölürken bu üç oğlunu amcalarına emanet etmiş. Aradan yıllar geçmiş. Kız da oğlanlar da büyümüş. Bu üç oğlan, birbirlerinden habersiz amcalarına gitmiş, kızını ondan istemişler. Bir gün amcaları, bu üç oğlanı yanına çağırmış: — Sizin hepinizi de çok severim. Size altı ay mühlet veriyorum. Hanginiz altı ay sonunda en iyi işi yaparsa kızımı ona vereceğim, demiş. Üç kardeş, amcalarının dediklerine razı olmuşlar. Hazırlık yapmış, yola düşmüşler. Gide gide yolları bir göle düşmüş. Burada yol üçe ayrılıyormuş. Birinci yolun ayrımında; “Gidip gelinen yol”, ikinci yol ayrımında; “Gidip gelinmesi meçhul yol”, üçüncü yolun ayrımında da; “Gidilip gelinmeyen yol” levhaları varmış. Bu üç kardeş: — Mühlete beş gün kala burada buluşalım, deyip ayrılmışlar. Büyük kardeş, gidilip gelinen yola gitmiş. Epey yürüdükten sonra bir kasabaya varmış. Burada satılan bir aynaya gözü takılmış. İnsan bu aynaya baktığı zaman sevdiğini görüyormuş. Büyük kardeş, bundan çok hoşlanmış; bu aynadan bir tane alarak geri dönmüş. Ortanca kardeş ise gidilip gelinmesi meçhul yola girmiş. Yürümüş, yürümüş, sonunda yorgun argın bir kasabaya varmış. Orada da çok çabuk uçarak yol alan bir halı görmüş. O da bu halıyı almış, geri dönmüş. Küçük kardeş de gidilip gelinemeyen yola girmiş. Aç, susuz, bu yolda gitmiş de gitmiş... Derken yanından gölge gibi şeyin geçtiğini fark etmiş. Onu tutar tutmaz yanında bir dev peydah olmuş. Dev, oğlana: — Dile benden ne dilersen! Artık senin emrindeyim, demiş. Küçük kardeş hem korkmuş hem de ürpermiş: — Madem öyle, beni buraya en yakın bir kasabaya ulaştır, demiş. Dev: — Yum gözünü, demiş. İki saniyede sonra dev: — Aç gözünü, demiş. Küçük kardeş, gözünü açmış, bakmış ki bir kasabadaymış. Orayı epeyce dolaştıktan sonra bir elmacıya rastlamış. Bu elmalar yenildiği zaman insan ölümsüzleşiyormuş. Bu elmacıdan bir tane elma almış. Hemen deve dönmüş: — Beni bu yolun başındaki göle götür, demiş. Bu sırada öbür iki kardeş de gölün başında buluşmuş, bunun gelmesini bekliyorlarmış. Fakat kardeşlerinin geri geleceğini düşünemiyorlarmış. Tam gidecekleri sırada küçük kardeşleri aniden yanlarında olmuş. Hepsi bir araya gelince biraz oturmuş, sohbet etmişler. Herkes başından geçeni anlatmış. İlk önce büyük kardeşin getirdiği aynaya bakmışlar. Bir de ne görsünler? Amcalarının kızı, ölümcül bir hâlde hasta yatıyor. “Arada dört beş günlük yol var. Nasıl ederiz, nasıl gideriz?” diye düşünürken ortanca kardeşin getirdiği halı akıllarına gelmiş. Ortanca kardeş: — Çabuk, bu halıya oturun, hemen gidelim, demiş. Üçü de halıya oturunca halı çabucak havalanmış. Uçmuş, uçmuş... İki saat sonra amcalarının evine varmışlar, içeri girmişler. Kız, ölüm döşeğinde, uzanmış yatıyor... Küçük kardeş, cebinden elmayı çıkarmış, kıza uzatmış: — Al, bu elmayı ye! Hemen iyileşirsin, demiş. Kız, elmadan yemiş. Biraz sonra ayağa kalkmış. Daha sonra da iyice dinçleşmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Amcaları eve gelmiş. Bunları evde görünce çok sevinmiş. O arada kızını da görmüş. Onu iyileşmiş, dinçleşmiş görünce hayrete düşmüş. Yeğenlerine sormuş: — Nasıl oldu da kızımı bu kadar kısa bir zamanda iyileştirdiniz? Üç kardeş de olup biteni anlatmışlar. Büyük kardeş: — Aynamla kızın durumunu göstermeseydim biz gelinceye kadar ölecekti, demiş. Ortanca kardeş: — Halım, bizi çabucak getirmeseydi kız ölürdü, demiş. Küçük olan ise: — Elmamı yedirmeseydim kız iyileşmezdi, ölürdü, demiş. Amcaları bu durum karşısında şaşırmış. Bir türlü kızı kime vereceğini söyleyememiş. Üç gün düşündükten sonra yeğenlerini çağırmış. Büyük olana: — Siz halıyı, aynayı satarak para kazanabilirsiniz. Fakat küçük kardeşinizin elması yenmiştir; parasını alamaz. O hâlde kızımı küçük yeğenime veriyorum, demiş. Kızın gönlü de zaten küçük oğlandaymış. Küçük kardeşlerinin kızla evlenmesini haklı gören ağabeyleri ses çıkarmamışlar. Küçük kardeşleri ve hanımıyla birlikte mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine...
Üç Kardeş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ NASİHAT Evvel zaman içinde kalbur saman içinde fakir bir aile yaşarmış. Bu ailenin genç bir oğlu varmış. Bu gencin annesi babası ihtiyarmış. Oğullarını her ne işe vermişlerse de hak edememiş. Neden derseniz, genç biraz aptalmış. Sonunda bunu bir cerrahın yanına vermişler. Orda biraz yara sarmayı filan öğrenmiş. Annesi babası bakmışlar ki, böyle olmayacak, oğullarına başının çaresine bakmasını söylemişler. Delikanlı yanına biraz katık, biraz da ilaç, bez-mez almış yola koyulmuş. Epeyce bir yol gittikten sonra bir köye varmış. Köyü şöyle bir dolaşmış, ihtiyar bir kadına rastlamış. Kadın oğlanı görünce ona; -Boş musun, ne işle uğraşırsın, diye sormuş. Delikanlı da başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine kadın delikanlıya; -Oğlum, seni yanımda bir sene tutarım. Yanımda yer, içersin; hem de evimde kalırsın. Fakat bir şartla… Bana bu bir sene içinde yardımcı olacaksın, tarlamda tapanımda çalışacaksın, demiş. Delikanlı bunu kabul etmiş. Bir sene ihtiyar kadına yardım etmiş. Tarladaki işlerini görmüş. Derken aradan bir sene geçmiş, vakit dolmuş. Kadın, delikanlının gideceğini anlamış. Delikanlıya biraz katık, biraz da para vermiş. Fakat delikanlı katığı almış, parayı kabul etmemiş. Kadın ne kadar ısrar ettiyse de oğlan parayı bir türlü almamış. Oğlan köyden ayrılacağı sırada kadın delikanlıya; -Madem para almıyorsun, öyleyse sana üç nasihat edeyim, sana lâzım olur. Sakın ola bunları aklından çıkarma! Birincisi; eğer etrafı surlarla çevrili bir şehre gidersen akşam ezanı okunup bittikten sonra şehre gireceksin. İkincisi; her işi kendin halledecek, kendi gayretinle bitireceksin. Üçüncüsü ise; bir olay olduğu vakit bu olayın sebebini hiç kimseye sormayacaksın, demiş. Böylece delikanlı ordan ayrılmış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir müddet sonra etrafı surlarla çevrili bir şehre gelmiş. İhtiyar kadının dedikleri aklına gelmiş, şehre girmemiş. Oturmuş, akşam ezanının okunmasını beklemiş. Ezan okunup bittikten sonra şehre girmiş. Kalacak bir yeri olmadığı için doğru mezarlığa gitmiş. Mezarlığın bir tarafında büyük büyük ağaçlar varmış. Delikanlı, o ağaçların olduğu tarafa gitmiş. Bir ağaca çıkmış, uykusu gelinceye kadar düşünmeye başlamış. Delikanlının daldığı bir sırada, mezarlığa büyük bir araba gelmiş. Sese uyanmış. Bir de bakmış ki, beyaz bir çarşafa sarılmış bir şeyi arabadan indirmişler. Delikanlı düşünmüş, aklından; “Bu sarılı şey olsa olsa paradır, yahut çok kıymetli bir şeydir.” demiş. Araba gider gitmez delikanlı sevinçle ağaçtan inmiş. Beyaz çarşafı açmış, içinden kırmızı renkli bir çarşaf daha çıkmış. Onu da açmış; sol böğründe elmas işlemeli, sedef kakmalı çok kıymetli bıçak sokulu bir kadın cesedi görmüş. Bu bıçağı çıkarmış. O sırada kadının soluk aldığını sezmiş. Hemen yanındaki ilaçlarla kızın yarasını temizlemiş, sarmış. Bıçağı, beyaz çarşafı, kırmızı çarşafı almış. Sabah olunca gitmiş, bıçağı satmış. Hemen bir ev bulmuş, kızı bu eve getirmiş. Aradan on beş gün geçtikten sonra kız yavaş yavaş gözlerini açmış. Çünkü delikanlı, kızı devamlı tedavi ediyormuş. Öyle bir zaman gelmiş ki, kız iyice düzelmiş. Delikanlı, kıza başından geçenleri bir bir anlatmış. Fakat ihtiyar kadının dedikleri aklına gelmiş, kıza; “Sana bunu kim yaptı?” diye soramamış. Derken aradan bir zaman geçmiş. Delikanlının parası azalmış. Bunu kıza söylemiş. Kız, delikanlıya; -Bana bir kalem kâğıt getir, demiş. Delikanlı kızın istediklerini getirmiş. Kız, kâğıda bir şeyler yazdıktan sonra parmağındaki yüzüğü çıkarmış, mürekkeplemiş, kâğıda basmış. Delikanlıya da bu kâğıdı vermiş: -Bunu götür, İstanbul’da ünlü bir mimarı var. Mektubu bu zata ver, demiş. Delikanlı, kâğıdı almış, o mimara götürmüş, vermiş. Mimar oğlana çokça para vermiş. Delikanlı geri gelmiş. Kız paraların delikanlıyla geldiğine sevinmiş. Delikanlıya; -Şu bir miktar para ile sattığı o kıymetli bıçağı alacaksın, demiş. Delikanlı, o bıçağı zor zoruna, daha çok para vererek geri almış, kıza getirmiş. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Kız yine o mimardan para istemiş. Delikanlıya; -İstanbul’da havlu mavlu satan zengin bir tüccar var. O tüccar bugün akşam bir ziyafet verecek. O ziyafette sen de bulunacaksın. Kendini filan şahsiyette tanıtacaksın. Ziyafet bitince o seni arabasıyla buraya getirmek isteyecek; ama sen bunu kabul etmeyeceksin, demiş. Kız, bunları söyledikten sonra delikanlıya para vermiş; -Kendine güzel bir elbise, ayakkabı, başka da ne istiyorsan al! Sakın orda içiyim-miçiyim deme! İçer gibi yap, içkiyi koynuna dök! Sarhoş olma, demiş. Delikanlı, kızın istediği her şeyi yerine getirmiş. Ziyafet bitince de eve gelmiş. Kız, oğlanı görünce çok sevinmiş, yüzü biraz gülmüş. Aradan zaman geçmiş. Kız delikanlıya; -Bu sefer de sen onu davet edeceksin, demiş. Delikanlı, zengin tüccarı davet etmiş. Tüccarı ziyafette bir iyi sarhoş etmişler. Kız, tüccarın kendinden geçtiğini anlayınca hemen delikanlıya; -Git, o bıçağı ve çarşafları getir, demiş. Delikanlı, kızın istediği şeyleri getirmiş, vermiş. Kız, tüccarın sol böğrüne bıçağı saplamış. Onu çarşaflara sarmış, dışarı atmış. Delikanlı çok korkmuş. Kız, ona korkmamasını söylemiş. Sabah olmuş, herkes etrafına toplanmış. Sonunda bu kişinin padişahın damadının olduğu anlaşılmış. Padişah; -Bunu kim öldürdü, diye sormuş. Kız, padişahın önüne gelmiş. Padişah bir de bakmış ki, karşısındaki kendi kızı değil mi? Hemen tüccarı götürmüşler. Padişah, kızına; -Niçin böyle yaptın, diye sormuş. Kızı da; -O her gece içerdi, sana sarhoş sarhoş küfür ederdi. Hem de beni döverdi. Ben de buna engel olmak istedim. Beni bıçakladı. Sonradan bu genç delikanlı beni kurtardı, demiş. Böylece Padişah kızını affetmiş. Delikanlı ile kızını evlendirmiş. Yiyip içip muratlarına geçmişler.
Üç Nasihat
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ TURUNCUN AŞKI Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış. Bir padişah varmış. Bu padişahın hiç çocuğu olmazmış. Vaad etmiş ki; Bir çocuğum olursa, kırk gün kırk gece; birinden yağ, birinden bal akan iki çeşme akıtacağım.” Gün olmuş, zaman olmuş bir oğlu olmuş. Oğlu büyümüş, on beş yaşına gelmiş. Padişah; “Vaadimi yerine getireyim” diye çeşmeleri akıtmış. İhtiyar bir kadın bunu hiç duymamış. Son gün haberi olmuş. Hemen testilerini almış, çeşmeye gitmiş. Zor-güç, damla damla testileri doldurmuş. Eve gelirken padişahın oğlu da pencereden ok atıyormuş. Oku gelmiş, testiyi kırmış. Kadının canı acımış: ‒ Oğlum!.. Üç turuncun aşkına uğrayasın, demiş geçmiş. Padişahın oğlu bunu çok merak etmiş. Merakından hastalanmış. Bir gün padişah, karısına demiş ki: ‒ Bunun derdi neyse söylesin, demiş. Annesi oğlanın yanına gitmiş: ‒ Oğlum!. Sana ne oldu böyle? Gün güne sararıp soluyorsun, demiş. Oğlan: ‒ İhtiyar bir kadın çeşmeden giderken ok attım, testisi kırıldı. O zaman o da; “Üç turuncun aşkına uğrayasın!..” dedi. Bu neyse onu bulacağım, demiş. Padişah, kadını huzuruna çağırtmış. Ona: ‒ Sen benim oğluma böyle demişsin. Bu neyse söyle, demiş. Kadın da: ‒ Atına biner; az gider, uz gider, dere tepe düz gider. Bir çakır dikene rastlar. Dikeni koparıp; “Oh! Ne güzel kokuyor.” derse; onlar ona yol verir. Biraz gittikten sonra acı bir armut ağacına rastlar. Ondan da bir tane koparıp, yer; “Oh! Ne tatlı armudu var.” derse onlar da yol verir. Biraz daha gider; devin yattığı kapıya gelir. Karşısına iki tane kapı çıkar; biri açık, biri örtük… Açığı örter, örtük olanı açarsa onlar da yol verir. Sonra içeri girer; orada bir at , bir de it var. İtin önünde ot, atın önünde et durur. İtin önündekini ata, atın önündekini ite verirse içeri girer. Bakar ki, dev uyuyor, rafta üç tane elma ardır… Devi uyandırmadan bunları alır, cebine koyar. Kapıdan çıkarken dev uyanır. İtle ata bağırır: “İnsanoğlunu tutun!..” Onlar tutmaz: “Senelerdir biz aç ölüyoruz. Sen bizim karnımızı doyurmadın!..” Kapılara bağırır, ağaca bağırır, dikenlere bağırır; hiç biri tutmaz. Böylece kurtarmış olur, gelir. Ama elmaları susuz yerde açmasın. Suyun başına gelince elmayı kessin. “Su” deyince suyu versin. Şayet su olmazsa uçar giderler. Bu kızlar peri kızlarıdır, demiş. Padişahın oğlu tek tek bunların hepsini yapmış. Fakat elmaları alınca sabredememiş. Elmaların ikisini susuz yerde açmış; kızlar uçmuş, gitmişler. Üçüncü elmayı bir havuzun başında açmış. İçinden çıkan; “Su!..” demiş. Oğlan bir avuç su vermiş. İçinden öyle güzel bir kız çıkmış ki; “Aya doğma; ben doğarım, güne çavma; ben çavarım!..” diyor. Oğlan, kıza demiş ki: ‒ Babamın haberi olaydı; düğüncülerle, askerlerle, leşkerlerle gelir bizi karşılardı, demiş. Kız da: ‒ Ben burada beklerim. Sen git babana haber ver, demiş. Oğlan, kıza: ‒ Sen nerde kalacaksın, diye sormuş. Kız da: ‒ Ben şu selvinin başında otururum, demiş. Kız selviye seslenmiş: ‒ Eğil selvim! Selvi eğilmiş. Kız çıkmış oturmuş. ‒ Doğrul selvim, demiş. Selvi doğrulmuş. Oğlan da babasının yanına gelmiş. O sırada üç tane poşa* kızı suya gelmiş. Peri kızının şavkı suya vurmuş. Bu üç kız; “Bu benim şavkım**!.. Bu senin şavkın!..” diye birbiriyle kavga edip durmuşlar. Kız, selvinin tepesinden: ‒ Döğüşmeyin!.. O benim şavkım, diye seslenmiş. Bunu duyan poşa kızlarından biri: ‒ Beni de yanına al, demiş. Kız: ‒ Alırım, diye cevap vermiş. ‒ Beni nasıl çıkaracaksın, diye sormuş. Kız da: ‒ Sen merak etme! Saçımı uzatırım, sen de tırmanır çıkarsın, demiş. Kız saçını uzatmış, poşa kızı çıkmış. Biraz oturmuşlar. Poşa kızı, peri kızına: ‒ Elbiselerimizi değişsek ben de senin gibi güzel olur muyum, demiş. Kız: ‒ Değişelim, demiş. Elbiselere değiştikten sonra poşa kızı, peri kızını itelemiş, suya düşürmüş. Kız suya düşer düşmez bir gül olmuş. O sırada padişahın oğlu da düğüncülerle gelmiş. Gelmiş ki, ne görsün?.. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte; kapkara bir kız… ‒ Sen niye böyle oldun, diye sormuş. Poşa kızı: ‒ Elbet olurum; gün vurdu kararttı, yel vurdu sararttı, demiş. Oğlan bundan bir şey anlamamış, şüphelenmiş. Ama gene de kızı götürmeye mecbur olmuş. Bu arada düğüncüler havuzdaki gülü almak için uzanmışlarsa da bir türlü alamamışlar. Padişahın oğlu; “Bir de ben uzanayım.” demiş; uzanmış, gülü almış. Poşa kızı, bunu yukardan görmüş. Düğüncüler poşa kızını gelin diye almış, götürmüşler. Aradan bir zaman geçmiş gelin hamile olmuş. Zamanı gelince de bir oğlan doğurmuş. Gelin, iki de bir çocuğu iğnelermiş ki, oğlan ağlasın. Padişah: ‒ Oğlan niye ağlıyor, diye sormuş. Gelin de: ‒ Dolaptaki gülü kaynatır da içirirsek, iyi olur, demiş. Padişah, bunun üstüne dolabı açmış. Gülü kaynatıp suyunu içirmişler, kalanı da bahçeye atmışlar. Ordan bir selvi çıkmış. Poşa kızı durmadan çocuğu iğneliyormuş. Padişah, geline sormuş: ‒ Bu çocuk yine niye ağlıyor? ‒ Beşiği yok da onun için ağlıyor, demiş. Padişah emir vermiş. Hemen bahçedeki selvi kesilmiş, bir beşik yapılmış. Bu peri kızı da bir iğne olmuş, yere düşmüş. Bu evde çalışan nine de beşikten artan yongaları toplarken bir iğne bulmuş. İğneyi yakasına takmış. Nine, her gün işe gidince iğne kız oluyormuş. Evi barkı süpürüp siliyormuş. Yemeği de pişirip yeniden* iğne oluyormuş. Bir gün böyle… Beş gün böyle derken nine şüphelenmiş. Bir gün; “İşe gidiyorum.” diye saklanmış. Kız yine evi temizleyip gideceği sırada nine içeri girmiş. Kızı yakalamış, sormuş: ‒ İns misin?.. Cin misin?.. ‒ Ne insim, ne cinim. Seni beni yaratan Allah’ın kuluyum. Sen benim annem, ben de senin kızın olayım, demiş. Nine de Allah’tan arıyormuş. Bir gün padişahın oğlu hastalanmış. Ahırda da atları hasta olmuş. Bu atları bakım için dağıtacaklarmış. Kız bunu duyunca: ‒ Ninem, bir at da bize getir, demiş. Nine de: ‒ Bir at da bana verin, ama en hastası olsun, diye bir at istemiş. Onlar da: ‒ Bre nenem, sen buna nasıl bakacaksın, demişler. ‒ Oğlum, siz verin, hem de en kötüsünü, demiş. ‒ Verelim canım… Ölürse ölsün, kalırsa kalsın, demiş en kötüsünü vermişler. Nine, atı eve getirmiş. Kız atın bir yanına çayır çimen, bir yanına da su koymuş. Ata öyle bir bakmış ki, ona lisan bile öğretmiş. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Atların toplanma zamanı gelmiş. Herkes atını meydana çekmiş ama bir at eksikmiş. O da ninenin götürdüğü atmış. Nineye haber göndermişler: “Öldüyse ölüsünü kaldıysa dirisini getirsin.” demişler. Nene atı götürmeden kız ata tembih etmiş: ‒ Padişahın oğlu gelmeden yerinden kımıldama! O gelirse bile kalkma! Ben gelir de; “Kalk hayırsız! Sahibinden ne hayır gördüm ki, senden ne hayır göreyim.” deyince kalk, demiş. Padişahın oğlu atın gelmediğini görünce ninenin evine gelmiş. At bir türlü yerinden kalkmamış. Kız gelmiş: ‒ Kalk hayırsız kalk! Sahibinden ne hayır gördüm ki, senden göreyim, demiş. At şimşek gibi yerinden fırlamış. Kızın bu sözlerinden şüphelenmiş, kızı tanımış. Hemen nineyi çağırtmış, sormuş. Nine de olup biteni anlatmış. Padişahın oğlu kızın yanına gelmiş, kızın boynuna sarılmış. İki sevgili birbirlerine kavuşmuşlar. Geri gelmiş poşa kızına: ‒ Kırk satır mı istersin, kırk katır mı, diye sormuş. O da: ‒ Kırk satır senin boynuna vurulsun. Kırk katıra binip babamın evine giderim, demiş. En iyi kırk katırın kuyruğuna bağlamışlar kızı, dere tepe yuvarlamışlar. Bunlar da kırk gün kırk gece düğün edip, muratlarına geçmişler. Allah herkesin muradını versin. * poşa: geçimini musikiden sağlayan etnik grup ** şavk: suya düşen görüntü * yeniden : tekrar, yine
Üç Turuncun Aşkı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BALIĞIN BAŞI Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Evvel evvel iken, sinekler berber iken, ben mini mini bir çocuk iken, dediler baban dünyaya gelmiş. Vardım beşşiğini sallamaya, beşik devrildi, başladı babam ağlamaya. Anam kızdı kaptı maşayı, dolandım dört köşeyi, ben kaçtım o kovaladı, o kovaladı ben kaçtım, anahtar deliğinden zor attım kendimi dışarı. Korkudan gözlerim fırladı çanağından dışarı. O korkuyla düştüm yola. Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin. Az gittim uz gittim altı ay yaz, bir güz gittim, bir de dönüp baktım ki arkama bir arpa boyu yol gitmişim. Derken efendim, efendimin ağası, attı kafamın tası. Bir ayağımı ısırganlara basmaz mıyım, bir ayağımı denize atmaz mıyım? Kuru idim ıslandım yel beni neyler? Mangırım yok, pulum yok dost beni neyler? Dostu düşmanı aradım, bedavadan bir kayık kiraladım. Fış fış kayıkçı, kayıkçının küreği tıp tıp eder yüreği, ahşama fincan çöreği, sabah bayram böreği. Yesem yesem doymasam, suya düşsem ölmesem, Kâbe’ye gitsem gelmesem. Zem zem ile yusalar, kına ile gömseler, etseler metseler sözü uzatmadan şu masala gelseleer. Zamanın birinde bir anne ile gızı varmış. Bunlar çoh fakirlermiş. Annenin dilenmesi ile geçinirlermiş. Annesi geçinebilmek için çoh çabalarmış amma kızı çok tembelmiş. Bir gün anne, yine yiyecek toplamak için yollara düşmüş. Bi tane balıhçı gadın bu gadını görmüş hâline çoh acımış. Yisin diye de bi balıh başı vermiş. Gadın eve gelmiş pişirip yemek için balığın başını ayıtlamış, yıhamış, tencereye goymuş. Tekrar yiyecek toplamak için dışarı çıharken de gızını tembih etmiş: — Ocağa pişmesi için balıh başı goydum. Ona bahmayı unutma, demiş. Amma gız yattığı yerden hiç kahmamış. O sırada gapıya bi dilenci gelmiş. Kapı kitli değilmiş. Kapıyı çalmış. Açan olmayınca da kapıyı açmış içeri girmiş. Gız yattığı yerden, — Kim ooo, diye seslenmiş. Dilenci de çoh aç olduğunu, gendisine verecek yiyecek bi şeylerinin olup olmadığını sormuş. Gız da hiç gılını gıpırdatmadan*, — Ne bulursan al git, demiş. Dilenci etrafı kolaçan etmiş*, bahmış ocahta yemek pişiyo, çoh aç olduğu için canı da çekmiş. Pişen balığın başını alıp tencerenin içine, ayakkabısını gomuş gitmiş. Ahşam olmuş, annesi eve eli boş dönmüş amma, — Nasıl olsa evde yemek var, dimiş. [Ne bilsin balığın başının gittiğini] Tencerenin ağzını açıp da içinde ayakkabıyı görünce ahlı başından gitmiş. Gızına sormuş: — Gızım bu ne hâl? Annesi soruyomuş: — Balığın başını ne yaptın? Gız heç cevap vermiyomuş. Annesi yavaş yavaş sinirlenmeye başlamış. Kız hâlâ cevap vermiyomuş. Annesi artık iyice sinirlenmiş, gızı dövmeye başlamış. Gız cevap vermedikçe daha da çoh dövüyomuş. Gız bağra bağra ağlıyo, ağlamasıynan her yeri yıhıp geçiriyomuş. Gızın ağlaması, taaa padişahın gulağna gadar gitmiş. Padişah uşahlarına, — Bu gız neden böyle ağlıyo? Gidin bir sorun, dimiş. Tabi annesi ben dövdüm, dimemiş: — Durduh yere ağlıyo, dimiş. Ondan soona uşahları padişaha, çoh mağdurlar diyince, padişah, bi eşşek yükü yiyecek göndermiş. Gızın annesi gızını hâla dövmeye devam ediyomuş. Bi yandan da, — Balığın başını ne yaptın, diye soruyomuş. Padişah etmiş edememiş, etmiş edememiiş, belki gız sarayda susar diye gızı saraya getirtmeye garar vermiş. Gızı saraya getirmişler. Gız da pek güzelmiş. Padişah gızı görünce gıza gözü oynamış*. Bunlar birbirlerine âşıh olmuşlar, evlenmişler. Artıh gızın bi eli yağda bi eli baldaymış. Bi gün padişahla gız, havuz başında eğlenirken padişahın bi işi çıhmış saraya gitmiş. Annesi de gızını görmeye gelmiş. Gızın yanına varınca, — Gızım, balığın başını ne yaptın, diyi sormuş. Gız da, — Gel gel burda, diye annesini yanına çağrıp gaşla göz arasında havuza hahmış*. Arhasından da müthiş bir kahkaha atmış. Padişah, gızın kahkasını duyunca goşarak kızın yanına gelmiş: — Ne oldu, neye bu kadar gülüyon, dimiş. Gız da padişaha, — Başındaki tacın püskülünü babamın tuvaletindeki süpürgeye benzettim de ona gülüyom, dimiş. Padişah buna çoh şaşırmış. Gendi gendine, — Nasıl olur? Ben bunu aldığımda çoh fakirdi. Bu yalan söylüyo, dimiş. Hadi o zaman gidelim de bi bana göster şu süpürgeyi, dimiş. Bunlar yola düşmüşler. Git babam git yol bitmiyo, git babam git derken padişah gıza sormuş: — Daha gidecek miyik? Bi türlü babanın evine varamıyok da. Öyle bi ev yoh, en iyisi dönelim, dimiş. Amma gız inatla, — Yoh olur mu? Var tabi, yürüyelim, diyomuş. Bunlar yine git babam git, git babam git gitmişler. İlerde bi gulübe görmüşler. Gız, — Hah işte bu gulübe benim babamın evi, dimiş. Vara vara gulubeye varmışlar. Gapıyı çalmışlar çalmışlar açan yoh. Padişah dimiş: — Burda oturan kimse yoh, gidek. Gız dimiş: — Yoh, var. İlla gapıyı çalmaya devam edek. En sonunda gapı açılmış. Gapıdan aksakallı bi dede çıhmış. Padişahla gızı içeri buyur etmiş. Padişah hemen tuvalete goşmuş. Bi de ne görsün? Tuvaletteki süpürge padişahın başındaki püskülün aynısı. Meğer derviş, o balığın başını alan kişiymiş. Gaşla göz arasında gıza, — Ben balığın başını götüren kişiyim. Gızım sen sen ol, bi daha yalan söyleme. Yalan söylemek iyi bi şey değildir. Bah ne güzel bi evlilik yapmışsın, padişaanan evlenmişsin, daha ne istiyon? Bi daha böyle haltlar garıştırma,* dimiş. Ondan soona padişah, garısını babası bellediği dervişin evinden almış, elinden dutup sarayına geri getirmiş. Kadın bi daha yalan söylememiş. Mutlu ve mesut yaşamışlar, çoluh çocuğa garışmışlar. Onlar ermiş muradına biz çıhalım kerevetine, gökten üç elma düşmüş, biri masalı söyleyene, biri anlatana, biri de dinleyene.   * gılını gıpırdatmamak: Hiç çaba göstermemek, uğraşmamak * kolaçan etmek: Gidilecek yere önceden gidip araştırma ve inceleme yapmak * gözü oynamak: Çok beğenmek, göz koymak * hahmak/hakmak: İtmek, iteklemek * halt garıştırmak: Gizli işler yapmak
Balığın Başı
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
YASEMENİM Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış. Memleketin birinde bir padişahın üç oğlu varmış. Bu oğlanların her biri, birer gün olmak üzere halkın arasında gezermiş. Bazı günler de kılık değiştirip, evlerin pencerelerinin önünde durup halkı dinlerlermiş. Bir gün, sıra padişahın küçük oğluna gelmiş. Hem nöbet geziyor hem de halkı dinlemeye çalışıyormuş. Bir evin önünden geçerken kulaklarına; “Padişah” lafı gelmiş. Vezirine: — Gel, şurada duralım. Padişahla ilgili laf konuşuyorlar; bakalım ne diyorlar, demiş. O evde de üç kız kardeş yaşıyormuş. Üçü de birbirinden güzelmiş. Fakir bir aile oldukları için kendi el emekleri ile geçiniyorlarmış. Bir yandan iş yapıyor, bir yandan da hayâl kuruyorlarmış. Kardeşleri, büyük kıza demişler ki: — Abla, bir hayâl söyle de dinleyelim. O da: — Ne anlatayım ki, demiş. Kardeşleri ısrar etmişler: — Aman, canımız sıkılıyor. Şöyle bir şeyler de, sıkıntımız gitsin, demişler. Kız da: — İyi öyleyse, söyleyeyim de dinleyin, ama benden sonra da siz söyleyeceksiniz, demiş. — Tamam, demişler. — Padişahın büyük oğlu beni alsa ona altın perçemli bir oğlan doğururum, demiş. Ortanca kız da: — O da bir şey mi? Padişahın ortanca oğlu beni alsa ben ona öyle bir halı dokurum ki padişahın bütün ordusu halının üzerine otursa halının bir tarafı boş kalır, demiş. Sıra küçük kıza gelmiş. Küçük kız da: — Aman öyle şeyleri nereden buluyorsunuz? Padişahın küçük oğlu beni alsa padişahın oğluna bir hamam yaptırırım. Hamama girerken de bir eline havlumu, bir eline de nalınımı veririm. “Ben çıkana kadar tut!” derim. O, bunları elinde tutar, ben banyomu yapar, çıkarım. Sonra da önüme katar, evirir çevirir, dönderirim. Olmadı ters çevirir, başının üzerine bir de vururum, demiş. Ablaları, böyle şakalaşmışlar, gülmüşler. Bunu padişahın oğlu duymuş, çok sinirlenmiş. İçinden; “Bu benim için niye böyle söyledi.” deyip sonra da vezirine seslenmiş: — Aman, burayı iyi belle! Buranın adresini iyi al, demiş. Padişahın oğlu dönmüş, saraya gelmiş. O kadar sinirlenmiş ki hiddetinden sabaha kadar uyuyamamış. O tarafa, bu tarafa gitmiş, durmuş. Abilerinin dikkatini çekmiş. Onlar sorup durdukça bu da iyice öfkelenmiş. Sonunda, olanları onlara da anlatmış. Abileri de çok sinirlenmişler. Sabah olur olmaz kızları saraya getirtmeye karar vermişler. Padişahın oğlu, jandarmaları sabah erkenden kızların evine göndermiş, kızları seslettirmiş. Kızlar, jandarmaları görünce şaşırmışlar, itiraz etmişler: — Hayrola, padişah bizi n’apacak? Biz bir şey yapmadık. Bizim devlette, hükümette işimiz yok. Vergimizi de ödüyoruz, daha niye gidelim, demişler. Jandarmalar: — Sizi illa padişahın oğlu istiyor, diyerek götürmüşler. Padişahın küçük oğlu, kızlar gelene kadar sinirden kendi kendini yemiş, bitirmiş. Artık ne yapacağını bilemez olmuş. Kızlar gelene kadar sarayda bir heyet kurulmuş. Kızlar gelince hemen heyetin huzuruna çıkarılmışlar. Padişahın küçük oğlu, kızlara demiş ki: — Hadi bakalım! Akşamki anlattıklarınızı bir de burada anlatın da biz de dinleyelim. Kızlar, birbirlerinin yüzüne bakmışlar: — Biz öyle şaka yapmıştık. Nereden duydunuz, demişler. Padişahın oğlu: — Biz o anda pencerenin altındaydık, hepsini duyduk, demiş. Büyük oğlan da: — Hadi, hadi! Söyleyin, demiş. Kızlar: — Hayır, hayır! Ne olur affedin bizi! Duyulacağını sanmamıştık, biz sadece şaka yapmıştık, diye yalvarmaya başlamışlar. — Olmaz! Eğer konuşulanları tekrar anlatırsanız affedeceğiz, demişler. Bakmışlar ki inkâr etmenin bir faydası yok. Büyük kız demiş ki: — Ben dedim ki; “Padişahın büyük oğlu beni alırsa padişahın oğluna altın perçemli bir oğlan doğururum.” — Pekiyi, sen şöyle geç, demişler. Ortanca kızı seslemişler. — Sen ne dedin, söyle, demişler. — Ben çok güzel halı dokurum. Dedim ki; “Padişahın ortanca oğlu beni alsa ona öyle bir halı dokurum ki padişahın bütün ordusu üstüne otursa bir tarafı boş kalırdı.” Onu da bir tarafa almışlar. Sıra küçük kıza gelmiş, ama padişahın küçük oğlu da hiddetinden ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette kıza sormuş: — Sen gel bakalım, söyle bakalım, sen ne diyordun, demiş. Kız, hiç korkmadan o zaman ne dediyse aynısını demiş. — “Ben bir hamam yaptırtırım, hamama girerken padişahın oğlunun bir eline havlumu, bir eline de nalınımı veririm. Ben çıkana kadar kapıda bekletirim. Çıkınca da “Sen ters çevirdin.” diye nalını da önüne koyar, boynuna da bir sille vururum.” dedim. Hiddetinden kıyametler koparan küçük oğlan: — Sen neyine güvenerek öyle konuşuyorsun, diye bağırmaya başlamış. Oğlan öyle sinirlenmiş ki kendini kaybetmiş. Yanındakilere: — Derhâl bunun boynunu vurun, diye emretmiş. Kızlar, padişahın oğullarına yalvarmışlar. Sonunda büyük kızı büyük oğlan, ortanca kızı ortanca oğlan almış. Küçük kızın ölüm cezasını da yalvara yalvara ömür boyu hapis cezasına çevirtmişler. Küçük kız zindana atıldıktan sonra ablalarına kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Küçük kız da yaptıklarına pişman olmuş, ama artık iş işten geçmiş. Küçük kız, artık zindanda yaşıyormuş; ama günler geçmek bilmiyormuş. Öyle bir ceza vermişler ki hiç kimse ziyaretine gitmeyecek, hiç kimseyle konuşmayacak ve hiç kimseyle irtibat kurmayacakmış. Padişahın emri böyle... Her şey yasakmış. Bu zindanın çok yaşlı bir zindancıbaşısı varmış. Günler geçtikçe kız, bu adamla ahbap olmuş. Kızı çok sevmiş. Baba kız gibi olmuşlar. Kız her gün zindancıbaşıyla dertleşirmiş. Bir gün zindancıbaşı, kıza demiş ki: — Bugün kızımın düğünü oluyor; padişah sana yasak koymasaydı, diğer mahkumlardan olsaydın, seni kızımın düğününe götürür, getirirdim. Ama şimdi olmaz. Kız: — Ne yapalım, kaderimize razı olalım, demiş. O gün, zindancıbaşının kızının düğünü olmuş. Ertesi gün, zindancıbaşını gören kız sormuş: — Kızının düğünü oldu mu, demiş. — Evet, çok güzel bir düğün oldu, demiş o da. Kız: — Babacığım, n’olursun onun elbiselerinden bana bir tane getir de giyeyim. Ama gelirken de iki tane mum almayı sakın unutma ha, demiş. Zindancıbaşı da: — Olur, getireyim, demiş. Adam gitmiş, kızına demiş ki: — Zindanda çok güzel ve genç bir kız var. Onu padişahın oğlu attı. Görünmesi, konuşması, ziyareti, her şeyi yasak. Bir tek benimle konuşuyor. Senden bir tane elbise istedi, verir misin? O da: — Olur, ama nasıl bir elbise istedi, demiş. — Sarı elbise istedi, demiş. Kız, hemen sarı elbiselerini çıkarmış; ayakkabısını, terliğini, çiçeğini, her şeyini beraber kutuya koymuş. Bir takım sarı kıyafetini, öylece kıza göndermiş. Zindancıbaşı, giderken çarşıdan iki tane de mum almış, getirmiş, kıza vermiş. — İşte kızım, elbiseleri getirdim. Gelirken de iki tane mum aldım, demiş. Kız çok sevinmiş. Adamın elini, yüzünü öpmüş. Nasıl teşekkür edeceğini bilememiş. Koşarak gitmiş, Akşam olunca elbiseleri giyinmiş. Zaten güzelmiş, daha da güzel olmuş. Herhâlde söylediği lafları güzelliğine güvenerek söylüyormuş. Kız, zindancıbaşına demiş ki: — Babacığım, bana bir saat müsaade et. Hemen gider, gelirim, demiş. O da: — Kızım, ben seni nasıl bırakırım? Olur mu öyle şey? Padişah duyarsa beni öldürtür, idam ettirir, boynumu vurdurtur. Hem ben seni kimden sorarım, nasıl geleceksin, demiş. Kız yalvarmış, yakarmış. — Ben ölürüm de seni müşkül vaziyette koymam. Yeter ki izin ver, muhakkak gelirim, demiş. Kız, o kadar yalvarmış ki zindancıbaşı dayanamamış: — Pekiyi kızım, artık boynumu vursalar da ağlamana dayanamam, git de çabuk gel, demiş. Padişahın oğlu, kızı zindana attırdıktan sonra iyice üzülmüş. Her şeye, herkese kahretmiş. “Herkes iyi şeyler yaşıyor. Şu benim başıma gelenlere bak! Bana niye böyle oluyor?” diye düşünüp ana babasından ve abilerinden ayrılmış. Sarayın bir bölümünde yatıp kalkıyormuş. Bu da kızın kulağına gelmiş. Zindancıbaşından zorla izin alan kız, gece yarısı doğruca oğlanın yattığı yere gitmiş. Gitmiş ki kapıda bir nöbetçi var. Kız, biraz beklemiş. Sabaha karşı uykunun tatlı zamanı, nöbetçi oturduğu yerde uyumuş. Kız, hemen merdivenleri çıkmış, elindeki mumları yakmış, bekçinin önüne tutmuş. Kızı duyunca nöbetçi gözlerini açmış: — Sen kimsin, diye sormuş. — Ben melaikeyim. — Nereden geldin? — Gökten geldim. — Niye geldin? — Buraya seninle oyun oynamaya geldim. — Niçin oynayacaksın? Niye geldin? Sen kimsin? Kız, o kadar güzelmiş ki kızın güzelliği karşısında nöbetçinin aklı gitmiş. Kız demiş ki: — Burada seninle oyun oynayacağım. Oyun oynarken eğer ben seni yenersem bir bardak şerbet içip gideceğim. Eğer sen beni yenersen ben seninle bu gece burada kalacağım. Nöbetçi o kadar sevinmiş ki çıldırmış. — Pekiyi, demiş. Oturmuşlar, oyun oynamaya başlamışlar. Nöbetçi, kıza: — Pekiyi, hiç olmazsa ismini söyle! İsmini öğreneyim, demiş. Kız, o kadar güzelmiş ki nöbetçi, oyunu unutmuş, durmadan kızın yüzüne bakıyormuş. Kız: — İsmim; Sarı çiğdem Sarmadı midem Saraydı midem Saraydı miden demiş. Nöbetçi kendi kendine; “Allah Allah! Hiç böyle isim olur mu?” demiş. Kız: — Benim ismim bu, demiş. Nöbetçi, kızın ismini öğreneyim diye oyun oynamıyor, öyle kızın yüzüne bakıyormuş. — Sarı çiğdem Sarmadı midem Saraydı midem Saraydı miden derken bu oyunda kıza yenilmiş. — Bak ben seni yendim, demiş. Nöbetçi yenildiğini kabul etmiş. Kız, nöbetçiye: — Şimdi kalk, bana bir bardak şerbet getir, şerbet içeyim, demiş. Nöbetçi kalkıp şerbet getirmeye gidince kız hemen mumları üflemiş, merdivenleri inmiş, karanlığa karışıp kaybolup gitmiş. Nöbetçi, elinde bir bardak şerbetle gelmiş, bakmış; kız yok... — Sarı çiğdem Sarmadı midem Saraydı midem Saraydı miden diye etrafa bağırıp durmuş. Kız yokmuş, uçup gitmiş. Bunun bağırtısına diğer nöbetçiler, bütün herkes, askerler uyanmış. — Gelin! Gelin! Nöbetçi delirmiş, diye herkes koşmuş, gelmiş. — N’oldu? Ne var ya hu, diye sormuşlar. Nöbetçi şaşkın şaşkın; — Buraya bir melaike geldi. Gökten indi, benimle oyun oynadı. O kadar güzeldi ki güzelliği gözümü kamaştırdı, demiş. Oradakiler, onun bu söylediklerine gülmüşler: — Gökten hiç melaike gelir mi, demişler. — Geldi işte! Gelmeseydi, görmeseydim onu hiç arar mıydım, demiş o da. Bu patırtı kütürtüye padişahın oğlu uyanmış: — Ne oldu, diye gelmiş. — Ne olacak? Nöbetçi delirdi, demişler. Bu sefer nöbetçiye sormuş: — Ne oldu, demiş. O da: — Efendim, ne olacak? Gökten bir melaike geldi, oturdu, benimle oyun oynadı, demiş. Padişahın oğlu: — Oğlum, gökten melaike gelir de seninle oyun oynar mı, diye sormuş. O da: — İşte oynadı, demiş. Padişahın oğlu: — İsmi neydi, diye sormuş. O da: — Sarı çiğdem Sarmadı midem Saraydı midem Saraydı miden demiş. Padişahın oğlu: — Ne yaptınız, diye sormuş. Nöbetçi de anlatmış: — Ben oyunda onu yenseydim burada kalacaktı. O beni yenseydi bir bardak şerbet içecekti. O beni yendi. Ben şerbeti almaya gittim; geldim ki uçmuş, gitmiş, demiş. Padişahın oğlu hem inanmamış hem de sinirlenmiş: — Aptal olma! Hiç gökten melek gelir de seninle oyun oynar mı? Belki hayâl görmüşsündür, diyerek münakaşa etmişler. O zaman, oranın mesul kişisi demiş ki: — Tamam, susun! Yarın da ben bekleyeceğim. Hiç uyumayacağım. Bugün gelen melek, yarın da gelir, bekleyip bakayım, demiş. Bunlar beklemeye koyulmuşlar... Biz haber verelim kızdan... Kız, oradan hızla uzaklaşmış, doğruca zindanın yolunu tutmuş. Zindancıbaşına verdiği sözü yerine getirmiş. O da kızı görünce çok sevinmiş: — Geldin mi kızım, demiş. — Geldim babacığım, sana çok teşekkür ederim, demiş. Hemen elbiseleri çıkarmış, anlaştıkları gibi adama götürmüş, vermiş. — İşte babacığım, elbiseleri getirdim. Elbiseleri kızına götür, eğer mor elbise varsa yarın da mor elbiseleri getir, demiş. O da: — Tamam kızım, biliyorum, varsa getiririm, demiş. Zindancıbaşı, elbiseleri kızına götürüp vermiş. Kızı, olup biteni merak etmiş. Babasına sormuş, ama korkusundan kızına bir şey söylememiş. Kızı, ısrarla kızın elbiseleri ne yaptığını sormuş, durmuş. — Babacığım, o bir mahkûm! Benim elbiselerimi giydi de ne yaptı, demiş. Babası: — Hiçbir şey yapmadı, ne yapacak? Oralarda biraz dolandı, sonra da çıkardı. Mor elbisen varsa onu istedi, demiş. Kız: — Var ya baba, tabii göndereyim, demiş. Kız, hemen kalkmış; mor elbisesini, eldivenini, çiçeğini, ayakkabısını her şeyiyle beraber hazırlamış, babasına vermiş. Zindancıbaşı, iki de mum almış, getirmiş. Kız hemen: — Getirdin mi babacığım, demiş. — Getirdim, işte al, demiş. Kız, açıp bakmış ki çok güzel, tam istediği gibi bir elbise. Akşam olmuş. Kız, gece yarısına doğru kalkıp, giyinip, kuşanıp süslenmiş. Zindancıbaşının karşısına geçmiş: — Babacığım, n’olursun, bugün de müsaade et! Bugün de gideceğim. Bak nasıl geri döndüm, geldimse yine geri dönerim, sen merak etme. Bir saate kadar dönerim, n’olursun, diye yalvarmış. Zindancıbaşı, yine kızın yalvarmalarına dayanamamış. — Pekiyi kızım! Dün geldin, inşallah bugün de gelirsin. Sen gidip gelene kadar çok korkacağım, ama hadi git bakalım, demiş. Kız, zindancıbaşının boynuna, boğazına sarılmış: — Sen hiç üzülme babacığım, çabucak gelirim, seni de sıkıntıda koymam, demiş. Kız, hemen zindandan çıkıp koşarak aynı yere gitmiş. Bakmış ki nöbetçi değişmiş. Kız, yine biraz beklemiş. Sabaha karşı uykunun derin vakti olduğu için bu nöbetçi de uyumaya başlamış. Kız yavaşça merdivenleri çıkmış, mumları yakmış. Adam uyanmış: — N’oldu? Sen kimsin? Nereden geldin, demiş. Kız da: — Ben melaikeyim, gökten indim, demiş. Adam: — Niçin geldin buraya, diye sormuş. Kız: — Seninle oyun oynamaya geldim, demiş. Adam merak etmiş: — Benimle oyun oynayıp ne yapacaksın, demiş. Kız da gayet cesur bir vaziyette: — Eğer ben seni yenersem senin bir bardak şerbetini içip gideceğim. Sen beni yenersen bu gece burada seninle kalacağım, demiş. Adam: — Pekiyi, öyleyse, demiş. Oyun oynamaya oturmuşlar. Kız o kadar güzelmiş ki adam, gözünü kızdan alamıyormuş. Hem de adını merak ediyormuş. Hani dün olanları duymuştu ya... Sonunda dayanamamış, kıza adını sormuş. — İsmim; Mor menekşe Al koynuna okşa demiş. Adam içinden; “Allah Allah! Ne kadar güzel isimmiş.” diye düşüyormuş. Hem durmadan kızın güzelliğine bakıyor hem de ismini unutmamak için hep içinden tekrarlıyormuş. “Ben bunun ismini öğrenmezsem nöbetçi beni ayıplar. ‘Ben öğrendim, aklımda tuttum da sen bir türlü öğrenmemişsin’ der, beni ayıplar.” diye düşüyormuş. Kıza yine adını sormuş: O da: — Mor menekşe Al koynuna okşa diye cevap vermiş. Kızın ismini düşünmekten, güzelliğine bakmaktan oyun oynayamamış. Sonunda o da kıza yenilmiş. Kız: — Bak, ben seni yendim. Bana bir bardak şerbet getir de içeyim, sonra da gideyim, demiş. Adam, şerbet getirmek için odasına gitmiş. Kız hemen mumları üflemiş, sessizce merdivenlerden inip gözden kaybolmuş. Adam gelmiş, bakmış ki kız yok. — Mor menekşe Al koynuna okşa diye bağırıp çağırmaya başlamış. Sesini duyan, işiten etrafına toplanmış. Zaten çoğu da böyle olacağını bildiği için uyumamış. Herkes: — Gelin! Gelin! Bu da delirdi, diye bağrışmışlar. Sesleri duyan padişahın oğlu da: — N’oluyor burada, diyerek gelmiş. Hakikaten böyle bir şey var mı? Gördün mü, diye sormuş. Adam da: — Evet, gördüm. Pek meleğe benzemiyordu. Galiba burayı bellemiş. Ama çok güzeldi, yüzüne bakmaya kıyamayacak kadar güzeldi, demiş. Padişahın oğlu düşünmüş: — Pekiyi öyleyse, bu muammayı ben çözeceğim. Yarın da ben bekleyeceğim. Bakalım bu melek dediğiniz insan kimmiş, demiş. Gelelim kıza... Kız, yine acele acele zindana dönmüş. Elbiselerini çıkarmış, zindancıbaşının yanına gelmiş: — Babacığım, işte senin getirdiğin elbiseler. Bak, sözümde durdum, seni zor durumda bırakmadım. Eğer varsa yarın da kızının gelinliğini getirir misin? Artık bu son isteğim. İki tane de mum almayı unutmazsan senden daha bir şey istemeyeceğim, söz, demiş. Kıza güveni artan zindancıbaşı: — Vardır kızım, düğün günü giymişti, getiririm, demiş. Adam eve gelmiş, mor elbiseleri kızına vermiş: — Kızım, gelinliğin duruyor mu? Kız bu sefer de beyaz elbise istedi. Herhâlde düğüne gidip geliyor, demiş. Kız: — Tamam babacığım, hemen hazırlayıp getiririm, demiş. Kız, gelinliğini, duvağını, başının kepini, eldivenini, çantasını, ayakkabısını her şeyini koyup babasına getirmiş, vermiş. Zindancıbaşı, kızının verdiklerini almış, iki tane de mum almış, getirmiş, kıza vermiş. Kız o kadar heyecanlanmış ki bugün padişahın oğluyla görüşeceğini tahmin etmiş. “Eğer olmazsa bile şansımı sonuna kadar deneyeceğim.” diye içinden söyleniyormuş. Zindancıbaşını kapıda karşılamış. — Geldin mi babacığım, demiş. — Geldim. İstediklerini de getirdim, al, demiş. Kız almış, bakmış. Elbise tam istediği gibiymiş. Kalkmış, banyo yapmış. Giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, püslenmiş. Dünya güzeli olmuş. Vakit gelince zindancıbaşından izin istemiş. — Babacığım, bana bir saat izin ver. Görüyorsun, seni üzmeden hemen geliyorum. Söz, yine geleceğim, demiş. Zindancıbaşı, bu sefer daha çabuk izin vermiş. — Pekiyi kızım. Allah saklasın! Sakın geç kalma, ben çok korkuyorum, demiş. Kız da: — Gelirim babacığım, sen hiç merak etme, demiş. Kız, karanlıkta yola düşmüş. Dediği yere gelmiş, bakmış ki nöbetçi; padişahın oğlu! Nöbete alışkın olmadığı için oturduğu yerde çoktan uykuya dalmış. Bu kız, hemen yavaş yavaş merdivenleri çıkmış, oğlanın önüne mumları yakmış. Mumun ışığı padişahın oğlunun gözüne düşünce gözlerini açmış. Bakmış ki hakikaten peri kızı gibi çok güzel bir kız, karşısında duruyormuş. Şaşırmış: — Sen kimsin? Nereden geldin, diye sormuş. Kız: — Ben melaikeyim, gökten indim, demiş. Padişahın oğlu: — Buraya niçin geldin? Senin burada ne işin var? Bizimle ne uğraşıyorsun, demiş. — Ben melaikeyim, gökten indim. Seninle oyun oynamaya geldim, demiş. Padişahın oğlu da: — Pekiyi, otur, oynayalım, demiş. Oturmuşlar. Oğlan, kıza: — İsmin ne, diye sormuş. Kız da nazlanarak, süzülerek: — İsmim; Yasemenim nazlı yârim Elemlenme kederlenme Yâr sevdiğim yâr sevdiğim demiş. Oğlan içinden; “Allah! Allah! Böyle isim olur mu? Bu ne biçim isim.” demiş. Kız, padişahın oğluna: — Oyun oynamadan önce oyunun şartlarını konuşalım, demiş. Padişahın oğlu: — Tamam konuşalım. Söyle bakalım, şartın ne, demiş. Kız: — Eğer sen beni yenersen ben bu gece burada seninle kalacağım. Yok, eğer ben seni yenersem bunu sonra konuşuruz. İsteğimi sonra söylerim, demiş. Oğlan: — Pekiyi, demiş. Oyun oynamaya başlamışlar. Padişahın oğlu, kızın o kadar tesirinde kalmış ki hiç oyuna bakmamış. Devamlı kızın güzelliğine, giydiği elbiseye bakıp duruyormuş. Oyun umrunda bile değilmiş. Bir yandan da; “Bu, melek ile insan arası biri! Bu melek olamaz! Bu insan, ama nerenin prensesi? Nereden olabilir? Bu kim? Buraya nasıl geliyor?” diye düşünüyormuş. Kafasından bunlar geçerken kız bunu yenmiş. Kıza: — İsmin neydi, diye sormuş. Kız, ismini tekrarlamış: — Yasemenim nazlı yârim Elemlenme kederlenme Yâr sevdiğim yâr sevdiğim demiş. Padişahın oğlu, yenildiğini kabul etmiş: — Evet, sen beni yendin. Şimdi arzunu söyle, demiş. Kız: — Ben yıkanmak istiyordum. Beni hamama götürün. Yıkanmak istiyorum, demiş. Oğlan, kızın isteğini kabul etmiş, ama önceki konuşulan laflar aklından çıkmış. Hiç hatırına gelmemiş. Kızı almış, kendi özel hamamının kapısına kadar götürmüş. Kız, hamamın kapısından girerken oradan bir havlu ile bir nalın almış, padişahın oğlunun eline tutuşturmuş: — Siz bunları tutun, ben birazdan çıkarım, demiş. Kız, hamama girmiş, soyunmuş, güzelce yıkanmış, hamamdan çıkmış. Çıkmış bakmış ki oğlanın bir elinde havlu, bir elinde nalın bekliyormuş. Hemen havluyu almış, sarınmış, nalını önüne koymasını söylemiş. Padişahın oğlu, nalını önüne koymuş. Kız: — İyi olmadı, yanlış koydun, diye oğlanın başına bir tane vurmuş. Padişahın oğlu, hâlâ kızın ismini ezberlemekle meşgulmüş. Kızın vurduğunun farkında bile olmamış. İçinden devamlı ismini ezberliyormuş. Hem de; “Onlar kızın ismini ezberlediler, öğrendiler. Ben öğrenmezsem ayıp olur. Bununki biraz zordu.” diye düşünüyormuş. Kıza tekrar adını sormuş. Kız: — Niçin öğrenemediniz şehzadem? İsmim o kadar da zor değil, demiş. Yasemenim nazlı yârim Elemlenme kederlenme Yâr sevdiğim yâr sevdiğim demiş. Kız giyinip kuşandıktan sonra padişahın oğluna demiş ki: — Padişahım, sizden bir bardak su rica edeyim. Boğazım kurudu, çok susadım, demiş. Padişahın oğlu, hemen su derdine düşmüş. Etrafındakilere: — Bir bardak su! Su, su, su verin, diyene kadar kız hemen ortalıktan kaybolmuş. Doğruca zindana gelmiş, üstünü başını çıkarıp zindancıbaşının yanına gelmiş. — Buyur babacığım, çok sağ olasın. Artık bütün isteklerimi gerçekleştirdim. İşte gelinlik, kızına da çok teşekkür ederim, demiş. Her şeyi verdikten sonra tekrar yerine gitmiş, oturmuş. Padişahın oğlu bir bakıyor ki kız yok, çoktan gitmiş. “Bu neydi? Kimdi? Niçin kaçtı, gitti? Nereden geldi? Nasıl oldu?” diye düşünüp durmuş. O sırada etraftakiler, padişahın oğlunu nöbet yerinde bulamamışlar. “Acaba nerede?” diye aramışlar. Padişahın oğlunu elinde su bardağıyla görmüşler. Merak edip sormuşlar: — Efendim, bugün kız gelmedi mi, demişler. Padişahın oğlu çok sinirliymiş, hiç cevap vermemiş. Yeniden sormuşlar: — Niçin söylemiyorsun? Geldi mi, gelmedi mi, demişler. Padişahın oğlu: — Geldi gelmesine, ama hiçbir şey anlamadım, O ne melek ne de bir şey! Bir insan, ama nerenin sultanı? Fakat hem çok güzel hem de çok cazgır* bir kız. Evet geldi, benimle de oyun oynadı. Onu muhakkak bulacağım, demiş. O gece yatmışlar, ama padişahın oğlu hiç uyumamış. Kızın hayâli gözünün önünden hiç gitmemiş. Sabah kalkmış, vezirlerini seslemiş: — Ülkedeki bütün genç kızları getireceksiniz. Onu mutlaka bulacağım, demiş. Ülkenin her yerine haberler salmışlar. Bütün genç kızları padişahın oğlunun huzuruna çıkarmışlar, ama nerede bulacaklar? Aramışlar taramışlar, o kızı bulamamışlar. Padişahın oğlu giyinmiş, kuşanmış, atına binmiş, kapı kapı dolaşmış, kızı aramış; ama nafile, kızı bulamamış. Vezir: — Padişahım, aramadığımız yer kalmadı, bulamadık, demiş. Padişahın oğlu: — İyi düşün, hiçbir yer kalmadı mı, demiş. Vezir de: — Padişahım, sadece zindanlar kaldı. Zindandakiler hariç ülkede hiç insan kalmadı, hepsine baktık. Her tarafı aradık, bulamadık, demiş. İşte o zaman padişahın oğlunun aklı başına gelmiş. Kızın söylediklerini, o gece yaşadıklarını hatırlamış. — Ha, doğru! Hemen zindana gidip oradakilere de bakın, diye emir vermiş. Hemen zindana gitmişler. Zindancıbaşından mahkûmları dışarı çıkarmasını söylemişler. Zindancıbaşı, bütün mahkûmları dışarı çıkarmış, ama kız bir türlü dışarı çıkmak istememiş. Padişahın oğlu sinirlenmiş: — Başka kimse yok mu? Çıksınlar, diye emretmiş. Zindancıbaşı: — Efendim, sizin zindana attırdığınız genç kız var ya, o çıkmak istemiyor, demiş. Padişahın oğlu, iyice sinirlenmiş: — Niçin çıkmıyor? Çabuk, dışarı gelsin, demiş. Kız: — Hayır, gelmiyorum, demiş. “Gelsin! Gelmiyorum! Gelsin! Gelmiyorum!” derken padişahın oğlu hiddetle bağırmış: — Sen niçin dışarı çıkmıyorsun, demiş. Kız: — Hayır efendim, çıkmıyorum. Ben ömür boyu mahkûmum. O yüzden çıkamam, demiş. Padişahın oğlu, kızı sesinden tanımış. Doğruca içeri girmiş, kızın yanına gitmiş. — Ah seni ah! Sen gelmezsen ben gelirim, demiş. Kızı kolundan tutmuş, zorla dışarı çıkarmış. Bakmış ki gece gelen kız... Kıza: — Tamam, ben yenildim, ben kaybettim, sen kazandın. Ben büyük söyledim. Akşam dilediğin her şeyi yapacağım, demiş Kız: — Hayır, olmaz, Aynı şeyleri kabul edersen seninle evlenirim, yoksa razı olmam, demiş. Padişahın oğlu: — Pekiyi, demiş. Kız o kadar güzel ki oğlan onun cazibesine kapılmış, ne istese yapacak. Kız, yeniden hamama girmiş. Padişahın oğlu da bir elinde havlu, bir elinde nalın, kız çıkana kadar kapıda kızı beklemiş. Kız çıkınca da kızın havlusunu tutmuş, nalını da önüne koymuş. Kız havluya sarınmış, oğlanın başını okşamış: — Ben işte böyle sözümü gerçekleştiririm. Hem de gerçekleştirdim, demiş. Bunlar kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar, evlenmişler. Daha önce evlenmiş olan ablaları da korkularından kıza yaklaşmamışlar. Ama evlendiğine de çok sevinmişler. Mutlu bir hayata başlamışlar. Darısı cümle sevenlerin başına...   * cazgır: Fitneci.
Yasemenim
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YAZILAN YAZI BOZULMAZ Vakti zamanında bir ülkede bir padişah yaşarmış. Yaşarmış da bu padişahın hiç çocuğu yokmuş. Tek derdi buymuş. Bu dert onu vicdansız, zalim, hain bir kişi yapmış. Hiç kimseye acımaz, herkese kötülük yapar, iyilik yapmaktan sakınırmış. Bu derde artık dayanamaz olmuş. Ülkesindeki bütün hacıları, hocaları, ermişleri toplamış. Çocuğunun olması için onlardan Allah’a yalvarmalarını emretmiş. Onlar da aylarca, yıllarca dua etmişler. Sonunda, Allahutaala ona bir kız evlat ihsan etmiş. Padişah, buna çok sevinmiş, fakat bu sefer de kendine damat olacak olanı merak etmeye başlamış. Bunun için de vezir vüzera, devrin ileri geleni kim varsa hepsini toplamış. Onlar uzun uzun müşavere etmişler; sonunda padişaha damadının filan köydeki çobanın oğlu olacağını bildirmişler. Padişah, bu haberin üstüne küplere binmiş. Kızmış, coşmuş: — Bir çoban çocuğu kim ola ki benim damadım ola! Çabuk, onu bana bulun, diye emretmiş. Ertesi gün olmuş. Padişah, damadı, kendisi bulmak istediği için vezirini, lalasını yanına almış, yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş... Uzun bir yolculuktan sonra tarif edilen köye varmış. Aradığı köyü bulmuş. Köyün içinde biraz dolaşmışlar, sonra çobanın evini bulmuşlar. Meğer çoban da çok ihtiyarmış. Hanımı da öyleymiş. Allahutaala, onlara da şimdiye kadar bir evlat vermemiş. Bu yaşa gelmişler de daha yeni bir erkek oğul ihsan eylemiş. İşte padişahın damadı olacak olan da buymuş. Çoban ile hanımı, ülkenin padişahının ta ayaklarına kadar gelmesine bir anlam verememişler ya! Yine de bu gelişe sevinmişler. Epey bir zaman dereden, tepeden konuşmuşlar. Artık padişah dayanamamış, sabrı tükenmiş. Çobana demiş ki: — Gel, sen şu oğlanı bize sat! Terazinin bir gözüne oğlanı koyalım, bir gözüne de oğlanı tartacak kadar altın koyalım. Çoban şaşırmış; “Bu nasıl iş Allah’ım!” diye mırıldanmış. Bundan bir şey anlayamamış. Bakmış ki hanımı da kendi gibi... O da odanın bir köşesinde çekilmiş, onları dinliyormuş. Padişah, sözlerini bir defa daha tekrarlamış. Çoban önce oğlunu vermeye razı olmamış. Padişaha yalvarmış, yakarmış. Fakat ne çare! Padişah kararlı... Nuh diyor, peygamber demiyor! Hiç sözünden döneceğe benzemiyor. Çaresiz, çoban, oğlunu vermeye razı olmuş. Bu sefer, odanın bir köşesinde duran kadın atılmış. Padişahın ayaklarına kapanmış, ağlamış, sızlamış, ah eylemiş, vah eylemiş... Ama padişah bir türlü anlamamış. Sonunda kadın da çaresiz kalmış, boynunu bükmüş. Teraziyi getirmişler. Bir gözüne oğlanı koymuşlar. Öbür gözüne de onu tartacak kadar altın koymuş, oğlanı almışlar. Biraz sonra da atlarına atlamış, yola koyulmuşlar. Az zaman sonra köyün sınırından çıkmışlar, bir otlağa gelmişler. Vicdansız padişah, lalayla vezire emretmiş: — Çabuk, bu çocuğu şuracıkta öldüreceksiniz! Lalayla vezir, çocuğu alıp bir çukura indirmişler. İndirmeye indirmişler de çocuk da ay kadar güzelmiş. Kimsenin eli varıp da o yavruya kıyamazmış. İşte onlar da kıyamamışlar. Çocuğu bir çalının dibine sokmuşlar. O anda havada uçan bir turnayı vurmuşlar ki padişah silah sesini duysun da çocuğun öldüğüne inansın. Ellerindeki bez parçasını da turnanın kanına batırmış, padişahın yanına gelmişler. Padişah: — Öldürdünüz mü o Yezidoğlu Yezid’i, diye sormuş. Onlar da ellerindeki bez parçasını gösterip: — Öldürdük! İşte inanmazsanız bu da kanı, demişler. Padişah, buna çok sevinmiş. Sevine sevine yollarına devam etmişler. Uzun bir yolculuktan sonra ülkelerine varmışlar. Vardılar ya! Padişahın deli aklı yine durmadı. Birinci damadı öldürdü. Acaba şimdi kim damat olacaktı? Padişahın merakı gün geçtikçe artmaya başlamış. Yine heyeti toplamış; damadının kim olacağını bulmalarını istemiş. Biz haber verelim çocuktan... Meğer çobanın oğlu ölmemiş. Aç da kalmamış. Her gün sürüden ayrılan bir inek, gidip onu emziriyormuş. Yine bir gün inekler otlakta otlanıyormuş. Başlarında da çobanları varmış. Çoban, hayvanları yayarken sürüden bir ineğin ayrıldığını, çalıların arasında kaybolduğunu görmüş. Bu, her gün böyle devam etmiş. Çoban en sonunda dayanamamış, ineğin gittiği yere gitmiş. Bir de ne görsün!? İnek, bir çalının arasına yatmış, bir insan yavrusunu emziriyor! Çoban hayretler içinde kalmış. Bu manzarayı gözlerinden yaşlar aka aka seyretmiş. Çocuk, kendi çocuğuymuş. Birkaç gün önce padişaha sattığı çocuk... Çocuğun yanına varmış. Onu kucaklamış, bağrına basmış. İneği de alnından öpmüş. Çocuk kucağında, sürü önünde, akşamüstü köye dönmüş. Kadın, kocasının bir çocukla geldiğini görünce yüreği “Hop!” etmiş. Doğruca kocasına koşmuş. Bakmış ki çocuk kendi çocuğu! Çocuğu almış, bağrına basmış, öpmüş, koklamış. Artık seviniyorlarmış, ama padişahın yaptığı bu işten bir şey anlayamamışlar. “Çocuğu hem aldı hem niye getirdi, geri bıraktı?” diye düşünmüşler; olup bitene ikisi de bir anlam verememiş. Kısa bir zaman sonra çocuk büyümüş, gelişmiş, serpilmiş. Koca bir delikanlı olmuş. Biz gelelim padişaha... Padişahın topladığı heyet, damat olacağın yine aynı köyde, aynı çobanın oğlu olduğunu açıklamış. Padişah, o çocuğun öldüğünü bildiği için bu söze inanmamış. Tekrar araştırma yaptırmış. Fakat iş yine aynı... Neyse, padişah yine bu köye gitmeye karar vermiş. Ertesi gün, lalayla veziri yanına almış, aynı köyün yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Sonunda o köye varmışlar. Yine çobanın evine varmışlar. Çoban, bunları hemen tanımış. Tanımış ya, tanımazlıktan gelmiş. Çobanın oğlu, padişaha hizmet etmiş. Padişah, bu delikanlıyı tanımış. Bir zaman dereden, tepeden, şuradan, buradan konuşmuşlar. Sıra oğlanı istemeye gelmiş. Padişah, oğlanı satın almak istemiş. Fakat çoban yine bu teklifi kabul etmemiş. Padişah ısrar etmiş. Çoban ısrara dayanamamış, çocuğu satmaya karar vermiş. Yine teraziyi getirmişler. Bir gözüne oğlanı, bir gözüne de ağırlığınca altın koyup oğlanı almış, gitmişler. Köyden epeyce bir uzaklaşmışlar. Bir ormanlık yere gelmişler. Padişah, lalayla vezirine: — Çabuk, bu oğlanı öldüreceksiniz, demiş. Lalayla vezir, oğlanı almış, elini kolunu bağlayıp bir ağaca bağlamışlar. O sırada gökyüzünde uçmakta olan bir kuşu vurmuşlar. Padişahın yanına varmışlar. Padişah: — Öldürdünüz mü o it oğlu iti, demiş. Onlar da: — Silah sesini duymadınız mı padişahım? Öldürdük işte, demişler. Padişah, bunu duyunca içi rahat etmiş. İçinden; “Nihayet baş belasından kurtulduk.” demiş. Atlarını daha fazla mahmuzlayıp ülkelerine varmışlar. Artık padişahın içi rahatmış; çünkü oğlanı öldü biliyor ya! Meğer oğlan ölmemiş. Şans bu ya! Lalayla vezir onu oraya astıktan iki gün sonra başka bir ülkeden gelen kervanlar orada mola verip birkaç gün kalmak istemişler. Oğlanı ağaca sarılı görünce hemen onu oradan kurtarmış, ağanın yanına getirmişler. Bezirgân ağası; “Böyle bir delikanlıya nasıl kıyıp da oraya asmışlar.” diye düşünmüş. Etrafındakilere: — Bu yakışıklı delikanlı benim evladım olacak, demiş. Oğlan bunu kabul etmiş. Artık ağanın evladı olmuş. Ona hizmet edip her isteğini yerine getirmeye çalışmış. Daha başka sığınacak yeri yokmuş. Aradan bir zaman geçmiş. Padişahın yine deliliği tutmuş. “Benim damadım kim olacak?” der, dururmuş. Yine kurulu toplamış. Heyet, bir ay sonra padişahın damadının bezirgân ağasının oğlu olacağını söylemiş. Padişah, lalayla vezirini yanına almış, yola koyulmuşlar. Bir zaman sonra ağanın bulunduğu yere gelmişler. Ağa, bunları karşılamış, buyur etmiş, yedirmiş, içirmiş. Ama padişahın derdi başka... Ağanın oğlu, bunlara hizmet etmiş. Padişah, damadının bu olacağını düşündükçe aklını atası gelmiş.* “Bir bezirgân ağasının oğlu kim ola ki benim damadım ola!” diye düşünüyormuş. Bu arada oğlanı öldürmenin yollarını da arıyormuş. Durmadan, dinlenmeden düşünüyor, ıssız yerlerde dolaşıyormuş. Onun bu hâlinden lalayla vezir bir fenalık düşündüğünü anlamışlar. Bir gün padişah, lalayla veziri yanına çağırmış: — Buldum! Onu nasıl öldüreceğimi buldum! Yardımcıma bir mektup yazacağım. Mektubu da oğlanla göndereceğim. Mektuba; “Bunu getiren akşam gelirse akşama öldür! Sabah gelirse sabaha öldür!” yazacağım. Siz ne dersiniz, demiş. Lalayla vezir çaresiz, birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Padişahın dediğini kabul etmişler. Etmişler ya... İçlerinden de padişaha çok kızmışlar. Padişah bu... Dediğini yapacak... Hemen yardımcısına bir mektup yazmış. Mektupta şöyle yazıyormuş: “Sana bu mektubu getireni akşam gelirse akşama, sabah gelirse sabaha vur, öldür.” Padişah, bezirgân ağasından müsaade istemiş: — Artık gitme vaktimiz geldi. Biz buradan ayrılacağız, ama bu mektubu oğlun götürüp benim yardımcıma versin, demiş. Ağa, bunu kabul etmiş, mektup da çocuğa verilmiş. Oğlan, mektubu kasketinin içine yerleştirmiş, yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş... Sonunda tarif edilen yere varmış. İlk defa böyle bir yere geldiği için çok zorluk çekmiş. Akşama kadar padişahın sarayını aramış, durmuş. Bir türlü bulamamış. Nerede yatacağını, nerede kalacağını düşüne düşüne yürürken bir büyük binaya rastlamış. Binanın bahçesinde kocaman bir havuz, etrafında da kanepeler varmış. Böyle bir yeri ilk defa görmüş. Meğer burası padişahın kızının sarayıymış. “Hah! İşte yatacak bir yer buldum.” diye düşünmüş. Çok yorgun olduğu için daha fazla dayanamamış; duvardan atlamış, havuzun yanındaki kanepeye uzanmış, yatmış. Derin bir uykuya dalmış, sabah olmuş, hâlâ uyanmamış. Bir ara padişahın kızı pencereden bakmış. Bir de ne görsün? Havuzun yanındaki kanepede bir delikanlı yatmıyor mu? Hemen aşağı inmiş, delikanlının yanına gelmiş. “Bu kim acaba? Buraya niye gelmiş?” diye düşünürken yerdeki mektubu görmüş. Açmış, okumaya başlamış. Okumuş… Okumuş… Mektubun sonunda babasının imzasını görmüş. Kendi kendine; “Hayır! Ben böyle bir delikanlıya göz göre göre kıydırmam. Babam ne insafsız bir insan ki bunu yapabiliyor.” diye söylenmiş. Hemen aklına bir fikir gelmiş. O mektubu yırtmış, yerine başka bir mektup yazmış. O mektupta; “Vezirim, bir delikanlı gönderiyorum. Bu benim damadım olacak kişidir. Sabah gelirse sabaha, akşam gelirse akşama kıy nikâhını! Kızımla evlendir.” yazıyormuş. Kız, mektubu yerine bırakmış, yukarı çıkmış. Biraz sonra oğlan uyanmış. Bakmış ki mektup yere düşmüş. Hemen almış, kasketinin içine yerleştirmiş, oradan ayrılmış. Araya araya sarayı bulmuş. Padişahın yardımcısının odasına girmiş. Mektubu ona vermiş. Adam, mektubu okuyunca şaşırmış, hayret etmiş. Kendi kendine; “Bu kadar çalışmadan sonra padişah niye böyle yaptı? Niye kendisi yokken düğün yapılacakmış, anlayamadım. Mademki padişah öyle diyor, biz de yaparız.” demiş. Sonra da mektubu kaldırmış. Bunlar kırk gün, kırk gece düğün dernek yapmışlar. Padişahın kızıyla bezirgân ağasının oğlu evlendirilmiş. Padişahın kızı, oğlanı, oğlan da onu çok sevmiş. Biz haberi verelim padişahtan... Padişah, oğlanı öldü biliyor ya! Kendi kendine; “Artık dönmeliyim.” diye düşünmüş. Ülkesine dönmeye karar vermiş. Padişahın geleceğini duyan yardımcısı bir arabaya gelinle damadı bindirmiş, arkasına da bütün ülke halkını dizmiş. Büyük bir şenlikle padişahı karşılamışlar. Padişah şaşırmış, buna bir anlam verememiş. Yardımcısını yanına çağırmış; bütün bu olanların sebebini sormuş. Yardımcısı da her şeyi tek tek anlatmış. Padişah itiraz etmiş: — Hayır, ben böyle bir mektup göndermedim, demiş. Hemen yardımcısının öldürülmesini emretmiş. O anda kızı yetişmiş. Olanları babasına anlatmış. Padişah, kızını da öldürmek istemiş. Bu sefer de lalayla vezir imdada yetişmiş. Padişahı orada halkın önünde rezil etmişler. O günden sonra padişah, daha kimseyi küçük görmemiş. Bütün yaptıklarına pişman olmuş. Allah’ın yazdığı yazıyı bozamayacağını anlamış. Kızı ve damadı ile mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar ermiş murada, biz çıkalım kerevetine!   * aklını atası gelmek: Delirir gibi olmak.
Yazılan Yazı Bozulmaz
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YEDİ KARDAŞLAR Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Bir kadının yedi tane oğlu varmış; hiç kızı olmamış. Gel zaman git zaman kadın yine hamile olmuş. Oğlanlar, anaları kız doğurursa bu köyden gideceklermiş. Birgün analarına demişler ki: -Ana, kızın olursa allı bayrak dik, oğlun olursa ak bayrak dik, demişler. Anaları doğum yapmış, bir kız doğurmuş. Bu köyde de yedi kardaşların düşmanları varmış. “Bunlar köyden gitsin.” diye al bayrak dikmişler. Ama bundan yedi kardaşların analarının haberi olmamış. Oğlanlar da başlarını almış gitmişler. Derken bu kız büyümüş. Birgün arkadaşlarıyla bulgur çekmeye gitmiş. Bulgur çektikleri sırada kızlardan biri gaz çıkarmış. Kızların hepsi; “Kardaşım ölsün yaptıysam!” diye yemin etmişler. Bu kız da kardaşları olmadığı için; -Alaböcüğüm* ölsün, gaz çıkarttıysam, demiş. Orda bulunan yaşlı bir kadın; -Kızım senin de yedi kardaşın var. Sen niye Alaböcüğünü öldürüyon, demiş. Kız bunu duyunca; -Ben hastayım, eve gidiyorum, diye eve gelmiş. Birgün böyle… Üç gün böyle… Birgün anası kıza; -Ne yiyeceksin, diye sormuş. Kız da; -Kavurga yiyeceğim, demiş. Anası kavurga kavururken kız anasının bileğinden tutmuş; -Ya elini saca yapıştırırım, ya da bana kardaşlarımı söylersin, demiş. Anası da; -Kızım, kardaşların vardı da sen olunca düşmanlarımız al bayrak dikmişler. Onlar da küstü, köyden gitti, demiş. Kız, anasına kavurga kavurtmuş, ekmek yaptırmış. Anasına demiş ki: -Ana, bana bir külden eşek yap! Anası kıza külden bir eşek yapmış. Kızına demiş ki: -Kızım, eşeğe “Çüşşş!” dersen eşek bozulur. Ona hep; “Çu! Çu! Çu!” diyeceksin, demiş. Kız dere tepe yol almış. yolda giderken birden; “Çüş!” demiş, eşek bozulmuş. Oralarda da kardaşlarının evi varmış. Eve gitmiş; yemek hazırlamış, sofrayı kurmuş. Sonra da dolaba girmiş saklanmış. Kardaşları eve gelince şaşırmışlar: “Bu yemeği kim yaptı? Bu sofrayı kim kurdu?” diye birbirlerine sormuşlar. Oğlanlar, yemeklerin zehirli olup olmadığını anlamak için birer kaşık kediye, köpeğe atmışlar. Kedi de köpek de ölmemiş. Kendileri de avdan geldikleri için açlıktan ölmüşler. Hemen yemekleri yiyip bitirmişler. Kız, her gün sofrayı kazırlar, oraları siler süpürürmüş. Ondan sonra da dolaba girer saklanırmış. Bu oğlanlar karar vermişler, demişler ki: -Her gün birimiz burada kalıp bekleyelim. Bu kimmiş öğrenelim. Böyle dedikten sonra birinci gün büyük kardaş beklemiş. Beklerken de uyumuş. Kız yine silmiş, süpürmüş, sofrayı hazırlamış; dolaba girmiş, saklanmış. Kardaşları gelince büyük kardaş olanları söylemiş. Bu sefer hepsi beklemiş; ama onlar da uyumuş. Onun içinde kızı bir türlü yakalayamamışlar. Sıra en küçüğe gelmiş. Bunun parmağını kesip, tuz basmışlar ki, acısından uyumasın diye. Kız, yine ortaya çıkmış; her şeyi hazırlamış, tam dolaba gireceği sırada küçük kardaşı bileğinden tutmuş. Demiş ki: -İn misin, cin misin? Bacısı da; -İnim de cinim de… Seni yaratan Allah’ın kuluyum, sizin de bacınızım, demiş. Öteki kardaşlar gelince, küçük kardaşları olan biten her şeyi anlatmış. Bunlar her gün ava gidermiş, bacıları da onların hizmetini görürmüş. Bu oğlanların yataklarının altından her gün bir üzüm tanesi çıkarmış. Bu üzümleri hep kızın Alaböcüğü yermiş. Birgün yine üzümleri yemiş, hem de kızın ocağının ateşini söndürmüş. Kız, kardaşlarına yemek hazırlayamamış. Uzakta tütün tüten bir yer görmüş. Oraya ateş almaya gitmiş. Meğerse, o ev devin eviymiş. Kızın belinde de bir yumak sokuluymuş. Kız, devin evinden azıcık bir ateş almış. Bu ateşi ona devin evindeki gelinler vermiş. Gelirken belindeki yumağını düşürmüş. Dev de evdeki gelinleri yemek için dişini bileyletmeye gitmiş. Gelince gelinlere demiş ki: -Burda insan eti kokuyor. Gelinler de; -Buraya bin insan evlâdı geldi. Ateşi bitmiş, ateş verdik, demişler. Dev o sırada yerdeki yumağı görmüş. Yumağı sara sara kızın oturduğu yere gelmiş. Kardaşının sesi gibi ses vermiş; -Bacım, kapı deliğinden parmağını uzat da yüzük takıyım, demiş. Kız da uzatmış. Dev kızın parmağını ısırmış. Kız da oraya bayılmış. Az sonra kardaşları gelince seslenmişler. Kapıyı açamamışlar. En sonunda kardaşlarından biri tavandan atlamış, kapıyı açmış. Bacılarını öyle görünce; “Bunu kim yaptı?” diye kızmışlar. Kız uyanınca, olan biten her şeyi anlatmış. Kardeşleri gidip devi öldürmüşler, ordaki gelinleri de alıp evlerine getirmişler. Gel zaman git zaman bu gelinler bu kızı istememişler. Kızı ortadan kaldırmaya çalışmışlar. Yılan pınarından su getirerek, kıza o sudan içirmişler. Kızın karnı gün gün şişiyormuş. Gelinler kardaşlarına demişler ki: -Bacınız hamile!.. Ne yapacaksanız yapın! Ertesi sabah kardaşları bacısına demiş ki: -Bacı, bugün sen de bizimle gel! Kız, kardaşlarının sözüne kalkmış, onlarla gitmiş. Kızı götürüp bir kör kuyuya atmışlar. Birgün bir kervancıyla bir çoban, mallarını sulamak için bu kuyunun başına gelmişler. Oradan bir kervancı ile çoban geçiyormuş. Kuyudaki suyun bulanık olduğunu görmüşler. İçinde bir şeyin olduğunu anlamışlar. Kervancı; -Mal ise benim, demiş. Çoban da; -Can ise benim, demiş. Kuyudan aşağı bir helke sallamışlar. Kız helkeye yapışmış, yukarı çıkmış. Kız başından geçenleri çobana anlatmış. Çoban hemen kara keçinin sütünü sağmış, kıza içirmiş. Kızın karnından yılanlar dökülmüş. Çoban bu kızı evine götürmüş. Onunla evlenmiş. Çoluğu çocuğu olmuş. Aradan bir zaman geçmiş. Kızın kardaşları, bir kervanla geliyorlarmış. Kız bunları görünce çocuklarına demiş ki: Şu kervancılar yanınıza gelince; “Hüd aşığım hüd! Yedi kardaşın yiğeniyim, ağ devenin döveniyim!” deyin. Bunlar sizin dayınızdır, demiş. Çocuklar, analarının bellettiği gibi söylemişler. Kardaşlar çocuklara; -Oğlum, eviniz nerde, anan nerde, diye sormuşlar. Onlar da göstermişler. Kardaşlar, bacılarına sarılmış, ağlaşmışlar. Bacıları onlara; -Kardaşlarım, karılarınız bana yılan pınarından su içirdiler, karnım şişti. Siz de onların sözüne kanıp, beni kör kuyuya attınız. Beni bir çoban kurtardı. Evine getirip beni ailesi yaptı, demiş. Kardaşları kızı alıp evlerine götürmüşler. Karılarını da bir katırın kuyruğuna bağlayıp, ortaya bırakmışlar. Kardaşları da kız da yemişler içmişler muratlarına geçmişler… * böcük : böcek
Yedi Kardaşlar
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YEDİ PEÇELİ Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde zengin bir adam varmış. Bu adamın da bir karısıyla bir de kızı varmış. Bunlar, kimseye ihtiyaç duymadan kendi hâllerinde yaşarlarmış. Evde başka çocuk olmadığı için kızın, evde bir dediği iki olmazmış. Kız, bir gün pencerenin kenarında oturmuş, gelen gideni seyrederken camın önündeki saksıdan bir taş parçası alıp fırlatmış. O sırada, karşıdaki çeşmede bir kadın su dolduruyormuş. Aksilik bu ya, kızın attığı taş, kadının testisini kırmış. Kadın buna çok kızmış: — Bir evin bir kızısın. Sana beddua edemem, yazık olur. Ne diyeyim Yedi Peçeli'nin aşkına yanasın, demiş. O günden sonra kızın içine bir ateş düşmüş; yemeden içmeden kesilmiş. Günler geçtikçe eriyip gidiyormuş. Derdini anasına, babasına bile söylememiş. Bir gün kızın arkadaşları, onu ziyarete gelmişler. Kızın annesi, onlara: — Bu kız, bize bir şey söylemiyor. Siz arkadaşsınız, belki derdini size söyler, demiş. Arkadaşları, kıza derdini sormuşlar. Kız: — Yedi Peçeli'ye âşık oldum. Onun aşkından bu hâllere düştüm, demiş. Anası ve babası, kızın bu durumunu öğrenince düşünmüş, taşınmış, bir çare bulamamışlar. Bir gün kapıya bir derviş gelmiş. Dervişe: — Sen çok gezer, çok görür, çok tanırsın. “Yedi Peçeli” diye birini gördün mü, tanır mısın? Kızımız ona âşık... Yorgan, döşek yatıyor, demişler. Derviş: — Evet, tanırım. Bir dağın tepesinde, ormanlık bir yerde yaşar. Kızınız bir mektup yazsın, ben götürüp vereyim. Size de cevabını getireyim, demiş. Kız, hemen kâğıt kalem isteyip; “Ey Yedi Peçeli! Senin aşkın beni kendimde koymadı. Gecemi, gündüzümü yitirdim. Ne uykum kaldı ne huzurum. Bana acı, benimle evlen.” diye bir mektup yazmış. Derviş, mektubu alıp gitmiş. Bu gittikten sonra kız biraz canlanır gibi olmuş. Aradan günler, aylar geçmiş. Günün birinde derviş çıkagelmiş. Derviş, Yedi Peçeli’den bir mektup, bir ustura, bir de kendir getirmiş. Yedi Peçeli, mektupta diyormuş ki; “Ey adıma âşık olan kız! Benimle evlenmek istiyorsun, ama gönderdiğim usturayla kesseler, kendirle assalar da seni alamam.” Kız, mektubu okuduktan sonra daha da üzülmüş. Üzüntüsünden erimiş, akmış. Günlerce ölü gibi yatmış. Neredeyse öldü ölecek... Anası, babası da kızlarıyla beraber helak olmuşlar. Bir yandan da kızlarına çare arıyorlarmış. Sonunda bir sandık yaptırmış, içine kızı koyup deryaya atmışlar. Sandık, deryada yedi sene dolaşıp durmuş. Derken köyün birinin suyu, deryadan bir kanalla alınırmış. Kızın içinde bulunduğu sandık, bu kanaldan köye girmiş. Suyun kıyısında oynayan çocuklar, sandığı görünce annelerine haber vermişler. Oyun sandığı yapmak için sandığı kıyıya çekmişler. İçini açıp da kızı görünce şaşırmışlar. Kadınlardan biri, kızı evine götürmüş. Ona yatak hazırlayıp gece gündüz başını beklemişler. Günün birinde kız gözlerini açmış. Kıza derdini sormuşlar. O da olup bitenleri anlatmış. Anlattıkları bitince ev sahibi kadın: — Yedi Peçeli, benim erkek kardeşimdir. Biz dört kardeşiz. Üç bacı, bu köyde yaşarız. Yedi Peçeli, her üç ayda bir buraya gelir, bizi görüp gider, demiş. Bunun üzerine kız canlanmış, Yedi Peçeli'nin yolunu gözlemeye başlamış. Bir yandan da çok meraklanıyormuş. Kadına: — Yedi Peçeli’nin geldiğini nasıl anlayacağız, diye sormuş. Kadın da: — O gelince şu karşıdaki çeşmeden süt akar, üzerindeki çalılar gül olur, demiş. Kız, her gün gözünü çeşmeden ayırmadan bakar dururmuş. Günün birinde bir de bakmış ki çeşme süt akıyor, çalılar da gül olmuş. Hemen kadına haber vermiş. Kadın, kıza yeşil bir fistan giydirmiş, eline yeşil bir testi, bir de yeşil bardak vermiş. Meğerse Yedi Peçeli, bacısının birinde su, birinde de kahve içermiş. Öbüründe ise yemek yermiş. Yedi Peçeli gelmiş, bacısıyla oturmuş, konuşmuş. Kız, hiç görünmemiş. Bir ara Yedi Peçeli, bacısından su istemiş. Kadın: — Yeşil fistanlım Yeşil testilim Yeşil bardaktan su ver Yedi Peçeli'ye demiş. Kız gelmiş, suyu vermiş. Yedi Peçeli suyu almış, kıza bakarken bardak elinden düşmüş, kırılmış. Sonra da koşarak evden ayrılmış. Kız, üç gün sonra bakmış ki çeşme süt akıyor, çalılar da gül açmış. Yedi Peçeli, bu defa kızı çok beğendiği için üç günde geri dönmüş. Kız, yine hemen kadına haber vermiş. Kadın, bu sefer de kıza pembe fistan giydirmiş, pembe testi ile bardak vermiş. Yedi Peçeli gelmiş, oturmuş, konuşmuş, yine su istemiş. Kadın: — Pembe fistanlım Pembe testilim Pembe bardaktan su ver Yedi Peçeli'ye demiş. Kız getirip su vermiş. Yedi Peçeli, kıza bakarken yine bardağı düşürmüş, kırmış. Bu sefer kız dışarı çıkmış. Yedi Peçeli, bacısına biraz yatacağım, demiş. Bacısı dışarı çıkmış. Kıza: — Git, kardeşim yatarken sen de onu yelpazele! Sakın peçelerine elini vurma, diyerek tembih etmiş. Kız, Yedi Peçeli'yi görünce hiçbir şeye benzetememiş. Eli, yüzü belirsiz, dağdaki kıllı ayılara benziyormuş. Çekinerek odanın köşesine gitmiş, oturmuş. Yedi Peçeli: — Sevdiğimden istedim Bir busecik vermedi Gönül aşk bahçesinde Muradına ermedi demiş. Daha sonra da kızdan kendisini yelpazelemesini istemiş. Kız, koynundan usturayı çıkarıp: — Bu usturayla kesilsem de seni yelpazelemem, demiş. Yedi Peçeli, kendi usturasını görünce kızı tanımış. — Yüreğim parçalandı, artık yeter işve naz Gel benden yüz çevirme, sevenler böyle yapmaz! Cefakâr olma yârim, benim tahammülüm az Gel benden yüz çevirme, sevenler böyle yapmaz! demiş. Yine kızdan kendini yelpazelemesini istemiş. Kız, bu sefer de kendiri çıkarmış. — Beni bununla boğsan bile yine seni yelpazelemem, demiş. Fakat dayanamamış. Yanına gidip yelpazelemeye başlamış. Konuşmuşlar, söyleşmişler. Yedi Peçeli, kızın avucuna “Yedi Peçeli” yazmış, sonra da uyumuş. Kız, Yedi Peçeli'nin baş ucuna oturmuş. Bu arada yüzünü merak etmeye başlamış. O uyuyunca birer birer peçeleri açmaya başlamış. Yedinci peçeyi açarken oğlan alev almış., yanmaya başlamış. Meğer peçeler açılırsa oğlan yedi sene yanarmış, yedi sene dolunca da ölürmüş. Oğlanı alevler içinde gören kız: — Giden bir kervan değil, elimden can gidiyor Ayrılık geldi çattı, derde derman gidiyor Yüreğim parça parça, işte canan gidiyor Ayrılık geldi çattı, derde derman gidiyor   Gözümde kanlı yaşlar, dudağımda hıçkırık Hayatım baştan başa, gönlüm büsbütün kırık Beni kırdı geçirdi, helak etti ayrılık Ayrılık geldi çattı, derde derman gidiyor diyerek evden çıkmış. Gözü yaşlı yollara düşmüş. — İçimde bir ateş var, yanıyor için için Sormayın ben ne oldum, gözyaşlarım ne için diyerek söylene söylene giderken yolu bir köye düşmüş. Orada bir ağanın hizmetine girmiş, çalışmaya başlamış. Günün birinde ağanın karısı ölmüş. Ağa bakmış ki hizmetindeki kızın eli, ayağı doğru, içinde bir kötülük yok. Kıza: — Benimle evlenir misin, demiş. Kız da: — Evlenirim. Senden iyisini mi bulacağım ağam, demiş. O arada kızın gözü oralarda dizi dizi duran şişelere takılmış. Ağaya: — Bu şişelerde ne var, diye sormuş. Ağa ise: — Bunlarda ilaç var. Birinci şişe, yedi sene yanan birinin alevlerini söndürür. İkinci şişe, yanıklara sürülür. Üçüncü şişe de can verir, demiş. Daha sonra da kıza: — Üç günlüğüne bir yere gideceğim, gelince nikâh kıyarız, demiş. Adam yola çıkadursun, kız hemen şişedeki ilaçları yanına almış. Sonra da derviş kılığına girmiş, doğruca Yedi Peçeli’nin köyünün yolunu tutmuş. Köye gelince: — Yananları iyi edecek ilaçlarım var, diyerek köyün içinde dolaşmaya başlamış. Kızı, Yedi Peçeli’nin bacısına götürmüşler. Kız, birinci şişedeki ilaçları sürmüş, alevler sönmüş. İkinci şişedeki ilacı sürmüş, yanıklar geçmiş. Üçüncü şişedeki ilacı da sürünce Yedi Peçeli cana gelmiş. Meğer çok yakışıklı bir delikanlıymış. Bacıları çok sevinmişler. Derviş kılığındaki kız, bir köşeye oturmuş. Kıza: — Ne istersen iste, demişler. Kız: — Hiçbir şey istemem, demiş. Bir ara Yedi Peçeli, kızın avucundaki yazıyı görmüş. Bacılarını dışarı çıkarmış. — Sen bırakıp gitsen de aşkın kalbimden gitmez Bu aşkı bana Tanrı verdi, tükenmez, bitmez   Yârime kavuşmaktır Allah’ımdan dileğim Kavuşmak er mi geç mi, Hak bilir, ne bileyim? diyerek kızın yanına gitmiş. Kız da: — İçimde dopdolu ateş Ateş değil sanki güneş, İster söndür ister eş Gönül erdim size diyor demiş ve birbirlerine kavuşmuşlar. Bir daha ayrılmadan mutluluk içinde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Yedi Peçeli
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YEMEN PADİŞAHININ OĞLU Vaktin birinde bir Yemen padişahı ile bir de Hint padişahı varmış. Yemen padişahı, oğluna Hint padişahının kızını istemiş. Her iki aile de birbirleriyle anlaşmışlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra gelini almak için yola çıkmışlar. Damat: — Ben de gideyim, demiş. Kabul etmişler. Gelin arabasının yanı sıra damat da at ile gitmiş. Orada düğün dernek yapılmış, geri dönmüşler. Damat, gelin arabasının yanında, elinde nar yiyormuş. Narın bir tanesi yere düşmüş. Damat eğilmiş, narı alırken gelin onu görmüş. Eve dönmek istemiş. — Kocaman bir padişah oğlu ola da yere düşen bir nar tanesini yerden ala? Ben böyle koca istemem, demiş. Geline: — Amansın! Yamansın, demişler, ama gelin anlamamış. Bu arada damat, gelinin dediğini duymuş. — Aman hanım! Ben senin yüzünü görmek için eğildim, demiş. Fakat gelin buna inanmamış. Malum ya! Eski padişah düğünleri çok heybetli olurmuş. Tabii, iki tarafın da askeri varmış. Kız tarafının askerleri kızı, oğlan tarafının askerleri oğlanı alıp götürmüşler. Oğlan evi, saraya dönmüş. Bakmışlar ki düğün kurulmuş, aşganalar* kaynamış, yemekler yeniyor... Fakat gelin hanım yok! — Gelin hanım hani, diye sormuşlar. Damat her şeyi anlatmış; hem de çok bozulmuş. Aklından; “Ben onu yalvartarak buraya getireceğim.” demiş. Bir maymun almış; buna güzel bindallılardan bir elbise yaptırmış. Bir de kendine yaptırmış. Maymunu giydirmiş, kendi de giymiş; eline de bir tef almış, yola düşmüş. Maymunu her yerde oynata oynata doğruca kızın memleketine gitmiş. Padişahın kızı da gergef işliyormuş. Yanında Fadime isminde bir kız varmış. Onu ibrişim* almaya göndermiş. Kız gitmiş, ama akşama kadar gelmemiş. Kız geldikten sonra hanımı kızmış. Fadime de: — Ah hanımım, görme! Bir maymun, bir de maymuncu var ki onu seyrettik. Çok beğendik, demiş. Hanım o zaman: — Çabuk git, o maymuncuyu çağır da gel, demiş. Maymuncuyu çağırmışlar. Maymuncu vaziyeti anlamış: — Ben padişah madişah tanımam! Bugün buradayım, yarın başka yerdeyim. Gelemem, demiş. Fakat o eve gitmek için oğlanın içi gidiyormuş. Biraz yalvarmış yakarmışlar. Sonunda nazı pozu bırakmış; bunu alıp götürmüşler, büyük bir avluya almışlar. Hanım, maymuncudan için: — İçeri, avluya gelsin, demiş. O zaman oğlan: — Ben buraya gönül eğlemeye gelmedim, demiş. Yine de bir hırsla içeri girmiş. Sonra hanım, bunu odasına çağırmış. İki üç gün orada kaldıktan sonra memleketine dönmek istemiş. Oğlan gideceği sırada kız: — Beni de götür, diye yalvarmış. Maymuncu: — Elma değilsin ki cebime koyup da götüreyim. Ben bir gün orada, bir gün burada kalarak gidiyorum. Olmaz, seni götüremem, demiş. Kız da: — Aman! Seni içeri aldığımı babam duyarsa beni öldürür. N’olur, beni de götür, demiş. Kız o kadar yalvarmış ki oğlan razı olmuş. Kız hazırlığını yapmış, yanına biraz da altın almış. Oğlan, kızı yürüte yürüte kendi memleketine getirmiş, memlekete girmişler. Oğlan, kıza: — Sen yavaş yavaş arkamdan gel, demiş. Oğlan, doğruca babasının kaz damına gitmiş. Orayı temizletmiş, kızı oraya oturtmuş. Kıza: — Ben gideyim de sana biraz yiyecek getireyim, demiş. Kaz damından çıkmış, eve gelmiş. Evdekilere: — Ben kızı getirdim, diye haber vermiş. Padişah ve hanımı: — Aman oğlum! Onun çektiği ceza yeter. Artık eve getir, dediyseler de oğlan: — Hayır! Daha vakit var, demiş. Kendi babasının evinde karnını doyurduktan sonra sofranın kırıntılarını toplayarak kıza götürmüş, önüne atmış. — Al, bunları ye! Bundan başka bir şey bulamadım, demiş. Tabii, kız yiyememiş; yorgunluktan düşüp bayılmış. Oğlan ertesi gün sabah olunca kızın yanına gelmiş: — Padişahın oğlu evleniyormuş, seni de götüreyim. Hem yardım et hem de oradan bir parça kaçır ki doğacak bebeğimize bir şey dikesin, demiş. Oğlan, kızı almış, götürmüş. Giderken de kıza: — Oradan bir parça almazsan seni öldürürüm, demiş. Kız, saraya gitmiş. Kadının biri oturmuş, dikiş dikiyormuş. Kız, kadına yardım etmek istediğini söylemiş. Terzi kadın, kabul etmiş. Kız, bir ara kimse yokken büyük bir parça alıp koynuna sokmuş. Biraz sonra padişahın oğlu kıyafet değiştirmiş, gelmiş; üstünde şal, hırka, ayağında pullu bir terlik, başında da güzel bir fesle içeri girmiş. İçeride kızı görünce yalandan bağırmış: — Bu kadın kim böyle? Hırlı* mıdır, hırsız mıdır? Şimdi üstünü arasanız muhakkak bir şey çıkar, demiş. Hemen elini kızın koynuna sokmuş, parçayı çıkarmış. Kız, ağlamaya başlamış. Akşam olmuş. Oğlan yine kıyafetini değiştirmiş, kızı eve götürmüş. Kıza: — Bugün ne yaptın? Parçayı alabildin mi, demiş. Kız da: — Parçayı aldım, ama padişahın oğlu parçayı yakaladı. Ben de çok utandım, diye olanları anlatmış. Oğlan, kıza: — Onda ne var? Ona utanacağına benim arkama düşüp gelmekten utansaydın, demiş. Oğlan, ertesi gün yine kızın yanına gelmiş: — Padişahın kızının boynuna inci diziliyormuş. Git, sen de yardım et. Hem de büyüğünden birkaç tane inci kaçır ki çocuğumuza nazarlık yapalım, demiş. Kız: — Hayır, olmaz! Ben bir daha öyle bir şey yapmam, demiş. Kız; “Almam!” dediyse de oğlan: — Almazsan seni döverim, demiş. Neyse, kızı almış, götürmüş. Kız, orada iki gün kalmış, çok iyi ağırlanmış. Oğlan yine kıyafet değiştirmiş. Annesi, oğlanı görünce: — Yeter artık oğlum! Daha eziyet etme, diye yalvarmış. Oğlan, hiç aldırış etmemiş. Kızın oturduğu odaya girmiş, dilinin altında sakladığı incileri ortaya çıkarmış. Yine akşam olunca kılığını değiştirmiş, kızı da almış, evine getirmiş. Otururken olup biteni sormuş. Kız da tek tek anlatmış. Oğlan, ertesi gün yine gelip hanımına: — Padişahın oğlunun gelin hamamı* varmış. Epeyden yıkanmıyorsun; git, sen de yıkan, demiş. Kız: — Gitmem, falan dediyse de oğlan: — Gitmezsen seni döverim, demiş. Kız, çaresizce kalkmış, gitmiş. İçeriye girerken oğlana: — Sen kapıda bekle! Çıkınca beni götürürsün, diye tembih etmiş. Kız, hamama girer girmez almış, götürmüşler. Bunu bir güzelce yumuş yıkamışlar. Kız her ne kadar: — Maymuncu beni bekliyor, diye bağırıp çağırmışsa da kızı dinlememişler. Hamamdan sonra kızı bir güzel giydirmişler, süslü arabalara bindirmişler, Padişahın sarayına göndermişler. Daha sonra oğlan, kıza her şeyi açıkça anlatmış. Ona bütün bunları sırf acı çektirmek için yaptığını söylemiş. Kızın içi rahatlamış. Her ikisi de mutlu bir hayat yaşamışlar...   * aşgana: Yemek yapılan büyük kazan. * ibrişim: Kalınca bükülmüş ipek iplik. * hırlı: Doğru ve dürüst olmayan. * gelin hamamı: Düğün sırasında yapılan yıkanma töreni.
Yemen Padişahının Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, horoz berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Var varanın sür sürenin, destursuz bağa girenin dayak yemesi çok olur. Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı… Neyleyim ki dost, akraba hatırı… Zengin mi zengin bir tüccarın üç kızı varmış. Bu tüccar, bir gün uzak bir şehre gidecekmiş. Kızlarını karşısına alıp onlardan ne istediklerini sormuş. Büyük kız: — Ah benim canım babam! Bana öyle bir elbiselik al ki göz görmedik, makas kesmedik atlas kumaş olsun, demiş. Ortanca kız: — Benim isteğim de prenseslere layık püsküllü boncuklu bir pabuç, demiş. Küçük kız ise: — Ben ne pabuç istiyorum ne de elbiselik. Bana Yeşil Çetu Kuşu’nu bul getir! Eğer onu almadan gelirsen yoluna kara bulutlar çöksün, gelemez olasın, demiş. Tüccar, şehirde işini bitirmiş. Büyük kız ile ortanca kızın istediklerini bulmuş, almış. Gel gör ki Yeşil Çetu Kuşu’nu nereden bulacak? Kuştan vazgeçip kızına güzel bir çift küpe almış, düşmüş yola fakat tam yarı yolda yoluna kara bulutlar çökmüş. Göz gözü görmez olmuş. Şehre geri dönmekten başka çaresi kalmamış. O sırada kızının dedikleri aklına gelmiş. Şehrin altını üstüne getirip didik didik ederek Yeşil Çetu Kuşu’nu bulmuş. Evine dönünce önce büyük kızların hediyelerini vermiş. Küçük kıza da istediğini bulamadığını söylemiş fakat kız gülmüş. Babasına: — Onu bulamamış olsaydın şimdi burada olmazdın. Kara bulutlar yoluna çökerdi, gelemezdin, demiş. Babası şaşırmış; soracak olmuş, kız kuşu aldığı gibi odadan çıkmış. Önceleri yemeden, içmeden odasına kapanan asık suratlı bu kıza kuş geldikten sonra bir hâl olmuş. Neşelenmiş, yemek yemiş, sokağa çıkmış. Her gün yemeğini getiren hizmetçi kızlar, yemeklere kaşık sokulmadan geri götürürken şimdi yemekleri yenmiş görünce şüphelenmişler. Bir gün böyle, beş gün böyle… Bir gün hizmetçi kızlar, yemeği verdikten sonra gizlenip kızın odasını gözetlemişler. Yemeği gelen kız kapısını kilitlemiş, camın önündeki kafesi indirip Yeşil Çetu Kuşu’nu çıkarmış. Kuş bir silkinmiş; kara kaş, kara göz, kara bıyıklı, ay parçası gibi bir delikanlı olmuş. Kızla beraber oturup yemek yemiş, gülmüş, eğlenmişler. Hizmetkârlar bunları görmüşler fakat kızı çok sevdikleri için kimseye laf etmemişler. Günler geçip gitmiş… Bir gün kuş, kıza: — Bugün yarışlara gideceğim. Oraya gelirsen sakın benim nişanlım olduğunu söyleme, yoksa beni kaybedersin. Şu yüzüğü de al, beni kaybedersen ararsın. Ormanda beni ararken seni kim görürse “Yeşil Çetu Kuşu’nun başı için” dersen sana dokunmazlar, demiş. Kız, ablalarıyla yarışlara gitmiş. Oğlan bütün yarışlarda birinci olmuş. Diğer kızlar oğlana hayran olmuşlar. Ablaları: — Şu yiğit gibi bir nişanlı bulamadın, deyip kıza bir yandan çıkışmış, bir yandan da alay etmişler. Kız kendini zorla zapt etmiş, susmuş. Aradan birkaç yarış daha geçmiş. Yine böyle bir yarışta kız duramamış, her yarışta birinci olan oğlanın kendi nişanlısı olduğunu söylemiş. Söyler söylemez de oğlan bir kuş olup oracıkta uçmuş. Bir süre yarışın yapıldığı meydanın üstünde süzülmüş, sonra da uçup gitmiş. Ortalığı bir velvele* sarmış. Kızın annesi, babası geç de olsa kuşun sırrını anlamışlar. Kız, kanlı gözyaşları dökmüş. İçin için erimiş, yataklara düşmüş. Annesi babası baş ucundan ayrılmaz olmuşlar. Sonunda kız, oğlanı aramaya karar vermiş. Annesi babası yalvar yakar* olmuşsa da kız dinlememiş. Yanına azığını, oğlanın verdiği yüzüğü almış, ata binmiş. Az gitmiş, uz gitmiş… Bir ormanlık yere gelmiş, gelmiş ki ucu bucağı görünmez. Azığı bitmiş, suyu bitmiş. Bir susar, bir susar ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Gele gele bir çeşmenin başına varmış. Çeşmenin başında bir Arap karısı; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, kırmızı gözlü… Kıza bakarak ağzını şapırdatmış. Kız öyle korkmuş ki: — Yeşil Çetu Kuşu’nun başı için bana bir tas su verin, demiş. — Suuus! Sen onun adını neden anıyorsun? Ben onun halasıyım. Zaten kayıptı, iki gün oldu geleli. Neyse, onun adını anmasaydın seni kıtır kıtır yerdim. Al şu bir tas suyu, iç de defol git, demiş. Kız suyu içtikten sonra tekrar yola çıkmış. Üç gün sonra yine bir pınara varmış. Önceki kadına benzeyen biri de bunun başındaymış. Kız: — Yeşil Çetu Kuşu’nun başı için bir tas su verin, demiş. — Suuus! Kâfir dölü! Sen onun adını nasıl anıyorsun? Zaten daha yeni geldi. Ben onun anasıyım. Çabuk söyle! Sen onu nereden tanıyorsun, demiş. Kız şaşırmış: — Hiiiç! Bizim memlekette bu bir temsildir. Hep öyle deriz de, demiş. Bundan da su içen kız doğru iz üstünde olduğunu anlayıp yoluna devam etmiş. Biraz sonra öteki gibi bir dudağı yerde, bir dudağı gökte Arap kızına rastlamış. Ona da: — Yeşil Çetu Kuşu’nun başı için bana bir su verin, demiş. Arap kızı: — Vaaay! Kardeşimi sen nereden tanırsın? Onun adını anmasaydın seni hemencecik közler yerdim, demiş. Elindeki ibriği kıza uzatmış. Kız suyu içerken oğlanın kendine verdiği yüzüğü içine atmış. Arap kızı eve gidince olanları Yeşil Çetu Kuşu’na anlatmış. Kızı tarif etmiş. Oğlan hemen vaziyeti anlamış ama emin olamamış. İbriği boşaltıp yüzüğü görünce hemen kızı aramış, bulmuş. — Dilini tutsaydın da bunlar başımıza gelmeseydi. Annemler seni görürlerse hemen yerler, demiş. Oğlan, kızı insan olarak eve sokamayacağını bildiği için kızı oracıkta yere vurup bir elma hâline getirmiş. Elmayı cebine koyduktan sonra içeri girmiş. Annesi, içeri girince şöyle bir etrafı koklamış. — Hııımm! Burnuma insanoğlu kokusu geldi. Buralarda yenecek insan var, demiş. Oğlan korkup: — Aman ana! Dişinin kovuğunu kurcala! Belki bir şey kalmışsa onun kokusudur, demiş ama anası diretmiş. Dişinin kovuğunu kurcalamış, bir iki kurt çıkarıp yutmuş. Oğlan bakmış ki bu böyle olmayacak; anasına önce yemin verdirmiş, sonra da kızı söylemiş. Elmayı yere vurmuş. Kızı gören kadın ettiği yemine çoktan pişman olmuş. Oğlana söz verdikleri için kızı yememişler. Yememişler ya, kıza da türlü eziyetler ediyorlarmış. Bir gün kıza: — Git, biraz ileride halamızın evi var. Kapılarının arkasında kahve sacıyla kahve değirmeni var. Kimseye göstermeden onları alıp gel! Yapmazsan gerisini sen düşün, demişler. Bunu duyan kız oturmuş, ne yapacağını düşünmüş. Bir çıkış yolu bulamayınca oturmuş, ağlamış. Oğlan gelip kızın derdini sormuş. Kız da olanı biteni anlatmış. Oğlan gizliden kıza demiş ki: — Halamın evine var; atın önünde et, itin önünde ot var. Eti itin önüne, otu atın önüne ver! Oradaki çeşmeden su iç; “Âb-ı hayat olasın çeşmeee!” de! Açık kapıları kapat! Korkmadan sacla değirmeni al, gel! Kız yola koyulmuş. Yoldaki çeşmeden kanla irin akıyormuş. Ondan içip “Vay çeşmeee! Âb-ı hayat olasın!” demiş. Bahçede atın önüne ot, itin önüne et koymuş; açık kapıları kapatmış. Sessizce sacı, değirmeni alıp çıkarken ev halkı uyanmış. Hala hırslanmış: — Kapımmm! Tut şunu, diye bağırmış. — Aman niye tutayım? Yıllardır açıktım, hangi gün beni kapattın? — İtimmm! Tut şunu, demiş. — Niye tutayım? İt, ot yer mi? Yıllarca önüme et koymadın, o kız koydu! — Atımmm! Sen tut şu namussuzu! — Ben neden tutacakmışım? Yıllarca önüme et koydun. Bir gün ot verdin mi? — Çeşmem, sana koştum! Bari sen tut şu it oğlu iti! — Nedenmiş o? Yıllardır akıyorum; hangi gün bir tas suyumu içtin? Bu kız benden hem su içti hem de âb-ı hayat akmamı diledi! Böylece kız kaçıp eve gelmiş. Onu sağ salim karşısında gören kadın bir küfür oğlana, bir küfür de kıza savurmuş. Bu arada oğlana halasının kızını almış, düğün hazırlıklarına başlamışlar. Kadın bu sefer kıza: — Oğlumun düğününe on kat sade tüyden yatak yapıp akşama getireceksin, demiş. Kız çaresiz kalmış, dövünüp ağlamaya başlamış. O sırada oğlan gelmiş. Oğlan: — O kadar zor bir şey değil. Dağa çıkıp “Yeşil Çetu Kuşu’nun başı için!” de, bütün hayvanları çağır, demiş. Kız, oğlanın dediklerini yapmış. Az sonra bütün kuşlar, bütün hayvanlar karşısına gelmiş. Hayvanlar ne var ne yok tüylerini dökmüşler. Kız on kat yatağı bir anda hazırlamış, getirip verince oğlanın bacısıyla anası küplere binmiş. Kadın, bu sefer kıza demiş ki: — Ben gelinimin evine gidiyorum. Evi süpür, süpürmez et! Bulaşığı yıka, yıkamaz et*! Yayığı yay, yaymaz et*! Eğer bunlar yerine gelmezse seni yerim! Kız, kadının dediklerinden bir şey anlamamış. O sırada oğlan yanına gelmiş. Gülerek kıza demiş ki: — Evi süpür, gübürü* tencereye boşalt! Bulaşığı yıka, kirli suyunu gübürün içine boşalt! Yayığı yayınca da öbürleriyle karıştır! Anam onu lıkır lıkır içer. Oğlan kaybolur olmaz kız onun dediklerini yapmış. Eve gelen ana her şeyi yerli yerinde görünce eşekten düşmüşe dönmüş. Tencereyi tepesine dikmiş, lıkır lıkır içmiş. Derken düğün günü gelip çatmış. Düğün başlamadan kızı hapsetmişler. Düğün başlamış, gelinle damat oturmuşlar. O arada ana kız birbirine bakıp göz kırpmışlar. İkisi de aynı anda kalkıp kızın odasına gitmişler. Kızın elini, ayağını, ağzını bağlamışlar. Kızı soyundurup var vücuduna mum dizmiş, mumları da yakıp dışarı çıkmışlar. Hiçbir şey olmamış gibi gelip düğün yerine oturmuşlar. Kızın vücudunda mumlar yandıkça oğlanın içine bir ateş düşmüş, içerisi yanmaya başlamış. Oğlan dayanamamış, gelinle beraber kızın olduğu odaya gelmiş. Bir de ne görsün? Kızın vücudunda mumlar cayır cayır yanıyor. Oğlan hemen mumları bir solukta toplamış. Kızın yerine gelini yatırmış, mumları onun üstüne dikmiş. Kızı da atını da alıp kaçmış. Bunları merak eden anası, bacısı doğruca içeri gitmişler. Bir de ne görsünler? Bakmışlar ki gelin kızları yanmış, kül olmuş. Meseleyi anlamışlar. Hala, kaçakların peşine düşmüş. Öbür yandan oğlanla kız kaçarken sık sık arkalarına bakıyorlarmış. Bir de bakmışlar ki yer gök inliyor, halası tozu dumana katmış geliyor! Oğlan da kız da çaresiz kalmışlar. Oğlan, kıza demiş ki: — Ben bir hamam olayım, seni de bir kurna yapayım. Demesiyle koca yazının ortasında bir hamam… Hamamda bir kurna… Kurna da pırıl pırıl akar olmuş. Hala gelmiş; sağa bakmış, sola bakmış, kafasını sağa sola sallamış. — Yeğenim bir hamam, gelinim olacak da bir kurna… Hamamı yıksam da kurnayı kırsam da elime bir şey geçmez. Varın, şansınız açık olsun, demiş, çekip gitmiş fakat bu sefer de oğlanın ablası peşlerine düşmüş. Bunlar bir ses duymuşlar, arkalarına bakmışlar ki tozu dumana katmış, geçtiği yerleri yakıp yıkmış geliyor. Bu sefer de oğlan bir bahçe, kız da üstünde saplı bir bel olmuş, çıkmış. Kimseyi göremeyen kız bilmiş, anlamış. — Kardeşim yeşil bir yazı, gelinim de üstünde bir bel… Varın, yolunuza gidin! Yaksam da yıksam da elime bir şey geçmez, demiş, o da çekip gitmiş fakat anasının öfkesi dinmemiş. Oğlan: — Bir tehlikemiz kaldı, o da anam. Şimdi yetişir, demiş. Oğlan bir göl olmuş, kız da gölün yüzünde bir ayna… Bu sefer hepsinden şiddetli bir sarsıntı olmuş. Dağ taş kükremiş, sopasına binmiş olarak anası geliyormuş. Gelmiş, bakmış ki koca yazıda* ufak bir göl, ufak bir de ayna parçası… — Göl suyunu yutayım, ayna seni de tuzla buz edeyim de görün, demiş. Demiş demesine de ne var ki ömrü vefa etmemiş, orada ölmüş. Gençler yola devam etmişler. Gele gele kızın ülkesine gelmişler. Babasının yanına varmışlar. Ağlamaktan gözü kör olan anası babası, yıllar sonra kızlarına kavuşunca gözleri açılmış. Bundan sonra hepsi bir arada mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… * velvele: Dedikodu. * yalvar yakar olmak: İkna etmeye çalışmak. * yıkamaz etmek: Yıkar gibi oyalanmak. * yaymaz etmek: Yayığı yayar gibi yapmak. * gübür: Çöp. * gelin hamamı: Düğün sırasında yapılan. * yazı: Ova.
Yeşil Çetu Kuşu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
YILAN BEY Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde. Cinler cirit oynarmış, eski hamam içinde. Hamamın kurnası yok, hamamcının tası yok. Hamamcı bir peştamal giymiş, peştamalın ortası yok… Develer tellal iken, pireler berber iken, kurbağa baş yülüyordu kör balta ile. Vakti zamanında bir padişah varmış. Bu padişahın karısı hamile kalmış. Gün günü kovalamış, bu kadının doğum vakti gelmiş. Hemen bir ebe çağırmışlar. Ebe bir türlü doğumu yaptıramamış, üstelik oracıkta ölmüş. Başka ebeler çağırmışlar, onlar da ilk ebe gibi ölmüşler. Uzun lafın kısası, o şehirde padişahın karısının doğumunu yaptıracak bir ebe bulamamışlar. Bir yandan da hâlâ tellâllar bağırıyor, ebe arıyorlarmış. Bu şehrin kenarında güzel bir kız varmış. Bu kızın onu günahı kadar sevmeyen bir de analığı varmış. Durumu bilen kadın, kızından kurtulmak için sokaktan geçen tellâlların önüne çıkmış: — Benim bir kızım var, çok iyi ebedir, demiş. Tellâllar, kızı saraya götürmek istemiş. Kız, onlara: — Nasıl olsa öleceğim! Müsaade ederseniz şurada iki rekât namaz kılayım da beni öyle götürün, diye yalvarmış. Adamlar razı olmuşlar. Kız abdest almış; iki rekât namaz kılmış, Cenab-ı Hak'tan kendine yardım etmesi için yalvarmış, yakarmış. Kapıdan çıkacağı sırada önüne ak sakallı bir ihtiyar çıkmış. Kıza: — Kızım, sen hiç korkma! Sultanın karnındaki yılandır. Bu yeşil çubuğu al, sultanın karnına vur. Bir yılan doğar, sakın korkma, demiş. Kız, ihtiyarın verdiği çubuğu da yanına alarak saraya gitmiş. Doğru sultanın yanına varmış. Elindeki çubuğu "Ya Allah!" deyip sultanın karnına vurmuş. Sultan, hemen bir yılan doğurmuş. Saray halkı, sultanın kurtulduğunu duyunca şenlik yapmaya başlamış. Kıza bolca para vermişler, armağanlar vermişler, evine yollamışlar. Derken, aradan uzun seneler geçmiş. Yılan Bey büyümüş, babasına evlenmek istediğini söylemiş. Bunu bir kızla evlendirmişler. Ne çare ki kız sabaha çıkmamış, ölmüş. Oğlanı başka kızlarla evlendirmişler, onlar da ölmüş. Saray halkı, bu yüzden her düğün yapılışında kızın öleceğini önceden bildikleri için bir tabut, bir de teneşir hazırlıyormuş. Şehirde herkes kızını saklıyor, bu yılana kızını vermek istemiyormuş. Padişahın adamları, yollara düşüp kapı kapı kız aramaya başlamışlar. Nihayet yılanın doğumunu yaptıran kızın yaşadığı eve gelmişler. Kapıyı çalıp: — Yılan Bey için kız arıyoruz, kızınız var mı? Size çok para veririz, demişler. Kızın analığı parayı duyunca hemen: — Var var, demiş. Kızı çağırmış. Kız, çaresiz, gideceğini anlayınca iki rekât namaz kılmak için izin istemiş. Namazı kıldıktan hemen sonra, yine o ak sakallı ihtiyar karşısında peyda olmuş. — Sakın korkma kızım! Yılan Bey, peri padişahının oğludur. Onun tılsımı yılan olmaktır. Sana, "Kız soyun." derse, sen de; "Beyim sen soyun ki ben de soyunayım." de. O bir kabuk attıkça sen de bir elbise çıkar, demiş. Ak sakallı ihtiyar böyle demiş, ortadan kaybolmuş. Kız, saraya gitmeden önce, gelenlere demiş ki: — Bana kırk tane elbise yaptırırsanız Yılan Bey'le evlenirim, yoksa siz bilirsiniz, demiş. Kızın dediklerini kabul etmişler. Doğruca sarayın yolunu tutmuşlar. Kısa zamanda düğün yapmışlar. Kızı Yılan Bey'in karşısına çıkarmışlar. Kız bakmış ki bir de ne görsün? Büyük bir kalbur içinde, kıvrılmış koca bir yılan yatıyor. Yılan, kafasını kaldırmış, kıza: — Kız, soyun, diye bağırmış. Kız, ihtiyarın dediklerini hatırlamış: — Beyim, sen soyun ki ben de soyunayım, demiş. Yılan, hemen bir kabuk atmış. Kız da giyindiği elbiseden bir tanesini çıkarmış. Yılan bir kabuk atmış, kız bir elbise çıkarmış. Böylece yılan bütün kabuklarını atmış, güzel bir delikanlı olarak kızın karşısına dikilmiş. Sabaha kadar beraber kalmışlar. Saray halkı, her şeyden habersiz olarak yine tabut ve teneşir hazırlamış. Kapıyı açıp içeri girince kızın sapasağlam, yanındaki gencin de Yılan Bey olduğunu görünce çok şaşırmışlar. Yılan Bey: — Babamı görmek istiyorum, diye haber göndermiş. Haberi sevinçle karşılayan padişah, oğlunu huzuruna kabul etmiş. Kızı da "Uğurlu gelin" olarak ilan etmiş. Ona birçok hediyeler vermiş. Kısa bir süre sonra komşu memleketlerle savaş başlamış. Yılan Bey, savaş hazırlığı yapan babasına: — Baba, sen ihtiyarsın, savaş bana yakışır. Savaşa ben gideyim, demiş. Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Yılan Bey: — Ama bir şartım var. Eğer beni seviyorsanız gelininize iyi bakın, demiş. Padişah da gelinine iyi bakacağına dair söz vermiş. Yılan Bey, ana, babasıyla vedalaşmış, gönül rahatlığı içinde sefere çıkmış. Aradan uzun zaman geçtikten sonra kızın analığı, Yılan Bey'in savaşa gittiğini duymuş. İçinden bir şeytanlık yapmak gelmiş. Kıza bir tuzak hazırlamış. Yılan Bey'in ağzından kıza bir mektup yazmış, padişaha göndermiş. Padişah, mektubu okuyunca çok üzülmüş. Derin düşüncelere dalmış, gözüne uyku girmemiş. Padişahın bu hâlini gören kız, dayanamamış: ‒ Baba bu kadar üzüntünün sebep nedir, diye sormuş. Padişah: — Al, şu mektubu oku, demiş. Kız, mektubu okuyunca hemen düşüp bayılmış. Mektupta, Yılan Bey babasına güya şöyle diyormuş: — Baba, ben seferden döndüğümde o kızı orada görmek istemiyorum. Eğer geldiğimde onu orada görürsem başımı alır giderim. Bir daha da dönmem. Mektubu tekrar tekrar okumuşlar. Kız, padişaha: — Burada bir yanlışlık var, ama belki de doğrudur. Benim için siz evladınızdan olmayın. Bana demirden çarık, demirden asa yaptırın, uzak yerlere gideyim. Şayet, Yılan Bey dönünce beni sorarsa, aramak isterse, yedi yolun çatısındayım, gelsin, demiş. Kız, demir asayı, demir çarığı giymiş, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Bir de dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Bir çeşme başında oturmuş, kana kana su içmiş. Otururken karşıda büyük bir konak görmüş. Karnı aç olduğu için konağa yiyecek istemeye gitmiş. Konağın kapısı açıkmış. Hemen içeri girmiş. Konağın her tarafında av etleri, yığınla yiyecek varmış. Bunu gören kız çok sevinmiş. Av etlerini temizlemiş. Birazını da pişirmiş, yemiş. Etrafı da silip süpürmüş. Birden büyük bir gürültüyle bir dev gelmiş: — Offf ! Çok yoruldum. İçerden ne güzel av eti kokusu geliyor, diye kendi kendine homurdanarak av etlerini yemiş, yatmış. Sabahleyin dev gidip gene yığınla av eti getirmiş, gitmiş. Dev, evden uzaklaşınca kız yerinden çıkıp ortalığı silmiş, süpürmüş, av etlerini temizlemiş, pişirmiş ve saklanmış. Üç gün, dört gün, derken bu böyle devam etmiş. En sonunda hayatından memnun olan dev: — Bu yemekleri kim yaptıysa ortaya çıksın. Namusum, şerefim üzerine yemin ederim ki bir şey yapmayacağım, demiş. Kız yerinden çıkıp: — Ben kimsesizim, beni evlatlık olarak kabul et. Senin yemeklerini pişirir, işlerini yaparım, diye deve yalvarmış. Dev, kızın teklifini kabul etmiş. Kız da verdiği sözü tutarak devin itimadını kazanmış. Dev bir gün: — Kızım, benim bir kardeşim var. Onu görmeye gideceğim. Sana da yeteri kadar yiyecek bırakırım, demiş. Kız da: — Aman, sen buradan gidersen ben korkarım, demiş. Dev, kıza: — Korkma kızım, benim korkumdan buralara kimse yaklaşamaz. Cesaret edip buralara gelebilecek bir Ceylan Bey vardı; onu da tuzağıma düşürdüm. Korkma, buralara bir daha kimse gelemez, demiş. Dev, kıza bütün odaların anahtarlarını vermiş, gitmiş. Kız, her gün odanın birini gezmiş. Bir gün odanın birinin önünden geçerken iniltili bir ses duymuş. Hemen kapıyı açıp içeri girmiş. Bir de ne görsün? Yakışıklı delikanlının biri perçeminden asılmış, ıstırap çekiyor. Kız, genci çözmüş, ona kim olduğunu sormuş. Delikanlı: — Ben falanca ülkenin padişahının oğlu Ceylan Bey'im. Devle çarpışırken devin tuzağına düştüm, esir oldum, demiş.   Kız, oracıkta Ceylan Bey'e âşık olmuş. Dev dönünceye kadar güzel günler geçirmişler. Ceylan Bey, kıza: — Devin ölmesi için bir tılsım var. Onu öğrenirsen devi ortadan kaldırırız, yoksa onu öldüremeyiz, demiş. Dev, bir hayli zaman sonra kardeşini ziyaretten dönmüş. Kızı üzgün, düşünceli görmüş. Kıza: — Ne o kızım, ne düşünüyorsun, demiş. Kız da: — Aklıma bir şey takıldı. Allah göstermesin, ama senin başına bir iş gelirse ben ne yaparım? Senin ölümsüzlük tılsımın nerede ise onu bana öğret de iyi muhafaza edeyim. Yoksa benim hâlim harap olur, demiş. Dev, bunları duyunca gülerek: — Bak kızım, şu süpürge yok olursa ben de yok olurum, demiş. Kız, bunun üzerine süpürgeyi almak istemiş. Dev tekrar gülerek: — Benim canım şu kilimde, demiş. Kız, bu sefer de kilimi toplayıp saklamak istemiş. Dev: — Kızım, can onlarda olmaz. Benim canım falanca tepenin başında bir öküz vardır. O öküzün başında bir serçe vardır. İşte benim canım o serçededir. O tepeye kimse çıkamaz. O kuşu kimse tutamaz. O kuşu tutup kızgın fırına atmadıkça öldürülemez. Bütün bunları yapabilecek bir Ceylan Bey vardı. Onu da hapsettim ya, daha korkma, demiş. Kız, devi dinledikten sonra hemen Ceylan Bey’in saklandığı odaya gidip olanları anlatmış. Ceylan Bey, kıza: — Ben kuşu alıp buraya getirinceye kadar fırını hazırla, demiş. Deve görünmeden hemen tılsımın bulunduğu tepeye doğru yol almış. Ceylan Bey, bin bir zorlukla dağa çıkmış, öküzün boynuzundan serçeyi kapıp devin konağına koşmuş. Dev, Ceylan Bey'in kuşu eline geçirdiğini sezince peşine düşmüş. Ceylan Bey, çabuk davranıp kuşu getirmiş, önceden hazırlanmış kızgın fırına atmış. Peşindeki dev, büyük bir gürültü ile yere düşüp ölmüş. Ceylan Bey ile kız ne var, ne yok toplayıp yedi yolun başına gelmişler. Oraya güzel bir saray yaptırmışlar, bir de çeşme akıtmışlar. Çeşmenin üzerine de kızın resmini çizdirmişler. Biz gelelim Yılan Bey'e... Yılan Bey, uzun zaman sonra seferden dönmüş. Kızı göremeyince babasına sormuş. Babası da: — Oğlum! Kız giderken "Yılan Bey beni soracak olursa yedi yolun başına gelsin" demişti, demiş. Yılan Bey, demirden çarık giymiş, yola düşmüş. Nerede yedi yolun başı varsa oralarda kızı aramış, durmuş. Sonunda kızın saray yaptırdığı yedi yolun çatısına varmış. Çeşmeden bir su içmiş. Çeşmeyi çok beğenmiş. Kimin yaptırdığını öğrenmek için başını kaldırınca kızın resmini görmüş. Hemen düşüp bayılmış. Birisinin çeşme başında bayıldığını gören kız, koşup Yılan Bey'i içeri almış. Yılan Bey, ayılıp kızı başucunda görünce şaşırmış. Kız, başından geçenleri birer birer anlatmış. Bu arada Ceylan Bey ile evlendiğini de söylemiş, ama Yılan Bey: — Hâlâ benim karımsın, diye ısrar etmiş. Bir yandan Ceylan Bey de: — Benim karımsın, diye ısrar etmiş. Epeyce nizalaşmışlar*. En sonunda kadıya gitmişler. Kadı tarafsız kalmış. Onlara: — Kıza tuzlu kebap yedirin. Sonra hamama götürün. Kız hamamdan çıkınca kimden su isterse onun karısıdır, diye karar vermiş. Tuzlu kebap yiyen kızı, uzun süre hamamda bırakmışlar. Yılan Bey ile Ceylan Bey, ellerinde birer tas su ile hamamın kapısında beklemişler. Sonunda kız, bitkin bir hâlde hamamdan çıkmış. Kız: — Aaaah!.. Susadım Yılan Bey, bir su ver Ceylan Bey, demiş. Ceylan Bey, koşup suyu kıza vermiş. Böylece kız, Ceylan Bey'in karısı olarak kalmış. Yılan Bey ise bir rivayete göre başını alıp gitmiş. Başka bir rivayete göre ise yılan olup bir deliğe akıp gitmiş. Ceylan Bey ile kız, yiyip, içip muratlarına geçmişler.   * nizalaşmak: Anlaşmazlık
Yılan Bey 3
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ŞABADAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynar eski hamam içinde. Hamamcının tası yoh, oduncunun baltası yoh, sokakta bir tazı gezer; boynunda tasması yoh. Var varadan, sür süreden, antikeden tireden, geçi berber, ibibik çavuş olan zamandan. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, arhama bahtıydım, bir arpa boyu yer gittim. Kurbaaya vurdum palan, yedi yerinden çekdin kolan, bu söylediğimin hepisi yalan. O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan. Deve ilden gidip eşşee gucaana almış, camız heybeden düşmüş, ben buna inandım. Minareyi belime soktum borudur diyi, mahallenin uşaa arhama düşdü delidir diyi. Nihayet içdim, girdim bi gayfeci dükkânına vardım. Bir deste fincanı gırdım, bu da mı yalan? Zamanın birinde bi padişah, hanımı ve üç gızı ile mutlu bir hayat sürermiş. Gel zaman git zaman padişaan hanımı ölmüş. Padişah tekrar evlenmiş. Padişaan yeni hanımı ile gızları heç iyi geçinemiyollarmış. Padişah da buna çoh içerliyomuş. O kadar içerliyomuş ki sonunda hastalanıp ölmüş. Padişaan hanımı da gızlar gözünün önünden uzahlaşşın diye gökyüzüne küçük bi kulübe yaptırtmış ve gızları buraya goydurtmuş. Biraz da yiyecekle battaniye mattaniye verdirmiş. Gızlar bu gulubede yaşıyollarmış. Gulubeden gökyüzünü seyrediyollarmış. Üç kardeşin bi gün yiyecekleri bitmiş. En güccük gızın çoh gözü açıhmış ve uyanıhmış. Bi gün baharken bi ışık görmüş, bacılarına: — Ben burdan aşşaa inersem gurtulurum. İp, çarşaf, bez ne varsa getirin. Uc uca baalayın da ineyim, dimiş. Ablaları başta razı olmamış amma gız çoh ısrar idince, — Tamam, dimişler. Gızı aşşaya sallamışlar. Gız gördüü ışığa doğru yürümüş. Yürüdüü yerde kırk haramiler yaşarmış. Haramiler toplu halde çalışmaya giderler, toplu halde dönerlermiş. Gız, gele gele gocaman bi evin önünde bulmuş gendini. Gapıyı çalmış sevimli mi sevimli, şişman, post bıyıhlı evin uşaa açmış gapıyı. Bu adam evin tek yardımcısıymış. Adı da Şabadan’mış. Şabadan gapıda gızı görünce çoh şaşırmış: — İns misin, cin misin, sen kimsin? dimiş. Gız da, — Ne insim, ne de cinim. Şu yakınlarda oturuyoz, hiç yiyeceemiz galmadı, dimiş. Şabadan, gızın çantasına epey bi yiyecek koymuş amma gız evden gitmek istemiyomuş. Evi gezmek istiyomuş. Şabadan da onu gezdirmeye başlamış. Evin altında kiler * gibi bi yer varmış. Gız orada yuharıda, tavana asılı olan gocaman bi ekmek külee* görmüş: — Bu ne? diye sormuş. Şabadan da, — Çıkrıklı bi mekanizma ile çalışan ekmek külee, dimiş. Gızın ahlına hemen bi şeytanlık gelmiş: — Bana nasıl çalıştıını gösterir misin? Bi sen bin, bi de ben bineyim nasıl çalıştıını ööreneyim, dimiş. Şabadan binmiş, gız da Şabadan yuhardayken inemeyecee şekilde baalamış. Dooru yiyecekleri çantasına goyup gulubeye gitmiş. Ablalarına olan biteni anlatmış: — Çoh eelendim, dimiş. Aradan epey zaman geçmiş, bunların yine yiyecekleri bitmiş. Gız da Şabadan’ın yanına gitmiş. Şabadan gapıyı açmış. Gızı görünce, — Sen ne yaptın? Haramiler bana çoh gızdılar. Ben de senin adını vermemek için yanlışlıkla yuharda asılı galdıımı söyledim. Sakın bi daha bunu yapma, dimiş. Gız da o anı hatırlayıp, — Çok komik Şabadan, nasıl gurtuldun ordan, diye hâlâ gülüyomuş. Şabadan gızı bi daha uyarmış: — Sakın bi daha yapma! Seni de, beni de öldürürler, dimiş. Gız da, — Tamam, dimiş. Yazzık, saf adam da inanmış. Neyse epeyce bi oturmuşlar, yemişler, içmişler. Şabadan gızın çantasına epey bi yiyecek goymuş. Ondan soona bi pekmez küpünün yanına gelmişler: Bu nedir falan derkene gız, zavallı Şabadan’ı goca pekmez küpünün içine kaktırıvermiş. Gız evden çıhmış, ablalarının yanına gitmiş. Haramiler eve gelmişler. Gapıyı yine Şabadan açmamış: — Ne oluyo bu adama, diye evin altını üstüne getirmişler. En sonunda pekmez küpünden ses geldiini duymuşlar. Yanına varmışlar, bahsalar ki Şabadan küpün içinde, — Bu ne hâl böyle, dimişler. Şabadan da, — Ayaam gaydı, küpün içine düştüm, dimiş. Haramiler, — Sen de iyice şaşırdın gayrı. Ne oluyo sana böyle Şabadan, diye çoh kızmışlar. Gel zaman git zaman, yiyecekler suyunu çekmiş. Gız da yine Şabadan’ın yanına gelmiş. Şabadan gızı görünce, — Bah, dimiş. Bi daha bööle bi şey yapma. Haramiler bana çoh gızdılar, beni zor durumda bırahma, dimiş. Gız gene, — Tamam, dimiş. Yimişler, içmişler, Şabadan bolca yiyecek goymuş yine gızın çantasına. Gız durmuş duramamış, durmuş duramamış, — Haramiler nerde yatıyo, dimiş Şabadan’a. Şabadan da haramilerin yatak odalarını gezdirmiş gıza. Gız bu sefer de yanında getirdiği gelinliği Şabadan’ın giymesini istemiş. Bi de güzel makyaj yapmış Şabadan’a. Soona da narkoz koklatıp Şabadan’ı bayıltmış, yataa yatırmış. Haramiler eve gelmişler. Şabadan yine kapıyı açmamış. Gapıyı gırıp eve girmişler. Herhalde çekip gitti diye düşünmüşler. Yemeklerini yeyip odalarına çekilmişler. İçlerinden biri bahsa ki yatağında bi gelin yatıyo. Hemen duvağını açmış gelinin. Bahsa ki Şabadan! Hemen Şabadan’ı ayıltmışlar. Olup biteni sormuşlar. Şabadan baştan sona olup biteni anlatmış. Haramilerin başı, — Ben evde bekleyim, bu gız nasıl olsa geri döner gelir, demiş. Gız geri gelmiiş, gapıyı çalmış. Haramilerin başı gapının arhasına sahlanmış. Şabadan gapıyı açmış. Gız yine şımarıh şımarıh, — Ha ha ha ha! Şabadaan, Şabadaan. Nasıl gurtuldun o gelinlikten? Gelinlik de sana nası yahışmışdı, dimiş. Şabadan yine gıza gıyamamış. İşaret ederek sus dimiş. Bıyıklarını burmuş gapının arhasını göstermiş ama gız hem anlamamış hem de şımarıklığa devam etmiş. Gız gülerken gapının arhasındaki harami yerinden çıhmış, gızın bileğini kavrayı vermiş. Gız uğraşşa da gaçamamış: — Nedir senin bu yaptığın, utanmıyor musun koskoca adamı parmaanda oynatmaya? dimiş. Gız da üvey annesinin yaptığı kötülükleri, ablalarıyla birlikte aç susuz gökyüzüne hapsedildiklerini, aç kaldıkları için buraya geldiklerini anlatmış. Haramilerin başı bu gıza sırılsıklam âşık olmuş. Evlenme teklifi etmiş. Gız da onu çoh sevmiş, teklifini gabul etmiş. Bunlar gırh gün gırh gece düün yapmışlar. Ablalarını da yanlarına almışlar. Üvey annelerine de, — Gırh satır mı istersin yohsa gırh gatır mı? diye somuşlar. — Gırh gatır isterim, demiş gadın. Gadını gırh tane gatırın peşine baalamışlar. Gadın param parça olmuuş, böylece cezasını bulmuuş. Gız da eşiyle, ablalarıyla mutlu huzurlu bir ömür yaşamış.   * kiler: Kışlık erzak vb ihtiyaç maddelerin konulduğu bölme, oda * külek: Genellikle ekmek, bal, yoğurt, yağ vb. yiyeceklerin konulduğu kap
Şabadan
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
    DEV İLE ÜÇ OĞUL    Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken bir kör adam ve üç oğlu yaşarmış. Baba hekimlere, âlimlere, hocalara gitmişse de gözlerinin açılmasına bir çare bulamamış. En sonunda gittiği bir âlim ona uzak diyarda bulunan bağdaki üzümün suyunu gözüne sürerse gözünün açılacağını fakat o üzümlerin bir dev tarafından korunduğunu ve üzümleri almanın çaresini de adamın kendisinin bulması gerektiğini söylemiş, adamı göndermiş.    Adam âlimin yanından eve gelmiş ve düşünmeye başlamış devin elinden üzümleri nasıl alacağını. Sonra oğullarını çağırmış ve âlimin kendisine dediğini oğullarına da anlatmış. Oğullarına: ­­— O üzümleri devin elinden ancak siz alabilirsiniz, demiş. Büyük oğlu hemen atlamış ve: — Sen merak etme baba, ben devi yedi parçaya böler ve o üzümleri sana getiririm, demiş. Babası oğluna heybe hazırlamış içine fındık, fıstık, yemiş, kesici aletler koyarak büyük oğlunu devle savaşmaya hazır hale getirmiş ve yollamış. Büyük oğlan gitmiş ve pusuya yatmış. Üzümleri alsa dev gelince yakalanırım korkusuna saklandığı terden çıkmamış ve devin gelmesini beklemiş. Dev büyük bir gürültü ile üzümleri yemek için gelmiş. Büyük oğlan baksa ki bir de ne görsün! Kocaman yedi başlı bir dev. Büyük oğlan devin karşısına çıkmadan arkasına da bakmadan kaçıp gitmiş. Babasına durumu anlatmış. Babası: — Yazıklar olsun! Bir de erkek olacaksın senin gibi evlat olmaz olsun, demiş. Hemen ortanca oğlan atlamış ve: — Baba ben gidip o devi yedi kellesini de yerinden koparıp üzümleri getireyim izin ver, demiş. Babası ümit ile: — Tamam, demiş ve onun da yola çıkması için heybesini hazırlamış. Heybesinin içine fındık fıstık, yemiş ve kesici aletler yani balta, keser, mızrak gibi şeyleri koymuş ve ortanca oğlunu da yolcu etmiş. Ortanca oğlan da abisi gibi üzümleri alırken deve yakalanmamak için pusuya yatmış ve devi beklemeye başlamış. Dev kocaman bir gürültü ile üzümleri yemek için gelmiş. Deve görünmeden onun çıkardığı gürültüden korkan ortanca oğlan oradan kaçarak eve gelmiş. Babasına durumu anlatmış, babası:             — Benim sizin gibi evlatlarım yok, diyerek onlara isyanını dile getirmiş. Küçük oğlan babasına huzuruna çıkmış ve demiş ki: — Baba ağabeylerim yapamadı, beceremedi ama ben yapabilirim. Senin gözünün açılıp şu yalan dünyayı bir kere de olsa görmeni isterim. Babası da: — Büyüklerin ne halt yedi de sen yiyeceksin, diyerek küçük oğlunu azarlamış. Fakat küçük oğlan babasına ısrarla yalvarmış ve babasını ikna etmiş. Babası da ağabeylerine aldığı ve heybelerine koyduğu şeylerin aynısını küçük oğlununkine de koymuş.  Küçük oğlan yola koyulmuş. Pusuya yatmış ve devin gelmesini beklemiş çünkü onunla erkek gibi birebir savaşacakmış. Devi beklerken dev üzümleri yemek için gelmiş. Gelirken büyük bir gürültü ile gelmiş. Dev adım attıkça sanki deprem oluyormuş gibi her yer sallanıyormuş. Dev bağların yanına gelince küçük oğlan devin karşısına çıkmış. Dev:             — Sen ne yapıyorsun burada? Burası benim yerim, benim bağım izinsiz nasıl girersin buraya hadsiz, diyerek çok sinirlenmiş ve küçük oğlanın üstüne saldırmış. Küçük oğlan heybesinden kılıcını çıkarmış ve bir sallamada devin yedi başından üçünü koparmış. Dev buna iyice sinirlenmiş ve can havli ile oğlana saldırmış ama başarılı olamamış, bir hamle ile oğlan devin sırtından yaralamış. Bu şekilde dev ile oğlan saatlerce dövüşmüş. En sonunda oğlan son kılıç darbesi ile devin geriye kalan başlarını da kopararak devi yenmiş. Babasına üzümleri götürmek için yola çıkmış. Fakat yolda giderken bir kuyuya düşmüş. Kuyudan bir yol gittiğini fark etmiş ve o yolu takip etmiş. Uzun uzun yürüdükten sonra bir kapı açılmış. Orada topal topal kızların bir şeyler kesip biçtiğini görmüş ve onlara kaybolduğunu ve buradan nasıl çıkması gerektiğini sormuş. Kızlar önüne çıkan ilk aralıktan sağa dönmesini ve ilk kapıyı açmasını söylemiş. Oğlan yolu takip etmiş ve sağa dönmüş, önüne çıkan ilk kapıyı açmış. Burada yaşlı yaşlı kadınların saçlarını taradığını ve saçlarından dökülen bitleri kavurup yediklerini görmüş. Kapıyı kapatır ve oradan uzaklaşır. O yolu takip eder kapı çıkar önüne yine ve kapıyı açar. Kapıyı açtığında dünyalar güzeli kırktan kızın dans edip eğlendiğini görmüş. Kızlara seslenmiş fakat kızlar kendi kahkaha seslerinden oğlanı duymamışlar. Oradan da ayrılmış. Yürürken yine bir kapı görmüş ve kapıyı açmış. İçeride huri şeklinde kızların ipekten halı dokuduklarını görmüş. Onlarla konuşmaya çalışmış fakat kızların tek işi ipekten ilmek geçirmekmiş. Kendisinin dinlenilmediğini ve yardım alamayacağını anlayan oğlan oradan da çıkarak yoluna devam etmiş. Aydınlık bir yola girmiş ve o aydınlık yolu bırakmadan sonuna kadar takip etmiş. Aydınlık yolun sonunda kocaman altından yapılmış bir kapı çıkmış karşısına. Kapıyı açmış ve gözünü kamaştıran ışığın arasından dünya güzeli bir kız ona doğru gelmiş. Kız konuşmuş oğlanla ve oğlan bu duruma şaşırmış. Çünkü daha önce açtığı kapılardan hiç biri konuşmamış ve dinlememiştir kendisini. Kız buna sormuş: — Nereden gelip nereye gidersin? Oğlan ise cevap vermiş, başından geçen her şeyi anlatmış dünyalar güzeli bu kıza. Kız ikramlarda bulunmuş oğlandan soluklanmasını istemiş ve oğlan kabul ederek kızın yanında soluklanmış. Kızın yanında vaktin nasıl geçtiğini anlamamış sanki uzun bir rüyadaymış da uyanmak istemiyormuş gibiymiş. Daha sonra kız ile oğlan yola koyulmuşlar çünkü kız oğlanın oradan çıkmasına ve babasına üzümleri götürmesine yardımcı olacakmış. Günlerce yürümüşler ve kız ile oğlan birbirine âşık olmuşlar. Yolun sonuna geldiklerinde birbirlerinden ayrılmak istememişler. Oğlan kıza kendisi ile gelmesini teklif etmiş. Kız ise oğlandan ayrılmak istemediği için bunu kabul etmiş.         Birlikte kuyudan dışarı çıkmışlar. Oğlan, üzümleri babasına götürmek için kızla birlikte yola koyulmuş fakat aradan epeyce bir zaman geçmiştir. Oğlan sonunda evine varmış, babasına üzümleri götürmüş ve başından geçenleri bir bir anlatmış. Babası üzümleri yemiş ve geri kalanları da gözüne sürmüş. Babasının gözleri açılmış ve dünyalar güzeli kızla kırk gün kırk gece düğün yapmış ve evlenmişler.
Dev ile Üç Oğul
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
TİLKİ İLE ASLAN Bir varmış bir yohmuş Evvel zaman içinde galbur zaman içinde pireler berber iken develer berber iken az gittik uz gittik dere depe düz gittik bir arpa boyu yol gittik. Bir tane aslan varmış. Yolda giderkene bir tilkiye ıraslamış. Tilki de bunu sevmeye başlamış, yalamış: — Aslan kardeş, aslan kardeş seninle kardeş olabilir miyik? demiş. Kardeş olmuşlar. Tilki dimiş ki: — Ben seni sevdiğim için, beni yemediğin için, seni yuvama davet edeceem. Gelin ni? Zulada etim var, sakladıydım. Onu gelip yiyeceen, dimiş. Aslan gelmiş, eti yimiş. Bunlar gardeş olmuşlar. Aslan dimiş ki: — Ben de seni inime davet edeceem, gelin ni? Aslan gelmiş. Tilki de gitmiş, bir ceylan yavrusu yahalamış, getirmiş aslanın önüne goymuş. Beraber yemişler. Yedikten sonra aslan tilkiye, — Bir gün ben senin evinde yattım, bugün de sen benim evimde yat, misafirimsin, dimiş. Amma aslanın tek bir yataa varımış. Tilki aslanın ayakucunda yatmış. Zabaaça* uyuyamamış. Zabah olunca aslan sormuş: — Tilki gardeş, nasıl, iyi uyuyabildin mi? demiş. — Uyumaya uyudum aslan gardeş de ağzının kohusundan zabahaça uyuyamadım. Ağzın leş gibi kohuyodu, dimiş. — Tamam, sen şimdi git. Bir ay sona tekrar geri gel evime, ben seni savuşturuyum* gayri,* dimiş aslan. Tilkiyi savuşturakene bi oduncu odun gırıyomuş. Oduncunun baltasını almış, tilkiye dimiş ki: — Vur belime, dimiş. — Neden? dimiş. “ — Vur işte sen, dimiş. Tilki de vurmuş. Vurunca aslanın beli çatada yarılmış. Aslan, — Bir ay soona tekrar geleceen benim evime, misafir olacaan, dimiş, tilkiyi göndermiş. Bir ay boyunca aslan yalaya yalaya yarasını iyi etmiş. Tilki bir ay soona gelse ki aslan sapasağlam. — Bu nasıl oldu? diye sormuş. Aslan tilkinin önüne yine yiyecek getirmiş: — Şu yiyeceği önce sen bi yi hele, dimiş. Tilki yemeeni yeyince, — Bah, dimiş. Sen bir ay önce bana, evinde yattım, irahat ettim amma ağzının kohusunda yatamadım dediydin dimiş. Bana bu lafı söylemeyeceedin, daha içimde duruyo dimiş. Baltayla vurduğun yara iyileşti, geçti ama senin dil yaran geçmedi dimiş. El yarası geçer de, dil yarası geçmez dimiş, masal da burda bitmiş.   * zabaaça: sabaha kadar * savuşturmak: yolcu etmek, uğurlamak * gayrı / gayri: artık, bundan sonra
Tilki İle Aslan
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
AYAĞINA DİKEN BATAN SERÇE             Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bir tane serçe varmış.             Serçe, çöpleri karıştırırken ayağına diken batmış. Dikenin acısıyla etrafında kıvranırken, ekmek yapan bir ebe görmüş ve hemen ebenin yanına gitmiş. Serçe, ebeye: -Ebe ebe, ayağımdaki şu dikeni çıkarıver. Demiş. Ebe: -Çıkarıvereyim kuzum. Demiş. Ebe, serçenin ayağından dikeni çıkarıvermiş. Acısı geçen serçe oradan uzaklaşmış gitmiş. Bir müddet sonra ebenin yanına geri gelmiş. Serçe, ebeye: -Ebe ebe -Buyur kuzum -Dikenimi geri ver. -Ne dikeni? -Ayağıma diken batmıştı da sen çıkarmıştın, işte o dikeni bana geri ver. -Kuzum, ben o dikeni ocağın altına atmıştım, yandı gitti. -Dikenim de dikenim, dikenim de dikenim diye tutturmuş serçe. Ebe: -Dikenin yok, onun yerine sana başka bir diken vereyim olur mu? -Dikenim de dikenim. Diye tutturmuş yine serçe. -Öyleyse başka bir şey iste de onu vereyim. -Ya dikeni vereceksin ya da ekmeği -İyi tamam, ekmeği vereyim. Demiş ve vermiş. Ekmeği alan serçe oradan uzaklaşmış ve gide gide bir çobana rastlamış. Çoban koyunları güdüyormuş; serçe, çobana: -Nasılsın? Çoban kardeş -İyiyim kuş kardeş, sen nasılsın? -Ben de iyiyim. Sen şu ekmeklere bakıver, ben bir yere gidip, geleceğim. Demiş. Serçe, çobana ekmekleri bırakıp, gitmiş. Çoban, beklemiş beklemiş, ama serçe gelmemiş. Çobanın karnı acıkmış ve içinden: -Ekmeğin bir tanesini yesem ne olur. Demiş. Dururken ekmeklerin hepsini yiyivermiş. Çoban, ekmekleri yiyip, bitirdikten sonra serçe gelmiş. Serçe, çobana: -Çoban kardeş, ekmekleri çıkar da yiyelim. Demiş. Çoban: -Kuş kardeş, ben ekmekleri yedim, bitirdim. Deyince, Serçe: -Ekmeğim de ekmeğim, ekmeğim de ekmeğim. Diye tutturmuş ve -Bana ya ekmeğimi vereceksin ya da koyununu. Demiş. Çoban da: -Hiç öyle şey olur mu, sen koyunu nasıl götüreceksin? -Ya ekmeği mi vereceksin ya da koyunu. Demiş. Çoban çaresiz kalmış ve koyunu vermiş. Serçe, koyunla birlikte oradan ayrılmışlar ve gide gide bir düğün evine rastlamışlar. Düğün evi sahibi de onları karşılamış ve: -Ooo kuş kardeş, hoş geldin, safa geldin. Demiş. Serçe: -Bu koyun sizde dursun, ben birazdan gelip, alacağım. Demiş. Serçe düğün evinden uzaklaşmış, gitmiş. Düğün evi sahibinin birçok misafiri gelmiş ve zaman ilerledikçe daha da artıyormuş. Misafirleri hoş tutmak için mecburen koyunu kesmiş ve misafirlerine ikram etmiş, misafirler de afiyetle koyunu yemişler. Bir müddet sonra serçe çıkmış, gelmiş ve düğün evi sahibine: -Hadi koyunumu ver, ben gideceğim. Demiş. Düğün evi sahibi: -Mecbur kaldım, koyununu kesip, misafirlere ikram ettim ve misafirler de yedi. Demiş. Serçe: -Koyunum da koyunum, koyunum da koyunum diye tutturmuş. Düğün evi sahibi: -Tamam, yeter ki sus, sana yarın başka bir koyun vereyim. Demiş. Serçe: -Koyunum da koyunum. Demiş. Ya koyunumu vereceksin ya da gelini. Demiş. Düğün evi sahibi serçeden parpuyu yiyince ne yapacağını bilememiş çaresiz: -Gelin hiç verilir mi? Dediyse de Serçe: -Ya koyunumu vereceksin ya da gelini. Demiş. Adam rezil olmamak için ve kuşu susturmak için mecburen gelini vermiş. Serçe gelini alıp, oradan ayrılmış ve gide gide bir âşığa rastlamış. Âşığın elinde de sazı varmış ve çalıp duruyormuş. Serçe, âşığa: -Âşık kardeş, şu gelin senin yanında dursun, ben hemen bir yere gidip, geleceğim. Demiş. Serçe, gidip geleceğe yere varıp, gelmiş. Âşık, serçeye: -Biz gelinle anlaştık ve evlenmek istiyoruz, artık gelini sana vermem. Demiş. Serçe: -Ya gelinimi vereceksin ya da sazını, ya gelinimi vereceksin ya da sazını. Demiş. Âşık: -Al sazım senin olsun. Demiş.             Serçe sazı alıp, uçmuş uçmuş ve bir ağacın dalına konmuş. Eline sazı alıp, başlamış çalmaya: -Dikeni verdim, ekmeği aldım, ekmeği verdim, koyunu aldım, koyunu verdim, gelini aldım, gelini verdim, sazı aldım. Demiş ve sazı tıngırdatmış. Böylece masal burada bitmiş.  
Ayağına Diken Batan Serçe
Amasya
Karadeniz Bölgesi
PİRE İLE BİT Bir varmış, bir yokmuş Allah’ın günü çokmuş. Vakti zamanında bir pire ile bir bit varmış. Pire, bite:  -Evlenelim, demiş ve evlenmişler. Günün birinde bit, evin işlerini yaparken pire de bacayı temizlemeye gitmiş. Aradan çok fazla vakit geçmiş. Bit, pireyi beklemiş ama pire bir türlü gelmemiş. Sonra gidip, bakmış ki pire bacayı temizlerken ölmüş. Hemen bit, orada saçını başını yolmuş. Bunu gören karga;  -Bit bacı, niye saçını başını yoluyorsun? diye sormuş. Bit de:  -Benim kocam öldü, ben saçımı başımı yolmayayım da kim yolsun, demiş. Bitin anlattıklarına üzülen karga, armuda konmuş ve kanadını kırmış. Armut kargaya:  -Niye kanadını kırdın? dye sormuş. Karga da cevap vermiş:  -Pire öldü, bit bacı saçını yoldu, ben kolumu kırmışım çok mu? Bunun üzerine armut da yaprağını dökmüş. Bunu gören çeşme armuda neden yaprağını döktüğünü sormuş. Armut da: -Pire öldü, bit bacı saçını yoldu, karga kolunu kırdı, ben yaprağımı dökmüşüm çok mu? demiş. Çeşme de kurumuş. Kızın biri çeşmeye gelmiş; -Neden çeşme akmıyor? demiş. Çeşme de: -Pire öldü, bit bacı saçını yoldu, karga kolunu kırdı, armut yaprağını döktü, benim suyum kurumuş çok mu? deyince, kız da kendini öldürmüş.
Pire İle Bit
Amasya
Karadeniz Bölgesi
KARAEL MASALI   Bir varmış bir yohmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken… Vaktiynen adamın biri eşeğine binmiş tarlasının yolunu tutmuş. Yolda giderken haliynen bu tarlalarda zerzevat ekiliymiş. Eşek nasıl olduysa lahana ekili olan tarlaya girip yimiş. Sâbı* onu durdurmaya çalıştıysa da kâr itmemiş ve o anda lahananın içinden koskocaman bir cin çıkmış. Cin: - Beni uykumdan uyandıran kim?, diye kükremiş. Adam, hecandan karşısında koskocaman cini görünce korkusundan ölecek gibi olmuş. Kekeleyerek: - Aman!!! Cin istemeyerek oldu hem benim gabâtim yoh. Bütün suç eşeğin, dimiş. Cin: - Ben anlamam bunun bedelini ödeyeceksin. Adam: - İyi amma ben sana ne verebilirim ki?  Hem ben çok fakirim, malım mülküm yok, dimiş. Cin: - O zaman sen bana oğlun varsa getir yanımda uşak olarak çalıştıracam.  Adam: - Ama benim oğlum yok ki. Cin: - Öyleyse bana kızın varsa getir. Adam: - Benim üç tane kızım var. Cin: - Onlardan en büyüğünü en kısa zamanda getir, getirmezsen garışmam, diye bağırmış, kükremiş. Adam çaresiz köyün yolunu eşeğiyle birlikte tutmuş. Gızını yanına çağırdarak: - Ey gızım, güzel gızım bugün tarlaya giderken eşeğimiz bi tarlaya girdi ve bi lahanayı yirken içinden cin çıktı ve bana, seni ona götürmemi emretti. Sen ne dersin güzel gızım?, dimiş. Kız: - Can babam, güzel babam ne deyim canım babam? Elden çare gelir mi hiç? Var beni ona teslim et. Ve öte gün adam gızıynan o lahana tarlasına gitmişler. O lahanaya dokunup cini çağırmışlar:  - Ey cin kızımı getirdim çıksana, demiş. Cin tekrar kükreyerek lahananın içinden çıkmış: - Demek gızını getirdin. Sen var git yoluna, diyerek kızı alıp lahananın içine; yer altına girmişler. Cin buna demiş ki: - Burada iki tane kara el (var) senin her istediğini yerine getirecek, ne istersen: yiyecek, içecek her şey getirecek; fakat burada kırk tane kapı var otuz dokuzunu açacaksın kırkıncı odaya gitmeyeceksin, açmayacaksın sakına!!!, demiş. Kız, otuz dokuz kapıyı teker teker açmış her birine bakmış, gezmiş. Her çeşit, her istediği şeyler varmış; fakat bunun içine bir sabırsızlık, bir merak dayanamamış, 'kırkıncı kapıda acaba kırkıncı odada ne var" diye merak etmiş. Gidip gidip geliyormuş en sonunda açmış açar açmaz  o anda iki tane kara el bunu odanın içine bir anda çekivermiş hemen, (kapı) tekrar kapanmış. Aradan biraz zaman geçmiş. Tekrar lahana tarlasından geçerkene adam demiş ki: - Dur bakıyım benim kızdan ne haber var. Bi cine sorayım, demiş. Lahanaya dokunmuş dokunduğu anda tekrar cin kükreyerek çıkmış. Adam: - Ey cin benim kızdan ne haber? Benim kız napıyor, nasıl iyi mi?, demiş. Cin cevap vermiş: - Senin kız çok iyi, öbür kardeşini istiyor onu getir, demiş. Adam: - Peki, tamam, demiş. Eve dönmüş. Ortanca kızına:  - Ablan çok iyi, seni istiyormuş, demiş. Hazırlanmış kız. Tekrar lahana tarlasına gelip cine teslim etmiş. Cin onu da almış lahananın içindeki saraya girmişler ve aynı sözleri ona da tekrarlamış:  - Burada kırk tane kapı  var. Otuz dokuzunu açacaksın, kırkıncıya dokunmayacaksın. İki tane kara el her işini, her vazifeni, her dilediğini yerine getirecek, demiş. - Peki, tamam, demiş kız. Hiç görünmeyen iki tane kara el her istediğini, her çeşit yiyeceğini, her şeyini temin ediyormuş. Her istediğini yerine getiriyormuş. Odalara girmiş otuz dokuz odanın kapısını açmış, gezmiş, görmüş. Merahından. Her şeyler varmış, her istedikleri; fakat aynı durum bunun başına da gelmiş. Ablası gibi merahından, sabırsızlığından "acaba kırkıncı kapıda ne var" diye merak ediyormuş. Aradan beş altı gün geçmesine rağmen, dayanamamış bu da kırkıncı kapıyı açsa ki bahsa iki tane kara el bunu içeri çekmiş ve o anda tekrar kapanmış kapı. Aradan zaman geçti diye adam: - Benim iki gızdan hiç haber yok. Bi merak ettim bi sorayım cine tarlaya gidiyim, lahana tarlasına, der ve lahana tarlasının yolunu tutar eşeğiyle. Varınca lahananın içindeki cini çağırır, cin çıkar. Adam: - Ey cin benim kızlardan ne haber nasıl durumları, iyiler mi?, der. Cin de cevap verir: - Her ikisi de çok iyi. En küçüklerini istiyorlar. Ablaları rahatlar, der. Adam: - Peki o zaman, der. Köyün yolunu tutar eşeğiyle. Bu defa adam küçük kızına der: - Ey gızım, güzel gızım ablaların çok rahatmış, seni istiyorlar, der. - Peki babacım, der hazırlanır kız. Lahana tarlasına giderler ve cine adam en küçük kızını da teslim eder; ama bu kız çok akıllı, çok zekiymiş, ablaları gibi değilmiş. Cin bu defa bunu da alır aşağıya yer altına indirir. Ona da aynı sözleri tekrar eder:  - İki tane kara el her istediğini yerine getirecek. Kırk tane oda var. Otuz dokuzunu açacaksın kırkıncı kapıya sakına sakın odanın kapısına dokunmayacaksın, der. -Peki, der kız. Oradan cin ayrılır. Kız yer içer kara el her istediğini yerine getirir. Aradan baya uzun zaman geçer ki kız bütün odaları gezer. Kırkıncı odaya gelince cinin sözleri aklına gelir kapının eşiğinde. Varır odanın kapısına. Tekrar geri döner. - Aman!!! Boş ver napacağım, ne gerek var, diye açmak istemez. Aradan baya zaman geçer, tekrar gider gene kapıya, açmak istemez, tekrar döner ve en nihayet bu sabrını, bu merakını giderir. Oturur eline bir iş alır, onunla oyalanır. Aradan baya vakit geçmiş olur. Bir gün akşam kara el yerine güzel, yakışıklı bir prens çıkar. - Ey güzel kız dile benden ne dilersen?  Karşısında güzel prensi gören kız şaşırır kara el yerine. Der ki: - Ben senden ne dileyim?, der. Prens: - Sen sabır ve merakını giderip kırkıncı odanın kapısını açmadın ablaların gibi. Ben prensim, büyülenmiştim, karşıma beni seven, her şeyi merak etmeyen, sabırlı bir kızla karşılaşırsam büyü bozulacağı söylenmişti ve büyüm bozuldu. Benimle evlenir misin?, der. Kız da koskoca padişahın oğlu tabii reddeder mi? Hemen kabul eder evlenmeyi. Padişahın oğlu prens bunu alır saraya doğru yola düşerler. O anda ablalarını da unutmazlar kırkıncı odanın kapısını açarlar. Ablaları elleri kolları bağlı vaziyette, kurtarırlar. Onları da alırlar saraya giderler. Sarayda kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. *sabı: Sahibi
Kara El Masalı
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
DELİ OĞLAN İLE AKILLI OĞLAN MASALI Bir varmış, bir yohmuş. Evvel zaman içinde, galbur saman içinde, döveler tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır şıngır sallar iken, çok eski zamanlarda bir Deli oğlan ile akıllı bir gardaşı varmış. Köyde yaşayıp hayvancılıhla uğraşırlarmış. Hayvanlara eski evin altındaki ahırda baharlarmış. Bir de yeni ev yapmışlar, orada da otururlarımış. Yaşlı bovaları [babaları]  öldükten soğra Deli oğlan gardaşına 'evleri, malları bölüşelim' dimiş. Önce yeni evi Deli oğlan almış. Eski evi Ahıllı oğlan aldıhtan sonra gardaşına şöyle demiş: - Ağşam sığırlar gelince iki evin de gapısını açalım, hangi eve girerse onun olsun. Deli oğlan: - Tamam, demiş. Ağşam sığırlar gelmiş, hepsi eski eve girmiş, bir dana da yeni evin önünde kalmış. Deli oğlan danayı şehre satmıya giderken, bir guş yakınına gelip durmadan ötüyor, deli oğlanı rahatsız ediyormuş. Biraz yol alınca guş tekrar ötmüye başlamış, Deli oğlan daş atmış. Guş, yakınlardaki gayalığa girmiş. Gayalığa goşmuş, guşun sahlandığı yerde bir iki daşı galdırmış bir de ne görsün. Yığınla çil çil sarı altınlar…! Altınları bulmanın sevinciyle Deli oğlan danayı unutmuş. Dana ormana doğru, Deli oğlan da altınları heybesine doldurup evine gitmiş. Altınları ahıllı gardaşına göstermiş ve paylaşmaya garar vermişler. Fakat altınları nasıl bölüşeceklerine bir türlü garar verememişler. Sonunda gomşularından bir gap isteyerek altınları onunla ölçmeye garar vermişler. Durumdan şüphelenen gomşu, gabı verirken gabın altına sakız yapıştırmış. Altınları paylaşıp gabı sahibine verince, gomşu gabın altına yapışan altını görmüş ve onları gadıya şikâyat etmiş. Bunun üzerine Ahıllı oğlan, durumu gadıya anlatmak için götürülürken gardaşına, evlerine ve mallarına sahip çıkmasını söylemiş. Uzun süre gardaşının gelmesini bekleyen Deli oğlan sıhılmış. Kapıyı pencereyi sökmüş, hayvanlar ahırdan gaçmış, ev harab olmuş. Gadı da altınlara el goymuş. Ahıllı oğlanın fikirleri yüzünden her şeyleri yok olmuş.
Deli Oğlan ile Akıllı Oğlan Masalı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
TAK TAK EDEN KABACIĞIM MASALI Bir varmış, bir yogmuş. Evvel zaman içinde, galbur saman içinde, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır şıngır sallar iken, fakir bir ailenin iki çocuğu varmış.Anneleri öldükten sonra, bovaları [babaları] yeniden evlenmiş. Analık, çocuları istemiyor, onlara kötü davranıyormuş. Adam çaresizlik içinde çocukları ormana terk etmeye garar vermiş. Analıh, çocukların azıklarına yaptığı tuzlu ekmeği goymuş. Süs gabahlarına da su doldurup ormana doğru yola çıhmışlar. Ormana varınca bovaları: - Siz şurada oturun, ben ileride ağaç keseceğim, demiş. Çocuklar acıhmışlar, tuzlu ekmeği yemişler, suları da bitmiş. Gelmeyen bovalarına bakmaya gitmişler. Bovaları ise süs kabağını ağacın dalına astıhtan soğra evine gitmiş. Bovalarını ararken uzahtan tak tak diye gelen sesler duymuşlar ve sesin geldiği yere varınca ağacın dalındaki gabağı görmüşler. Çocuklar: - Bova nerdesin?, diye ağlayıp: -Tak tak eden gabacığım, Beni aldatan bovacığım…, demişler. Ağşam olmuş, ormanda gaybolmuşlar. Çok susamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, uzahta bir ışık görmüşler ve ışığa doğru yönelmişler. Oraya varınca yaşlı, uzun burunlu bir cadı eve almış. Önceleri çok iyi davranıp, yedirip içirmiş. Sonra oğlanı bir odaya gapatmış, gıza sabahtan ağşama kadar iş buyurmuş. Oğlana yemekler götürüyor onu besliyormuş. Gıza da guyudan su çektiriyor, iş yaptırıyor, ağşam da bir dilim guru ekmek veriyormuş. Çocuhlar bu duruma bir anlam verememişler. Aradan biraz zaman geçmiş. Erkek çocuğun şişmanladığını gören cadı, gıza fırını yahmasını söylemiş. Amacı, erkek çocuğunu fırında pişirip yemekmiş. Gıza fırının ısınıp ısınmadığını sormuş, durumu fark eden gız, ben anlayamadım sen bak demiş. Sinirlenen cadı söylenerek fırının gapağını açmış, iki gardaş cadıyı fırına itip fırının gapağını gapatmışlar. Soğra evlerine gitmek üzere yola çıhmışlar. Bu sırada pişman olan bovaları da onları aramak üzere ormana geliyormuş. Çocuhlarla garşılaşan bovaları çok sevinmiş, onlara sarılmış. Hep birlikte evlerine dönmüşler. Analığı da govmuşlar.
TAK TAK EDEN KABACIĞIM MASALI
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
KUSTUM KUSAK Varıymış, yohuymuş. Allah’ın gulu çohuymuş. Vahdın, zamanın birinde bi padişaan gayyet gözel, üç tene gızı varıymış. Bunnara, heç kimse dünür olmazıymış. Bu da padişaan ağırına gederiymiş. Bir gün saraya Çingen gelif. Padişah, Çingen’i içeri alıf. Çingen’e deyif ki: — Menim gızdarımın heç bahtı açılmır. Bu ne demeyhdir? Men bi padişah olum da kimse gızdarıma dünür olmasın. Çingen de: — Padişaam! Senin gızdarıyın üçü de bi deve nesib olacah, deyif, çekif, gedif. Ertesi günü, dev gelif, saray gapısının öyündeki dileyh başına oturuf. Bunu hızmatçı görüf. Hemen padişaan yanına gedif, deyif ki: — Padişaam sağ olsun. Elçi daşının üsdünde bi tene dev oturur. Padişah da: — İçeri sesdeyin gelsin, deyif. Devi sesdiyifler. Dev de içeri girif, dooru padişaan yanına gedif. Selamlaşıf. Padişah soruf: — De bahım, dileyin nedi? O da cuvap verif ki: — Allaan emri, peygamberin gabliynen senin böyüyh gızına dünürem. Padişah, o faat: — Meedem ki sen Allaan emrinnen gızıma dünürsen men de verdim getti, deyif. Ertesi gün oluf. Dev gelif, gızı götürüf. Bir mağaradan içeri sohuf. Gızı burya goyuf, gendi gedif. Dev gettiyhden soona gız bahıf ki bir ıssız yer. — Yâ Rebbi! Bu neydi? Menim başıma geldi, deyif. Ahşam oluf. Dev gelif: — Ne iş görürsen, deyi hâlını hatırını soruf. O da: — Eyiyem, deyif. Dev bunun üsdüne: — Men indi gedecem. Geleneçe evi süpürersen. Gabları yuyarsan. Orya da gusmuşam, onu da yeyersen, deyif, geçif, gedif. Gız, dev gettiyhden soona evi süpürüf, gabları yuyuf. Sıra gusaa gelende: — Dev, menim yeyif yemediyimi hardan bileçeyh, deyif. Gusaa silif süpürüf, galdırıf, çöplüye atıf. Aradan fahıt geçennen soona dev gelif. Gızdan soruf ki: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Gabı yudun mu? — Yudum. — Pekii! Orya gusdum. Onu yedin mi? — Yedim. Dev bunu duyanda gussa sesdenif: — Gusaam, hardasan? Ses gelif ki: — Çöplüyün başındayam. O faat gıza deyif ki: — Sen mana niye yalan söyledin? Hemen evden çıhıf, dooru meşeliye gedif. Çohluca odun topluyuf, getirif. Bir ocah yahıf. Gızı içine atıf. Gız bütün bütüne yanıf, gedif. Dev, gızı ataşdan alıf, ölüsünü yuharıdan, çengelden asıf. Terkelden padişaan orya gedif. Padişaa deyif ki: — Gızın halı tohuyur. Ortancıl bacısını da isdiyir. Padişah, bu sefer ortancıl gızı devin yanna gatıf, yola vuruf. Dev, ortancıl gızı alıf, aynı mağaraya getirif. Gendi tişeri çıhıf. Gız o yanı, bu yanı bahıf ki ablası yohdu. Bi de yuharı bahıf ki bacısı çengelde asılı durur. Gorhusunnan ordaca dört yerinnen dodaa yarılıf, gannar şırıl şırıl ahıf. — Hayvah, deyif, meni de bele yapacah. Dev dolanıf, gelif ki gız bi köşede gıvrılıf oturur. Gızın hâlını hatırını soruf. Arkasınnan da ablasına dediyhlerini buna da deyif, gerisin geri gedif. Gız da evi süpürüf. Gabları yuyuf. Gusaa da kös tavasına goyuf, götürüf, tendirin küflesine atıf. Akşamınan dev gelif, deyif ki: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Gabı yudun mu? — Yudum. — Pekii! Orya gusdum. Onu yedin mi? — Yedim. O faat gusahdan soruf: — Gusaam, hardasan? Gusah da deyif ki: — Tendir küflesindeyem. Dev, bunu duyanda meşeliye gedif, odun topluyuf. Onnarı da ocahda yahıf. Gızı içine atıf. Ortancıl gız da ablası kimi ataşta yanıf. Dev, bunu da bacısının yanına asıf. Asannan soona terkelden padişaan yanına gedif. Selamlaşıf. Deyif ki: — Bacıları halıyı pitirdiler. Hanayı keseceyhler. Gucciyh bacılarını isdiyirler. Padişah da: — Peki, götür, deyif. Gızı bunun yanna gatıf, yola vuruf. Dev, gucciyh gızı da mağaraya getirif, goyuf. Gendi çıhıf, gedif. Gız, o gedende hemen bacılarına bahıf. Sağa bahıf, sola bahıf, bi de tepesinin üsdüne bahıf ki ikisi de çengelde asılı durur. O faat öz özüne deyif ki: — Men indi bunnarın neden öldüyünü anlayaram. Onaçan dev gelif. Gızın hâlını hatırını soruf. Sonunda da bacılarına dediyhlerini ona da tenbah edif, eşiye çıhıf. Gız, dev çıhan da silif süpürüf, gabları yuyuf. Gusaa sıra gelende deyif ki: — Herhâl, dev, bacılarımı bunun üsdüne yahdı. Hemen bir torba tikif. Gusaa da bu torbanın içine goyuf, üreenin başına asıf. Ahşam dev gelif. Gızı annacına alıf. Deyif ki: — Evi süpürdün mü? — Süpürdüm. — Gabı yudun mu? — Yudum. — Pekii! Orya gusdum. Onu yedin mi? — Yedim. Dev, bunarı duyanda, gusaa sesdenif: — Gusaam, hardasan? Gusah cevap verif ki: — İsicak üreyh başındayam. Dev, bunu duyanda kehlenif. Gıza deyif ki: — Men indi gırh gün yuhuya yatacam. Başını gızın dizine goyuf, yuhuya yatıf. Yalanız, dev, fahtı gelmiyende uyanmazıymış. Dev yuhluyanda gız, devin gafasındaki fesi galdırıf, gırh tene anahtarı alıf. Anahtarlarınan teker teker yapıları açıf. Bahıf ki hamısında da adam. Gapılar açılanda adamlar çıhıf, gaçıflar. Gız bi gapıyı da açıf ki iki tene adam tahtayınan sandıh yapır. Adamlar gızı görende deyifler ki: — Sen insen mi, cinsen mi? Biz gırh senedir burdayıh. Sennen başgasını görmüş deyiliyh. Gız da oluf piteni agnadıf. Ağnadanda: — Men sizi gutardım. Siz de meni gutarın, deyif. Onnar da: — Biz sana nasıl eyliyh yapah, diyende gız: — Mana bi sandıh yapın. Bi de tahtadan tam tamına bi adam yapın. Gırh günnüyh de yeyeceyh bulun. Meni tahda adama goyun, sandığı kitdeyin, denize atın, deyif. Adamlar, sandığı da tahda adamı da yapıflar. Sandığa gırh günnüyh azığı goyuflar. Gızı da tahdıya gapadıf, denize atıflar. Sandık, denizde gece gündüz gedif. Bir gün, denizin ortasındaki padişaan gonaana, gendini vuruf. Bunu padişah görüf. Hemen adamlarına emir verif ki: — Gedin bahın. Bu vuran nedi? Cansa mana, malsa size. Adamlar, sandığın yanına gedif, toru atıflar. Sandığı yuharı çekif, padişaan yanına getirifler. Sandığı açıflar ki içinnen bi tahta adam çıhıf. Tahdıya deyifler ki: — Sen ne iş görersen? Tahda da cuvap verif ki: — Gaz yayaram, culuh yayaram. Onnar da bu tahdıyı gaz çobanı edifler. Tahda, bir gün, beş gün bu gazdarı yayıf. Bu deniz padişaanın da bir oğlu varıymış. Oğlan, öz özüne deyif ki: — Yav! Bu tahta, gazdarı nası yayır? Men bir pusum. Hemen gedif, bir dereye pusuf. Gız da burya gelif. Hava da çoh isicahıymış. Gız bunalıf, tahdadan çıhıf. Oğlan bi de bahıf ki tahda yarıldı, ortasınnan ay kimi bi gız çıhdı. Ele mi gız; “Doğan aya; doğma, men doğacam; çavan güne; çavma, men çavacam” derdi. Gız suya girende, pusudan çıhıf, dooru gızın elbiselerinin yanna gedif. Ordaki üzüyhlerden birini alıf, gerisine geri pusuya yatıf. Gız da suda yıhanıf, çıhıf. Üsdünü geyif. Bilerziyhlerini, üzüyhlerini tahıf. Bi de bahıf ki sırça parmaanın üzüyü yoh. O faat: — Yâ Rebbi! Burda gazdarnan, mennen başgası yohdu. Ecebe bu gazdar mı yuddu, deyif, pıçaanı çıharıf, gazdarı kesif. Heresinin de denciyhlerine bahıf ki heçbirinde yoh. O zamana gader ahşam oluf. Gazdarın bir kısmı galıf. Onnarı da ertesi güne bırahıf. Kesdiyi gazdarı sırtına alıf. Geriye galanına da öyüne gatıf, götürüf. Oğlan da bunnarı hep görüf. Gız, gazdarı saraya getirif. Adamlar, tahdanın öyünü kesifler. Hamısı da: — Bu gazdarı niye kesdin, deyifler. O da: — Needim, Ağılı ot yediler. Men de kesdim. Bunu padişaan oğlu duyuf. Yanlarına gedif. — Kesende n’avar, götürün etini yeyin, deyif. Onnar naçar galıf, ölü gazdarını alıf gedifler. Biz haber vereyh padişah terefinnen... Bunnar, garı goca epeydir oğullarını evermeyh isdiyirlermiş. Oğlanın anası: — Padişaam, gel biz birine bunu sordurah. Bahah ki kimde gözü varıymış, deyif. Deli Besleme’yi çağırıf öğütdüyüfler. Deli Besleme de gedif oğlanın ağzını arıyıf. Oğlan da: — Men gapıdaki tahdayı alacam. İsder ki dünya güzeli olsun. Başgasını almam, deyif. Deli Besleme, bunu duyanda padişaa gedif, hamısını da söylüyüf. Padişah da deyif ki: — Yavv! Ne demeyh olsun. Biz bir padişah olah da bele birisini eve gelin getireyh. İndi mi, cindi mi? Belli döyül. Meedem ki o bele deyir, biz artıh onun ne hayrına ne şerrine garışırıh. Bele deyif, garşı çıhıflar. Oğlan, anasını da babasını da diynemiyif, gedif, tahdıyı gendine alıf, evine getirif. O faat da bir toy varıymış. Tahdayı annacına alıf, deyif ki: — İndi sen bu toya gecedeyhsen. Üsdündeki tahdannan çıh. Babam da anam da toydalar. Seni görsünner. Gız gabil etmiyif: — Nasıl olar? Allah meni de bele yaradıf. Sen derinnen çıh, men de çıhım, deyif. Ele diyende oğlan, barnaandaki üzüyü görsedif. Gız, üzüyü görende hemen tanıyıf. O faat, olan biteni anlıyıf. Biz haber vereyh devden... Dev, yuhusunnan gahıf, bahıf ki gız yanında yoh. Hemen elindeki ip yumaanı sara sara gızı tagıbe başdıyıf. Her yanı gezmiye başdıyıf. Oğlan, yatah odasında gıza üzüyü görsedennen sona, gıza: — De, tahdannan çıh, deyif. Gız da başınnan ne keştiyse hep ağnadıf. Ağnadannan sonra: — İndi, men bu tahdadan çıharsam dev, menim gohumu alar. Geler, meni bular, deyif. Oğlan da: — Dev sana bir şey yapamaz. Bütün esgerleri garşısına çıhararam. Onu öldüreller. Senin yanna yahlaşamaz, deyif. O faat, gız naçar galıf, tahdasınnan çıhıf. Oğlana deyif ki: — Eyer ki menim tahdama bi keser vurarsansa keçer, gederem. İzimi gaybederem. Oğlan da: — Keser vurmam, deyi yemin edif. Gız altınını, incisini tahıf. Üsdünü geyif. Toy yerine gedif. Gız orya gedende oğlan, gızın tahtasını ataşa atıf, yahıf, gız gerisine geri gelif ki oğlan, tahdasını ataşa atıf. Gız ağlıyıf. — Hayvah! Sen mana tüşmanlık ettin, deyif. Oğlanın anası da toydan gelende Deli Besleme’yi annacına alıf, deyif ki: — Bizim oğlanın ettiyini beyenirsen mi? Bu, niye bele etti? Biz arıyar, en gözelini bulardıh. Geddi de gapımızdaki beslemeyi aldı. Deli Besleme, oğlanın hızmatçısıymış. Gızı, bu da görüf. Oğlanın anasına deyif ki: — Gel, o gız burdadı. Seni götürüm, gapının deliyinden bahın. Oğlanın anası, babası, bacıları bunu duyanda dooru Deli Besleme’nin yanna tüşüf, dediyi yere gedifler. Gapının deliyinnen bahıflar ki düyünde gördüyühleri gız. Hemen: — Toy gurulsun, deyifler. Toy guruluf. Tam o gece de dev gelif. Ne var, ne yoh, herkesin yuhusunu bağlıyıf. Gız sağa gedif, sola gedif. Ona, buna vuruf. Fagat heçbiri uyanmıyıf. Gendini teşeri atıf. Bi da bahıf ki ah sahallı, gır addı, gara yamcalı bir pir dede, ordaca durur. Gızı görende: — Gızım, sen içeri gir, deyif. Gız da: — Men nası içeri girim? Dev, meni öldürer, deyi reddedif. Pir deyif ki: — Sen içeri gir. Devi görende boynuna sarıl. O faat, devin elindeki yumah tüşer. Sen hemen yumaa al, ataşa at. Gız içeri girif. Deve sarılıf. Sarılanda elindeki yumah tüşüf. Hemen yumaa alıf, ataşa atıf. Atanda herkes yuhusunnan gahıf. Bi de bahıflar ki dev, gızı parçalıyacah. Heresi de devin üsdüne atılıf, devi parça parça edifler. Terkelden gıza, oğlana toy guruflar. Gırh gün, gırh gece çalıf oynuyuflar. Onnar yedi, işdi, muratsarına geştiler, siz de yeyif için, muradınıza geçin...
Kustum Kusak
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BÖCEK HANIM Bir varmış, bir yokmuş. Bir böcek varmış. Bir gün bu böcek: ‒ Ben evlenmeye gideceğim, diyor. Kendiyle evlenecek bir koca bulmak için yola koyuluyor. Gide gide bir çiftçiye rastlıyor. Çiftçi, böceğe: ‒ Nereye gidiyorsun, diye soruyor. Böcek de: ‒ Bir koca bulup evlenmeye gidiyorum, diyor. Çiftçi: ‒ Benimle evlenmez misin, diye soruyor. Böcek: ‒ Tabii evlenirim. Peki, seninle evlenirsem, beni yürütmek için ne kullanırsın, diyor. Çiftçi de: ‒ Kırbacımı kullanırım, diyor. Böcek: ‒ Öfff! Ben seninle evlenmem. Senin gibiler ne ki evleneyim, diyor. Tekrar yola koyuluyor. Gide gide bir fareyle karşılaşıyor. Fare: ‒ Böcek, böyle acele acele nereye gidiyorsun, diye soruyor. Böcek: ‒ Bak hele bana böcek diyor, diye kızıyor. Fare: ‒ Peki ya ne diyeyim, diyor. Böcek de: ‒ Sen bana; “Ayağındaki terliği tak tak eden, sırtındaki kamburu Allah vergisi olan, boyuna göre elbisesi Şam’dan ısmarlanan Böcek Hanım!” diyeceksin, diyor. Fare: ‒ Peki nereye gidiyorsun, diyor. Böcek: ‒ Benimle evlenecek koca bulmaya gidiyorum, diyor. Fare: ‒ Benimle evlenmez misin, diye soruyor. Böcek de: ‒ Seninle evlenirim de beni yürütmek için ne kullanırsın diyor. Fare: ‒ Ben kuyruğumu sürmeye batırıp gözlerine sürme çekerim, diyor. Böcek, bunu kabul ediyor; farenin evine gidiyor, evleniyorlar. Üç gün sonra böcek, fareye: ‒ Ben dereye çamaşır yıkamaya gideceğim, diyor. Fare de: ‒ Sen çamaşırlarını yıka! Ben de falanca yerde bir düğün var; oraya gidip yememiz için kemik getireyim, diyor. Fare düğüne gidiyor, böcek de çamaşırlarını yıkamaya gidiyor. Böcek çamaşırları yıkayıp bitiriyor. Akşam üzeri eve dönerken yolda atın ayağının bastığı yerde meydana gelmiş bir çukura düşüyor. Ne kadar uğraşsa da çukurdan çıkamıyor. Oradan geçen bir atlı görüyor. Atlıya: ‒ Atlı! Atlı!.. Eğer filanca eve gidersen orda Abdülbaki isminde bir kocam var. Ona de ki; “Böcek Hanım çamura saplanmış diyordu!” de, diyor. Atlı söylenenleri duyuyor; ama kimin söylediğini, sesin nerden geldiğini anlamıyor. Yoluna devam ediyor. Az sonra düğün evine varıyor. Düğünde bir ara: ‒ Filanca yerden geçerken bir ses duydum. bana; “Atlı! Atlı!.. Eğer filanca eve gidersen orda Abdülbaki isimli kocam var. Ona de ki; ‘Böcek Hanım çamura saplanmış.’ Gelsin beni kurtarsın.” diyordu, diyor. Fare, halının altından atlının dediklerini duyuyor. Bağıra bağıra böceğin olduğu yere geliyor. Elini böceğe uzatıp: ‒ Böcek Hanım, elini uzat da seni ordan çekip çıkarayım, diyor. Böcek Hanım: ‒ Hayır, ben sana küstüm, diyor. Fare yine: ‒ Böcek Hanım, elini uzat seni ordan çekip çıkarayım, diyor. Böcek yine: ‒ Vermiyorum işte, ben sana küstüm, diyor. Bu sefer fare çok kızıyor, Ayağını kaldırıp böceğin üstüne basıyor. Basar basmaz böcek toprağa yapışıyor. Fare sinirli sinirli: ‒ Küsersen küs, diyor, ordan uzaklaşıyor. Masalımız burada bitti…
Böcek Hanım
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
DİLALEM CENGİ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde üç bacı yaşarmış. Bunlar yün eğirip kazançlarını sağlarlarmış. Bir gün padişah: — Bütün ışıklar sönecek, diye emir vermiş. Bunu davul zurna ile halka bildirmişler. Bu haber, kızlara kadar gelmiş. Duymaya duymuşlar, ama yün eğirmek mecburiyetinde oldukları için hiç aldırış etmemişler. Pencereler ile başka açık neresi varsa kapatmışlar, ışığı da yakmışlar, işlerini görmeye başlamışlar. Padişah da: — Emrettiğim duyuruyu halk yerine getirir mi acep, diyerek şehri dolaşmaya çıkmış. Şehri dolaşırken kızların oturduğu eve kadar gelmiş. Her yeri sıkıca kapatmışlar, ama ışık kapının anahtar deliğinden görünüyormuş. Padişah, merak etmiş, anahtar deliğinden bakmış ki üç kız kardeş, kendi kendilerine hem konuşuyorlar hem de yün eğiriyorlar. Büyük kız: — Padişah beni oğluna alsa ben ona bir çadır diker, bir çadır dikerim ki bütün askerini alır da bir yanı boş kalır, demiş. Ortanca kız ise: — Beni oğluna alsa bir halı dokur, bir halı dokurum ki sarayın bütün odalarını örter de yolluk olarak bile kullanır, demiş. Küçük kız da: — Beni alsa ben de sırma saçlı kız ile altın perçemli oğlan doğururum, demiş. Padişah, üç oğlu olduğu için bu kapıya işaret koymuş, gitmiş. Sabah bu kızlara dünür göndermiş. Kabul etmişler. Padişah, oğullarına kırk gün, kırk gece düğün yapmış ki dillere destan olmuş. Aradan bir hayli zaman geçmiş. Padişah, büyük gelinine: — Hani kızım, sen çadır dikecektin, ne oldu, demiş. Büyük gelin: — Amaaan! Koskoca padişah gelini olayım da bir de çadır mı dikeyim, demiş. Padişah: — Peki, öyle mi, demiş. Oradan ortanca gelinin yanına gitmiş. — Kızım, hani bir halı dokuyacaktın, ne oldu, diye sormuş. O da aynı cevabı vermiş. Sıra küçük geline gelmiş, onun yanına gitmiş. — Küçük gelinim, hani bana sırma saçlı kız ile altın perçemli oğlan torun verecektin, ne oldu, demiş. Küçük gelin de: — Allah nasip ederse doğururum, demiş. Aradan uzun bir zaman geçmiş, küçük gelin hamile olmuş. Doğuracağı gün iyiden iyiye yaklaşmış. Hemen eve ebe çağırmışlar. Bunu duyan büyük gelin ile ortanca gelin, küçük bacıları verdiği sözü tuttuğu için: — Hanım sultan o olacak, diye hem üzülmüşler hem de kıskanmışlar. Oturmuş, derin derin bir çare düşünmeye başlamışlar. Küçük gelin sözünü tutup sırma saçlı bir kız ile altın perçemli bir oğlan doğurmuş. Hemen iki bacı, ebeye bir torba altın vermişler. — Sırma saçlı kız ile altın perçemli oğlanın doğduğunu sakın ha kimseye deme, diye de tembihlemişler. Ondan sonra da cadıyı seslemişler. Ona da bir torba altın verip: — Aman! Padişah duymadan bu çocukları ortadan kaldır, diye yalvarmışlar. Cadı, çare bulmak için düşünmüş taşınmış. Sonunda aklına bir şey gelmiş. — Çocukları gizlice alayım, yerine de gözü açılmamış bir kedi, bir de köpek yavrusu bırakayım, demiş. Cadının dediğini kabul etmişler. Çocukları almış, yerine kedi ile köpek yavrusunu bırakmışlar. Çocukları da öldürmeye kıyamamışlar. İkisini de su geçirmeyen bir sandığa koyup ırmağa atmışlar. Sandık sallana sallana ta uzaklara gitmiş. Biz gelelim padişaha… Padişah, torunlarını merak etmiş, görmeye gelininin yanına gelmiş ki bir de ne görsün!? Kedi ile köpek yavruları… Çok sinirlenmiş, gelinine: — Beni mi oynatıyorsun, diye bağırmış. Gelininin yalvarmasına aldırış etmeden emir verip: — Bunu götürün, göğsüne kadar toprağa gömün! Yanına da bir tokmak koyun, gelen giden hem yüzüne tükürsün hem de kafasına bir tokmak vursun! Padişahın dediğini yapmışlar. Her gün gelinin baş ucuna bir testi su ile bir dilim kuru ekmek koymuşlar. Sandık da yüze yüze bir değirmene gelmiş. Değirmenci, sandığı görünce yanındaki işçisine: — Malsa senin, cansa benim, demiş. Sandığı tutup kenara çekmişler, kapağını açmışlar. Bir de ne görsünler? Birbirinden güzel iki çocuk… Biri kız, biri erkek… Hem de birbirlerinin parmaklarını emiyorlar. Değirmenci çok sevinmiş. Çocukları kucakladığı gibi eve götürmüş. Karısı, kocasının kucağındaki çocukları görünce çok şaşırmış. Kocası: — Al, çocuk istiyordun. İşte sana çocuk getirdim, hem de iki tane, demiş. Kadın çok sevinmiş, çocukları kucağına almış, içeriye götürmüş. Gel zaman, git zaman, bu çocuklar büyümüş, serpilmiş. Kız, çok güzel bir genç kız olmuş. Oğlan da güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir delikanlı olup çıkmış. Bir zaman sonra da değirmenci ile karısı ölmüş. Bunlar da değirmeni satıp eşyaları toplamışlar. Padişahın evinin yakınında bir ev almış, orada yaşamaya başlamışlar. Kız, sırma saçından tel koparıp koparıp örtüler işliyormuş. Oğlan da bu örtüleri pazara götürüp satıyormuş. Bu örtüleri gören hayran kalıyormuş, pazarda hemen satılıyormuş. Bununla da evin geçimini temin ediyorlarmış. Günlerden bir gün, oğlan pazardan gelirken cadıya rastlamış. Cadı, oğlanı tanımış, hemen saraya gidip kızın bacılarına haber vermiş. Bacıları bunu duyunca bir şey yapmak için çare aramışlar. Oğlan da bacısının canı sıkılmasın diye bir kuzu almış. Kız, bu kuzu ile oyalanıp dururmuş. Cadı karısı, oğlanı takip etmiş, evlerini öğrenmiş. Kızla da dost olmuş. Her gün gelip kızın yanında oturuyormuş. Cadı, bir gün kızın evine başka bir kılıkta uğramış. Kıza helva ile ekmek vermiş. Kızın içinde kötülük olmadığı için ekmeği almış, arkası sıra gezen kuzuya vermiş. Ama kısa bir süre sonra kuzunun ayakları şişmiş, ölmüş. Akşam kardeşi eve gelmiş, kuzuyu sormuş. Kız, ağlaya ağlaya olanları anlatmış. Kardeşi de: — Bir daha kimseden bir şey alma, diye tembih etmiş. Aradan biraz zaman geçince cadı, yine kızın yanına gelmiş. Kıza: — Aman kızım, senin canın sıkılmıyor mu? Kaf Dağı’nın ardında “dambil ile dümbül” var. Bunlar bir ağaçtan meydana gelir. Her dalından çeşitli sesler çıkar. O, senin yanında olsa hiç canın sıkılmaz, demiş. Akşam olmuş, oğlan eve gelmiş. Kızın yüzünü asık görünce: — Bacı, neyin var; niye böyle yüzün asık, demiş. Kız ise: — Kaf Dağı’nın ardında “dambil ile dümbül” varmış. Her dalından bir ses çıkarmış. Bana ondan getir, demiş. Oğlan: — Sen istedikten sonra tabii getiririm, demiş. Ertesi gün, oğlan yanına çokça ekmek almış. Bacısına da: — Sakın kimseye kapıyı, bacayı açma, diye tembih etmiş, evden çıkıp gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş. Gece olmuş, gündüz olmuş, yoluna devam etmiş. Bir sabah karşısına Hızır çıkmış. Oğlana: — Nereye gidiyorsun, demiş. Oğlan: — Kaf Dağı’nın ardında “dambil ile dümbül” varmış. Onu getireceğim, demiş. Hızır, bunu duyunca: — Oğlum, bunu sana kim dediyse seni ölüm yoluna gönderiyor, demiş. Oğlan: — Olsun, bacım istedikten sonra giderim, demiş. Hızır: — Peki, oğlum. Kaf Dağı’nın ardında üç ayrı kardeş dev karısı vardır. Bunları görür görmez hemen sağ memesini em! Dev karısı sana daha bir şey yapamaz. Bundan sonra derdini sor! Neredeymiş öğren, ona göre davran. Al sana bir post, bir de kamçı, demiş. Oğlan posta binmiş, kamçılamış. Nasıl kamçıladıysa göz açıp kapayana kadar Kaf Dağı’nın ardındaki küçük dev karısının yanına varmış. İçeriye girmiş, küçük dev karısı yanına gelir gelmez hemen sağ memesini emmiş. Dev karısı: — Eğer sağ mememi emmeseydin şimdi yaşamıyordun. Artık benim oğlumsun. Az sonra benim oğullarım gelecek. Seni elma yapayım da cebime koyayım, demiş. Biraz sonra üç dev oğlan, büyük bir gürültü ile gelmişler. — Ana, burada bir benî Âdem* kokuyor, demişler. Dev anası da: — Sizin dişinizin dibindeki insan etleri kokuyordur. Hele bir kurcalayın, demiş. Biraz sonra: — Sizin bir kardeşiniz var. Sakın ona bir şey yapmayın, demiş. Oğlanı onların yanına çıkarmış. Oğlan, derdini anlatmış, ama bilememişler. Oğlanı ortanca teyzelerine göndermişler. Oğlan, ortanca dev karısının evine varmış; görür görmez onun da hemen sağ memesini emmiş. Sonra da derdini anlatmış. Onlar da bir çare bulamamış. Büyük teyzelerine gitmesini söylemişler. Oğlan, vedalaşıp onlardan da ayrılmış. Sonra büyük dev karısının evine gelmiş. Derdini onlara da anlatmış. Büyük dev karısının büyük oğlu, “dambil ile dümbül”ün yerini biliyormuş. Ona nasıl gideceğini, nasıl alacağını oturup bir bir anlatmış. — Doğruca gideceksin, karşına koskoca bir kale çıkacak. Bu kalenin önünden kan ve irin akar. Bunlardan; “Be hey mübarek! Zemzem mi oldun?” deyip birer avuç içeceksin! Ön kapıda bir it, bir de at var. İtin önünde ot, atın önünde de kemik var. Bunların yerini değiştireceksin! İtin önüne kemiği, atın önüne de otu koyacaksın! Açık kapıları örtüp kapalı kapıları açacaksın! Sonra da içeri gireceksin! Orada bir ağaç bulacaksın; ondan bir dal kopart, koşarak çık, demiş. Oğlan, büyük dev karısının evinden ayrılmış. Hızır’ın verdiği posta binip kamçılamış. Göz açıp kapayana kadar kalenin önüne varmış. Hemen irin ve kan akan ırmaktan bir avuç dolusu almış. — Be hey mübarek! Zemzem mi oldun, demiş, içmiş. Atın önüne ot, itin önüne de kemiği koymuş. Açık kapıları örtmüş, kapalı kapıları açmış. Ağaçtan bir dal koparmış, koşarak çıkmış. Postuna binip evinin önüne gelmiş, kapıyı vurmuş. — Bacı, kapıyı aç, ben geldim, demiş. Kız koşmuş, kapıyı açmış. Bacı kardeş sarılmışlar. Oğlan içeriye girmiş. Kız, kapıyı hiç açmadığı için kapı örümcek tutmuş. Kızın ekmeği bitmiş. Oğlan bunları görünce üzülmüş. Bacısına: — Bir daha seni yalnız bırakmam, demiş. “Dambil ile dümbül”ün her dalını bir yastığın üstüne bırakmışlar; her biri türlü türlü sesler çıkarmış. Günler geçmiş… Aylar geçmiş… Oğlan kazancını sağlamak için yine pazara gidip geliyormuş. Cadı, yolda oğlanı görünce şaşırmış. Oğlanın ölmediğini anlamış. Saraya gidip oğlanı gördüğünü söylemiş. Bu sefer de başka bir yol bulup cadıyı çocukların yanına göndermişler. Cadı, ertesi gün bu çocukların evine gelmiş, içeri girmiş. İçeriden çeşitli sesler duymuş. Kıza: — Aman kızım, bunlar ne böyle? Akşama kadar bu seslerden canın sıkılmıyor mu? Kaf Dağı’nın ardında Dilalem Cengi var. Bu sesleri kesse kesse o keser, demiş. Biraz oturduktan sonra da bırakmış, gitmiş. Akşam oğlan eve gelmiş, bacısının yüzünün yine asık olduğunu görünce: — Yüzün niye asık bacı, diye sormuş. Kız: — Bu seslerden usandım, artık bunların sesini kestir, demiş. Oğlan: — Bacı, ben bu sesleri kestiremem ki, demiş. Kız, oğlana demiş ki: — Teyze bana “Kaf Dağı’nın ardında Dilalem Cengi kızı var, bunların sesini kesse kesse o keser.” dedi. Oğlan: — Sen istedikten sonra... Ben gider onu da bulurum, demiş. Ertesi gün, ekmek almış, yiyecek almış. O üç dev kardeşe de beş batman karasakız* almış. Vedalaşmış, yola düşmüş. Yolda giderken yine Hızır’a rastlamış. Hızır: — Oğlum, seni ölüm yoluna gönderiyorlar, ama bakıyorum da yine gitmeye kararlısın. Önceki dediklerimi aynen yap. Derdinin çaresini ayrı ayrı devlere sor, demiş. Oğlan, Hızır’a: — Sağ ol, demiş, ayrılmış. Postuna binmiş, kamçısını vurmuş. Yine göz açıp kapayana kadar küçük dev kardeşin yanına gelmiş. Hediyesini vermiş, derdinin dermanını sormuş, fakat bilememişler. Ortanca teyzelerine gitmesini söylemişler. Oğlan, ortanca dev karısının yanına gitmiş. Hediyesini vermiş, derdinin dermanın sormuş. O da bilememiş. Bu sefer büyük dev kardeşin yanına göndermişler. Onun yanına gitmiş, hediyesini vermiş, derdini söylemiş. Büyük dev kardeşin büyük oğlu, oğlanın derdine çare bulmuş. Demiş ki: — Önceki kaleye gideceksin! Önceki dediklerimi yapacaksın! Yalnız ağacın yanına gidince eline bir dal alacaksın! İki kere; “Dilalem Cengi kızııı!” diye bağıracaksın! O sana cevap verecek, beline kadar taş kesileceksin. Sakın korkma! İki kereden fazla da bağırma ha, demiş. Oğlan, vedalaşıp ayrılmış. Daha sonra postuna binmiş, kalenin önüne gelmiş. Birer avuç kan ile irinli sudan içmiş. Otu itin önünden almış, ata vermiş. Kemiği de atın önünden almış, itin önüne koymuş. Kapalı kapıları açmış, açık kapıları kapatmış. Ağacın bulunduğu yere gelmiş. Bir dal almış, elini havaya kaldırmış. — Dilalem Cengi kızııı! diye bağırmış. Kızdan cevap olarak da: — Topuğuna kadar taş kesilesin, diye bir ses gelmiş. Oğlan, yavaş yavaş topuğuna kadar taş kesilmiş, ama çok korkmuş. Etrafına bakmış ki bir sürü insan taş kesilmiş, duruyor. Oğlan, devin sözlerini hatırlamış, bir daha bağırmış. Yine aynı ses: — Beline kadar taş kesil, demiş. Oğlan, beline kadar taş kesilmiş. Daha da bağırmamış. Dilalem Cengi kızı, merak etmiş. Çünkü her gelen üç kere bağırıyormuş. Başını pencereden uzatmış, bakmış. Bir de ne görsün? Oğlanın altın saçları fesinden çıkmış, güneşin altında parıl parıl parlıyor, daha bir güzel görünüyormuş. Kız, hemen orada oğlana âşık olmuş. Aşağı inmiş, oğlanı silkelemiş. Oğlanın taş kesilen yerleri birer birer açılmış, eski hâline dönmüş. Dilalem Cengi kızı, oğlana: — Ben de seninle beraber geleceğim, demiş. Beraberce kızın sarayına çıkmışlar. Kızın neyi var, neyi yoksa her şeyini almışlar. Tam bahçeden geçerken kız, ağacın dallarını kırmış, tam orta kısmını almış. Kısa zamanda oğlanın evine varmışlar. Oğlan, kapıyı vurmuş, içeriye girmişler. Bacı kardeş birbirlerine sarılmışlar. Dilalem Cengi kızı: — Çıkan sesler sussun, diye emir vermiş. O anda sesler kesilmiş. Yemek yemişler… Dilalem Cengi kızı: — Siz bir cadı karısının şerrine uğramışsınız, demiş. Tabii Dilalem Cengi kızı, çocukların başından geçenleri biliyormuş, fakat bir şey söylememiş. Hemen getirdiği ağacı sallamış, içinden birçok insanlar çıkmış. Onlara: — Padişahın sarayının karşısına fildişinden bir saray yapılsın ki padişahın sarayı onun gölgesi olsun, demiş. Adamlar hemen yok olmuşlar. Biraz sonra gelmiş, sarayın hazır olduğunu bildirmişler. Kız ile çocuklar saraya gitmişler. Saray göz kamaştıracak kadar güzelmiş. Yatmaya giderken Dilalem Cengi kızı: — Sakın benim sözümden dışarı çıkmayın. Yoksa her şey değişir, demiş. Sabah olmuş. Padişah, pencereden dışarı bakınca karşısındaki sarayı görmüş. Çok şaşırmış, üstelik hayran kalmış. Padişah, artık her gün bu sarayı seyrediyormuş. Gireni, çıkanı hep biliyormuş. Oğlanı saraya girip çıkarken görüyormuş. Bu çocuğa karşı bir sevgi beslemeye başlamış. İki gelinine de bu çocuğu göstermiş. Onlara: — Bu çocuğu tanıyor musunuz, diye sormuş. Gelinler, çocuğa bakınca şaşırmışlar, onu hemen tanımışlar. Çünkü küçük kardeşlerinin oğluymuş… Fakat korktukları için padişaha tanımadıklarını söylemişler. Bir gün padişah, çocuğu çağırmış, kendi sarayına davet etmiş. Bunu duyan bacılar yine bir kötülük düşünmeye başlamışlar. Oğlan, bu daveti Dilalem Cengi kızına söylemiş. O da: — Gidebilirsin, ama sana bir köpek yavrusu vereceğim. O nereye oturursa sen de oraya oturacaksın! O ne yerse sen de onu yiyeceksin! Bir de sarayın altında yatan bir kadın var. O kadının elini, yüzünü sileceksin; yüzünü, gözünü öpeceksin, demiş. Oğlan: — Peki, demiş. Akşam olunca oğlan, padişahın sarayına gitmiş. Dilalem Cengi kızının dediklerini yapmış. Artık oğlanı her gün yemeğe çağırıyorlarmış. Çünkü oğlanın yemeğine zehir koyuyorlarmış, ama oğlana bir şey olmuyormuş. Bacılar, bunun böyle olmayacağını anlamışlar, bir daha da yemeğe çağırmamışlar. Dilalem Cengi kızı, oğlana, padişahı kendi sarayına yemeğe davet etmesini söylemiş. Oğlan, padişahı kendi sarayına yemeğe çağırmış, ama askerlerini de getirmesini söylemiş. Akşam olunca padişah ile askerleri saraya gelmişler. İçeri girer girmez saraya hayran olmuşlar. Durmadan etrafı seyretmişler. Yemekler yenmiş, padişah ile askerlerin karınları bir güzelce doymuş. Fakat vakit geldiği halde padişah hâlâ oturuyormuş. Bir ara, Dilalem Cengi, oğlanı dışarıya çağırmış. Eline de bir sahan* vermiş. — Sakın bunu açma! Padişah bu ne derse; “Bre padişahım; benî Âdem, kedi ile köpek yavrusu doğurur mu?” de. Daha sonra da; “Merdivenin altında yatan da benim anam.” de, demiş. Oğlanın eline sahanı vermiş. Padişahın yanına göndermiş. Oğlan, elindeki sahanı getirmiş, padişahın önüne koymuş. Padişah, kapağı açınca köpekle kedi yavrusu görmüş, şaşırmış. Oğlana: — Bu ne, diye sormuş. Oğlan da: — Hiç Âdemoğlu kedi, köpek yavrusu doğurur mu? O merdivenin altında yatan da benim anam, demiş. Padişah, hemen oğlanın boynuna sarılmış, öpmüş. Hemen emir vermiş. Kadını olduğu yerden çıkarmışlar. Hamama göndermişler. Bir güzel yıkamışlar. Güzel güzel giydirmişler. Padişah, kadından özür dilemiş. Dilalem Cengi kızının sarayına taşınmışlar. Daha sonra padişah, iki bacıyı atın kuyruğuna bağlatmış. Dere, tepe, dağ, taş gezdirtmiş. Paramparça olmuşlar. Düğün dernek yapmışlar. Dilalem Cengi ile de oğlanı evlendirmişler. Mutlu bir hayat sürmüşler...   * benî Âdem: İnsanoğlu. * karasakız: Zift. * sahan: Derinliği az olan kap.
Dilalem Cengi
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÜÇ ARKADAŞ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok demesi günahmış. Üç tane arkadaş varmış. Bu üç arkadaştan: birinin buğdaydan, birinin arpadan, birinin de çavdardan yapılmış ekmeği varmış. Bunlar her zaman bu ekmekleri yerlermiş. Bir gün bu arkadaşlar aralarında karar almışlar. Beraber taa uzak yerlere gidip çalışacaklarmış. Hazırlıklarını yapmışlar, yola çıkmışlar. Yolda giderken yaşlı bir adama rastlamışlar. Adam onlara: — Neye gidiyorsunuz, diye sormuş. Onlar da: —Hep beraber uzak bir yere gidiyoruz. Orada iş bulup çalışacağız, demişler. Bunu duyan adam onlara dönmüş: — Size bir nasihat vereyim. Bu nasihatımı iyi dinleyin!.. Beraber yolculuk yaptığınıza göre, biraz sonra karnınız acıkacak. Yemek yiyeceğiniz zaman; arkadaşınız yanında getirdiği ekmekten kendine bir parça ayırır, size de bir tane verirse bilin ki, o arkadaşınız çok iyidir. Yok eğer kendine bir ekmek ayırıp, size bir parça verirse bilin ki, o arkadaşınız kötüdür, haindir, demiş. Sonra da adam birdenbire ortadan kaybolmuş. Bu sözleri duyan arkadaşlar, yeniden yollarına devam etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler… Bir zaman sonra acıkmışlar. Düz bir yer bulup sofralarını kurmuşlar. Ekmeği buğdaydan olan adam, arkadaşlarına bir ekmek vermiş, kendi de yarım ekmek yemiş. Öbür arkadaşları bunu görünce adama: — Bizim adetimiz böyle değil. Biz ekmeğimizi kimseye vermeyiz, demişler. Böylece ekmeği buğday unundan yapılmış olan adamın bütün ekmeği bitmiş. Az sonra kalkmış, yine yollarına devam etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler… Gene acıkmışlar. Sofralarını bir düzlüğe kurmuşlar. Ekmeği arpa unundan olan adam, bir ekmeği kendine ayırmış, diğer arkadaşlarına da bir ekmeğin ucundan bölmüş, vermiş. Fakat adamlar bu bir lokma ekmekle doymamışlar. Biraz daha ekmek istemişler. O zaman ekmeğin sahibi; — Ben size demedim mi? Ben ekmeğimi kimseye vermem diye, demiş. Çaresiz aç kalmışlar. Az sonra yine yola düşmüşler.Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler… Bir zaman sonra yine acıkmışlar. Bir düzlük bulup sofralarını kurmuşlar. Bu sefer ekmeği çavdar unundan yapılmış olan adam, kendine bir ekmek ayırmış, arkadaşlarına da yarımşar ekmek vermiş. Yarımşar ekmekle doymayan arkadaşları, biraz ekmek daha istemişler. O da: — Ben ekmeğimi kimseye vermem, demiş. Böylece üçünün de ekmeği bitmiş. Sonra düşünmeye başlamışlar. Akıllarına ordaki kuyu gelmiş. Aralarından biri: — Belimizdeki kuşakları birbirine bağlayalım, birimizi kuyuya sallayalım. Bize ayakkabısıyla su getirsin, biz de içelim, demiş. Ekmeği buğdaydan yapılmış olan adamı kuyuya sallamaya karar vermişler. Kuşaklarını çıkarmış, birbirine bağlamışlar. Bir ucunu da adamın beline bağlamışlar. Adamı kuyuya sallamışlar. Adam ayakkabısıyla su getirmiş, arkadaşlarına vermiş. Tam kuyudan çıkacağı sırada diğerleri ipi bırakmış, adamı kuyuya düşürmüşler. Adam ne kadar çırpındıysa, ne kadar yalvardıysa da çıkarmamışlar. Meğerse adamın içine düştüğü kuyu; cinlerin, perilerin kuyusuymuş. Dünyada ne kadar peri, cin varsa bu kuyuda toplanırmış. Adam kuyuya düşünce ordaki bir taşın üstüne oturmuş, Allah’a yalvarmaya başlamış. Bir zaman sonra kuyunun sahipleri yavaş yavaş gelmeye başlamışlar. Cinler, periler, kurtlar, köpekler, tilkiler gelmiş, kuyuya doluşmuşlar. Adam bunları görünce saklanmış, onların konuşmalarını dinlemeye başlamış. Kurt: — Filanca köyün hayvanları çoktu, onları yemeye gittim; ama beceremedim. Çoban buna mani olmazdı; ama köpekleri mani oldu, demiş. Tilki: — Filanca köyde, filanca padişahın hayvanları çoktu. Hep onlarla oynadım, demiş. Derken cin ordan: — Ben ne yaptım, biliyor musunuz? Öğrendim ki, filan padişahın kızı kırk gün kırk gecedir delirmiş. Yedi kapılı bir odada kilitli duruyormuş. Kimse onun derdine derman bulamamış; ama ben çaresini biliyorum. Bu kuyunun suyundan bir damla kızın boğazından girerse kız iyileşir, demiş. Adam konuşulanları duyunca kendi kendine; “Ben bu işi yaparım.” demiş. Az sonra da fare gelmiş: — Benim altınlarım çoktur. Hepsi yerin altındadır. Ben de gece gündüz bu altınlarla oynarım, demiş. Biraz sonra da bütün hayvanlar kuyunun içinden çıkmaya başlamışlar. Onlar kuyudan çıkınca adam da kuyuyu dolaşmaya başlamış. Karşısına yedi tane kapı çıkmış. Kuyudan biraz su almış, yedi kapıyı da açarak dışarı çıkmış. Adam elindeki suyla beraber deli kızın bulunduğu memlekete gelmiş. Orada hastaları iyileştirdiğini, şifa dağıttığını söylemiş. Bu arada Padişah, kızını iyileştirmeye çalışıp da bunu beceremeyen kişilerin kafalarını kestirmiş, üst üste koymuş. Bu kafalar otuz dokuz tane olmuş. Buraya bir kafa daha konursa sarayın yüksekliği kadar olacakmış. Bunu duyan işiten gelip vezire söylemiş. Vezir de Padişah’a haber vermiş. Padişah: — O kimse hemen huzuruma getirin, diye emretmiş. Adamı huzura getirmişler. Padişah: — Bak oğlum, Şu gördüğün bina otuz dokuz tane kafadan yapıldı. Üstüne bir tane daha konursa yüksekliği sarayım kadar olacak. Eğer kızımı iyileştirmezsen, kırkıncı kafa seninki olur, demiş. Adam da: — Peki Padişah’ım!.. Eğer kızını iyileştirmezsem başımı vurun, demiş. Adamı kızın bulunduğu odanın yanına getirmişler. Kızın üstünden kitli olan yedi kapıyı açıp adamı içeriye koymuşlar. Adam bakmış ki, içerde çırılçıplak bir kız var. Padişah: — Sana sabaha kadar mühlet… Eğer kızımı iyileştirmezsen sabahın ilk ışıklarıyla başını vurdururum, demiş. Padişah ve adamları gittikten sonra adam kıza doğru yürümüş. Kız da hemen adama saldırmış. Bunun üstüne adam yanında getirdiği suyu kızın üzerine serpmiş. Serptiği sudan bir damla kızın boğazına kaçmış, kız hemen iyileşmiş. Kendine bir bakmış ki, çırılçıplak. Adamdan utanmış, bağırarak annesinden babasından üst-baş göndermelerini istemiş. Bunu duyan vezirler Padişah’ın yanına gitmiş, kızının iyi olduğunu söylemişler. Padişah ile karısı sevinçten ağlayarak kızın odasına gitmişler. Kızı yıkamaları, giydirmeleri için emir vermişler. Kızı yıkamış, üst-baş giydirmişler. Sonra da alıp babasının huzuruna getirmişler. Onu iyileştiren adamı da huzura getirmişler. Padişah büyük bir sevinçle adama: — Bundan sonra sen benim padişahım, ben de senin vezirinim, demiş. Bunu duyan vezirler: — Padişah’ım!.. Padişah’ım!.. Bu adama niye padişahlığınızı veriyorsunuz? Ona hazineyi açın istediği kadar mal, mülk, altın, gümüş alsın, demişler. Padişah, adama hazineyi teklif etmiş; ama adam bunu kabul etmemiş. Vezirler bu seferde: — Padişah’ım, madem altın inci almıyor; o zaman ona kızınızı verin, demişler. Bu teklifi hem Padişah, hem de adam kabul etmiş. Kırk gün kırk gece davullu zurnalı bir düğün yapmışlar.Padişah, onlara sarayının karşısına bir saray yaptırmış, oraya yerleşmişler.   Az zaman çok zaman sonra adam karısına memleketine gideceğini söylemiş. Sırtına iki çuval almış, yola çıkmış. Aslında adam memleketine değil de kuyuda konuşmasını dinlediği farenin yuvasındaki altınları almaya gidecekmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Sonunda farenin yuvasının yanına gelmiş. Bakmış ki, binlerce fare yuvasından çıkmış, her biri bir altınla oynuyormuş. Adam, eline bir taş almış, farenin birine atmış. Bunun üstüne bütün fareler korkmuş, oynadıkları altınları da bırakıp kaçışmışlar. Adam, elindeki çuvalı altınlarla doldurmuş, evine dönmüş. Karısına: — Al, bu altınları sakla, demiş. Altınları bıraktıktan sonra bu defa da filan padişahın köyüne su ihtiyacını gidermek için tekrar yola çıkmış. Gide gide o Padişah’ın köyüne varmış. Padişah’ın çobanını bulmuş. Ona demiş ki: — Padişah’ın koyunları arasında siyah bir koç var. Eğer Padişah o koçu bana yemem için verirse ben de sizin su ihtiyacınızı gideririm, demiş. Çoban hemen Padişah’ın huzuruna çıkmış, adamın dediklerini anlatmış. Padişah: — Gidin o koçu verin! Koç ona helâl olsun! Yeter ki, bu derdimize çare bulsun, demiş. Çoban, adamın yanına gitmiş, Padişah’ın dediklerini adama söylemiş. O da çobandan: bir bıçak, bir kazma, bir de kürek istemiş. Adama istediklerini vermişler. Adam bu işin halledilmesini kuyudayken cinden duymuştu.Cin, çözümün ne olduğunu orda anlatmıştı. Adam cinden ne duyduysa yapmaya başlamış. Sürüden aldığı kara koçu, kara bir taşın üstünde kesmiş. Sonra çobana; — Gel bu koçu al, götür, demiş. Çoban koçu almış, götürmüş. Adam sonra da kazmayı küreği istemiş, kara taşın altını kazmaya başlamış. Bir müddet sonra taşın altından sular fışkırmaya başlamış. Öyle çok akmış ki, her şey suyun altında kalmış. Bu durumu Padişah’a bildirmişler. Padişah adama: — Sana mükafat olarak kızımı vereceğim. Her bir ev sahibi de sana kırkar baş hayvan verecek, demiş. Padişah daha sonra; — Sarayımın karşısına bir saray yapılsın, bir de düğün hazırlıklarına başlansın, diye emir vermiş. Adam: — Ben evliyim, bunu kabul edemem, demiş. Sonra da hayvanları önüne katmış, evine dönmüş. Başından geçenleri de karısına teker teker anlatmış. Bu arada bir de oğlan çocuğu olmuş. Artık zengin olduğu için de bir dükkân açmış, orda çalışıyormuş. Aradan bir zaman geçmiş. Adam bir gün kendisine hainlik yapan arkadaşlarıyla karşılaşmış. Biraz hoş beş etmişler. Onun yaşadığını görünce adama; — Sen nasıl oldu da kuyunun dibinde ölmedin. Nasıl zengin oldun, demişler. O da: — Ben hep o kuyunun sayesinde zengin oldum. İsterseniz sizi de götürürüm, demiş. Arkadaşları kabul etmiş, kalkmış, kuyunun yanına gitmişler. Gece yarısı olunca bütün hayvanlar, cinler, periler yine kuyuya gelmiş, doluşmuşlar. Herkes toplanmış, konuşmaya başlamışlar. Cin: — Ey meclis, konuşun, demiş. Meclis: — Ne diyelim? Padişah’ın kızı deliydi, iyileşti. Biz artık onu delirtemeyiz, çünkü bu kuyunun suyundan içti. Filanca Padişah’ın hayvanları susuzdu; onun da su ihtiyacı giderildi. Bütün altınlarımız da toplanmış, götürülmüş. Bunu yapan her kimse, eğer öğrenirsek her bir parçasını bir yere savururuz, demişler. Sonra cin kafasını kaldırmış, bakmış ki, adamın biri kuyunun başında oturmuş, bunları dinliyormuş. Cin: — Bütün bunların sebebi bu adamdır. Durun onu kuyuya düşüreyim, demiş. Ekmeği arpa unundan yapılmış olan adamı kuyuya düşürüp, parçalamışlar. Aradan bir zaman geçmiş. Bu sefer de ekmeği çavdar unundan yapılmış olan adam, ekmeği buğday unundan yapılmış olan adama; —Sana yarın kırk sandık peynir göndereceğim. Onları benim için satar mısın, demiş. Aslında amacı ona peynir göndermek değilmiş. Her sandığa bir adam koyup, onu öldürmek istiyormuş. Adam, arkadaşının teklifini kabul etmiş: — Tamam, gönder, satarım, demiş. Ertesi gün kırk tane at; her birinin üstünde iki sandık… Getirmiş, sarayın önüne koymuşlar. Adamın çocuğu eline bir iğne almış, sandıklara batırıyormuş. Oğlan batırdıkça sandıktan inleme sesleri geliyormuş. Oğlan bu sesleri duyunca gelmiş, annesine haber vermiş. Kadın, hemen kocasını bulmuş, durumu anlatmış. Adam eline bir iğne almış, sandıklara batırmaya başlamış. Batırdığı her sandık tan; “Üfff!” sesi geliyormuş. Adam o zaman anlamış ki, sandıklarda adam var. Sonra yüksek sesle: — Haydi!.. Peynirlerin alcısı gelmiş, diye bağırmış. Sandıkları almış, teker teker avludaki kuyuya atmış. Kuyunun üstüne bir halı sermiş, üstüne de bir minder koymuş. Derken peynirin sahibi yani ekmeği çavdar unundan yapılmış olan adam gelmiş: — Peynirleri sattın mı, diye sormuş. Adam; — Hıı… Peynirleri hemen sattım. Hele geç biraz otur, demiş. Adam karısına seslenmiş: — Hanım, misafirimize bir minder getir, demiş. Karısı da: — Önceden hazırlamıştım, geçsin otursun, demiş. Adam, minderin üstüne oturur oturmaz kuyuya düşmüş. Ekmeği buğday unundan yapılmış adam: — Çok şükür Allah’a ki, bu belalardan kurtulduk, demiş. Kuyunun içini taşla doldurmuşlar… Adam ve karısı yemiş, içmiş, muradına geçmiş.
Üç Arkadaş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÂŞIK GARİP İLE TELLİ SENEM Bir varmış, bir yohmuş, Allaa’n gulu pek çohmuş. Bi köyde bi Âşık Garip, bi anası, bi de bacısı varımış. Âşık Garip saz çalıp türkü çığırırmış. Gızın biri Âşık Garip’e sevdalanmış. Âşık Garip de onu almak istememiş. Bir gün gelmiş aaşamüstü eve, — Ana biz burdan gidiyoh, dimiş. — Oğlum nereye gidiyoh? Gonu gomşuyla bi helalleşelim, alacaamız olur, vereceemiz olur, dimiş. Oolan, — Yoh, ille gidecek, dimiş. Bunlar eşeğin üzerine ne varsa yüklemişler, yola düşmüşler. Gideee gide, yıkık bi duvarın yanına varmışlar. Oraya varınca anasıyla bacısını duvarın üstüne oturtmuş, eline sazını alıp köyün gaavesine varmış. İçeri girince, — Âşıh hoş geldin, bi türkü söyle de dinleyek, dimişler buna. Bu da türküyü söylüyomuş söylüyomuş, arhasında da, — Anam bacım duvar dibinde oturuyor, diyomuş. Köyün ağası kahyasını salmış. Âşık Garip’in anasıyla bacısını misafir odasına getirtip yerleştirmiş. Âşık Garip’e de bi iş vermiş: — Sen burda çalış aaşamları da saz çal, türkü söyle, dimiş. Bu ağanın Telli Senem adında bi gızı varmış. Âşık Garip’le bu gız birbirine sevdalanmış. Âşık Garip ağadan gızını isteyince ağa başlık parası istemiş. Âşık Garip parayı bulmah için elinde sazıyla düşmüş yollara. Taaa Haleb’e gadar gitmiş. Orda da gine bi ağanın yanına varmış. Ağa, — Sen kimsin, kimin kimsen yoh mu? dimiş. Âşık Garip, — Kimsenemim yoh, dimiş. Ağası da bunu kimsesiz zannediyomuş. Âşık Garip burda yedi yıl çalışmış. Telli Senem’e amcasının oolu aşıhmış amma gızı Âşık Garib’e vermişler: — Ben dimiş, gideyim bi dene guş vuruyum, guşun kanını da gömlee sürüyüm. Âşık Garip’i vurmuşlar diyim, demiş. Bu gitmiş didiğini yapmış. Gızı da amcasından almış. Gız ööyle ağlıyomuş. Gırh gün gırh gece düüne başlamışlar. Gız inanmamış oolanın öldüüne. Halep’ten de köye celep* gelmiş. Gız o celeplere, üstünde Telli Senem ile Âşık Garip yazılı bi su tası vermiş: — Bu tası götür, çeşmede herkese su daat, Âşık Garip ordaysa gelir. Onu görünce de Senem elinde zehirle seni bekliyo di, dimiş. Celep Halep’te bi çeşme başına varmış, o tasla gelene gidene su daatıyomuş. Âşık Garip de harman yerinde yatıyomuş. Aaşam vahti ortalıh gararınca adamın biri, Âşık Garib’in ayaana dahılıp tökezleyip düşmüş. Âşık Garip yerinde doğrulmuş, — Nereye gidiyon böyle? dimiş. — Şu ötede su daatıyollarmış oraya gidiyom, dimiş. — Ben de geliyim öyleyse, diye adamın peşine düşmüş gitmiş. Sırayla herkes suyunu içmiş, sıra Âşık Garib’e gelmiş. Suyu içerkene tasın üstündee Âşık Garip, Telli Senem yazısını görmüş. Su daatana hemen sormuş: — Âşık Garip benim, sen bu tası nerden aldın? Celep de, — Senem adlı bi gız verdi. Babası onu başgasıyla evlendiriyomuş, gırh gün gırh gece düün gurmuş. Telli Senem elinde zehirle seni bekliyo, diyince Aşşıh Garip, — Gökte uçan durna mıdır gaz mıdır? Güverenler* ekin midir saz mıdır? Senin gördüün Telli Senem Gelin midir gız mıdır? Celep de dimiş ki: Gökte uçan durna değel gaz ıdı Güverenler ekin değil saz ıdı Benim gördüün Tellli Senem Gelin değil gız ıdı Bu hemen goşarak ağasının yanına gitmiş: — Ağa, dimiş. Beni bırah, ben gideceem, dimiş. — Hani kimsem yoh diyodun? dimiş. — Yoh, ben sağa kimsem yoh değil, kimsenemim yoh dedim. Benim anam var, bacım var, dimiş. [Bu arada anasının aalaya aalaya gözü kör olmuş.] Sevdiğimi başgasına vermişler, düünü gurulmuş, dimiş. Böyle diyince ağası buna üç haabe dolusu altınla üç dene de at vermiş. Bu gidee gide, ne gadar hızlı gittiyse atın biri çatlamış, ikisi çatlamııış, üçü çatlamııış, bu üç habe dolusu altınla orda galmııış. Bi de var ya Hızır Aleyhisselam gelmiş, bunu yanına. Atına bindirmiş: — Bin terkime,* yum gözünü, dimiş. Yummuş gözünü, bi de bahsa ki at bunu çeşmenin yanına getirmiiş. Hızır, Aşşıh Garip’e, — Bu torpağı ananın gözüne sür, aalamahtan kör oldu, dimiiş, gitmiş. Oolan çeşmenin yanına gelse ki bacısı atını suluyo. At hiç kimseyi görünce kişnemezmişti, bunu görünce kişnemiş. Oolan bacısını bilmiş ama gız bunu bilememiş. Dimiş ki: — Bi aabim vardı, bu at ondan başga kimseye kişnemezdi ya, size kişnedi, dimiş. Bacısına, — Şu haabeyi atına yüklesem, bu gece de sizde galsam, dimiş. Gız da, — Yoh, dimiş. Bizde galaman, bi kör anam var gözü görmüyor. Sizi eve misafir almaz, dimiş. Bu ketli,* — Bi avuç altın versem almaz mı? dimiş. Neyse gızın göğnü olmuuş, bunlar ata binmişler, yola düşmüşler. Aşşıh Garip, — Köyde ne var ne yoh? dimiş. Gız, — Köyde benim yengemin düünü oluyo, gırh gün gırh gece düün yapıyollar, bugün de gırhıncı gün düün bitiyo, dimiş. Bu da var ya, — Ben bi düüne gidiyim, dimiş. Düün evine varmıış, Telli Senem de elinde zehirli bardağna bekliyomuş. Hemen Aşşıh Garib’i tanımış, bardaa elinden atmış. Bunlar sarım gülüm olmuşlar. Düün boşa gitmesin diye bacısını Telli Senem’in amcasının ooluna vermiş. Telli Senem’le Aşşıh Garib, tekrar gırh gün gırh gece düün itmişler. Hızır Aleyhisselam’ın verdiği torpahla da anasının gözünü açmış. Dünyada Telli Senem muradına ermiş. Aşşıh Garib gibi de gülen olmamış, yimiş içmiş muradlarına ermişler.   * celep / celeb: 1. Eskiden mal sayıcılara verilen isim, 2. kasaplık hayvan ticaretiyle uğraşan kimse, 3. sapana koşulan öküz. * güveren: Bitkilerin yeşermiş hâli * terki: At, eşek vb. hayvanları süren kişinin arkasındaki oturulabilir yer * bu ketli: Bu sefer
Âşık Garip İle Telli Senem
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN PİŞMANLIĞI Çok eskilerde ülkenin birinde bi padişah varmış. O padişahın da bi tane gızı olmuş. Gız medreselerde ders almaya başlamış. Fakat bi süre sonra rahatsızlanmış. Padişahın sarayının bi kenarında da sürekli bi guş ötermiş. Padişah hışımla bi gün saraydaki tüm korumalarına bi görev vermiş. Dimiş ki: — O kuş bi daha ötmeyecek. Verdiği rahatsızlık yetti. Bulun onu öldürün, dimiş. Korumaların hepsi, bunu kendine görev saymış. Guşu öldürmeye çalışmışlar. İçlerinden biri, akşamüzeri guşu pencerenin kenarında görmüş, vurunca öldürmüş. Saraydaki temizlikçiler de guşu alıp bi kenara atmışlar. Fakat padişahın gızı, ondan soona daha fazla hastalanmış. Padişah her yere haber salmış. O dönemin bütün doktorlarını, hekimlerini saraya çağırtmış. Herkese durumu anlatmış: — Benim gızım rahatsız. Bu rahatsızlığı gidermek için herkes kendine göre muayenesini yapsın, teşhisini goysun. Dönemin tüm doktorları muayneye başlamış. Yetmemiş tüm ülemaları, din hocaları dualar yazmışlar, gızın üstüne ohumuşlar. Herkes elinden geleni yapmış. Gerekli tedaviyi, iğneyi ilacı ortaya koymuşlar ama gız bi türlü iyi olmuyomuş. Bi gün padişah sinirlenmiş, bunların hepsini huzuruna çaarmış: — Siz, ohudunuz yazdınız, ülema oldunuz, derviş oldunuz. Niye yaptığınız bi şeyin faydası olmadı, dimiş. Gerçekten de hiçbirisinin koyduğu teşhis, uyguladığı tedavi netice vermiyomuş. Padişah bir sabah, öldürttüğü guşun sesine benzer bi guş sesi duymuş: — Yaa, ben emir verdiydim, bu guşu öldürttüydüm. Yine nerden töredi bu guş. Beni rahatsız etmeye başladı, dimiş. Korumalarını çaartmış. Onlar da etrafa bahsalar ki ne bi guş var ne de başga bi şey. Hiç bi şey yok. O arada da gapıya bi dilenci gelmiş: — Bura padişahın yeriymiş. Allah rızası için bana biraz yardım edin. Ben biraz yiyeceğe geldiydim, dimiş. Korumalar hemen padişaan yanına gelmişler: — Dışarda bi dilneci var, sizden yardım bekliyo, diyolar. — Gooyun* gitsin, derdim başımdan aşgın, diyo. Korumalar da gadını gooyollar. Bu dönemde padişahın işi gücü gızının iyi olmasıymış. Elindeki ekip, bi şey yapamayınca farklı ülkelere haber salıyo. Çeşitli ülkelerden ülemalar, sağlıkçılar geliyolar. Fakat yine gızı iyileştiremiyolar. Padişah, bir akşamüstü yine guş sesi duyuyo. Yine korumalarını çaartıyo, — Ben size bu guşu öldürün demedim miydi? Aynı guş sesi beni yine rahatsız ediyo, diyo. Korumalar yine dışarı çıhıyolar, bahsalar ki ne guş var ne de bi şey var. Yine o dilenci gadın var gapıda: — Yine ben geldim. Sizi rahatsız ediyorum ama mümkünse padişahla bi görüşüyüm. Görüşmek istiyom, diyo. — Söyleyin derdinizi. Padişahın huzuruna çıkmak o kadar sıradan bi şey değil. Kimliğinizi vereceksiniz. Gerekli bilgileri bize vereceksiniz biz de uygun görürsek yukarıya çıkıp padişaha durumu anlatacağız, falan diyolar. Kadın, — Ben size bilgi verecek durumda değilim. Bilgiyi ancak padişaha veririm. Onunla da birebir görüşmem gerekir, diyo. Adamlar padişahın yanına çıhıyolar: — Devletlim, gapıda bi gadın var. Sizi görmek istiyo. Gerekli bilgileri bize sunmuyo. Bilgiyi ancak sizinle görüştüğü zaman size verecekmiş, diyolar. — Çağrın, gelsin, diyo padişah. Padişah baksa ki ihtiyar, zavallı, giyimden yoksun bi gadın. Padişah hışımla, — Söyle bakalım, ne istiyosun sen benden? diyo. — Sen, bütün dünya üzerindek hocalara, âlimlere, ülemalara, hekimlere hatta Lokman hekim seviyesindeki kişilere haber gönderdin. Hepsi geldi, gızının hastalığıyla ilgilendi. Fakat hiçbiri neticeye varamadı. Ben senin gızını iyi etmeye geldim. Senin derdin bana kolay, diyo. Tabi padişah bunu duyunca aşırı bi şekilde seviniyo. Gözleri fal taşı gibi açılıyo: — Sen ne istersen söyle, ben yaparım, diyo padişah. — Yalnız, diyo, devletlim, bana üç gün izin vereceksin. Üç günün sonunda ben geleceğim, kızını kendi elimle tedavi edeceğim. — Tamam, diyo padişah da. Gadın ordan çıhıyo, doğru öldürülen guşun atıldığı yere gidiyo. Gadın guşun cesedinin nereye atıldığını görmüşmüş. Gidiyo ölü guşun yanına. Teleklerinden* dutup ayırıyo. El kemiklerini, kanat kemiklerini alıyo, getiriyo eve. Onları iyice ovalıyo, ufalıyo un şekline getiriyo. O unu da bi pakete goyuyo padişahın sarayına geliyo: — Devletlim ben geldim, kızını iyi edeceğim. Yalnız kızının yemeklerini, üç gün boyunca sadece ben yapacağım. Kızın da onları yeyip iyileşecek, diyo. Gadın mutfağa gidiyo. Yaptığı yemeğin içine o undan gatıyo. Padişahın gızına da diyo ki: — Bu yemekleri kesinlikle yiyeceksin. Yoksa iyileşemezsin. Gız iyileşme umuduyla zor da olsa o yemekleri yiyo. Kadın gızın yediğini görünce, — Bana müsaade, deyip saraydan çıkıp gidiyo. Kadın gittikten soona padişah, gızının yanına gidiyo: — Nasılsın gızım? diyo. — Baba, ağzımın içinden çok ufak bi şeker tadı geliyo, diyo. Tabi padişah, buna çok seviniyo: — Gidin o kadını bulun, her türlü ekonomik ihtiyacını karşılayın, diyo. Korumaları kadının verdiği adrese gidiyolar. Bahsalar ki o adreste ne kadın var ne bi şey var. Hiçkimseyi bulamadan geri geliyolar. Diyolar ki: — Devletlim, bize verdiğin adreste hiç kimseyi bulamadık, diyolar. — Bulmaz olur mu? Daha dün burdaydı, diyo padişah. Belli bi müddet soona, yine geliyo kadın saraya. Aşağıdan, — Devletlime haber verin, ben geldim, diyo. — Biz seni sabah beri arıyoz. Sen nerdeydin? diyo korumalar. — Benim de kendime göre bi evim işim gücüm var. İlla her şeyi bilmeniz mi gerekiyo? Ben gerekli bilgiyi padişahıma veririm, diyo kadın. Padişahın huzuruna çıhıyo: — Devletlim yine ben geldim. Bugün de bir yemek yapacam. Yarın da son yemeği yapıp gidecem. Nasıl, gızınız iyi mi? diyo. Padişah da aynı gızının dediği gibi söylüyor: — Ağzının içinde şeker tadında bi tat varmış, diyo. Kadın yine yemek yapıyo. İçine de o öğüttüğü guş unundan gatıyo. Gız yemeği bi güzel yiyo. [Hani o iyi olma içgüdüsü var ya, ondan olsa gerek] — İyi olacaam, arkadaşarımla eğlenecem, diye yemeği zoraki de olsa yiyo. Gız yemeği yedikten soona gadın, — Devletlim bana müsaade. Yarın son yemeği yapıcam. Fakat ondan soona seninle özel bi görüşmem olacak, diyip saraydan çıhıyo. Gız daha sabah olmadan yataktan kalkıp sarayın içinde gezinmeye başlıyo. Padişah bunu görünce çoh seviniyo. Padişahla gızın annesi sanki bayram günü gibi seviniyolar. Akşam oluyo, gadın yine yemek yapmaya saraya geliyo. Kız da gelen bakıcıyı çok sevdiğinden ayakta karşılıyo: — Buyrun, diyo. Saraydaki herkes, gadına ilgi gösteriyo. Gadın da gösterilen ilgiden çoh memnun oluyo. Gadın son yemeği de yapıp gıza yediriyo. Soona da padişaha, — Padişahım gızınız bundan soona iyi oldu. Bu yaptığım üçüncü ve son yemekti. Eğer fayda etmeycek olsaydı ilkinde fayda etmezdi. Benim buraya dördüncü gelişim, seninle görüşmek için olacah. Eğer gabul edersen kızın ilelebet sağlıklı kalacak. Etmessen eskisinden daha kötü olacah, diyo. Padişah da, — Bu mümkün mü? Kabul etmemezlik yapar mıyım hiç? Sen nasıl ve ne zaman istersen gel” diyoo, gadın saraydan çıhıyo. Günlerden bir gün, gadın yine saraya geliyo: — Beni padişahın huzuruna çıharın, diyo. Alıyolar gadını, padişahın huzuruna çıharıyolar: — Buyur, hoş geldin. Seni dinliyorum, diyo padişah. — Devletlim öyle bi padişah olun ki tokların açları doyurduğu bi ülkenin padişahı olma unvanını alın diyo. O öldürttüğünüz guş, yavrularının garnını doyurmak için, açlığından geldi, gondu sarayın çatısına. Fakat siz onun sesinden rahatsız oldunuz ve onu öldürttünüz. Onun da yavruları vardı. Anası öldükten soona onlar da açlıından öldüler diyo. Siz çocuğunuz hasta olana kadar düşküne, perişana, âcize hiç yönünüzü dönüp de bakmazdınız. Gızının üzüntüsü, sizi açlara ve perişanlara yöneltti. Ancak o zaman onların hâlinden anladınız. O zamana kadar sizde vicdan yoktu, diyo. Tabi padişah bunları duyunca çok üzülüyo, hatasını anlıyo. Dilenci kadının sırtını tıpışlayarak, — Teşekkür ederim. Beni bi yanlıştan kurtardın, yolumu doğruya döndürdün. Bundan soona tokların açları doyurduğu bi ülkenin padişahı olacağım, diyo. Öylelikle ülkede toklar açları doyuruyo, herkesin hakkına saygı duyuluyo, herkes mutlu mesut yaşıyo. Bi gün padişah ölüyo. Padişah olma unvanı kızlarda olmadığı için, padişahın da gızından başka çocuğu olmadığı için sarayın ileri gelenleri, — Padişahın gızının evlenme çağı geldi. Fakat seçkin insanların çocuklarını tercih edersek o tercih bizim olacak. Doğru olanı gızın gendisine sormak, ne de olsa bu ülke adaletli bi ülke, diyolar. Padişahın gızına soruyolar. Gız da, — Bugün sarayın önünden geçen üçüncü kişiyi alacaam, diyo. Sarayın önünden birinci adam geçiyo, dilenci. İkinci adam geçiyo, o da dilenci. Üçüncü adam geçiyo işin garip tarafı o da dilenci. Gız, — Çağırın gelsin yukarı, diyo. Dilenci çıkıyo yukarıya. O dönemin ulemaları da toplanıyolar. Gız da orda bulunuyo. Ulemalar, — Gabul edersen biz padişahın gızını, gızımızı sana verecez. Olur mu? diyolar. Dilenci oolan, — Bana yakışır mı hiç, ben padişahın kızını nasıl alırım? Ben sadece garip bi dilenciyim, diyo. — Bizim kızımızı da bi dilenci kurtarmıştı. Bu ülkeyi de bi dilenci kurtaracak, diyolar. Oolan sevinçten uçunuyo.* Kırk gün kırk gece düğün yapıyolar. Dilenci oolan, ülkenin başına padişah olarak geçiyo. Uzun yıllar da ülkeyi adalet, hoşgörü ile yönetiyo. Tokların açları doyurduğu ülke unvanını devam ettiriyo. Yiyolar içiyolar, muratlarına geçiyolar. Masallar işte böyle bulduuyla başlar bittiiyle biter…   * gooyun: (Siz) kovun. * telek: Kuş ve ördek gibi uçan hayvanların sert, uzun ve kuyruk tüyleri. * uçunmak: Çok mutlu olmak.
Padişahın Pişmanlığı
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
KELOĞLAN İLE ARAP Bir varmııış bir yohmuş. Tım dimesi hiiç yohmuş. Bazıları masal anlatırmış bazıları usluuu* uslu, efendice dinlerimiş. Bir Keloğlan varımış. Anasına, —Ana bayram geldi, herkes harçlıh* veriyo, sen bana vermiyon. Ana bayram geldi haçlıh veriyolar sen bana vermiyon” dirmiş. Bi de köyde panayır gurulmuş. Keloğlan, —Anam anam diyo, bana da ver para diyo. —Dutuyo anası on para veriyo. On para verince gidiyo, bi avuç leblebi alıyo. Yiye yiye gidiyo, bi guyunun başına geliyo. Bi de orda yirken leblebisinin bi tansei düşüyo. Ondan soona* başlıyo baarmaya, —Bi leblelebiiim, bi leblebim. İlle* de gırıh leblelebim. Öyle diyincek, bi Arap çıhıyo kuyudan, —Ne aalıyon?* diyo. —Ne aalıcam, ben leblebimi istiyom diyo. —Biz sana onu nasıl virelim, ağaların, beylerin sofrasına meze oldu o diyo. Sana bi sofra veriyim. Sen gurul sofram gurul deyince yemekler gurulur, toplan sofram toplan deyince yemekler toplanır diyo. —Pekâlâ diyo. —Sofrayı alıyo eve varıyo. —Anaa, ana! Ben ne getirdim bah diyo. Gurul sofram guruuul, deyince envayi çeşit yemek guruluyo. Anayla oolan yiyolar içiyolar. Diyo ki: —Anaaa, yimek yimeyen çoh gomşularımız var. Gel, bi de onlara ziyafet verelim diyo. —Pekâlâ oolum, amma elimizden alırlar. Biz gine aç galırıh diyo. —Yoh ana ossun diyo. Ondan soona bir iki ziyafet veriyollar. Sofra gayboluyo. Çalıyollar sofrayı. Sofrayı çalıncak,* varıyo guyunun başına. —Leblebiiim, bi leblebim. Gırıh ta leblebim, ben leblebimi isterim diyo baarıyo. Ondan soona yine geliyo Arap, —Ne aalıyon Keloolan burda, gine niye geldin diyo. —Sorma diyo, sofrayı çaldılar diyo. —Vay Keloolan, etme diyo. Ben sana bi değirmen veriyim, saa* çevirdiin zaman altın ahar, sola çevirdiğin zaman gümüş ahar diyo. —Peki diyo. Ondan soona değirmeni eve getiriyo. Anasına, —Aman anaa, ben bu sefer çoh para gazandım diyo. Saa çeviriyo altın ahıyo, sola çeviriyo gümüş ahıyoo. Ondan soona gonuya gomşuya para ikram ediyo. O değirmeni de çaldırıyollar. Bu oolan yine varıyo, yine aalıyo guyunun başında, —Bi leblebiiim, bi leblebim, ille de gırıh leblebim. Ben leblebimi isterim diyo. Arap çıhıyo, —Eee Keloolan, sen de çoh oldun amma! diyo. —Napıyım, değirmenimi de çaldılar diyo. —Pekâlâ, ben sana bi tane tohmah vereyim, sen gomşularını çaar,* vur tohmaam* vur di. Öyle deyince sofranı da alırsın, değirmenini de diyo. Tohmaa alıyo, eve gidiyo. —Aman gomşular çoh güzel şeyler aldım, bir çuval çerez aldım, gelin de yiyelim diyo. Gomşular geliyollar. Bi çuval çerezi getiriyo, ortaya döküyo. Tohmaa da yanına goyuyo. Sofrayla değirmeni çalan gomşular, —Her gün çerez çepen* yirsek biz daha iyi olur diyolar. Keloolan da diyo ki: —Gomşular, benim soframla değirmenimi çaldınız. Hanginiz çaldıysa dooruyu söylesin, virsin diyo. Diyolar ki: —Çaldıh ne olcah? Sana mı virceek diyolar. Öyle deyince, —Gah tohmaam yerinden, vur şunların gafasına, beline,vur tohmaam vur! diyo. Tohmah gahıyo, bunları bi dövüyo, bi dövüyo. —Aaaman Keoolan! Tek sofranı da verelim, değirmenini de verelim. Şu tohmaana dur di diyolar. —Dur tohmaam dur! diyo, duruyo. Ondan soona, —Getirin bahıyım sofrayı, getirin bahıyım değirmeni! Getirmezseniz tohmaana evinizi yıhtırırım valla diyo. Getiriyolar veriyolar. Keloolan, tohmaa da alıyo, sofrayı da alıyo, değirmeni de. Götürüyo guyuya diyo ki: —En güzeli emeklen* gazanmakmış. Bunları tohmaana aldım düşman gazandım. Siz bana bi iş verin, ben kendi paramı, emeğimi yiyim diyo. —Hah, şimdi sen dooruyu buldun Keloolan diyo Arap. Al sana bi kese altın. Bu bi kese altınla sen git bi öküz al. Tarlanı sür, kendi ekmeeni çıhart. Hadi Keloolan, güle güle diyolar. Keloolan da geliyo anasına anlatıyo. Yiyolaaar, içiyolaaar, murada geçiyolar. Bunlar ermiş muradına, biz çıhalım kerevetine. * uslu: 1. Uysal, yaramazlık yapmayan. 2. Yumuşak huylu, 3.Yavaş, sessiz. * haçlıh / harçlıh / haçlık / haşlıh: Bir kişiye başka bir kişi tarafından verilen ya da hediye edilen para. * soona: Sonra. * ille: Mutlaka, illa ki. * aalıyon: Ağlıyorsun. * çalıncak: Çaldığı zaman. * saa: Sağ taraf. * çaar: Çağır. * tohmaam: Tokmağım. * çerez çepen: Leblebi, fıstık, üzüm vb. çerezlerin karışımı. * emeklen: Emek ile.
Keloğlan İle Arap
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
  PRENSES KURBAĞA Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Pireler tellal iken develer berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok eski zamanlarda üç dağ ve bu üç dağın ortasında bir ülke varmış. Bu ülkede bir padişah ile üç oğlu yaşarmış. Padişah bu üç oğlunu evlendirmeye karar vermiş. Oğullarının eline birer ok vermiş. Bu okun geldiği evde kim yaşarsa, onunla evlendireceğini söylemiş. Oğullarından en büyüğü oku atmış. Okun geldiği evde güzel bir kız yaşarmış. Babası: -İşte bu kız senin nasibin, bu kızla evleneceksin, demiş. Ortanca oğlu, oku atmış ve o da oku attığı evdeki kızla evlenmiş. Padişahın küçük oğlu ise oku küçük ve kötü bir eve atmış. Bu evde kız yokmuş, buradan sadece bir kurbağa çıkmış. Padişah böyle olunca oğluna bir şans daha vermiş ve bir daha ok attırmış. Ancak ikincide de, üçüncüde de ok hep aynı yere gidiyormuş. Padişah da oğluna: -Demek ki senin kısmetin bu kurbağa, mecbur onunla evleneceksin, demiş. Oğlu da bunu kabul etmiş. Şehzade, şansına bir kurbağa çıktığı için sarayda değil de ahırda oturmaya karar vermiş. -Benim kısmetime bir kurbağa çıktı, ne yapayım sarayı, ahırda yaşar giderim, demiş. Şehzade kurbağayla evlendikten sonra bir gün avlanmaya gitmiş. Av dönüşü avladığı hayvanları eve getirmiş. Daha sonra da saraya babasının yanına gitmiş. Evine geri döndüğünde ise ahırın çok güzel bir eve dönüştüğünü, avladıklarından da çok güzel yemekler hazırlandığını görmüş. Şehzade bu duruma çok şaşırmış ve ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Şehzade yine bir gün evden çıkmış ve döndüğünde evin derli toplu olduğunu görmüş. Bu duruma çok şaşırmaya başlamış ve olanları öğrenmek istiyormuş. Bir gün yine saraya gitmek için evden çıkmış ve kapının arkasına saklanmış, kısa bir süre sonra da içeri girmiş. Bir de ne görsün, kurbağa kabuğundan çıkmış çok güzel bir kadın hâline dönüşmüş ve evi toplarken görmüş. Hemen seslenmiş ve onu gördüğünü söylemiş. Kurbağa, yani güzel prenses olanları kocasına anlatmış. Kendisine büyü yapıldığını ve kurbağaya çevrildiğini anlatmış. Artık kocasının kendisini gördüğü için bir daha eski hâline dönmeyeceğini söylemiş. Bu duruma çok sevinen şehzade, güzel karısını alıp babasına götürmüş. Babası oğlunun karısını görünce, çok beğenmiş ve kendisi evlenmek istemiş. Oğluna da bu durumun adil olmadığını, onun bir kurbağayla evli olması gerektiğini söylemiş. Bu kızla evli kalabilmesi için oğluna üç şart koşmuş. Bu şartların hepsinin de gerçekleşmesi imkânsızmış. Padişahın ilk şartı bir yumurtayla bütün ülkeyi doyurması olmuş. Şehzade üzüntülü bir şekilde karısının yanına gitmiş ve olanları anlatmış. Kadın kocasına bir yumurta vermiş ve bu yumurtayı yatarken yastığının altına koymasını, sabah kalktığında da bu yumurtayı alıp babasına götürmesini söylemiş. Adam karısının dediklerini yapmış. Yumurta bütün ülkeye yetmiş de artmış bile. Bu isteği yerine getirince, diğer şartını söylemiş. Bu da çok büyük bir kütüğü, çok kısa bir sürede kırk çöpe ayırmasıymış. Şehzade yine üzüntülü üzüntülü eve gitmiş ve karısına, babasının isteğini anlatmış. Karısı bu işi de halledebileceklerini söylemiş. Olanları cinler padişahına anlatmış. Padişahın istediği gün kütük gelmiş, bir anda kütüğün üstüne bir sis çökmüş ve bu kütük kırk çöpe ayrılmış. Cinler padişahı bu işi halletmiş. Padişah, bu imkânsız isteği de yerine gelince, bu kez ölen karısının yüzüğünü, oğlunun geri getirmesini istemiş. Bu isteği hepsinden daha da imkânsızmış, çünkü padişahın karısı yıllar önce ölmüş. Şehzadenin karısı güzel prenses, buna da bir çare bulmuş. Kocasına yedi dağın arkasına gitmesini ve orada yaşayan ağabeyini bulmasını söylemiş. Ağabeyi dağın başında bir kulübede yaşıyormuş. Bu kulübenin ışığı sürekli yanıyormuş, bu sayede ağabeyini kolayca bulabileceğini söylemiş. Şehzade, yedi dağı aşmış ve orada yaşayan karısının ağabeyini bulmuş. Derdini ona anlatmış. Adam şehzadeye annesinin nasıl bir kadın olduğunu sormuş. Şehzadenin annesi çok kötü bir kadınmış ve onu cehennemde arayacaklarmış. Bu gece uykudayken oraya gidebileceklerini söylemiş. Adamın, şehzadeye tembihi de annesini gördüğünde onun elini asla öpmemesi olmuş. Eğer elini öperse hep orada kalacağını söylemiş. Şehzadeyle bu adam, o gece cehenneme gitmişler. Orada bir kadın görmüşler. Kadın sürekli ekmek yapıyormuş ancak arkasını döndüğünde hiç ekmek kalmıyormuş. Öğrenmişler ki o kadın hayattayken yaptığı ekmekten hiç kimseye vermezmiş. Şimdi de bu durumdaymış. Sonunda şehzadenin annesini görmüşler. Kadın oğlunu görünce, çok sevinmiş, hemen elini öptürmek istemiş. Kadın kötü niyetliymiş ve oğlunun elini öperse, orada kalacağını biliyormuş. Şehzade durumu bildiği için hemen yüzüğü almış ve oradan çıkmışlar. Yüzüğü alıp babasına götürmüş ve imkânsız bir şeyi daha gerçekleştirmiş. Padişah, bu duruma çok şaşırmış ve oğlu bunları yerine getirdiği için bir daha evliliklerine karışmamış. Güzel prenses ile şehzade, ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Prenses Kurbağa
Amasya
Karadeniz Bölgesi
TÜCCAR VE KARISI Zamanın birinde çok kurnaz bi kadının, çok tembel ve çok obur bi kızı varmış. Bu tembelliği yüzünden bi türlü evlenememiş, evde kalmış. Bir gün bunların mahallesine, çok zengin bi tüccar gelmiş. Tüccar, bu tembel kızın evine gidiş dönüş saatlerini gözetlemiş. Sonra da bu kızın kendisine iyi bi eş olacağını düşünmüş. Gidip kızı anasından istemiş. Anası da kızını tüccara vermiş. Gösterişli bir düğün dernekle evlenen kız, sabahtan akşama, akşamdan sabah kadar uyuşuk uyuşuk yatmaktan ve yemek yemekten başka hiçbir şey yapmıyomuş. Tüccar, ilk günden daha yeni gelindir diye karısına bi şey söylememiş. Amma cicim ayları geçtikten sonra, — Hadi bakalım hanım, şu evin işini bi gör de temizlenelim, demiş, işe gitmiş. Fakat kadın, öyle yiyip içip tembel tembel yatıyomuş. Kocası, — Ne zaman bu işleri yapacaksın, diyomuş. Kadın, — Biriksin, benim için bir günlük iş. Bir ara hemen yaparım. Sen hiç merak etme, diyomuş. Böyle böyle, ev bi ahıra dönmüş. Adamın sonunda sabrı taşmış. Bi sabah evden çıkarken karısına, — Ya bugün akşama kadar bu işleri görürsün ya da seni boşarım, demiş. Artık bir kaçış yolu olmadığını gören tembel kadın, çok korkmuş ve ağlayarak anasına gidip durumu anlatmış. Anası da telaşlanmış: — Başka çaren yok. Git hemen işini görmeye başla. Belki akşama kadar bitirirsin, demiş. Kız, — Ben bütün gün aç duramam, diye ağlamaya başlamış. Anası da ona bir çare bulmuş: — Sus sus, ağlama. Ben şimdi bi kazan bulamaç* pişiririm. Sen hiç durmadan iş görürken, ben de bulamacı kaşıkla bi omzundan diğer omzuna dökerim. Sen de işine hiç ara vermeden başını bir o yana, bir bu yana çevirerek omuzlarındaki bulamacı yalarsın. Böylece hem aç kalmazsın hem de zaman geçirmemiş olursun, demiş. Kız, hemen iş görmeye başlamış. Bi yandan da omuzlarındaki bulamacı yalayarak karnını doyurmaya çalışıyomuş. Kızın bu gülünç durumunu gören hasta ağa, kahkahalarla gülmeye başlamış. Ağanın günlerdir boğazı şişmiş. Bademcikleri patlamadığı için de bir türlü iyileşemiyomuş. Kızın durumuna çok fazla gülünce, bademcikleri patlamış ve iyileşmiş. Ağa hemen kızın yanına gitmiş: — Sen benim iyileşmeme yardımcı oldun. Ben de sana bir iyilik yapmak isterim. Ne istersen, iste, demiş. Kızla anası çok sevinmişler. Evin tertemiz olmasını istemişler. Ağa, — Bundan kolay ne var, demiş. Evi hizmetçilerine temizletip tertemiz yapmış. Akşam adam eve dönmüş, baksa ki evin her yeri tertemiz: — Allah Allah, demiş kendi kendine. Bir günde bu kadar işi nasıl yaptın, demiş. Karısı da, — Benim için bunlar iş değil, daha çoğunu bile yaparım. Ben sana demedim mi bi günlük iş diye, demiş. Adam, — Bu işte başka bi iş var diye, karısının temizlediği evi sabaha kadar pisletmiş. Ben akşam gelene kadar işi gör. Ev tertemiz olsun demiş, işe gitmiş. Kız telaşla hemen anasının evine koşmuş: — Ana durum böyle böyle, ne yapacaz, demiş. Kurnaz kadın, bir çare daha bulmuş ve temizlikçilerden yeniden yardım alarak evi temizletmiş. Akşam olmuş, adam eve dönmüş. Bakmış iş gene yapılmış. Kadın kocasının yemeğini vermiş, çayını vermiş, sonra bunlar oturup dinlenmişler. Bunlar otururken kadın, anasının öğrettiği gibi daha önceden kutuya koyduğu bi karafatma böceğini kocası görmeden kutudan çıkarmış, ortaya bırahmış. Böcek yürümeye başlayınca böceğe eğilmiş: — Gız teyze kurban, nereye gidiyon? Geç şöyle otur biraz, demiş. Karısının böcekle konuştuğunu gören adam, — Sen ne yapıyon? Kiminle konuşuyon öyle, ne teyzesi, demiş. Kadın da böceği göstererek, — Bu benim teyzem. Biz ailece böyle çok çalışkanız. Fakat çok çalışmanın sonunda işte böyle bi böceğe dönüşüyoruz. Teyzem de çalışmaktan böyle oldu, demiş. Adam karısına inanmış. Karısının da çok çalışkanlıktan böceğe döneceğinden korkmuş. Karısına demiş ki: — Aman, ben yaparım işi gücü! Sen sakın çalışma. Allah muhafaza sonunda bir böceğe dönen de, demiş. Böylece tembel kadın, kurnaz anasının verdiği akıl sayesinde işten kurtulmuş, istediği hayata kavuşmuş. Anasıyla yemişleer, içmişleer ve adama bakıp bakıp, — Bir adam eşşek olursa sırtına binen çok olur, diye gülüşmüşler.   * bulamaç: 1. Un çorbası, 2. Hayvanlara verilen sulu yem, hayvan yalı
Tüccar ve Karısı
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
KIYMETLİ TUZ Bi varımış bi youmuş, yok demesi pek günahımış. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngıır mıngır sallar iken, zamanın birinde bi padişah varımış. Padişahın da üç oolu varımış. Padişah, gendi gendine düşünmüş: — Acaba, benim çocuklarım beni naadar seviyo? diye merak etmiş. Öörenmek istemiş. Çocuhlarını yanına çaarmış: — Gelin baalım* yavrum, demiş. Çocuhlar da, — Hayırdır baba, üçümüzü birden niye çaardın? dimişler. Padişah, — Yavrularım, beni naadar sevdiinizi merak ettim. Onu öörenecem, demiş. Sırayla sormuş. Önce büyük oolana, — Oolum beni naadar seviyon? dimiş. — Baba, seni ballar gadar seviyom, dimiş. — Afferin ooluma, dimiş. Oolunu yanına çaarmış goltuunun altına almış. Soona ikinci ooluna sormuş: — Oolum sen beni naadar seviyon? dimiş. — Baba ben seni şeker şerbet gadar, baklava kadar seviyom, dimiş. — Afferin ooluma, dimiş. Onu da öbür goltuunun altına almış. Sıra en güççük ooluna gelmiş: — Oolum, sen beni naadar seviyon? dimiş: — Valla babacıım, ben seni tuz gadar seviyom, dimiş. Padişah küplere binmiş, öökelenmiş. Hemen, — Atın bunu zindana! Çürüsün orda, gözüm görmesin bunu, dimiş. [Bu kadar sinirlenmiş yani.] Aradan birkaç gün soona cellada dimiş ki: — Beni tuz kadar seven oolumu çoook uzak bi yere götür. Başını vur, kanlı köyneeni* de bana getir dimiş. Eğer didiklerimi yapmazsan, öldürmezsen senin kelleni vurdurrum. Yoh, didiimi gibi yapar da getirirsen seni mükâfatlandırırım, demiş. Cellad bunu almıış, çooh uzaklara götürmüş. Tam başını vuracaa yerde çocuk yalvarmış, çok ısrar etmiş. Cellad da çocuun yalvarışına kıyamamış: — Seni serbest bırahırım amma ganlı köyneen ne olcah? dimiş. O arada da bi ceylan geçiyomuş. Çocuh hemen celladın silahıynan ceylanı vuruyo. Köyneini de iyice gana sürüyo, — Al bunu götür, babama ver, diyo. Öyleliinen cellad oolanı serbest bırahıyo. Çocuh da cellada dualar ediyo, öldürmediği için. Cellad çıhıyoo, padişaan yanına gidiyo. Çocuk da başını alıp başga bi memlekete gidiyo. Cellad, götürüyo padişaha köyneei: — Oolunu öldürdüm. Bu da onun ganlı köyneği, diyo. Padişah da celladı mükafatlandırıyo. Gel zamaan, git zamaan çocuk, tesadüf bu ya başka bir ülkenin padişahının gızıyla tanışıyo. Gız da bunu seviyo, bunlar evleniyolar. O ülkenin padişahı ölüyo, padişaan tek bi gızı varımış. Başga çocuu da yoh. Gızının kocası olduğu için bu oolan oraya hükümdar oluyo. Gız bi gün oolana diyo ki: — Biz seninle yıllardır evliyiz. Ama hiç kimin var kimin yoh, ne ben sordum, ne de sen söyledin, diyo. — Bu dünyada hiç kimsen yok mu senin? diyo. — Var, diyo oolan. Filan ülkenin padişaa benim babam fakat babamla aramızda böyle böyle bir mesele geçti. Beni vurdurmak istedi. Ben cellada yalvardım, beni serbest bıraktı. Biz onu buraya çağırırsak iş karışır diyo oolan. — Yok, diyo gız. Çaaralım. Madem başında böyle bi olay geçti, tuzsuz bir yemek yapalım, onu da tanışmak için davet edelim. Senin kim olduunu da söylemeyelim, diyo. Neyse padişaa tanışmak için eve davet ediyolar. O da davete icabet edip geliyo. Yemek vaatı geliyo. Padişah hangi yemee tattıysa tuzu yoh. Yemeklerin hiçbirinde tuz yoh. Şaşırıyo, — Siz yemeklerde hiç tuz kullanmaz mısınız? diyo. Padişahın oğlu, — Kullanmasına kullanırız ama biz sizin tuzu sevmediğinizi, tuz kelimesine dahi sinirlendiğini bildiğimiz için yemeklere tuz atmadık, der. Padişaan kafasına jeton düşüyo: — Şimdi anladım ki dünyanın tadı tuzmuş. Ben bu tuzun yoluna bir oolumu öldürdüm. Çok pişmanım, eğer şimdi burda olsaydı baarıma* basardım, diyo. O zamanaça,* — Baba, senin öldürtmek istediin oolun benim. Cellada yalvardım beni öldürmedi, o köynekteki gan ceylanın kanıydı. Ben bu ülkenin gızıyla tanıştım, buraya hükümdar oldum, durum böyle böyle, diyo. Padişah oolundan af diliyo, oolu da babasını affediyo. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.   * baalım / bağlım / bağalım: Bakalım *köynek: Gömlek * bağır:1. Göğüs, sine, ciğer, yürek * o zamaataca / o zamaataça / o zamanaça: O zamana kadar
Kıymetli Tuz
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Vaktiyle bir demirci ustası varmış. Bu adam işini hiç doğru düzgün yapmazmış. Sebebi sorulunca da kırk tane yalan uydurur, sürekli hatalarını çırağına yüklermiş. Bir gün gene bu ustanın işleri yolunda gitmemiş. Başlamış gene çırağına kızıp şeytana atmaya: — Lanet şeytan, kör şeytan, hep senin yüzünden oluyor şeytan, diye atmaya. Çocuk her gün ağlar, ustasının eziyetlerine katlanırmış. Bir gün dükkâna Hızır girmiş, olanlara şahit olmuş. Çocuğun gözyaşlarına dayanamayan Hızır, demirci ustasına, — Dur ben sana bi ders vereyim de sen gör anyayı konyayı, demiş. Kırk yalan bir gün köyden kasabaya inmiş. Hızır, hemen at kılığına girip demircinin karşısına çıkmış. Demirci bu atı görür görmez vurulmuş: — Bu atın bu güzellikle burda ne işi var? Sahibinden ürktü de mi kaçtı acaba? demiş. Usuulca* atın yanına yaklaşmış, bi saa bakmış bi de sola bakmış, belindeki kemeri çıkarıp atın boynuna geçirmiş. Atı eve götürmeye karar vermiş. Giderken giderken, — At da susamıştır, diye atı yalağa* götürmüş. At su içiyomuş gibi yapıp oluğun deliğinden süzüle süzüle kaybolup gitmiş. Demirci, — Allah Allah! demiş. Eğilip delikten bahsa ki atın kulakları görünüyo. — Gocaman at nası, bu delikten içeri girdi? diye söylenmeye başlamış. Hadi atım çıh, hadi atım çıh, diye çıırıyomuş. Ordan geçen köylüler de, — Hayırdır dayı, kime çaarıyon sen? demişler. — Atım deliin içine girdi. Çaarıyom çaarıyom çıhmıyo, demiş. — Gos goca at o delikten girer mi hiç? demişler. — İnanmıyosanız eğilin siz de bahın, demiş demirci. Bahsalar ki ne at var ne de gulah. Hızır da gulaanı hemen çekmiş delikten. Köylüler, — Bu kırk yalan iyice sıyırdı, bunu hemen hastaneye götürelim, demişler. Bunu dutmuşlar, hastaneye götürmüşler. Kırk yalan doktorlara anlatıyomuş, doktorlar adama bunun mümkün olamayacağını anlatıyomuş. Sonunda kırk yalan pes etmiş: — Ben kimseyi böyle inandıramayacaam, iyisi mi yalan söyledim deyim, çıhıyım işin içinden demiş. Gitmiş doktorlara: — Ben size yalan söyledim, sinirliydim, goyurun* beni, demiş. Doktorlar bunu taburcu etmişler. Adam hemen atın girdiği oluğun yanına girmiş. Oluktan bakmış, atın kulakları yine görünüyo: — Burdasın burdasın da gel gör ki bana inanan yok, demiş. Hızır, bunu duyunca insafa gelmiş: — Bir daha yaptığın hataları başkasına yüklersen daha kötü durumlara düşersin, demiş.   * usulca: Yavaşça * yalak: Hayvanların içinden yemek yediği, ağaç, çanak vb. kap * goyurmak: 1. Bırakmak, serbest bırakmak, 2. İzin vermek
Kırk Yalan
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
PERİ OĞLU Bir varımış bir youmuş. Yoh demesi pek günahımış. Bi zaman deve dellalıha, horuz belbel ike, anam gız, babam oğlanıha, ben onların beşşiini tıngır mıngır sallarıha, bi peri padişaanın oolu varımış. Uzak bi memlekette bi gız görmüş, gıza âşık olmuş. O gızı sevmiş. Devamlı güvercin hâlinde o gıza uçar gidermiş. Bi gitmiiş, beş gitmiiş derken bu gızın babasıynan anası bunu görmüşler. Gızlarını yedi kat camınan odanın içine goymuşlar. Bu oğlan gıza varıncak, pencereye vuruncak camlar oğlanın göğdesine oturmuş. Vücudundan yaralanmış. Oğlan hastalanmış, yıllarca yatmış. Oolan gelmeyince gız bunu merak itmiş. Ayaana bi demir çarıh giymiş, eline bi demir diynek almış, başına da bi garın geçirmiş: — Tohdur* gediyoo, tokdur gediyoo, diye çııra çııra gezinmeye başlamış.  Gideken gideken gız susamış. Bi çeşme başına varmış, su içmiş. Sağına soluna bahakan, ora da ormanlıhmış. Oradan iki şelekli,* iki gadın geliyomuş. Bunları görüncek dalın başına çıkmış, gizlenmiş gız. Orada kadınlar gelmiş, suyu içmişler. Biraz diinenmişler. Gadının biri oolanın dezesiymiş biri de dezesinin gızıymış. Gız anasına, — Anaa, dezemin oolunun hâlları nolacah? dimiş. Anası da, — Gızım bi çare yoh. Lokman hekim geldi amma çare yoh, dimiş. — Bi çaresi var, dimiş gız. — Ne var? diyo anası da. — Kimse duymasın ana da senin odununla seni yahsalar, benim odunumla beni yahsalar, senin külünü bi torbaya, benim külümü de bi torbaya goysalar, dezemin oğlunu bi hamama götürseler, orda iyice yıhasalar, vücudundaa camlar dökülür. Benim küllüümle senin küllüünü de üzerine saçsalar dezemin oolunun hastalıı geçer, düzelir, dimiş. Gız bunu duymuuş. Bunlar yorgunumuş, oraya yatıp uyumuşlar. Gız daldan inmiş, ikisini de gendi şeleklerinde odunlarını yahmış. Bunların küllüünü de torbalara doldurmuş: — Tohtur gediyo, tohtur gediyo, diye oolanın memleketine varmış. Oolan da yedi kat yüksekte bi gonakta yatıyomuş. Bunun sesini duyunca bilmiş gızı. — Ana şu tohduru bana çağar, gelsin, diye yalvarmış. — Oolum lokman hekimi getirdik, sana faydası olmadı. Şu başı garınlı toktur da ne fayda olacak? dimiş. Anası da bilmiş bu dohturun o gız olduunu. Oolanın ricasına dayanamıp çaarmış gızı. Gız gelince diyo ki: — Ben bunu iyi ederim ama sen oolunu bana vericeen, bi ayda bana müsade idecen. Ben bunu hamamda düzeltirim, dimiş. Gadın verecek değel ya, — Veriyim, dimiş. Yalınız oğlanın anası kurnazlığınan oolanı hem iyi ettirmeyi hem de kızı yimeyi planlıyomuş. İnsan yerimiş gadın da, aklına onu almış. Derkeen, neyse oolunu gıza vermiş. Gız, götürüyo oolanı hamam da eeyce yıhıyo. Deyzesinin küllüünü de üstüne saçıyo, oolan iyi oluyo. Bunlar eve geliyolar: — Ana, diyo. Biz işte birbirimizi alacııh, diyo. Anası bahmış oolan düzelmiş, gayrı gızı yimiye garr almış. Oolan da bilirmiş anasının gızı yiyeceeni: — Hadi bu memleketten gidelim, dimiş gıza. Gızı yanına almış, oolanla gız az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bi memlekete varmışlar. Oruya varıncık, bu oolanın anasının iki bacısı daha varmış. Bunlar kanatlı peri padişahıymışlar, uçuyollarmış. Biri dimiş ki: — Oolanı arayım, belki bulabilirim, dimiş. Gitmiş, bi o yannı bi bu yannı uçmuş. Aramıış, taramış, bi ovanın yüzünde, bi daan göğsünde bi adam görünüyo. Sakallı bi adam. Bu adam bel belliyomuş: — Dayıı, dayıı! Bi oolanla gız geçti mi burdan gördün mü? diyo. — Yooooh, ben yedi senedir burda bel belliyom, kimseyi görmedim, diye cevap veriyo adam. [Cevap veren oolan, bel de gız.] Neyse geliyo eve. Bacısı, — Nettin? diyo. — Bacım kimseyi göremedim. Bi daan göösünde çölde bi adam bel belliyodu, sakallı yaşlı bi adam. Gulaa da duymuyodu, sağarıdı. Sordum. Bana, — Yedi senedir bel belliyom, görmedim didi, diyo. — Ah, bacıım! diyo oğlanın anası. Keşke o beli alıp da gelseyidin. O sakallı da gelirdi diyo. Sakallı benim oolum, bel de gızdı, diyo. — Eee, bilemedim bacım, diyo. Neyse bu sefer güccük bacısı gidiyo. Oğlan diyo ki: — Gücçük dezem geliyo. Bu dezem, çok vicdanlı, diyo. Gız, — Ne yapalım? diyo. — Sen zincirli bi altın tas ol, ben de bi çeşme oluyum. Dezem arar arar, bizi bulamaz. Gelen geçen burdan bi su içer, gider, diyo. Hakkaten dezesi arıyoo, dolaşıyoo, bulamıyo. Neyse çeşmenin başına geliyo, iki sefer de su içiyo: — Kim yaptırdıysa Allah ırazı olsun, diyo. Altın tasa da gıyamıyo, almadan çıkıp gidiyo. Varıyo bacısı. Oolanın anası soruyo: — Bacım nöördün? diyo. — Bacım dünyayı dolaştım, bi şey bulamadım. Garahtım,* bi çeşme gördüm. Vardım iki tas da su içtim. Bi altın tas, suyun yüzünde gımıl gımıl oynuyodu. Ben de suyu içtim, geldim, diyo. — Ey bacım! diyo. O altın tası koparsan da getirseyidin. Su da gendiliine ahar gelirdi. Tas gız, su da oolumdu, diyo. — Eee, bilemedim bacım, diyo. — Öyleyse ben gidiyim aramıya, diyo. Anası adam yiyo ya, oolan anasının geldiini görünce, — Anam geliyo, bizi muhakkak yiyecek diyo, peri padişahının oolu. — Nöörecek?* diyo gız. — Sen bi gül aacı ol, ben de bi gara yılan oluyum, diyo. Gız bi gül aaacı oluyo, oolan da bi gara yılan. — Anam gelincek, o zaman anamın hesabını görürük, diyo. Neyse anası geziyoo, dolaşıyoo, bunları görüyo: — Yaa! Demek sen gül ağacı oldun, benim oolan da yılan oldu. Siz şimdi elime düştünüz, gurtulamazsınız, sizi yiyecem, diyo. Oolan, — Ana, diyo. Bizi yiyeceen yalınız seni çok öösedim. Şu aazını aç ta bi dilini öpüyüm anam, onda soona ye, diyo. Anası aazını açıncak, yılan ağzına zehrini akıtıyo. Anası ölüyo. Bunlar da yiyip içip muradına geçiyo.     * tohdur / tokdur: doktor * şelek: sırta iplikle bağlanarak taşınan yük * garahmak: 1. yorulmak, 2. yorgunluktan dolayı çok susamak * nööreceek: ne yapacağız
Peri Oğlu
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
SABIRLI KIZ Bir varmış bi yohmuş, Alla’an gulu pek çohmuş. Çok demesi de, az demesi de günahmış. Evvel zaman içinde galbur saman içinde, deve tellal iken horuz bakkal iken ben babamın beşiğini tıngıır mıngır sallar iken bi yoksul gız varmış. Bunun bir babası bir de üvey anası varımış. Üvey anası bu gızı hiç sevmez, nerde bir felaket olsa oraya gönderirmiş. O vaktin zamanında da bi padişah varımış. Onun da hiç çocuu olmazmış. Sultan Hanımla beraber has bahçede gezerken bir yılan görmüşler. Sultan Hanım, — Aman Yarabbi! Bi çocuğum olsun da tek yılan olsun, dimiş. Bu söz Cenab-ı Allah'ın çok hoşuna gitmiş ve hanım o gün hamile galmış. Nihayet Sultan Hanım’ın ağrısı dutmuş. Ebe getirmişler, yılan ebeyi sokmuş öldürmüş. Naadar* ebe getirdiyseler yılan hepsini sokmuş. O yerde hiç ebe kalmamış. Padişah tellal çağırtmış: — Benim bi çocuğum dünyaya gelecek, kim bu işi başarırsa ona bahşiş vereceğim, dimiş. Bu üvey ana tellalın sesini duyunca, — Benim gızım çok iyi ebelik bilir, gızımı götürün, dimiş. Gızı da azarlaya azarlaya, — Hadi hadi! Padişahın hanımına ebelik yapacaan. Çabuh hazırlan, diye tellalın önüne gatmış.* Gız aalaya aalaya yola düşmüş. Yolda gidekene tellallara, — Aaman! Bana biraz izin verin de, şuracıhta annemin mezarı var, ona bi Fatiha okuyum, dimiiş. Gız annesinin mezarına gitmiş. Aalaya aalaya derdini söylemiş. Mezardan bi ses gelmiş. Gız iyice gulaanı verip diineyince annesi mezardan ona, — Hiç korhma gızım! Padişaan evine varınca, altın bir leğenle* altın bir tas iste. İçine de biraz süt goy, bi de kürk hazırla. Soona gel şehzadem geel, geel de. Hiç gorhma, dimiş. Gız, padişaan evine gelince bir altın leğen, içi süt dolu bi altın tas, bi de kürk istemiş. Bunların hepsini almıış, Sultan Hanım’ın yanına gitmiş: — Gel şehzadem, geel, gel! diyince yılan süt dolu leğenin içine ahmış. Orda yıhanmış, yıhandıhta soona kürkün içine oturmuş. Padişah çok sevinmiş, gıza ihsanlarda bulunmuş. Gız da bunları alıp eve gelmiş. Üvey anası gızın geri dönmesine sinirlenmiş. — Âlem öldü de sen niye ölmedin? diye gıza çıkışmış. Neyse aradan aylaar, yıllar geçmiş. Şehzade büyümüüş, anasına babasına, — Beni okutun, dimiş. — Olur, dimişler. Getirilen bütün hocaları yılan sokmuş. Memlekette hoca galmamış: — Şehzadeyi kim okutursa ona şu kadar para ve bahşiş verecez, diye tellal çağırtmışlar. Üvey ana gine bunu duymuş: — Benim gızım okutur, dimiş. Gızı da tellalın önüne gatmış. Gız gideken yine anasının mezarına uğramış: — Aah anam ah! Üvey annnem beni şehzadeyi okutmaya gönderiyo, diye aalamış. Bu sefer de mezardan, — Hiç gorhma gızım, bir altın rahle, bir de güdecek* yaptır, ortasına Kuran-ı Kerim’i go. Sen yalnız Bismillahirrahmanirrahim de, o geri tarafı okur, dimiş. Neyse gız padişaan evine gitmiş, annesinin dediklerini yaptırmış. Kuran’ı ortaya goymuş, Bismillahirrahmanirrahim, diyince şehzade bütün Kuran’ı okumuş. Şehzadenin anasıyla babası gıza bahşiş vererek onu eve yollamışlar. Gız eve gelince üvey anası, — Bu gız da ifrit* oldu mübarek! Yine ölmedi, diye gendi gendine söylenmiş. Aradan seneler geçmiş. Bu sefer de şehzade anasıylan babasına gendisini evlendirmelerini söylemiş. Padişaan ooluna, sağ vezirin kızını gırh gün gırh gece düğünle almışlar. Yılan bunu soharak öldürmüş. Ertesi gün ölüsünü kaldırmışlar. Bu sefer de sol vezirin gızını almışlar. Bu da aynı şekilde ölmüş. Şeerde* naadar gız varsa hepsini öldürmüş. Vilayette gız galmamış. Bu sefer de padişah, — Benim ooluma kim varırsa ona istediği bahşişi verecem, diye tellal baartmış. Üvey ana gine bu sözü duymuş: — Benim gızım var, ebeliği etti, hocalığı etti, şimdi garılığı da eder, dimiş, Gızı tellalın önüne gatmıış, göndermiş. Gız yine annnesinin mezarı başına gitmiş. Üvey anasının gendisini şehzadeye verdiini söylemiş. Annesi de, — Hiç merak etme gızım, mangala bir ateş at, gapının arhasına saklan. Yılan kapıdan girince de onu tut ateşe at. O zaman gılıfından çıkar, sen de rahat edersin, dimiş. Gız anasının didiği gibi ateşi yahmış. Gendi de gapının arhasına sahlanmış. Oolan içeri girer girmez onu dutup ateşe atmış. Yılanın gılıfı yanmıış. Ortaya aslan gibi güzel bi babayiit çıhmış. Birbirlerini sevmişler, zabaha gadar birlikte olmuşlar. Zabahleyin saraydakiler, gıza hazırladıkları taputnan odaya gelmişler. Ama bahmışlar ki gız ölmemiş, yılan yerine de babayiit bi oolan duruyomuş. Gızlan oolan anasıylan babasının ellerini öpmeye gitmişler. Padişahna Sultan Hanım çok sevinmişler. Gıza da, — Sen naadar iyi bi gızsın, oolumuzun hem ebesi oldun, hem hocası. Şimdi de karısı olup bizi oolumuza gavuşturdun, dimişler. Gızın boynuna bi takı tahmışlar. Mutlu mesut yaşamışlar.   * naadar: ne kadar * önüne gatmak: kişiyi bire yere başka bir kişiyle birlikte göndermek * leğen / ileen / ileğen/ ilean: genellikle içinde bir şey yıkamak ya da bir şeyi taşımak için kullanılan plastik ya da metal kap, leğen, 2. gövde arkası ile omurganın bel bölümündeki leğen kemiği * güdecek: kitap okurken satırları izlemekte kullanılan araç, odun parçası. * ifrit: 1. şeytan, cin, 2. tiksinmek, 3. nefret etmek, 4. çok sinirlenmek * şaar / şear / şeer: şehir, kent
Sabırlı Kız
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
SON PİŞMANLIK Bir varmış, bir yokmuş, bir köyde üç fakir adam varmış. Çocukları da yokmuş. Bir gün üçü beraber Hızır’ı aramak için yola koyulmuşlar.  -Hızır’ı bulalım, derdimizi anlatalım, bu fakirlikten kurtulalım. Demişler. Günlerce gitmişler, yollarına devam etmişler. Hızır,  bulunmaz,  ama onların niyeti bulmakmış. Ararken karşılarına bir adam çıkmış. Adama selam verdikten sonra, Hızır’ı aramaya çıktıklarını söylemişler. Adam: -Ne yapacaksınız Hızır’ı? Demiş. -Bizim isteklerimiz var, onları isteyeceğiz. Demişler. Adam: -Ben Hızır’ım. Demiş. Adama inanmamışlar. İçlerinden birisi belki Hızır’dır, biz yine isteklerimizi bildirelim, diyerek bu adama isteklerini söylemişler. Hızır, birinci adama: -Ne istiyorsun? Diye sormuş: -Âlim olmak istiyorum. Demiş. -Âlim olduğunda öğrenciler yetiştirecek misin? Deyince adam,  söz vermiş. Hızır da bu adama üç yaprak vermiş. -Bunları al, sen çok iyi bir âlim olacaksın. Demiş. İkinci adama, isteklerini sormuş. Adam: -Ben zenginlik istiyorum. Demiş. -Zengin olduğunda fakirlere yardım edecek misin, öğrenci okutacak mısın? Deyince adam, söz vermiş. Bunun üzerine Hızır, ona bir lira vermiş. Üçüncü adama sormuş, sen ne istiyorsun, diye. O da:  -Benim ailem yok, ben bir aile istiyorum. Demiş. Hızır ona:  -Memleketinde terzi bir kadın var. Geçimini terzilik yaparak kazanıyor. Sen de onunla evleneceksin. Demiş. Adamlar az gitmişler, uz gitmişler memleketlerine dönmüşler. Üç yaprağı alan adam,  çok iyi tanınan bir âlim olmuş. O zaman da bu adamın üstüne başka âlim yokmuş. Bir lirayı alan çok zengin olmuş. O zamanın tanınan zenginlerinden olmuş. Aile isteyen ise,  o terzi kadınla evlenmiş. Böyle hayatlarını sürdürüp, gidiyorlarmış. Aradan yıllar geçmiş. Hızır, kontrol etmek için bu adamların yaşadıkları yere gelmiş. İlk önce âlim olanın yanına gitmiş. Tanınmamak için de talebe kılığına bürünmüş. -Ben,  ilim öğrenmek istiyorum, bana yardımcı olur musunuz? Demiş. Âlim de: -Ben sana hocalar tutayım, onlardan al ilimi. Demiş. Talebe:                  -Hayır. Ben senden almak istiyorum. Demiş. Âlim,  dayanamamış. Çocuğa: -Ben üç yaprakla âlim oldum, al şu üç yaprağı sen de âlim olursun. Diye bağırmış.  Hızır da o adamdan âlimliği almış. Adamı birden eski, cahil hâline geri döndürmüş.  Zengin olan adamın da yanına bir dilenci kılığında gitmiş. O adamdan da biraz para istemiş. Zengin adam, dilenciye iyi davranmamış, pencereden bir lira fırlatmış. Hızır, adamın bu hareketini görünce, çok sinirlenmiş. Bunun üzerine o adamın evinde o gece yangın çıkmış, bütün her şeyi yanmış kül olmuş, eski fakir haline geri dönmüş. Daha sonra terzi kadınla evlenen üçüncü adamın yanına gelmiş. Ondan yemek, elbise istemiş. Adam ve karısı, ihtiyar adamla çok ilgilenmişler. Her istediğini yerine getirmişler. Bunun üzerine, Hızır zenginlik ve âlimliği de bu adam ve karısına bırakarak, oradan uzaklaşmış, gitmiş. 
Son Pişmanlık
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir gün kendine çok güvenen bir tavuk, diğer tavuk ve horozlara çağrıda bulunur: “Biz yerde kaçanların gökte uçanlardan ne eksiği var, toplanıp bir millet olalım, güç gösterelim.” der. Bütün tavuk ve horozları peşine takıp yürümeye başlar. Kuşlar yeryüzünde bir karaltının peyda olduğunu görüp tedirgin olur. Kuşların lideri o zamanlar Bum adlı baykuşmuş. Şahin Bum’un telaşla karaltıya baktığını görünce huzura girer ve: — Derdin neyse çare bulayım, yükün neyse kaldırayım, eşikten beşikten yavru aldırayım, der. Bum, şahine: — Hemen havalan, şu karaltı neyin nesidir öğren, der. Şahin derhâl sürünün önüne süzülür. Öndeki horoza bir nutuk çekip onu korkutmak ister ama horoz kanat açıp hamle yapar. Şahin saldırıdan kurtulur. Horoza kendisini liderlerine götürmelerini ister. Horoz lider benim der. Az ötede başka bir horozun tavuklara nutuk attığını görür. O da kendisini lider olarak görmektedir. Şahin karşılaştığı her horozun liderlik etmeye çalıştığını görünce efendisi Bum’un yanına döner. Bum’a tavukların millet olmak amacıyla köyleri ve kümesleri terk ettiğini söyler. Bum bütün kuşları toplar ve yerdeki kanatlılara ölüm fermanı verir. Kuşların saldırısıyla horozlar bertaraf olur. Başlarında horoz olmayan tavuklar dağılır, kimi ölür; geri kalanlar da kümeslerine geri döner. O günden beridir tavuklar önder bir horoz bulamadıkları zaman saklanacak delik ararlar.
Tavuklar ve Horozlar
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Şimdi, bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, döndüm arkama bir baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Çok eski zamanlarda bi oduncu varmış. Oduncunun bir karısı, bir de kızı varmış. Karısı hasta olmuş ve ölmüş. Bunlar tabii çok fakir bi aileymiş. Kızının adı da Ayşe’ymiş. Gel zaman git zaman oduncu bir kez daha evlenmek istemiş. Bi başka kadınla evlenmiş. Evlendiği kadın da dulmuş. Kendi kızı gibi, aynı yaşlarda kadının da ilk evliliğinden olan bi kızı varmış. O kızın adı da Fatma’ymış. Şimdi, üvey anneyle kızı adamın kızını hiç sevmezlermiş, evde de istemezlermiş. Kızın varlığı, Ayşe’nin varlığı, onları sıkarmış. Aslında Ayşe de o kadar iyi, merhametli, sevgi dolu, insan canlısı, çok çok iyi kalpli bi kızmış. Oduncunun ikinci karısı tutturmuş bi gece, akşam olunca, kocasına; -Bu Ayşe fazladan bu evde, işte fazla masrafı var. Bunu götür git, bi yerlerde bırak gel, demiş. Adam demiş ki; -Mümkün mü ya, ben kızıma nasıl kıyarım, nasıl bırakır giderim? Böle bi şey olamaz, ben babayım. Şöyle böyle dediyse de karısını ikna edememiş. Ayşe’yi almış yanına ertesi sabah, erkenden yola çıkmış. Ayşe’yle gitmişler, gitmişler, ormanın iyice derinliklerine dalmışlar. -Ayşe, sen biraz etraftan çiçek topla, gezin, kuşları seyret. Ben biraz odun keseyim, eşeğime yükliyim, istif edeyim odunları, akşama doğru döneriz köyümüze, demiş kıza. Kızı da; -Olur, demiş. Gayet mülayim, iyi niyetli bi kızcağızmış. Etrafta çiçek toplarken, baba da hızlanarak ordan yok olmuş. Almış eşeğini, gitmiş, köye dönmüş. Akşam olmuş. Ayşe bakmış; babası yok. Korkmuş; ama yapabileceği bi şey yok. İyice hava da kararmış, karnı da acıkmış. Gözüne bi ağaç kestirmiş, onun tepesine çıkmış, tırmanmış, oturmuş. Başlamış ağlamaya. -Dan dan gabacık, beni bırakıp giden babacık. Böyle kendi kendine söyleniyomuş. Bi yandan da ağlıyomuş. Sonra gözüne uzaklardan bi ışık çarpmış. Bi başka tarafta, yine uzakta, duman tütüyomuş. Şimdi, bi ışığa bakmış, bi dumana bakmış. -Işık yanan yere mi gitsem, duman tüten yere mi gitsem? demiş. Hem uykusu gelmiş, hem yorulmuş, hem acıkmış, hem susamış, ağacın tepesinde kendini tam anlamıyla da güvende de hissedememiş. -En iyisi, ben koşarak şu ışık yanan yere gideyim. Orası aydınlık olduğu için ne olduğunu da görürüm, diye düşünmüş. Ağaçtan inmiş, hızla ışık yanan yere gitmiş. Karşısına küçük bi kulübe çıkmış. Kapıyı çalmış, tak tak tak diye. İçerden böle ayak sesleri duymuş. Kapıyı korkunç yaşlı bi kadın açmış; cadılara benzeyen bi kadın, işte böyle korkunç falan, suratsız. Ondan sonra, -Ne var, ne istiyosun kızım? demiş. Ayşe de; -Nolur ninecim beni içeri al. Ben yolumu kaybettim, karnım çok aç. Ne istersen yaparım. Bana bu gece için bi yatacak yer, bi lokma da ekmek verirsen çok sevinirim, çok mutlu olurum, diye yalvarmış yaşlı kadına. Kadın da şöyle bi süzmüş Ayşe’yi; iyi bir kız olduğuna inanmış. Kızı içeri almış. -Seni içeri alırım; ama şartım var: Evimi bi güzel temizliceksin, silip süpürceksin, işlerimi yapcaksın. Ne iş gösterirsem yapcaksın. Hayvanlarıma da bakacaksın; onları yemliyceksin, demiş. Ayşe, zaten iş yapmaya alışkın olduğu için hiç sorun çıkarmadan kabul etmiş. İçeri girmiş, bi bakmış; kadının kulübesi çok pis, bakımsız, berbat bi yermiş. Kadın, ona bi somun kuru, bayat ekmekle biraz su vermiş. Bi de böyle tahtadan sedir göstermiş, yatıcağı pis bi yer. Ayşe yatmadan önce, bir iki lokma bi şey yedikten sonra temizliğe koyulmuş; silmiş süpürmüş ortalığı, yatmış. Kadının hoşuna gitmiş. -Yarın sabahleyin de erken kalkıp geri kalan işleri yaparsın, demiş. Ayşe; -Olur ninecim, demiş. Daima kadına iyi davranmış. Ondan sonra Ayşe yatmış, uyumuş. Sabahleyin yaşlı kadın kaldırmış Ayşe’yi erkenden. Etrafı tekrar bi toparlamış, silmiş süpürmüş. Yaşlı kadın götürmüş, hayvanların olduğu yere. Hayvanları da inek, ne bileyim koyun, keçi, at gibi şeyler değil; kaplumbağa, ondan sonra efendime söyliyim, yırtıcı hayvanlardan, böyle yılan, timsah, acayip hayvanlarmış. Yani evcil değil; yabani hayvanlarmış. Ayşe önce ürkmüş, korkmuş; ama dua ederek, sakinlikle, yaşlı kadının gösterdiği yemleri hayvanlara atmış. Su kaplarını değiştirmiş, işte barınaklarını temizlemiş kendi kendini telkin ederek, korkarak. Neyse, işlerinin hepsini tamamlamış. Birkaç gün yaşlı kadının yanında kalmış, ne söylediyse yapmış. Kadın bundan çok memnun kalmış. Ayşe’nin babasını özlediğini anlamış; Ayşe hep mahzun duruyomuş çünkü. Demiş ki; -Evine mi geri dönmek istiyosun? -Evet ninecim. Biraz gidip babamı görmek istiyorum, demiş. -O zaman, sen çok iyi bi kızsın; onun için ben de sana çok iyi davranmak istiyorum. Sana yolu tarif edicem; ama sakın dediğim yoldan başka bi yere aldanıp gitme. Ormanda çok dikkatli git; işte şu ağacın sağından, bu ağacın solundan, şu yoldan bu yoldan gitceksin, diyip orman yolunu tarif etmiş. -En son, karşına dere yatağı gelcek. Sakın dere yatağı boş diye atlama; çünkü arka arkaya renkli çaylar akıcak, dereler çıkacak. Önce kara su, simsiyah bi dere çıkıcak. Sakın içine girip geçeyim deme. Yeşil akcak, girme; mavi akcak, girme; kırmızı akcak, girme. Ta ki sarı çayı bekle. Sarı su aktığında, dal içine, hemen karşıya geç. Sakın bu dediklerimden başka bi şey yapma, başka bi yola sapma, bu söylediğim sarı çayın dışında başka renkli çaya da girme. Sonra senin için kötü olur. Tamam mı? demiş. -Tamam, diye Ayşe söz vermiş, kadının elini öpmüş, kendisine iyi davrandığı için kadına teşekkür etmiş ve yola koyulmuş. Yaşlı kadının tarif ettiği yoldan, ağaçların arasından gitmiş. En son, yaşlı kadının dediği dere yatağına gelmiş. Bakmış; böle dağlardan doğru su sesi geliyo. Demiş ki; -Çaylar geliyo. Beklemiş. Önce dediği gibi işte renkli olan siyah, kırmızı, yeşil, mavi, bütün çaylar geçmiş. Sabırla beklemiş Ayşe, sarı çayın gelmesini. Bakmış, sarı çay geliyo; hemen, geçip gitmeden atmış kendini içine, karşıya geçmiş. Geçerken tabii zor geçmiş; biraz üstünde ağırlık hissetmiş. Çıktıktan sonra çaydan bi bakmış; her tarafı böyle altınlarla kaplı. Altın bilezikler, kolyeler, pırlantalar, değerli şeyler, ziynetlerle çıkmış çaydan. Sevinmiş biraz; ama şaşırmış daha çok. Biraz yürüyünce bi bakmış; karşılarında evleri görünmüş. Bu arada eve varmadan, bi kör horozları varmış. Bi yere tünemiş. -Ayşe kız geliyo ühürü üüü, yetişin, gelin. Ayşe kız geliyo ühürü üüü, diye bağırmaya başlamış. Bu arada, babası da kızını çok özlemiş, çok pişman olmuş, çok da ağlamış. -Nasıl yaptım, ben kızıma nasıl kıydım, nasıl bırakıp geldim, başına neler geldi? diye adamcağız hasta olmuş, yataklara düşmüş. Horozun sesini duyunca hepsi fırlamışlar bahçeye. Bi bakmışlar; gerçekten Ayşe geliyo, her yerlerinde altınlar pırıl pırıl böyle. Şaşırmışlar. Ay, üvey annesi artık sevinmiş zengin olduk diye. Kızı da çok kıymetli tutmuş. Akşam olunca tutturmuş kocasına; -Ayşe’yi bıraktığın gibi gidip Fatma’yı da bırakcaksın yarın sabah, diye. Ondan sonra, adam da demiş ki; -Bak, Ayşe’yi bıraktığım için ben çok kötü oldum, hasta oldum, pişman oldum, vicdan azabı duydum, bana iyi gelmiyo. Nolur Fatma’yı götürmiyim. Ayşe’nin getirdikleri bize ölünceye kadar yeter. Yapma, etme, dediyse de kadın iyi niyetli olmadığından dinletememiş. Karısına laf geçirememiş, sözünü geçirememiş. Ondan sonra, mecburen kabul etmiş. Fatma’yı da almış yanına ertesi gün, odun kesmeye gitmiş ormana. Ayşe’yi bıraktığı yerlerde Fatma’ya da demiş; -Sen hadi çiçek topla. -Ben çiçek toplamam! Fatma da çok aksi, yaramaz bi kızmış. Yani hiç öle sevilen bi kız değilmiş. Her şeye karşı gelir, itiraz eder, kendi kendisiyle bile barışık değil; devamlı kavga eder, herkesle böle geçimsiz biriymiş. -Ben şu ağacın dibinde, o kadar yol geldik, yatar uyurum. Sevmezdim ben bu ormanı. Çok kalmayalım, demiş, adamın kafasının etini yemiş. Neyse, gitmiş bi ağacın dibine yatmış, uyumuş. Adam da ordan yok olmuş, Ayşe’ye yaptığı gibi. Fatma, uyanınca bi bakmış; hava kararmış. Napcağını şaşırmış. -Babalık, hey babalık nerdesin? demeye başlamış. Üvey babasını aramış, tabii cevap veren olmamış. Adam gitmiş. Sinirlenmiş bu. Öfkeyle o da çıkmış bi ağacın tepesine, etrafına bakınmış. -Nasıldı? Ayşe, ışık yanan yere gitmişti sanıyorum, demiş. Işık yanan yeri görmüş o da, koşarak ışık yanan yere gitmiş. Kapıyı çalmış; ama böle nerdeyse kırcak gibi güçle. Yine yaşlı kadın açmış. -Ne var, ne istiyosun, sen de kimsin? demiş. -Çekil bakiyim, demiş, yaşlı kadını itmiş. Ondan sonra, deli gibi girmiş içeri, kadının evine bakmış. -Burası ne pis yer. Sen ne çirkin, yaşlı bi kadınsın. Çabuk bana yicek getir, demiş. İşte kendi kafasına göre kadının evinde hareket etmiş. Kadının da tabii hoşuna gitmemiş. -Burda istediğin gibi kalamazsın. Sana yicek de vermem. Önce hak etmen gerekiyo, demiş yaşlı kadın. Fakat çok bağırmış, edepsizlik etmiş; kadından zorla ekmek almış. Kadın hemen demiş; -Ertesi gün burdan gidiyosun, evimden. Seni burda istemiyorum, demiş. Ondan sonra, ertesi sabah Fatma kalkmış. -Hemen bana yicek verceksin, demiş. -Sana yicek vermeden önce git hayvanlarımı yemle, demiş. O da demiş; -Yapmam ben öle şey. -Ama git, seni göndermeden önce hayvanlarımın bakımını yapcaksın. Ondan sonra ekmeği hak etceksin ve sana yolu tarif etcem, demiş. Fatma zorla razı olmuş; ama hayvanları görünce çıldırmış. Beklediği gibi evcil hayvanlar olmadığını görünce eline bi sopa almış; hepsini çarpmış, vurmuş, kırmış ortalığı. Bakmış yaşlı kadın; baş edemicek; -Gel buraya, sana yolu tarif edeyim, demiş. Yolu tarif etmiş, yine aynı şekilde. Fakat; -Önüne çay gelicek; sarı çay gelcek, geçmiceksin; beyaz çay gelcek, geçmiceksin; mavi çay gelcek, geçmiceksin; kırmızı çay gelcek, geçmiceksin; yeşil çay gelcek, geçmiceksin. Siyah çayı bekliyceksin; siyah çay gelince geçiceksin, demiş. Fatma sevinmiş, -Tamam, demiş, gitmiş. Yolu takip etmiş, dere yatağına o da gelmiş, çayları beklemeye başlamış. Yaşlı kadının söylediği renkli çaylar akmaya başlamış. İlk önce sarı çay akmış. Tabii sarı çayı söylemediği için o, kaçırmış sarı çayı. Diğer çayları beklemiş. Aklında siyah çay olduğu için siyah çayı beklemiş. Siyah çay gelmiş, kendini atmış içine. Bi de bakmış ki; her yerinde yılanlar, çiyanlar, akrepler, solucanlar… Boynunda kocaman bir yılan, boğmaya çalışıyo Fatma’yı. Tabii onlarla koşuşurken, boğuşurken o da evlerini görmüş karşıdan. Horoz, Fatma’yı görmüş bu sefer. Başlamış bağarmaya; -Fatma kız geliyo ühürü üüü, Fatma kız geliyo ühürü üüü, duyduk duymadık, diye. Hepsi koşmuşlar, bi bakmışlar ki; Fatma perişan halde. Akrepler sokmuş, yılanlar boğmak üzere, zehirlemişler. Öldü ölecek. Annesi deli olmuş görünce. Hemen koşmuş, kızımı kurtarayım diye. Onu da ısırmış yılanlar, akrepler. Kızı da zaten berbat… İkisi birden ölmüşler. Ayşe’yle babası mutlu, bahtiyar ve de zengin bi şekilde ömürlerini sürdürmüşler. Masal da burda bitmiş.
Dan Dan Gabacık
İzmir
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, çok eskiden bir Keloğlan yaşarmış, bir köyde. Bunun yanında annesi de varmış. Yaşlı kadın, fakirlikten her geçen gün daha da erimiş, bitmiş, tükenmiş. Keloğlan ormana gider, odun keser, eşeğine yükler; onları satabildiğince, para getirebildiğince karınlarını doyururlarmış. Bir gün, yine böyle pazara gitmiş; eşeğine odunları yüklemiş. Annesi de pencerenin önünde bekliyomuş, oğlu pazardan dönsün de bikaç lokma yicek bişi getirsin de yiyelim diye. Keloğlan bi torba fasulyayla geri dönmüş. Annesi sevinmiş oğlunu görünce. Bakmış ki; Keloğlan’ın elinde ne para ne yicek; yalnızca bi torba fasulya. Çok sıkılmış, üzülmüş, hatta biraz da sinirlenmiş oğluna, söylenmiş. -A benim kel oğlum, keleş oğlum, bu ne böyle? Sen hiç akıllanmıycan mı? Ben bekliyom ekmek getiresin, sen getiriyosun bi torba fasulya. Bunlarla napıcaz? demiş. Keloğlan da; -Anne, bildiğin gibi değil; bunlar sihirli fasulyaymış. Pazarda bi adam bunları bana zorla sattı. Bunları alırsam çok zengin olcağmı söyledi, demiş. Annesi daha çok sinirlenmiş. -Sen böyle her şeye kanıyosun; biz daha çok fakir olcaz, daha çok aç kalıcaz. Niye böyle yapıyosun? diye söylenmiş. Epey bi süre bağırıp çağırmış. Keloğlan’ın elinden fasulyaları almış, pencereden dışarı fırlatmış. Aç olarak o akşam yatmışlar. Keloğlan’ın karnı iyice acıkmış. Uyku uyuyamamış. Kalkmış yatağından, -Bahçede biraz gezineyim, demiş. Bi de ne görsün; kocaman bi fasulya ağacı. Annesinin attığı fasulyalardan kocaman bir fasulya ağacı oluşmuş. Keloğlan merak etmiş; ağacı başlamış tırmanmaya. Çıkmış, çıkmış, çıkmış; ağacın tepesi yokmuş, görünmüyomuş. Habire çıkıyomuş, habire çıkıyomuş. Sonunda gökyüzüne ulaşmış. Karşısına kocaman bi saray çıkmış. Çok çok büyükmüş. Kapıyı çalmış; cevap veren olmamış. Girmiş, bakmış; eşyaları çok çok büyük, normal eşyaların iki üç katı. Bakınmış, bakınmış; karşısına yaşlı bi kadın çıkmış. Kadın, Keloğlan’ı görünce çok şaşırmış. -Oğlum, senin burda işin ne, sen kimsin? demiş. Keloğlan da başından geçenleri anlatmış. Kadın da demiş ki; -Eyvah! Burası devin sarayı. Dev, biraz sonra geri dönecek. Sen ona yakalanmadan gitsen iyi olacak; fakat sen, o gelmeden geri dönemezsin heralde. Gel sana bir iki lokma bişi veriyim de yemek ye. Keloğlan, bir iki lokma bişi yemiş. Bu arada, devin altın yumurtlayan tavuğu varmış. Onu görmüş. Kadın demiş ki; -Sakın o tavuğa dokunma. Dev nerdeyse gelcek, o gelmeden bir an önce karnını doyur ve hemen burdan çek git; değilse seni yer. Keloğlan biraz korkusuzcaymış; pek aldırmamış. Karnını doyurmuş. Tavuğu da koltuğunun altına almış. -Ben, bu tavuğu götürüyorum; zengin olayım bunla, demiş. Kadın da demiş ki; -Sakın ha, dev seni öldürür. -Bişi yapamaz, ben kaçarım, demiş. -Yapma, etme oğlum. Bak, sesi geliyo; güm güm geliyo dev, demiş. Keloğlan dinlememiş. Tavuğu aldığı gibi koşarak çıkmış saraydan. Ağaca doğru yönelmiş. Tavuk da başlamış bağırmaya; -Gıt gıdak, gıt gıdak, Keloğlan beni kaçırıyo, çabuk bak, çabuk bak, diye devi çağırmaya başlamış. Keloğlan ağaca doğru yönelmiş. Aşağı inmeye başlamış. Dev de duymuş sözleri. O da arkasından gelmeye, koşmaya başlamış. Keloğlan son sürat koşmuş, koşmuş. Ağaçtan inmiş, inmiş, inmiş. Tam bahçeye adımını atmış, yukarıya bi bakmış ki; dev de arkasından geliyo; ama o, epey yükseklerdeymiş. Hemen annesine bağırmış; -Çabuk bi balta getir, anne, demiş. Annesi; -Napcan baltayı? demiş. -Sana, soru sorma diyorum, çabuk getir, demiş. Baltayı getirmiş annesi, Keloğlan’a vermiş. Keloğlan başlamış ağacı kesmeye. Güm güm güm ağacı kesmiş. Dev de iyice yükseklerde olduğu için pat diye düşmüş ve ölmüş. Keloğlan da altın yumurtlayan tavuğun sayesinde zengin olmuş.
Keloğlan ile Fasulye Ağacı
İzmir
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittim uz gittim, bir de döndüm baktım ki arkama bir arpa boyu yol gitmişim. Derken yine eski zamanlarda bir karı koca yaşarmış. Bu karı koca o kadar fakirlermiş, o kadar fakirlermiş ki; akşama kadar midelerine bir lokma ekmek girmez, ta akşam olunca -adamcağız bütün gün çalışıp da kazandığı üç beş kuruşla ne alabilirse, ne getirirse evine- ancak kuru ekmek, soğan. O kadar yoksullarmış ki, ne getirirse onu yiyebilirlermiş. Bir çorba; onu da bulabilirlerse. Buna rağmen, hâllerinden hiç şikâyet etmezler, durumlarına şükrederlermiş. Yine böyle baraka gibi küçücük, kulübe gibi, baraka gibi artık bir evde yaşarlarmış. Bunların tam tersine de, karşılarında saray gibi bir evde de zengin bir karı koca yaşarmış. Bu zengin karı koca, çok kıskanç, cimri, geçimsiz insanlarmış; fakat fakir olanlar da olabildiğine iyi, misafirperver, gözü tok, uysal insanlarmış. Bu fakir karı koca her akşam böyle bir araya oturur, Allah ne verdiyse sofradan da yemek yerlermiş. Zengin komşular da bunları her gün pencerelerinden gözetlerlermiş. Bir gün, adamcağız akşam olunca evine gelmiş, fakir olan adam. Ekmeği koymuşlar sofraya. Kadıncağız da çorba pişirmiş. Karşılıklı oturup yemek yerlerken kadın, birden istemeyerek gazı çıkmış, sofrada. O kadar utanmış, o kadar mahcup olmuş, sıkılmış, üzülmüş, böyle aniden gaz çıkarmasına. Allah’a yalvarmış, yakarmış; — Yüce Rabbim, n'olur yerler yarılsın da yerin dibine gireyim, demiş. Hem sofrada hem de kocasının karşısında böyle bir durumla karşı karşıya geldiği için, dediğim gibi, çok utanmış, çok üzülmüş, sıkılmış. Allah da onun duasını kabul etmiş; yer yarılmış. Kadın küt diye yerin dibine doğru gitmiş, kaymış gitmiş. Adam şok olmuş, ne yapacağını bilememiş; yer tekrar kapanmış çünkü. Karısını görememiş bir anda. Kadın da yerin dibine girince bir bakmış; önünde merdivenler uzanıyor. Ne yapacağını şaşırmış. — İneyim bari merdivenlerden aşağı, beni nereye götürecek bir bakayım, demiş. İnmiş, inmiş, inmiş, epey bir inmiş. Uzunca bir merdivenmiş. Sonda bir aydınlık görmüş, ışık görmüş. Karşısına büyükçe bir ev çıkmış. Kadın şaşırmış. Kapıyı çalmış, — Kimse yok mu? Kapıyı açan olmamış. Kapıyı kendiliğinden şöyle biraz itmiş. Bakmış; içeride siyah siyah kediler. Kimi yerleri siliyor, kimi pencereleri siliyor, kimi halıları siliyor, kimi şurayı burayı yıkıyor. Kadın şok olmuş, hayret etmiş. — Bu ne ki böyle? Ondan sonra, çok da iyi niyetli olduğu için; — Aman kedicikler, siz ne kadar zor iş yapıyorsunuz böyle. Hepiniz şöyle bir kenara çekilin; ben yaparım hepsini, demiş. Kedileri kenara çekmiş. Kediler de şaşırmışlar onu görünce. Kadın kolları sıvamış; halıları silmiş, yerleri yıkamış, silmiş, süpürmüş, pencereleri, camları, kapıları silmiş. Bütün temizlikleri yapmış. Kediler de bir üst katı işaret etmişler kadına. Aynı zamanda teşekkür etmişler kadına. Bir üst kata çıkmış kadın. Bir de ne görsün; orada da sarı sarı kediler. Şaşırmış. Onlar da hiç durmadan hamur yoğuruyorlar, yemek pişiriyorlar, pasta, börek, çörek, çorba, artık mutfak işiyle uğraşıyorlarmış. Kadın çok şaşırmış onları görünce. Kediler de onu görünce şaşırmış. — Ay kedicikler, siz niye böyle şeylerle uğraşıyorsunuz? Hemen kenara çekilin bakayım, demiş. Kedileri kenara çekmiş. Kendi kolları sıvamış; yemekleri, börekleri, çörekleri, tatlıları, tuzluları, artık ne varsa, hepsini yapmış. Kediler çok sevinmişler, çok mutlu olmuşlar. Sonra, onlar da ona teşekkür etmiş. Kadını bir üst kata çıkarmışlar. Oraya çıkmış kadın. Oraya çıkınca da çok şaşırmış. Orada da bembeyaz, pamuk gibi kediler. Kimi çamaşır yıkıyormuş, kimi ütü yapıyormuş, kimi sökükleri dikiyormuş. Yani o şekilde işlerle meşgullermiş. — Ay kedicikler, sakın siz yorulmayın. Kenara çekilin; ben hepsini yaparım, demiş. Onları da kenara çekmiş. Ütüleri yapmış, çamaşırları yıkamış, sökükleri tamir etmiş. Sonra, kedilerin hepsi çok şaşırmışlar, çok sevinmişler. Kendilerinin yapacağı zamandan daha çabuk bir zamanda, kadın hepsinin işini yapıp bitirmiş. Demişler ki; — Seni kralımıza çıkaralım. Kedilerin başkanının odasına çıkarmışlar kadını. Kadın çıkmış. Kocaman dev bir kedi, kedilerin padişahıymış. — Gel bakalım, sen niye buradasın? demiş kadına. — Ah, sormayın başıma gelenleri. Biz eşimle birbirimizi çok severiz; ama çok yoksuluz. Her gün aynı şeyleri yiyoruz; ekmek, soğan, çorba falan, çok fakir olduğumuz için. Bugün, kocam eve geldiğinde, sofraya oturduğumuzda istemeden gaz kaçtı benden, gaz çıkardım. Öyle utandım, öyle üzüldüm, öyle mahcup oldum ki ne yapacağımı şaşırdım. Yer yarılsa da yerin dibine girsem, diye dua ettim Allah’a. Sonra, birden kendimi burada buldum, demiş. Kedilerin padişahı da demiş ki; — Sen hele dur şurada, bir bekle. Ben, sana ödül vereceğim. Yani biraz bekleyeceksin. — Yapmayın efendim, ne gerek var? demiş. — Ama sen, benim halkıma, kedilerime çok yardım ettin. Bu böyle ödülsüz kalmaz; ama biraz bekleyeceksin, demiş. — Tamam, demiş kadıncağız. Bu arada, kedilerin kralı; — Bana şu osuruğu çabuk çağırın. Osuruğu bulup getirin, demiş. Kediler gitmişler, osuruğu bulup getirmişler. Ondan sonra, kral da demiş ki; — Sen, hiç utanmadın mı? Bu kadından böyle paldır küldür çıktın. Kocasına onu mahcup ettin, utandırdın. Niye böyle bir şey yaptın? — Ah, sormayınız efendimiz, mecbur kaldım. Düğüne gidecektim. Biraz aynanın karşısında fazla oyalandım, fazla süslendim. Bir de baktım ki saate; geç kalmışım, zaman da baya ilerlemiş. Yetişmek için paldır küldür evden çıktım koşarak. Onun için, affedin ne olur, demiş. — Tamam, bu seferlik affettim, bir daha olmasın. Hadi, sen şimdi evine git, demiş osuruğa, kedilerin kralı. Kadına da demiş ki; — Şimdi, şu sandığı al. — İçinde ne var? demiş kadın. — Sakın evine gitmeden sandığın kapağını açma. Evine varınca sandığın kapağını açarsın, demiş. Kadıncağız da demiş ki; — Ama ben utanırım. Ben bir şey yapmadım ki. Niye zahmet ediyorsunuz? Yapmayın, etmeyin. Ben severek yardım ettim kedilerinize. — Olsun bizde hiçbir şey karşılıksız kalmaz, demiş. Kadın, bu arada demiş ki; — Ben, nasıl gideceğim evime, bilmiyorum. — Sen onu hiç düşünme. Gözlerini kapat; kedilerim seni evine bırakır. Aç diye bir ses duyduğun zaman açacaksın, aç diye bir ses duymadan gözlerini açma, demiş kedilerin kralı. — Tamam, demiş kadın. Sonra, kadına demişler; — Gözünü kapat. Kadın gözünü kapatmış. Bir süre beklemiş, kısa bir süre. — Gözünü aç, diye bir ses duymuş. Gözünü açmış, bir de bakmış ki kadın; evinde. Kocası böyle ağlıyor. Yanında da, ayağının dibinde de sandık. Kocası ellerini yüzüne kapamış, hüngür hüngür ağlıyor. — Benim karım nerede? Nasıl birden yok oldu? diye üzüntü içerisindeymiş. Hemen gitmiş, kocasına sarılmış. — Ben buradayım, demiş. Sonra sandığı göstermiş, başından geçenleri anlatmış. Birlikte sandığı açmışlar. Bir bakmışlar; içinde altınlar, mücevherler, değerli hazineler. Çok mutlu olmuşlar. Hemen altınları bozdurmuşlar, mücevherleri satmışlar; zengin olmuşlar. Büyük bir ev yaptırmışlar. Mutlu mutlu yaşamaya başlamışlar. Bu arada, zengin komşular da bunların birden zengin oluşuna şaşırmışlar. Nasıl olduğunu öğrenmek için zengin adam karısına demiş ki; — Git, karşı komşu kadına misafirliğe. Nasıl bu hâle geldiklerini öğren. Kadın da zaten bunu bekliyormuş. Hemen koşarak karşı komşuya gitmiş. Kapısını çalmış, demiş; — Bir kahveni içmeye geldim. Öbür kadın çok iyi olduğu için, hemen buyur etmiş. Fakirken hiçbir zaman ziyaretine gelmeyen, beğenmeyen kadını buyur etmiş evine. Oturmuşlar, sohbet etmişler. Kadına çay, kahve ikram etmiş. Fesat kadın sormuş; — Nasıl siz bu duruma geldiniz, çok fakirken? O da anlatmış başından geçenleri. Sonra, zengin ve fesat olan kadın evine gitmiş. Evine varınca, hemen kocasına anlatmış her şeyi. O da demiş ki; — Hadi, biz de sofraya oturalım, çorba yap. Çorba yapmış kadın, sofraya oturmuşlar. Tabii insan istediği zaman gazı gelmeyince zorlamış, zorlamış, zorlamış kendini; pıt diye azıcık gaz çıkarmış. O da aynı şekilde dua etmiş, iyi yürekli kadın gibi. Kendini, birden yerin dibinde, merdivenlerin başında bulmuş. O da başlamış inmeye. Karşısına kedilerin evi çıkmış. Kapıyı açmış, girmiş. Kedileri görünce tiksinmiş. Hepsini, bir sopa bulmuş, dövmüş. Çok zarar vermiş, kedileri yaralamış. Kediler kötü olmuşlar. İkinci kata çıkmış; öbür kedileri, sarı kedileri de dövmüş. Üçüncü kata çıkmış; beyaz kedileri de dövmüş. Kedilerin kralı bunu duyunca çok kızmış. — Hemen getirin bana şu kadını, demiş. — Sen ne arıyosun burada? Niye kedilerimi yaraladın, dövdün, mahvettin? demiş. Kadın da, öbür kadın gibi, aynı şeyi söylemiş; — Ben sofradaydım da böyle böyle oldu. — Sana inanmıyorum. Çağırın bana şu osuruğu. Bir de onu dinleyeyim, demiş kedilerin kralı. Çağırmışlar, biraz beklemişler. — Niye gelmiyor bu osuruk? demiş. — Geliyor efendimiz, demişler. Bir bakmış; osuruğun her yeri sarmış sarmalanmış, kan revan içinde, koltuk değnekleriyle zor yürüyor. — Bu ne hal? demiş kedilerin kralı. — E, sormayın efendimiz. Bu kadın, beni öyle zorladı, öyle zorladı. Evimden çıkmak istemedim de itti, kakdı, yuvarladı, parçaladı beni. Merdivenlerden aşağı düştüm. Bu hâle geldim, demiş. — Demek öyle, demiş. Kadına demiş ki; — Sen, şimdi gözlerini kapat. — E, hani bana ödül yok mu? — Var, var. Bak, bu sandık; ama evine varmadan açma sandığı, demiş. — Tamam, demiş, sevinmiş; ona da altınlar, mücevherler, ziynetler gelecek diye. Gözünü kapatmış. — Aç demeden açma, demişler, ona da aynı şekilde. —Tamam, demiş. — Aç! diye bi ses duymuş. Sonra gözlerini açmış. Kocası onu bekliyormuş. Sevinmişler sandıkla geldiği için. Hemen sandığın kapağını açmışlar. Bir de bakmışlar; yılanlar, çiyanlar, fareler, zehirli böcekler. İkisini de zehirli böcekler sokmuş, yılanlar sokmuş. Zehirlenerek ölmüşler. Bu masaldan da anlayacağımız; fazla tamah, iyi bir şey değil.
Yellenen Kadın
İzmir
Ege Bölgesi
Bir tane kral varmış. Kralın üç tane kızı varmış. Kral, kızlarına bir gün bir soru sormuş; —Kızlarım beni ne kadar seviyorsunuz? Ölçüyormuş kızlarının sevgisini. İşte büyük kızı; —Babacığım, seni dünyalar kadar seviyorum. Üçüncü kızı; —Babacığım dünyadaki denizler kadar seviyorum. Küçük kıza soruyor, diyor ki; —Yavrum, kızım beni…? Kızı düşünüyor, diyor ki; —Babacığım, seni ben dünyadaki tuzlar kadar seviyorum, diyor. —Vay, sen babamıza böyle söyledin. —Vay, beni tuz kadar sevdin. Kızı atıyor saraydan. —Almayın, götürün, öldürün, diyor. Kıyamıyolar tabii. Çok seviyorlarmış, çok akıllı bir kızmış. Bu gidiyor, dileniyor her gün; ama sarayın önüne geliyor, babasına bakıyor. İşte başka yere gidiyor. Saray muhafızlarının bir tanesi; —Seni öldürecekler, diyor. Gidiyor, bir adamla tanışıyor. Kız çok akıllıymış. Gel zaman git zaman işte adam zengin oluyor. Kızla evleniyor, zengin oluyor. Çocukları oluyor. —Bir istediğin var mı benden karıcığım?, diyor. —Benim bir istediğim var. Filan ülkenin kralını yemeğe çağıracağız; ama bir şartım var. Yemekleri ben yapacağım, yemeklere tuz atmayacağım. Sen de hiç seslenmeyeceksin. Kral geldiği vakit ben onun karşısına çıkmayacağım. Dinleyeceğim onu perde arkasından, diyor. —Tamam, sen ne dersen, diyor. Çok seviyormuş karısını. Ondan sonra davet ediyorlar. O da sevinerek geliyor. Yemekleri yapıyor, önüne koyuyor şimdi. —Nasıl, beğendin mi efendimiz?, diyorlar. —Çok beğendim; ama bir şey soracağım size. Bu yemeklerde bir eksiklik var. Neden bu yemekler tuzsuz? Öyle der demez kız çıkıyor. —Sevgili kralım, zamanın birinde, ülkenin birinde bir kral üç kızına sordu, onlar işte denizler kadar, dünyalar kadar… En küçük kızınız da tuz kadar seviyorum dedi diye ölüm fermanı çıkarttınız. Beni öldürmeye yeltendiniz, diyor. Öyle diyince şöyle bakıyor; —Sen misin benim kızım?, diyor. —Evet babacığım, benim, diyor. —Beni affet yavrum, diyor. —Tuzun ne kadar kıymetli olduğunu, insanların sevgisinin ölçülemeyeceğini öğrettin bana, diyor. İşte birleşiyorlar. Torunlarını seviyor, kızını alıyor, öbür ablaları özür diliyor. Mutlu bir hayat yaşıyorlar.
Tuz Masalı
İzmir
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, bir de döndüm baktım ki arkama bir arpa boyu yol gitmişim. Derken bir horoz varmış. Bu horozun adı; çilli olduğu için, benekli olduğu için çilli horozmuş. Çilli horoz biraz yaramaz bi horozmuş. Aynı zamanda çok da zekiymiş. Çöplükte eşinirken ayağına diken batmış. Canı yanan horoz, seksekliyerek, bağırarak, ağlayarak koşuşturmaya başlamış. Karşısına bi kulübe, küçük bi ev çıkmış. Kapıyı çalmış. Kapıyı yaşlıca bi kadın açmış. Demiş ki; — Niye ağlıyosun çilli horoz? O da demiş ki: — Ah nineciğim, vah nineciğim, canım çok yandı; ayağıma diken battı. Yalvarıyorum onu çıkar bana. Kadıncağaz dayanamamış; çilli horozu içeriye almış, oturtturmuş, ayağındaki dikeni cımbızla söküp almış. — Al bak, canını yakan diken bu, demiş. Horoz da: — Nineciğim, bu dikeni iyi sakla; ben bi süre sonra gelip bu dikeni senden alıcam. Sakın bi yere atma, kaybetme, demiş. — Tamam, tamam, demiş yaşlı kadın. Horoz gitmiş. Teşekkür etmiş, vedalaşmış, çekip gitmiş. Yaşlı kadın da horozu ciddiye almamış; — Aman, horoz bu dikeni napcak? Ben, bunu nerde tutcam? Almış dikeni, mangalın içine atmış. Mangalda diken yanıp kül olmuş. Bu durumu nine unutmuş. Aradan uzun bi zaman geçmiş. Çilli horoz, kapısını çalmış. Dikeni istemiş. — Nineciğim, hani bir vakitler sana geldim, ayağımdan dikeni çıkardın ya; o dikeni istiyorum, demiş. Nine de demiş ki: — Sen deli misin, dikeni saklayıp napacam? Benim işime yaramadığı gibi senin de işine yaramaz. Üstelik senin canını yakan bi dikeni bunca zaman sonra napcan da geri istiyosun? — Ben anlamam, dikenimi geri ver, demiş horoz. Tutturmuş, kapıda eziyet etmiş: — İlla dikenimi geri verceksin. Nine sinirlenmiş: — Ben onu yaktım, attım mangala. Evimde çöp istemem, demiş. — O zaman ya dikenimi ya mangalı isterim, ya dikenimi ya mangalı isterim, demiş. Nine, horozla baş edememiş: — Al mangalı, çık git evimden, gözüm görmesin seni, demiş. Mecbur kalmış kadıncağaz, mangalı vermiş. Çilli horoz mangalı almış, gitmiş, gitmiş, gitmiş. Uzunca bi yol gitmiş, yorulmuş. Bi bakmış; karşıda bi çiftlik görmüş. -Şu çiftliğe gideyim de biraz misafir olayım. Hem dinleneyim hem karnımı doyurayım, demiş. Çiftliğin kapısını çalmış. Çiftçi kapıyı açmış, ne istediğini sormuş. Horoz da demiş ki; — Karnım çok acıktı, çok da yoruldum. Uzunca da bir yol geldim. Biraz beni misafir eder misiniz? Çiftçi de: — Peki, geç bakalım, demiş. Çilli horozun karnını doyurmuşlar. Biraz da misafir etmişler. Horoza çiftliği gezdirmişler. — İstersen temelli kalabilirsin, demişler. Bizim yaramaz çilli horoz kalır mı? — Ben burdan gidicem; fakat şu mangal, çok yük oluyo bana. Sizde kalsın bu mangal, sonra gelip alcam, demiş. Çiftçi de şaşırmış; — İyi, kalsın bakalım, kalsın bakalım, demiş. Çilli horoz vedalaşmış, teşekkür etmiş, gitmiş. Çiftçi, bakmış bakmış mangala; — Ben bunu nerde saklasam? demiş. ,Götürmüş; ineklerin, atların olduğu ahıra koymuş. Eski mangalı beğenmemiş çünkü, çiftçi. — Ahır, en iyisi. Kimse oraya girip çıkmaz, kimse almaz, demiş, mangalı koymuş, ineklerin ahırına. İnekler kavga ederlerken bir gün, mangala bi tekme vurmuşlar; mangal uçurumdan aşağı yuvarlanmış, gitmiş, kaybolmuş. Çiftçi de demiş ki; — Aman, bunca zaman geçti, horoz bunu gelip almadı, kesin unutmuştur. Böyle demiş, yine aradan biraz zaman geçmiş. Hiç ummadığı bi vakit, çilli horoz kapısına dayanmış. — Ben geldim, çiftçi. Benim mangalı alıcam, demiş. — Sen deli misin? Bunca zaman sonra, gelmedin gitmedin. Mangal kalmadı, kayboldu, demiş. — Nasıl olur? Ben, sana bunu iyi sakla demedim mi? — E gelip alaydın. Bunca zamandır niye gelmedin ki? İnekler ona bi tekme attılar, mangal yuvarlandı gitti uçurumdan aşağı, demiş. — Ben anlamam. Ya mangalımı verirsin ya ineğin birini, demiş. — Sen deli misin çilli horoz? Bir eski püskü mangal karşılığında inek verilir mi? — Anlamam, dinlemem, diye tutturmuş horoz. O kadar şamata, o kadar gürültü patırtı, eziyet etmiş ki, illallah dedirtmiş çiftçiye. Bakmış olcak gibi değil; tutmuş, ineğin birini vermiş, başından defetmiş çilli horozu. Çilli horoz ineği almış, yola koyulmuş. Gitmiş, gitmiş, gitmiş, bi bakmış; bi kalabalık görmüş. Millet eğleniyomuş, çalıyolarmış, oynuyolarmış. Meğersem bi düğün evine gelmiş. Öyle kalabalık, öyle kalabalık bi düğünmüş ki, o da demiş ki: — Ben de gireyim bu düğün evine de biraz ben de oyniyim, zıplıyim, eğleneyim. İneğini de böyle bi kenara bağlamış, koymuş bi yere. Neyse, dalmış oyuna. Oynamış, zıplamış, eğlenmiş, yemek yemiş falan. Bu arada, düğün sahipleri de o kadar kalabalık insanlara yemek yetiştiremiyolarmış; başı boş, kimseye ait olmadığını sandıkları ineği görmüşler. Alıp kesmişler, yemeğe ilave etmişler. Çilli horoz da bilmeden bu yemeği, ineğin etinden falan yemiş, yemekten. Düğün sona ermiş. Çilli horoz: — Gideyim, ineğimi alayım da yola koyulayım, demiş. Bakmış ki; ineğin yerinde yeller esiyo. — Nerde benim ineğim? diye sormuş. Düğün sahipleri de demişler ki: — O inek senin miydi? Biz herkese sorduk, kimseden cevap alamadık. — Evet, benimdi. Verin ineğimi, demiş. — Olmaz, veremeyiz. Biz onu kestik, pişirdik, millet yedi, demişler. — Nasıl siz bana sormadan ineğimi keser, pişirir, yedirirsiniz millete? diye kıyameti koparmış horoz. — Ya sen de yedin, herkes de yedi. İnek diye bi şey kalmadı ortada. Parasını verelim ya da bi başka inek alıp verelim, git başımızdan, demişler, dinletememişler. O kadar çok yaygara koparmış ki… — Ya ineği isterim ya gelini, ya ineği isterim ya gelini, diye tutturmuş. — Yapma çilli horoz, gelini alıp da napcan? Damat var, vermeyiz, etmeyiz, demişler. Baş edememişler horozla. Almış gelini, gitmiş çilli horoz. Masal bu ya; gelini almış, yola koyulmuş, gitmiş, gitmiş, gitmiş. Yine yolda ilerlerken gelinle birlikte, bi çoban görmüş otlakta, koyunlarını otlatan. Hazin hazin de kavalını çalıyomuş. Yaklaşmış çilli horoz çabona, demiş ki: — Çoban kardeş, şu çaldığın şey nedir? — Kaval, demiş. — Bana da öğretir misin? — Öğretirim; ama bana karşılığında ne vercen? demiş çoban. — Hiçbi şeyim yok; yalnız şu gelin var. İstiyosan onu vereyim, demiş çilli horoz. Çobanın çok hoşuna gitmiş, — Tamam, ver gelini al kavalı, demiş. Anlaşmışlar; gelini çobana vermiş, kavalı da kendi almış. Tekrar yola koyulmuş, gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bi ağaç kütüğü görmüş. Üstüne çıkmış, oturmuş. Kavalı da eline almış, başlamış çalmaya; — Dütdürü dütdürü dütdürü, dütdürü dütdürü dütdürü diken verdim mangal aldım, mangal verdim inek aldım, inek verdim gelin aldım, gelin verdim kaval aldım, dütdürü dütdürü. Öyle eğlenmiş, öyle mutlu olmuş ki, sonunda aradığı şeyi bulmuş. Masal da burda bitmiş.
Çilli Horoz
İzmir
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın gulu çokmuş. Bir topal serçe varmış. Çöplüklerde gezermiş bu topal serçe. Gezerken ayağına bir diken batmış. Bu dikeni almış gitmiş. Bir adama; -Bu dikenimi sakla, demiş. Adam da dikenini almış. Topal serçe gezmeye gitmiş. Ekmek pişiriymiş, tandırı yanmamış. O bi dikeni atınca tandır yanmış; ekmeğe pişmiş. Topal serçe gelmiş; -Dikenimi ver, demiş. O da demiş; -Tandırım yanmadı, attım yandı; olmaz. -Ekmek ver yerine, demiş, ekmek almış. Ekmeği almış gitmiş. Bir çoban görmüş. Çobana; -Bana şu ekmeği sakla. Ben gelip senden alacam, demiş, gitmiş. Bir müddet sonra, topal serçe gelmiş. -Ekmeğmi ver, demiş. -Acıktım, yidim; olmaz, demiş. -O zaman bir goyun verceksin, demiş, bir goyunu almış. Gitmiş, bakmış. Bi yerde gasaba gidiyor. Gasaba diyor; -Bu goyunumu sakla. Ben gelip alacam. Dolaşıyor, geliyor, istiyor. İsteyince –o da düğün yapıyormuş- -Kestik, yidik, demiş. -Olmaz; gelini alacam, demiş, gelini almış. Gidiyo; bi yerde davul düdük görüyo. Davul çalıyolarmış. Oraya; -Şu gelinimi saklayın; sizde kalsın, demiş. Verirler mi? Bir müddet sonra geliyor, -Gelini verin. -Gelinini kaçırdık, diyolar. Ondan sonra, davullan düdüğü aliyir. Bu artık gidiyor, sevinerek; -Dikeni verdim, ekmek aldım… Bir dilki geliyor karşısına. Dir ki; -Serçe kardeş, sen bu davulu düdüğü nerden aldın? Bi de gelin almışın. Diyor kü ne; -Bak, şu guyu var ya; senin guyruğun daha uzun, oraya salla, sana neler çıkacak. Dikli guyruğunu sallıyor. -Ama bekliyceksin, diyor. Tabii, guyruk ağarlaştıkça bi şey çıkacak sanıyor. Buz tutuyor; topal serçe gurtariyir. Yiycek dilki. -Dikeni verdim, ekmek aldım. Dütdürü dütdürü, dombidi dombidi. Ekmeğe verdim, gelin aldım. Dombidi dombidi. Gelini verdim, davul düdük aldım. Dilgiyi gandırdım, diye çala çala gidiyir. Dom dom, düt düt gidiyir. Masal da bitti işte.
Topal Serçe
İzmir
Ege Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Sözümün önü var, arkası yok, gömleğimin yarısı var yarısı yok. İyilik hoş bir sudur, suyu var tası yoktur. İyi ama susuzluğa sabırsız ne yapsın? Ya bir kuyu kazar ya dolaşır çarşı pazar. Ben de aç karınla gittim kasap pazarına, Allah insanı uğratmasın kötü insanın bühtanına nazarına. Zamanın birinde Fırat kenarında bir memlekette bir balıkçı yaşarmış. Bir gün bu ihtiyar balıkçının vakti saati gelmiş, ölmüş. Bu dünyada gözünün nuru bir oğul kalmış arkasında. Oğlu babasının mesleğini devam ettirmiş. Gecelerden bir gece oğlu bir düş görmüş. Bakar ki gayipten bir ses ona:  — Yarın tutacağın balıklar tılsımlıdır, aman ha ama sen onları satma, demiş. Sabah olmuş, balıkçının oğlu her gün yaptığı gibi balığa gitmiş. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın sadece biri kara biri de yeşil iki tane balık tutmuş. Bunları kovaya koyup evine giderken sokağın başında komşusunu görmüş. Meğer Yahudi olan komşusu da aynı rüyayı görmüş, gaipteki ses ona da komşunun tutacağı balıklar tılsımlıdır, tanesine ne kadar para isterse istesin öde, ona göre, demiş. Yahudi, balıkçının oğlunun gördüğü düşten habersiz balıklara alıcı olmuş. Bizim Yahudi allem etmiş kallem etmiş balıkları bu çocuktan satın almış. Ama çocuk sadece sana kara balığı satarım, demiş. Yeşil balığını alıp eve gelmiş. Yahudi’nin kara balığı Allah’ın günü bir tane sarı Reşat altını kusmaya başlamış. Yahudi altınlara sevinedursun biz gelelim balıkçının oğluna. Oğlan gördüğü düşü çok da ciddiye almamış hatta öbür gün balığa giderken yeşil balığı kovada unutmuş. Fakat akşam eve geldiğinde gördüğü manzara karşısında nutku tutulmuş. Ev öyle bir temizlenmiş ki bal dök yala. Her şey yerli yerine konmuş. Sanki kırk hizmetçi eve gelmiş de temizlik yapmış gibi. Bu hâl her gün öyle devam etmiş. Oğlan bu işe akıl sır erdiremez olmuş. Kendi kendine:  — Bu iş böyle olmaz, hele bugün saklanayım da bu işleri kimler yapıyor öğreneyim, demiş. Evin yüklüğüne girip beklemeye başlamış. Bir sigara içimlik vakit geçmiş ki ne görsün... Kovadaki balık çırpınıp ayın on dördü gibi bir kıza dönüşmüş. Öyle bir güzel ki güneşe sen doğma ben doğarım, diyen cinsten. Oğlanın ağzı açık kalmış, ağzının suyu akmış. Aklı başına gelir gelmez kızı elbisesinden tutmuş, kız kaçmaya çalışmış ama oğlan fırsat vermemiş. Hatta tekrar balık olmasın diye elbisesini evin ocağına atıp yakmış. Kız bakmış ki kaçmaya fırsatı kalmadı oğlana: — Sakın kimseye benden bahsetme, yoksa başına büyük belalar gelir, demiş. Kız o günden sonra evin önünü süpürmeye başlamış, türlü türlü yemekler pişirmeye başlamış. Oğlanı yıkar, giydirir, güle güle işine gönderirmiş. Komşuları oğlandaki değişikliği hemen fark etmiş. Ama ne kadar sorarlarsa sorsunlar oğlan bir şey söylememiş. En çok da Yahudi komşu merak edermiş. Çünkü balıklarda bir tılsım olduğunu o bilmekteymiş. Bir gün dayanamamış, dama çıkmış ve göreceğini görmüş. Oğlanın evinde ayın dördü gibi güzel bir kız görünce hasetten Karaköprü narı gibi kıpkırmızı olmuş. Artık uykuları kaçmış, yerinde duramamış sanki g... kurt kaynamaya başlamış. Bakmış ki böyle olmayacak hemen soluğu padişahın yanında almış. Padişaha:  — Padişahım, balıkçının oğlunun evinde öyle güzel bir kız var ki… Saçları sırma, kaşları keman, yanakları muhammediye gülü, gözleri ceylan gibi. Ancak senin gibi bir padişaha layık bir güzel, bu fukara balıkçının evinde ne gezer, demiş. Bunu duyan padişahın da aklı başından gimiş. Haremindeki onlarca cariyeyi gözü görmez olmuş, balıkçının evindeki kıza tamah etmiş. Hemen veziriyle beraber yanına bir manga asker de alarak doğru balıkçının evinin yolunu tutmuş. Eve varınca kapıyı tekmeleyip evin bahçesine girmiş. Avluda eteğini beline dolamış, avluyu süpüren zühre yıldızı gibi kızı görünce aklı başından gitmiş. Vezirine: — Bu kızı hemen saraya götürün, demiş. Fakat vezir akıllı adamdır, padişaha: — Aman padişahım, sen ne edersin, bu kızı böyle götürsek ahali ne der? Milletin hanımını evinden zorla götürdüğün duyulursa âleme rezil olursun, isyan çıkar, demiş. Padişah vezire hak verip saraya dönmüş. Sonra baş başa verip bir plan kurmaya başlamışlar. Buna göre balıkçıdan yapamayacağı bir şey isteyecekler, o da yapamayınca başını vurdurup kızı alacaklarmış. Balıkçı eve dönünce kız her şeyi ona anlatmış. Bu sefer balıkçıyı bir tasa almış. Daha kara kara düşünmeye başlamadan evin kapısı çalınmış. Askerler içeri girip balıkçıyı kollarından tutmuşlar. Hemen padişahın huzuruna götürmüşler. Padişah celallenip:  — Ulan densiz, sen benim tebaamdan bir kızı benden habersiz evinde nasıl tutarsın? Söyle bakalım bu kızı nereden getirdin? Oğlan da bakmış kurtuluş yok:  — Kızı bir balığın içinde buldum demiş. Bunun üzerine padişah daha da celallenmiş: — Ulan sen benimle dalga mı geçiyorsun, hiç balığın içinden kız çıkar mı? Sen ya büyük bir yalancısın ya da hokkabazın tekisin. Doğruyu söyle yoksa kelleni uçururum! Balıkçının benzi sararmış, ağlamaya başlamış. Padişahın eteğine kapanmış ama fayda yok. Padişah: — Seni bir şartla affederim. Kaf Dağı’nın arkasında dünya güzeli bir kız var. Ben nice askerler gönderdim onun bir tek saçının telini dahi getiremediler. Bu kızın saçlarının her bir telinde bir çeşit elmas, bir çeşit yakut var. Onun saçından bir örük getireceksin. Getirmezsen boynunu vurdururum. Sana üç gün mühlet, haydi, demiş. Balıkçının oğlu huzurdan ayrılıp deli gibi sokakları arşınlamaya başlamış. Kız da bu arada dışarı fırlamış, sokaklarda balıkçının oğlunu aramış. Onu bir duvar dibinde görünce: — Beyim neredesin, niye böyle üzgünsün, meraktan dokuz doğurdum. Padişah ne dedi sana, demiş. Balıkçı: — Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün, padişah Kaf Dağı’nın arkasındaki kızın saçından bir örük istiyor. Kendi onca asker göndermiş alamamış, benden istiyor. Getiremezsem kellemi cellada verecek, demiş. Kız da:  — Sana dedim, eğer elbisemi yakmasaydın bunu yapmak çocuk oyuncağıydı, demiş. Oğlan kızın eteklerine yapışıp:  — Ocağına düştüm, bana ancak sen yardım edebilirsin, diye yalvarmaya başlamış. Kız: — Çok çetin olacak ama ceremesini sen çekeceksin. Şimdi kulağını aç, beni iyi dinle. Kızın sarayı bir dağın tepesindedir. Sarayı asker filler bekler. Bahçe kapısında aslanlar, kaplanlar bağlıdır. Bu saray ehli bir hafta yatar bir hafta uyanık olur. Şimdi uyku vakitleri olduğundan kız da uykudadır. Rahatça saraya gir, örüklerin birini kes, arkana bakmadan yürü. Eğer arkana bakarsan tılsım bozulur, o devler etini lime lime eder. Bu sözleri dinleyen balıkçının oğlunu az sonra bir yel alıp götürmüş. Oğlan gözünü açtığında kendini bir dağın üzerinde bulmuş. Karşısında büsbüyük bir saray; kapısında aslanlar, kaplanlar yatmaktaymış. Hemen içeri girip ayaklarının ucuna basa basa sultanın odasına girmiş. Örüklerden birini kesip kuşağının arasına koyduktan sonra tam çıkacakken sultan uyanmış. Sultan bir de ne görsün, örüklerinden biri kesilmiş. Hemen “aslanlarıııım, kaplanlarııım” diye bağırmaya başlamış. Lakin hayvanlar uyanmamışlar. Çarnaçar kalan sultan balıkçıya:  — Hele dur, şimdiye kadar hiçbir yabancı sarayıma girememişti. Yüzümü bile görmemişti. Sen yatağıma keder gelip, saçımı kestin. Artık ben senin helalinim. Buralarda kalamam artık. Ben de senden geleceğim, bekle sihirli aynamı alıp geleyim, demiş. Balıkçı hiç arkasına bakmadan kızı dinlemiş, olduğu yere çömelip kızı beklemeye başlamış. Biraz sonra sultan sihirli aynası elinde balıkçının yanına gelmiş, gözlerini yum, demiş. Balıkçı gözlerini yummuş. Yel gibi dağları tepeleri geçmişler. Sultan, balıkçıya aç gözlerini, demiş. Balıkçı gözlerini açtığında kendisini ev kapısının önünde bulmuş. Sokak kapısını açıp içeri girmişler, kendilerini avluda kız karşılamış. Buyur edip içeri almış. Biraz hoş beş etmişler. Balıkçı başından geçenleri anlatmış. Kazasız belasız gelmelerine hepsi sevinmiş. Öbür gün balıkçı, kızın örüğünü alıp saraya çıkar padişahın önüne bırakmış, sultanı da beraberinde getirdiğini söylememiş. Padişah, balıkçının sağ salim kızın saçlarıyla beraber döndüğünü görünce çok hırslanmış, beti benzi atmış. Yüzü böyle sanki frenk gömleği gibi bembeyaz olmuş. Bir şey de söylememiş ama kanı b... belenmiş. Balıkçı saraydan ayrılıp evine gelmiş. İki tane dünya güzeliyle beraber yaşamaya başlamış. Gel gör ki Yahudi komşusu bunları izlemeye devam etmiş. Bu sefer avluda iki güzel kızın gezdiğini görünce yine soluğu sarayda, padişahın huzurunda almış. Ona:  — Padişahım, padişahım! Balıkçı seni aldatmış. Kaf Dağı’ndaki sultanı getirmiş evinde saklıyor, sana de söylemiyor, demiş. Padişah bunu duyunca, zaten bahane aramaktaymış, deliye dönmüş. Hemen askerlerini yollayıp balıkçıyı huzuruna getirtmiş. Ona:  — Ulan balıkçı, sen sultanın saçını bana getirip sultanı kendine mi almışsın? Buna nasıl cesaret edersin? Padişahından gizli iş mi çeviriyorsun? Cellatlar vurun bunun başını, demiş. Balıkçının ödü kopmuş, dizlerinin bağı çözülmüş, olduğu yere yığılmış. Padişaha: — Ama padişahım, sen benden yalnız sultanın saçlarını istedin, ben de saçlarını getirdim. Kıyma bana, deyip yalvarmaya başlamış. Vezir araya girip padişahın kulağına:  — Padişahım, sen bunu öldürürsen ahali ne söyler? Zaten Kaf Dağı’na gönderdin diye memlekette herkes “ Padişah balıkçının avradına göz koymuş” diye söyleniyor. En iyisi sen bunu zor bir göreve gönder gitsin daha da gelemesin, demiş. Bu, padişahın kafasına yatmış, ben bu balıkçının oğlundan öyle bir şey isteyeyim ki dünyada bulamasın. O zaman onu cellada veririm, diye düşünmüş. Korkusunda it gibi titreyen balıkçıya, bana üç tane cennet elması getireceksin. Getirmezsen eğer boynunu vurduracağım, demiş. Balıkçı ne yapacağını kara kara düşünüp saraydan ayrılıp evine gelmiş. Balıkçıyı üzgün gören kızlar, noldu, niye böyle yüzün asık diye sormuşlar. Balıkçı: — Padişah benden üç tane cennet elması istedi. Ben cennet elmasını nereden bulacağım. Sanki çarşıda satılıyor da, git getir diyor. Ben şimdi hangi hamamın külünü başıma eleyeyim. Gideyim ben beni hendekten mı atayım, ne edeyim, diye söylenmeye başlamış. Sultan kız balıkçıya, merek etme Allah kerimdir, hele gel yat, vakit kırıldı, geç oldu, gün doğmadan neler doğar, diyip, lambayı söndürüp yatmışlar. Sabah ezanında kalkmış, namazlarını kılıp Allah'a şükretmişler. Sultan kız balıkçıya:  — Tasalanma, sana yardım edeceğim, padişahın istediği elmaları getireceğim, bu beladan da kurtulacağız, deyip, kimseye görünmeden sokak kapısından çıkmışlar. Böyle ova gibi düz bir yere gelmişler. Sultan kız balıkçıya: — Şimdi kulağını aç beni iyi dinle. Seni Kaf Dağı cennetine yollayacağım. Gözlerini açtığında bahçenin içinde olacaksın. Hemen bir yere saklan. Peri kızları havuza çimmeye gelirler. Asbaplarını çıkarıp havuzun kenarına koyduklarında bir tanesinin asbabını al. Çimmeleri bittiğinde kızlar giyinip giderler, asbabı olmayan orada kaldığında ortaya çıkıp asbabını istiyorsan eğer bana cennetten üç tane elma getir, dersen o da getirir, demiş. Sultan kız balıkçıya tembihlerini yaptıktan sonra gözlerini yum demiş, balıkçı gözlerini yummuş. Sultan kız aynasını çıkarıp bismillah diyip aynayı okşamış, balıkçı bir gözünü açmış ki Kaf Dağı’nın cennet bahçesinde. Bahçenin içinde böyle Halilürrahman büyüklüğünde iki tane havuz var. Biri altından, biri gümüşten… Aynızeliha bahçesi gibi türlü türlü çiçekler, güller var. Balıkçı, sultan kızın dediklerini hatırlayıp çiçeklerin arasına saklanmış. Tam öğle vakti böyle çata çat sıcak olmuş, üç tane zümrüdüanka kuşu gelip gümüş havuzun kenarına konmuşlar. Sonra kuşlar asbaplarını çıkarıp birer huri kızı olmuşlar, havuza girip yüzmeye başlamışlar. Nice sonra gümüş havuzdan çıkıp altın havuza girmişler. O vakit balıkçı asbaplardan bir tanesini aceleyle alıp çiçeklerin arkasına saklanmış. Altın havuzda durulanan huri kızları asbaplarını giyerek uçup gitmişler. Havuzdan en son çıkan kız asbaplarını bulamayınca telaşlanmış, o vakit balıkçı elinde peri kızının asbaplarıyla saklandığı yerden çıkmış. Huri kızı balıkçıyı görünce havuzun içinde saklanmış. Ona: — Ey âdemoğlu buraya nasıl girdin, ne istiyorsun, demiş. Balıkçı: — Bana üç tane cennet elması getirirsen eğer asbaplarını veririm, demiş. Huri kız bakmış ki başka çaresi yok, elmaları getireceğini söylemiş. Balıkçı huri kızının asbaplarını havuzun kenarına bırakmış, arkasını dönmüş. Kız havuzdan çıkıp giyinmiş, cennete uçup bir hurç elma doldurmuş, cennetteki hurilerle helalleşmiş. Çünkü âdemoğlunu gören huri artık cennette kalamazmış, balıkçının yanına gelmiş. Ona:  — İşte elmaları da kendimi de getirdim. Ben artık senin helalin oldum, kapat gözlerini gidelim, demiş. Balıkçı gözlerini yummuş, gözlerini açınca kendini sokak kapısının önünde bulmuş. Huri kızını diğer kızlara emanet edip hurçtan da üç tane elma alıp doğru saraya, padişahın huzuruna çıkmış. Padişah balıkçıyı görünce sıfatının rengi mosmor olmuş. Balıkçı, elmaları padişahın önüne koymuş. Padişah elmaları görünce, tadının güzelliği, kokusu karşısında biraz rahatlamış, hemen bir tanesini kesip yemiş. Bu elmanın içinden iki tene çekirdek çıkmış. Padişah çekirdekleri sininin içine koymuş. Çekirdekler hemen yeniden elma oluvermiş. Çünkü cennetin meyveleri bitmez, gittikçe çoğalırmış. Padişah bunu görünce cennet meyvesi olduğuna inanmış. Balıkçıya: — Evet, bunlar cennet elması, söyle bakayım şimdi, sen cennete nasıl girdin? İn misin cin misin sen? Bunların hepsini nasıl yapıyorsun, demiş. Balıkçı: — Allah istediği kuluna Harran ovası dolusunca mal verir, rızık verir, hüner verir. Kişi Allah’ın kendisine verdiğine kanaat etmezse dünya kendisinin olsa gözü doymaz. İnsanoğlu tamahkârdır. Bir vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister. Gözü doymaz. Gözünü ancak bir avuç toprak doyurur. Bak sen koca padişah olmuşsun. Sarayların, cariyelerin, askerlerin var, büsbüyük padişahsın, lakin gözünü benim gibi gariban bir balıkçının elinde avucunda olanlara dikmişsin, demiş. Bunları duyan padişah morarmış. Sıfatının rengi böyle senin gömleğin gibi kıpkırmızı olmuş. Hırsından titremeye başlamış. Cellatlarına dönüp:  — Tez bunun kafasını vurun, benim huzurumda nasıl böyle konuşur, demiş. Cellatlar, yerlerinden fırlayıp balıkçıyı tuttukları gibi üç arşın yere uzatmışlar. Vezir bakmış ki iş kötü, hemen padişahın yanına gelip: — Aman padişahım sen ne edersin, ahali balıkçıyı çok seviyor, senin onun avratlarını almak için böyle yaptığını da bilirler. Eğer başını vurdurursan memlekette isyan çıkar. En iyisi sen yine bundan yapamayacağı bir şey iste, yapamaz, sen de kellesini vurursun, demiş. Bu padişahın kafasına yatmış. Bunun üzerine padişah yeniden düşünmeye başlamış. Sonra balıkçıya dönüp:  — Üç gün içinde, bu Fırat suyunun ortasına, dünyada benzeri olmayan bir saray yaparsan yaptın yoksa kelleni cellada veririm, diye bağırmış. Balıkçıyı kovmuş. Balıkçı mahzun mahzun evine gelmiş, sokak kapısından avluya girince onu huri kızı karşılamış. Niye canın sıkılmış böyle, padişah elmaları beğenmedi mi, demiş. Balıkçı:  — Beğendi beğenmesine de bu sefer de benden üç gün içinde Fırat’ın ortasında bir saray istiyor. Yapamasam boynumu cellada verecek. Ben ne kadar kara bahtlı bir adamım! Nedir benim bu padişahtan çektiğim, deyip dizine vurmaya başlamış. Huri kızı, sen gam etme, ben hallederim, demiş. Huri kızı sokağa çıkıp alkış çalınca ne kadar huri kızı varsa hepsi toplanmış. Kızların başı:  — Huri kız, emret, hepimiz emrindeyiz, demiş. Huri kız da: — Her biriniz bir taş alıp Fırat’ın orta yerine yüksekçe bir saray yapacaksınız, demiş. Her biri bir tarafa dağılmış. Böyle bir soluk geçmiş veya geçmemişti ki bunlar havada tekrar görünmüşler. Ağızlarında getirdikleri taşları Fırat’ın orta yerine bırakmışlar. Bir sigara içimi olmamıştır ki anlatması mümkün değil. Padişahın sarayı bunun yanında kümes kalmış. Huri kız balıkçıya:  — Şimdi git padişahı vezirini bir de Yahudi komşunu saraya davet et, demiş. Balıkçı yola revan olup saraya, padişahın huzuruna çıkmış, sarayın hazır olduğunu, veziriyle beraber Yahudi’yi de alıp gelmelerini söylemiş. Padişah kulaklarına inanamamış. Bir günde saray nasıl yapılır, demiş. Saray ahalisi de acayip karşılamışlar, kalkıp hep birlikte Fırat’ın kıyısına sarayı görmeye gitmişler. Suyun kenarına gelmişler ki bir de ne görsünler? Dillere destan bir saray kurulmuş. Huri kız, balıkçıya:  — Padişaha söyle gidip sarayın içini gezsin,demiş. Balıkçı padişaha: — Padişahım sarayın içine bir bakın, beğenmediğiniz bir şey var mı, demiş. Padişah vezirini bir de Yahudi’yi alıp sarayın içine girmişler. O vakit huri kız alkış çalmış. Semada yine huriler görünüp emret demişler. Huri kız da:  — Herkes getirdiği taşını geri alsın, demiş. Kuşlar göz açıp kapayıncaya kadar taşları alıp havalanmışlar. Padişah, veziri bir de Yahudi Fırat’ın derin sularına gömülmüşler. Böylece tamahkârlığın, gözü doymazlığın belasını çekmişler. Ahali bu ahmak padişah ve vezirden kurtulduğu için sevinmiş. Balıkçıyı da kendilerine padişah yapmışlar. Balıkçı; balık kız, sultan kız ve huri kızla evlenip kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Fırat ahalisi de huzur içinde yaşamaya başlamış. Demek ki başkasının elindekine göz koyup kendi elindekine razı olmayanın, şükretmeyenin sonu böyle olurmuş. Yemişler içmişler muratlarına erişmişler. Allah sizleri de muradınıza eriştirsin.
[Tamahkâr Padişah]
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zamanın padişahı vezirlerine, yaşlı âlimlere, bilgelere çok değer verirmiş. Onları sarayında ağırlar, çeşitli ikramlarda bulunur, akıl danışır fikir tartışmaları yaparmış. Bunu gören genç şehzade:  —Babam bu yaşlı, geri kafalı adamlarda ne buluyor anlamıyorum. Yaşları gidip nereye varmış, bir ayakları çukurda, gelişen olaylardan bîhaberler. Oysa gençler daha zeki. Daha cesur. Babam bu yaşlıların yerine gençleri etrafında toplamalı, onlara danışmalı devlet işlerini. Gençler her şeyi yaşlılardan daha iyi bilir, diye şikâyetini her yerde dile getirirmiş. Babası bunu duyup gençliğine verir, gülüp geçermiş. Konuyu annesine açmışsa da annesi babasının daha iyi bileceğini, babasının işlerine karışmaması gerektiğini ona tembihlemişse de genç şehzade bildiğini söylemeye devam etmiş. Padişah da vezirler de artık bu konuşmalardan rahatsız olmaya başlamışlar. Günlerden bir gün padişah, genç şehzadesine bir ders vermek ister. Adamlarına çok yaşlı ve zayıf bir at bulmalarını, bu atı kimse görmeden çok iyi beslemelerini; bakımını, tımarını eksiksiz yapmalarını söyler. Adamlar hemen istenen atı bulur, ahıra bağlayıp bakımını yaparlar. Padişah ara ara gidip atı kontrol eder, bazı tembihlerde bulunur. Aylar sonra padişah atın istediği gibi olduğunu görünce, şehzadeyi yanına çağırtıp:  —Sen hep bu yaşlı insanları niye etrafıma topluyorum, onlara niye değer veriyorum diye şikâyet ediyorsun. Ne yapmamı istersin, deyince nihayet babasının gerçeği görmeye başladığını, kendisine hak verdiğini düşünerek babasına: — Babacığım bunlar yaşlı insanlar, kafaları gençler gibi çalışmaz. Bunları etrafından uzaklaştır benim genç yetenekli arkadaşlarım var onlara görev ver, der. Padişah:  —Tamam, der. Ama bu böyle tepeden inme olmaz. Bir yarışma düzenleyelim, sen arkadaşlarını getir, ben de onların karşısına vezirlerimi çıkarayım. Yarışsınlar, vezirler kaybedince benim de onları görevden almak için bir bahanem olmuş olur, der. Şehzade buna çok sevinir, hemen arkadaşlarına haber salar. Yarışmanın olacağı gün herkes büyük meydana toplanır. Şehzade ve arkadaşları herkesten önce gelip yerlerini alır, heyecanla beklemeye başlarlar. Biraz sonra padişah ve vezirleri gelir. Padişah:  —Ey ahali, genç şehzademiz etrafımdaki vezirlerin artık yaşlandıklarını onların yerine gençleri almam gerektiğini söylüyor. Bu makama kendi arkadaşlarının daha çok yakışacağını söylüyor. Biraz sonra burada yaşlı vezirlerimle gençleri imtihan edeceğiz. Kim kazanırsa vezir olacak, der. Atı getirmelerini söyler. Beş altı kişinin zorla zapt ettiği atı meydana getiriler. At tay gibi yerinde duramıyor, tozu toprağı bir birine katıyor, toynağından ateş çıkarıyor, görevliler zor zapt ediyordur. Padişah:  —Bu atın yaşını bilen vezir olacaktır. Önce şehzade ve arkadaşları baksın, der. Şehzade ve arkadaşları atın başına toplanır; ağzına, kulağına, sağına soluna bakarlar. Uzun uzun incelerler, sonunda kararlarını verirler. Şehzade: —Padişahım bu tay ancak dört beş yaşlarındadır, der. Sıra vezirlere gelir. Vezirlerin en yaşlısı ata yaklaşıp yelelerini, alnını okşar; at sakinleşir. Atın kulağına bir şeyler söyler, sonra da kulağını atın ağına dayar. Başını manalı manalı sallar. Padişaha dönüp: — Padişahım bu çok yaşlı bir attır, der. Gençler yaşlı vezirin böyle yerinde duramayan bir ata “çok yaşlı” demesine gülerler. Bütün ahali yaşlı vezirlerin gerçekten artık bunadığını, gençlerin çok haklı olduğuna birazdan şahit olacaklar diye için için sevinmeye başlar. Padişah:  —Doğru söyledin. Bu çok yaşlı bir attır. Ancak gördük ki önce atın kulağına bir şey söyledin. Sonra da kulağını onun ağzına götürdün. Biz bundan bir şey anlamadık. Bunun hikmetini bize söyler misin, der. Vezir: — Padişahım atın kulağına eğilip onun yaşını sordum. Ona dedim ki: —Ey ruhumun ruhu, gördün mü sen hazreti Nuh’u, dedim. O da bana: — Aman kardeş duman kardeş etme beni faş,       Ben Âdem babanıza bile taşımışım taş, dedi. Genç şehzade ve arkadaşları bunu duyunca hatalarını anlarlar, babasının ve vezirlerin elini öpüp özür dilerler. Padişah:  —Oğul tecrübe yaşayarak elde edilir. Gençlik ateştir, tecrübe onu kontrol eden sudur.
[Genç Şehzade]
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Çok eski zamanların birinde, bir memleketin uzak bir köyünde bir çoban yaşarmış. Bu çoban, çok bahtsız birisiymiş. Evinde yemeye bir parça ekmek desen yokmuş. Ev yok, avrat yok, uşak yok. Aba tek âsâ tek. Nerede akşam, orada sabah. Ama doğru sözlü, iyi kalpli, merhametli mazbut bir adammış. Kimsenin malında, namusunda gözü yokmuş. Abdestinde namazında biriymiş. Namazını kılar, Kuran’ını okur, Allah’ına şükreder, kimsenin gıybetini etmez, elin etlisine sütlüsüne karışmaz, kendi halında Allah dostu bir herif diye, köylü de onu sever sayarmış. Şimdiye kadar hiçbir hilesine hurdasına rastlanmamış. Bunca sene çobanlık yapmış, bir gün olsun bir davara zarar gelmemiş. Ona davarını emanet edenin gözü arkada kalmazmış. Filan çoban dendi mi akan sular dururmuş. Çoban da işini çok severmiş. Biri kendisine: —Ne iş yapıyorsun, diye sorsa cevabı şak diye yapıştırırmış: —Peygamberlerin mesleğini yapıyorum, dermiş. İşte böyle, peygamber mesleği diye işini çok titizlikle yaparmış. Yaptığı işi böyle mübarek bildiği için davarlara da çok merhametli davranırmış. Onları okşar, sever, tımar eder; onlarla konuşur, dertleşirmiş. Onlara birer hayvan gibi değil de birer insan gibi bakarmış. Sürüsü onun her şeyiymiş. Bu çoban çok da iyi kaval çalıyormuş. Sürüsü gidip başka bir sürüye karışsa çoban, kavalını çalmaya başlasa kendi sürüsü hemen öbür sürüden ayrılıp etrafını sararmış. Yani, sürüyü suya susuz götürüp susuz getirir cinsten bir çobanmış. Yüz tane kaval çalanın içinde bizim çobanın kavalının sesi ayırt edilirmiş. İnsanlar, onun kavalının sesini tanırmış. Davarlar tanır, anam babam, insanlar nasıl tanımasın? Sözü uzatmayalım, işte böyle evliya gibi bir adammış bizim çoban. Ağama söyleyeyim, bu çoban bir gün yine böyle sürüsünü alıp dağlara çıkmış, bir ağacın altına oturup kavalını dertli dertli çalıyormuş. O kadar dertli çalıyormuş ki büsbüyük dağlardan bir çıt çıkmıyormuş. Kuşlar, kurtlar çobanın kavalını dinlermiş. Derken nerden geldiği belli olmayan kara bir yılan, ağzında bir altınla taşların arasından süzülüp gelir, çobanın karşısında böyle benle sen gibi bir mesafede durur, ağzındaki altını yere bırakıp gider birkaç arşın ötede durup kavalı dinlermiş. Çoban yılanın kaval sesine geldiğini tahmin eder hiç istifini bozmaz, kavalını çalmaya davam edermiş. Nice sonra yılan geldiği gibi sessizce ortadan kaybolur. Yılanın gittiğini gören çoban da çalmaya ara verir, kalkıp yılanın bıraktığı bir altını alır, kesesine koyarmış. Çoban böyle Allah’ın her günü gelip o ağacın altında kavalını dertli dertli çalmaya başlamış. O, kavalını böyle dertli dertli çalmaya başladı mı kara yılan da ağzında bir sarı altınla gelir, altını çobanın dizi dibine bırakır, gider biraz ötede kavalı dinlermiş. Çoban, bu meseleden hiç kimseye söz etmemiş. Dallandırıp budaklandırmamış. Kendiyle Allah’ın arasında kalmış. Bu böyle senelerce davam etmiş, gitmiş. Çobanla yılanın arasında bir ahbaplık oluşmuş. Çoban, kavalını çalmaya başladı mı yılan hemen deliğinden çıkıp, ağzında bir altınla çobanın yanına gelirmiş. Artık öyle eskisi gibi gidip uzakta da dinlemezmiş, çobanın dizi dibinde uzanır, yatarmış. Bu arada çobanın da durumu yavaş yavaş düzelmiş. Hali vakti iyi olmuş. Evlenmiş, yuvasını kurmuş. Senesine kalmadan nur topu gibi Allah bir de ona bir oğul vermiş. Çoban, zengin olmaya olmuş ama çobanlığı da bırakmamış. Köylü ona: —Bu değirmenin suyu nereden geliyor? BU kadar altını nerden getiriyorsun? Hazine mi buldun? Gömü mü buldun, diye her sorduklarında çoban onlara: —Mal da Allah’ındır, mülk de... Allah onu kimi murat ederse ona verir, dermiş. Köylü de onun çalıp çırpmak, haram yemek gibi bir ahlakının olmadığını bildikleri için üstüne fazla gitmezlermiş ama bir yandan avradı bir yandan köylüler başının etini yerlermiş: —Bak artık zengin oldun. Köyde zenginlikte dengin yok. Bırak artık bu çobanlığı. Sabahtan akşama kadar o dağ senin bu bağ benim dolanıp durursun. Bıkmadın mı? Bak artık yaşın da kemale erdi. Gel evinde otur. Çoluk çocuğunun başında ol. Zengin adamsın, çobanlık senin neyine? Tamahkâr olma, deyip dururlarmış. Çoban da onlara: —Nankörlük mü edeyim yani? Ben bu varlığımın hepsini çobanlık yaparken kazandım. Hem de biliyorsunuz çobanlık peygamber mesleğidir. Ben onu nasıl terk ederim? Vallahi çarpılırım sonra. Hem de size ne yav. Beni davarlarımdan niye ayırmak istiyorsunuz, diyormuş. Diyormuş demesine ama asıl yılanı düşünüyormuş o: -Ben çobanlığı bırakırsam kim bu dertli hayvana kaval çalacak? Ben bu kadar altını bir yılanın yüzü suyu hürmetine yığdım. Ekmek bulamazken yılanın altınlarıyla zengin oldum. Şimdi onu nasıl yüzüstü bırakırım? Olmaz, vallahi Allah gözümü kör eder sonra, diye kendi kendine düşünürmüş. Zaman böyle su gibi akıp gitmiş. Çoban iyice ihtiyarlamış. Artık bir yere çıkamaz olmuş. Oğlu da büyük bir delikanlı olmuş. Bir gün çoban oğlunu bir köşeye çekip senelerdir herkesten sakladığı sırrını ona açmış. Yılanla her gün buluştukları yeri ona söylemiş. Kavalını oğluna verip onu dağa yolcu etmiş. Oğlan, dağa varıp babasının tembihlediği gibi ağacın altına oturup kavalını çalmaya başlamış. Yılan kavalın sesini duymuş duymaya ama bakmış ki bu çalma daha önce çalınan kavalın sesine hiç mi hiç benzemiyor. Böyle çok yavan çalıyor. Altını ağzına alıp yuvasından çıkmış, oğlanla böyle on beş yirmi metre kadar ötede altını bırakıp gitmiş epeyce uzak bir yerde dinlemeye başlamış. Bakmış ki bu kaval kendini hiç sarmıyor. Nerde o çobanın çalması nerde bunun çalması. Arada dağlar kadar fark var. Bir lokma dinleyip kalkıp inine gitmiş. Oğlan da kavalını beline sokup altını kesesine koymuş, köyün yolunu tutmuş. Babası onu gözü yolda bekliyormuş. Uzaktan oğlunun geldiğin görene kadar derin bir nefes almış. Oğlan getirip altını babasına vermiş. Böylece artık oğlan gidip yılana kaval çalıyormuş. Oğlan, böyle git gel, git gel usanmaya başlamış. Kendi kendine kafasında: —Ulan nedir benim bu yılandan çektiğim? Allah’ın her günü bir sürü yol gidip güneşin altında saatlerce yılan efendiyi eğlendiriyorum. Çingene gibi vereceği bir altını bekliyorum. Babamın da hiç aklı yokmuş, gitmiş bir yılanı kendisine dost etmiş. Ula hiç yılandan da dost olur mu? Bu ihtiyarlar da ne kadar geri kafalı oluyor böyle. En iyisi ben bu yılanı öldüreyim, bütün altınlarını bir kereden alayım ki kurtulayım. Yoksa babam beni buraya daha çok yollar. Babam ne kadar da sabırlıymış yav, deyip kafasında plan kurmaya başlamış. Yine her günkü gibi dağa gidip ağacın altına oturmuş, kavalını çıkartmış, çalmaya başlamadan önce yanına büyük bir taş koymuş, sonra da kavalını çalmaya başlamış. Yılan, yine her zamanki gibi ağzında atlınla deliğinden çıkmış, ağzındaki altını oğlandan uzak bir yere bırakmış, gidip ilerde bir yerde dinlemeye başlamış. Oğlan bir taraftan kavalını çalarken bir taraftan da yılanı nasıl da izliyormuş. Yılan biraz dinleyip gitmek için arkasını dönene kadar oğlan arkasındaki taşı yılana fırlatmış. Gözümün nuru taş sen git yılanın kuyruğunu kopar. Yılan, o hırsla bir de can acısı ile dönüp oğlanı sokar. Oğlan olduğu yere yığılır, kalır. Dünden mi ölmüş bugünden mi bilinmez. Yılan kan revan içinde yuvasına gider. Oğlanın babası yine gözü yollarda oğlunu bekler. Vakit geçer, güneş batar, derken gece yarısı olur, gelen giden yok. Çobanın içine bir kuşku düşer. Aklına bin türlü şey gelir. Bir düşüncedir herifi sarar. Ne yapacağını bilmez. Evin içinde bir o yana bir bu yana dönüp durur. Sabahı zor eder. Sözü uzatmayalım, güneş doğar doğmaz ihtiyar adam eşeğine binip dağın yolunu tutar. Yılanla her zaman buluştuğu yere gelir. Gelir gelmesine ama ne görsün. Oğlu ağacın altında beş arşın uzanmış cansız yatıyor. Temmuzun o sıcağında kadana beygiri gibi şişmiş. Yüzünü gözünü karıncalar, sinekler sarmış. Oğlunu öyle görene kadar adamın dizinin bağı çözülmüş. Oraya öyle yığılıp kalmış. Nice sonra kendine gelip yerdeki kavalı alıp çalmaya başlamış. O evlat acısından o yürek ateşinden öyle bir çalmış ki dağ taş inlemiş. Yılan, kavalın sesini hemen tanımış. Ağzında altınla hemen çıkıp gelmiş. Altını bırakıp çobanın dizi dibinde yuvarlak olup dinlemeye başlamış. Çobanın gözü yılanın kuyruğuna ilişmiş. Bakmış ki yılanın kuyruğu yok. O zaman meseleyi anlamış. Ciğeri bir defa daha cız etmiş. Kavalını daha çok dertli dertli çalmaya başlamış. Nice sonra yılan gitmek için hareket etmiş. O anda Allah’ın izniyle dile gelip çobana: —Çoban kardeş, senelerden beri sen burada böyle kavalını çaldın, ben de seni dinledim. Hiç bir derdimiz olmadı. Ne sen bana kalleşlik düşündün ne ben sana hainlik ettim. Kardeş kardeş yaşayıp gittik. Ama oğlun tamahkârlık etti. Beni öldürmek istedi. Kuyruğumu kopardı. Ben de onu öldürdüm. Senden ricam, artık bir daha buraya gelme. Bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı olduğu müddetçe artık biz dost olamayız, deyip akıp gitmiş. Çoban da oğlunu omzuna atıp köyün yolunu tutmuş. İşte büyüklerimizin “kuyruk acısı” dedikleri mesele bu. Allah hiç kimseyi böyle tamahkâr etmesin. Allah bizleri hayırsız evlatlardan muhafaza etsin. İşte insan böyle nefsine köle olursa rızkına kani olmasa, başkasının malına tamah ederse bu yılan da olsa hakkını kimseye yedirmez.
[Kuyruk Acısı]
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, başka yokmuş. Allahın garip kulu da dolu kulu da ahmak kulu da çokmuş. Adamın biri, bir yerden bir yere giderken yolda bir çerçiye rastlar. Selam, merhabadan sonra adam Çerçiye sorar: — Yolun nereye böyle? — İlerideki köyleri dolaşacağım, diye cevap verir çerçi. Sohbet ederek bir müddet yol alırlar. Adam çerçiye dönerek:  —Bana bir salkım üzüm verirsen sana bir nasihat veririm, der. Çerçi adama bakıp içinden “ Adamın canı üzüm çekti, parası da yok herhalde onun için böyle söylüyordur” diye geçirir ve adama eşeğin üzerindeki sandıktan bir salkım üzüm verir. Adam üzümü alır ve şöyle der:  —Arkadaşlık yaptığın kişinin adını sor. Çerçi içinden kızarak “ Ben de ne söyleyecek dedim! Bunu ben de biliyorum” der. Bir süre daha yol alırlar. Sohbet ederler. Adam bir müddet sonra çerçiye tekrar: —Bana bir salkım üzüm daha verirsen, sana bir nasihat veririm, der. Çerçi yine içinden “ Ne aç gözlü bir adammış yav, az önce bir salkım yedi doymadı, bir salkım daha istiyor” diye söylenir ve bir salkım üzüm daha verir. Adam, üzümü alınca: —Bir cemaate gittiğinde yerini tanı, der. Çerçi yine içinden adama kızarak “ Sanki ben çocuğum, nerede oturacağımı bilmiyorum!” der. Yola devam ederler. Epeyce yol alırlar. Adam yine çerçiye dönerek: —Bana bir salkım üzüm daha verirsen sana bir nasihat daha veririm, der. Çerçi, için için kızar “ Belaya çattık. Ne doymaz bir adammış. İki salkım üzümü yuttu, hala doymadı. Böyle gidersek üzümü bitirecek. Bununla yolumuzu ayırmak lazım.” der ve bir salkım üzüm daha verir. Adam üzümü alınca: —Senden sorulmayan işe karışma, der. Çerçi, dudağını bükerek “Ben de önemli bir şey söyleyecek sandım. Senden sorulmayan işe karışmaymış.”diye sinirlenir. Derken bir yol ayrımına gelirler. Çerçi, adamdan kurtulmanın yolunu bulmuş olmanın verdiği sevinçle: —Ben bu yoldan gideceğim, sana uğurlar olsun, diyerek eşeğini çevirir. Adam da diğer yola koyulur. Elli yüz metre gitmeden çerçinin eşeği tökezler ve yükünü düşürür. Çerçi, ne kadar uğraşırsa da ağır yükü yerinden kaldıramaz. Az önce ayrıldığı yol arkadaşını yardıma çağırmak aklına gelir, adamın ismini sormayı akıl etmediğinden: —Hey arkadaş, diye bağırır. Adamın hiç oralı olmaz. Belki duymamıştır, diyerek daha çok bağırmaya başlar, adam yine dönüp bakmaz. “ Hey! Pişt! Yolcu! İhtiyar! ” Nasıl ederse sesini adama ulaştıramaz. Tekrar yükü kaldırmaya uğraşır. Yine beceremez. Adam bu arada epeyce de uzaklaşmıştır. Çerçi bakar olacağı yok, koşarak adamın peşine düşer. Hem koşar hem bağırır. Adam duymaz. Çerçi çileden çıkar : — Zehir zıkkım olsun yediğin o kadar üzüm. Boğazına dizilsin. Çıkaramayasın. Doktorlar çıkara! Kızgın güneşin altında kan ter içinde nihayet adama ulaşır, kolundan tutup çeker: —Yahu adam sen sağır mısın? Ben beni yırtıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum bir dönüp Allah için bakmıyorsun. Sesimi duymadın mı? —Duydum. Ama sen arkadaş, ihtiyar falan diye bağırıyordun. Ben başkalarına bağırdığını sandım. —Yahu Allah’tan kork, ikimizden başka bir Allah’ın kulu var mı buralarda? —Yok, ama sen beni adımla çağırmadın ki. —Hele bunları boş ver. Eşeğim tökezledi, yükünü devirdi, yük de ağır kaldıramadım. Hele bir el at da yükü tekrar yükleyelim, der. Adam döner, yükü eşeğe tekrar yüklerler. Çerçi yine adamın adını sormaz, ayrılırlar. Herkes kendi yoluna gider. Çerçi, köyleri dolaşır, eşyalarını satar. Akşam olunca da bir köy odasına misafir olur. Odaya girince buyur ederler, oda pek kalabalık değildir, başköşeye, mindere kurulur. Çerçiden ayrılan adam da işini bitirir, dönüşte akşam olduğu için çerçinin misafir olduğu köyde o da misafir olur. Köyün odasına gider. Buyur ederler. Adam hemen kapıya yakın bir yere oturur. Her ne kadar başköşeye çağırırlarsa da adam yerinin iyi olduğunu söyler ve kalkmaz. Gece ilerledikçe köylüler birer birer odaya gelmeye başlarlar. Her geleni buyur ederler ve gelen başköşeye gider oturur. Her misafir geldikçe çerçi, yavaş yavaş kapıya doğru kaymaya başlar. Derken çerçi kendini kapının arkasında ayakta bulur. Odada oturacak yer kalmamıştır. Adam, çerçiyi gözlemektedir. Gece yarısına doğru ağanın oğlu şehirden döner. Odaya gelir. Herkes ayağa kalkar. Yer verir. Çerçi, iyice kapının arkasına sıkışmış olur. Köylü ağanın oğluna ikram etmek üzere büyükçe bir karpuz getirir. Karpuzu kesmek için bıçak isterler. Çerçi, belki dikkatlerini çekerim de bana yukarıda bir yer verirler, diye düşünerek belinden altın ve gümüş kaplamalı bir hançer çıkarır verir. Ağanın oğlu hançeri görünce çok beğenir. Hançere sahip olmak ister. Bir hançere bakar bir çerçiye bakar: —Bu hançeri nereden getirdin, der. —Baba yadigârıdır ağam, der çerçi. Ağanın oğlu bakar ki hançeri öyle ricayla falan alacağı yok, kafasında hemen bir şeytanlık düşünür ve: —Bu hançer, geçen sene evimiz soyulduğunda çalınan diğer ziynet eşyalarının arasındaydı. Hırsızı ne kadar aradıksa da bulamamıştık, demek kısmet bu güneymiş. Yakalayın bu adamı, hırsız buymuş. Adamlar hemen çerçiyi yakalayıp elini ayağını bağlayarak odanın ortasına uzatırlar. Çerçi neye uğradığını şaşırır. Ağanın oğlu: —Arkadaşlar gördünüz, bu çerçi hırsız çıktı. Ben derim ki yarın sabah bu herifi köyün meydanında asalım ki âleme ibret olsun. Köylüler ağanın fikrini onaylar, asılmasına karar verirler. Çerçinin yol arkadaşı olan adam oturduğu yerden olanı biteni sessiz sessiz seyreder. Çerçi orta yerde kurbanlık koyun gibi yatmaktadır. Bir ara göz göze gelirler. Çerçi yalvaran gözlerle adama bakar. Ağanın oğlu; —Geç oldu artık yatalım. Bu herifi bir yere hapsedin sabah erkenden asarız, der. Adam, ağanın oğluna: —Bu çerçi benim yol arkadaşımdır. Tuz ekmek olduk. İzin verirsen bu gece birlikte kalalım. Yarın ne yaparsanız yapın. Ağanın oğlu: —Olmaz. Gece konuşursunuz, deyince adam: —Namus sözü veriyorum ki onunla bir tek kelime bile konuşmayacağım, der. Ağanın oğlu namus sözü alınca aynı odada kalmalarına razı olur. Köylüler evlerine dağılır. Çerçiyle adamı da bir odaya hapsederler. Adam ev sahibine: —Kusura bakma, acaba evinizde kedi var mı? Gece koynumda kedi olmadan yatamıyorum. O mırıldandıkça benim uykum gelir, der. Ev sahibi gider bir yavru kedi getirir. Adam kediyi koynuna koyup yatağına uzanır. Vakit gece yarısı olunca adam doğrulup çerçiye bakar ki çerçi, horuldayarak uyuyor. Sanki sabah asılacak olan kendisi değildir. Çerçiye bir tekme vurur. Çerçi yatağından fırlar: —Ne oluyor yahu? Ne var? Niye beni tekmeliyorsun, der. Adam, onunla konuşmayacağına dair söz verdiği için koynundaki kediyi çıkarır: —Ey kedi! Yarın sabah asılacaksın. Çerçi bunu duyunca lafın kendisine olduğunu anlar ve kulaklarını dikerek dinlemeye başlar. —Sen ahmak bir kedisin. Yolda sana “Bana bir salkım üzüm ver, sana bir nasihat vereyim.” dedim, sen içinden “Bunun canı üzüm çekmiş, bahane uyduruyor.” diye geçirdin. Sana “Yol arkadaşının adını sor." dedim, sen sormadın. Yükün düştü, adımı bilmediğin için arkamdan koşmak zorunda kaldın. Sana “Bir meclise girdiğinde yerini tanı!” dedim. Geldin başköşeye kuruldun. Sonunda kapının arkasında ayakta kaldın. Sana “Senden sorulmayan işe karışma!” dedim. Sen, karpuz kesmeleri için hançerini verdin. Beni dinlemedin. Şimdi de beni dinlemezsen yarın asılacaksın. Keyfin bilir. Seni asmak üzere yarın köy meydanına götürdüklerinde köylülere “Ben bu saate kadar sustum, belki yanlış yaptığınızı söylersiniz diye. Gördüm ki bu hançer gerçekten ağanın oğlununmuş. Benim babam tüccardı. Halep’ten mal getirirken, yolda eşkıyalar tarafından kervanı soyulmuş, babam da öldürülmüştü. Babamın sırtında bu hançer saplıydı. Babamın katilleri bulunamadı. Ben şimdi hangi cemaate, hangi kahveye gitsem bu hançeri çıkarıyorum ki belki sahibi çıkar da bu hançer benim der, ben de babamın katilini bulmuş olurum. Dün akşam da onun için kalabalığın içerisinde çıkardım. Ağanın oğlu bu hançerin kendisinin olduğunu söyledi. Hepiniz buna şahitsiniz. Demek ki babamın katili ağanızın oğluymuş. Ey kedi, benden sana son söz bu. Aklını başına topla!" der ve adam kediyi pencereden dışarı atar, yorganını başına çekip, uyur. Çerçi, işi anlar, uykusu kaçar, kara kara düşünmeye başlar. Adam uyur, çerçi uyanık sabah olur. Köylüler gelir, Adam çerçiyi onlara teslim eder. Ağanın oğlu: —Hiç konuşmadınız değil mi, der. Adam: —Yemin ederim ki dilim diline değmedi, der. Ve çerçiyi alıp köy meydanına götürürler. Adam da köyden çıkar gider. Çerçiyi, darağacının yanına getirirler, ipi boynuna geçirirler. Çerçi: —Durun, der. Adamın anlattıklarını bir bir tekrar eder. Köylü şaşırır. Ağanın oğluna bakarlar. Ağanın oğlu bakar iş ciddi. İşler düşündüğü gibi değil. İşin sonunda bir de katil olmak var. Hemen emir verir: —Çıkarın boynundan ipi!  Çerçinin yanına gelip  —Ben sana şaka yaptım. Bu hançer benim değil. Köylüler beni tanır. Benim öyle soygunla, adam öldürmekle bir işim yok. Biz biraz eğlenelim dedik. Zaten seni de asmayacaktık. Hançerini verip gönderecektik, der. Çerçi bakar ki ağanın oğlu korktu, üstüne gider: —Olmaz öyle şey. Hançerin senin olduğunu söyledin. Bütün köylü buna şahit. Babamın katilini yıllardır arıyorum. Babamın kanı var, bir sürü malı var. Şimdi buldum. Senden mahkemede, kadının önünde hesaplaşacağız, der. Ağanın oğlunun eli ayağı birbirine dolaşır. Araya adamlar koyar. Çerçiye mal mülk de vereceğini vaat eder, çerçinin bu işten vazgeçmesini ister. Rica minnet çerçi davasından vazgeçer. Kendisine para verirler, eşeğinin üzerine de yükte hafif, pahada ağır eşyalar yüklerler ve çerçiyi köyden uğurlarlar. Çerçi, köyden keyifli bir şekilde ayrılır. Yolda türkü söyleye söyleye giderken arkadaşını bir ağacın altında oturmuş onu beklerken görür. Yanına gelir, selam verir, eşeğin yükünü ağacın altına boşaltır: —Görüyor musun nasıl kandırdım onları? Hem ölmekten kurtuldum hem de mal mülk sahibi oldum. Bu dünyada ne ahmak insanlar varmış. Dün akşam bir de sen bana ahmaksın diyordun. Adam, yerinden kalkıp yola koyulurken: —Başkasının ahmaklığıyla eğlenme! Sen kendi ahmaklığına yan, diyerek yola koyulur. Adam tepeye ulaşmıştır ki, ellerinde silahla beş altı kişi çerçinin etrafını sarıp mallarını alarak giderler. Çerçi, Adamın arkasından bağırmaya başlar: —Hey arkadaş! Hey İhtiyar! Adam tepenin arkasına geçtiğinde çerçi hala bağırır. Adam, acı acı güldü: —En büyük ahmaklık, insanın kendi ahmaklığının farkında olmayıp başkasını ahmak sanmasıdır, der.
Çerçi
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
TİLKİ, KATIR VE KURT Bir varmış bir yokmuş. Bir tilki, bir katır, bir de kurt varmış. Bunlar birbirlerini çok sevdikleri için birbirlerine kardeş diye seslenirlermiş. Tilki bir sohbet esnasında arkadaşlarına: -Ne kadar kemik varsa tümünü sakladım. Siz acıktığınızda ben mağaraya getiririm demiş. Kurt: -Ne zaman gözlerim kızarsa o zaman size bir kurt getiririm, demiş. Bu sırada da katır da çayın kenarında otlamaktadır. O kadar çok yemiş ki yemekten yusyuvarlak bir hale gelmiş. Tilki kurda demiş ki: -Bir fikrim var. Bizim katır çok fazla yiyor. Aklı fikri yemekte, o dereden gelirken biz de karşı tarafta bir kayanın arkasına saklanalım. O geldiğinde birden önüne çıkıp onu korkutalım. Bunlar konuşurken katır bu sözleri duymuş ve gelip mağaraya saklanmış. Kurtla tilki hala kayanın arkasında bekliyorlarmış. Bakmışlar ki olacak gibi değil en iyisi mağaraya geri dönelim, demişler. -Sen hangi taraftan geldin? -Karşı tarafta ot bitmişti. Ben de öbür tarafa geçtim. Oradan geldim demiş. Tilki kurda: -Sen kaç yaşındasın? Diye sormuş. Kurt: -Kore savaşının olduğu yıl doğdum demiş. Tilki ağlamaya başlamış. Kurt: -Küçük kardeş sen niye ağlıyorsun? -Kore Savaşı’ndan bahsettin de benim bir oğlum o savaşta öldü demiş. Tilki, katıra: -Sen kaç yaşındasın? Demiş. Katır: -Dedem Mekke’den Medine’ye giderken kaç yaşında olduğumu not etmiş. Ve bunu bir atın nalına yazmış. Kurt tilkiye: -Sen bizim küçüğümüzsün. Atın nalına sen bak Tilki gidip bakmış ve: -Benim gözlerim görmüyor. Kurt kardeş sen git bak demiş. Kurt gidip nala bakmış. At da bir tekme atmış ve naldaki çivi kurdun alnına çakılmış. Kurdun gözlerine yavaş yavaş kan inmeye başlamış. Kurt: -Küçük kardeş, niye gülüyorsun? Diye sormuş. Tilki: -İlk defa gözlerin kızardı. Herhalde sen gidip bize koyun getireceksin, demiş.
Tilki Katır ve Kurt
Hakkari
Doğu Anadolu Bölgesi
TİLKİNİN ARKADAŞLIĞI Bir gün tilkiyle ayı arkadaş olmuşlar. Tilki demiş: —Ayı kardeş ben sana bir horoz getirirsem sen bana bir ay bakar mısın? —Tamam, demiş. Ayı her gün ormandan bir şeyler alıp geliyor. Hani tilkiye bir ay bakacak ya, bir gün tilkiye diyor: —Hani sen horoz getirecektin? Tilki geziyor geziyor bakıyor bir kümes ama kapalı, bir şey almadan dönüyor. Ayı soruyor, tilki de: —Kümes kapalıydı bir şey alamadım, diyor. Bunlar yola düşüyorlar. Gidiyorlar gidiyorlar bir derenin kenarında oturup dinleniyorlar. Tilki birden ayının üzerine atlıyor. Bunu tutup sıkıyor. Maksadı ayıyı yemek ama bakıyor ki bir şey olmuyor, diyor: —Ya ayı kardeş ben şaka ettim vallah. -Böyle şaka mı olur, ben altıma ettim. Derken tilki yine bu saf ayıyı kandırıyor. Yine yola devam ediyorlar. Karşılarına bir ağaç çıkıyor. Tilki: —Ayı kardeş bu ağaca çıksana ama çıkarken yaş dalları inerken kuru dalları tutacaksın. —Tamam, demiş. Ayı dediğini yapmış, kuru dalları tutup inerken dallar kırılmış. Ayı ağacın altına serilmiş. Tilki hemen gelip bunu kafasından yemeye başlamış. Ayı da demiş ki: —Yok tilki kardeş bu çıkardığımı yesene. Tilki de demiş: —Ne varsa bu kuru kafanda var. Orda ne var?
Tilkinin Arkadaşlığı
Hakkari
Doğu Anadolu Bölgesi
KÜLDEN EŞEK Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir köyde bir tane kız varmış. Kızın yedi tane oğlan kardeşi varmış. Kızın oğlan kardeşlerinden haberi yokmuş. Kız on yedi yaşına gelince köyde arkadaşları kardeşin yok diye onunla dalga geçmeye başlamışlar. Bir gün kız ağlayarak annesine gelmiş. Annesi kızının ağlamasına dayanamamış ve her şeyi anlatmaya karar vermiş. Demiş ki: — Bak kızım! Senin yedi tane oğlan kardeşin var. Onlar uzak bir dağda kulübede yaşıyorlar. Kız bunları duyunca: — Kardeşlerimin yanına gideceğim, diye annesine yalvarmaya başlamış. Annesi: — Kardeşlerinin yanına gidebilirsin, ama yolda eşeğe sakın çüş deme. Eğer dersen eşek bozulacaktır, demiş.  Bu eşek külden eşekmiş. Kız da eşeğe binmiş, gitmeye koyulmuş. Giderken bir tane mavi boncuk görmüş ve eşeğe: — Çüş, demiş ve eşek yok olmuş.  Eve dönmüş. Annesinden bir tane daha külden eşek yapmasını istemiş. Annesi bir daha yapmış: — Ama bir hakkın kaldı, demiş.  Kız tekrar yola koyulmuş. Tıngır mıngır giderken bu sefer bir tane bilezik görmüş. “Çüş” deyince eşek tekrar yok olmuş. Yine kız ağlayarak eve dönmüş. Bu sefer annesi iyice tembihlemiş kıza: — Sakın çüş deme, demiş. Bir daha külden eşek yapan annesi onu eşeğe bindirip yollamış. Bu sefer hiç çüş demeden kardeşlerinin evine varmış. Avluyu açarak eve girmiş: — Bak bu evin haline, her yer dağınık, demiş.  Evi temizlemeye başlamış. Her yeri temizlemiş. Akşama bin bir çeşit yemek yapmış. Abilerine sofra hazırlamış. Bu arada kapı gıcırdamış. Hemen kız dolaba saklanmış. Eve gelen kardeşleri ne görsünler? Her yer toplanmış, sofra kurulmuş, bin bir çeşit yemek yapılmış. Oğlan kardeşler şaşırmış ve aralarında söylenmeye başlamışlar: — Bunları kim yaptı? diyerek evde biri var mı diye aramaya başlamışlar. Ararken en küçük kardeş, kız kardeşini saklandığı yerde bulmuş ve kardeşlerine haber vermiş. Sonra kız kardeşe sormuşlar: — Sen kimsin? İn misin cin misin? Kız: — Ben ne inim ne de cinim. Ben sizin kız kardeşinizim, demiş. Tabii ki oğlanların kız kardeşlerinden haberi olmadığından inanmamışlar. Kız, annesinin yazmasını gösterince erkek kardeşleri kıza inanmışlar ve çok sevinmişler. Kız kardeşine — Artık sen de bizimle yaşayabilirsin, demişler ve onu evde bırakıp dağa oduna gitmişler.  Kız kardeş avluyu temizlerken bir tane üzüm tanesi bulmuş. Evin köpeğini çağırmış: — Pındili! diyerek. Köpek de gelmeyince üzüm tanesini ağzına atmış. Pındili gelince kıza: — Beni neden çağırdın? diye sormuş. Kız da: — Bir tane üzüm tanesi bulmuştum. Çağırdım gelmedin. Ben de ağzıma atıverdim, demiş. Kıza sinirlenen Pındili evin bacasına çıkarak, bacanın içine işemiş ve yanan ateşi söndürmüş. Ateş sönünce kız düşünmeye başlamış. Çünkü akşama yemek yapması gerekiyormuş. Ateş olmayınca yemekleri yapamayacakmış. Kız dışarıya çıkarak ateş aramaya başlamış. Dağ tepe yürüdükten sonra incecik bir duman görmüş. O dumanın olduğu yere varmış. Avlunun içine girmiş. Bir tane fırın varmış. Fırının içinde cadı karısı ve üç gelini varmış. Cadı karısının bir dudağı yeri bir dudağı göğü süpürüyormuş. Kıza sormuşlar:  —Senin burada ne işin var? Şimdi kaynanamız gelirse seni yer, demişler. Kız da: — Ne olursunuz bana ateş verin. Kardeşlerime yemek yapacağım, demiş. Gelinler kıza ateşi vermişler, yollamışlar. Cadı karısı kalkmış, gelinlerinin yanına gelmiş ve gelir gelmez: — Eti güzel koktu, demiş. Gelinler cadı karısına: — Avcunu yala, demişler. Sonra avluya çıkmış ve kızın şalından düşen ipi bulmuş. Yola koyulup kızın evini bulmuş. Kapıyı tıklatmış. Abilerinin tembihi aklına gelmiş kız kapıyı açmamış. Cadı karısı: — Ben senin teyzenim, aç kapıyı, demiş. Kız da açmamış. Cadı karısı da kapının zembereğinden: — Elini uzat, yüzük vereceğim, demiş. Kız da parmağını uzatmış. Cadı karısı da parmağını ısırıvermiş. Kız zehirlenmiş, kapının arkasında bayılmış. Cadı karısı gitmiş, kardeşleri gelmiş. Kapıyı çalmışlar, açan olmamış. Telaşa kapılmışlar. Kapıyı açamamışlar. Bacaya gitmişler, bacada duman çok olduğundan inememişler. En küçük kardeşi “yandım” dedikçe: — İpi sallayın, dermiş.  Sonunda aşağıya inmiş. Kapıyı kardeşlerine açmış. Kızı soğan kokutarak uyandırmışlar. Kıza: — Bunu sana kim yaptı, diye sormuşlar. Kız kardeş de: — Bana bunu cadı karısı yaptı, demiş.  Bunlar da yedi kardeş toplanmışlar, cadı karısına gitmişler. Cadı karısına sormuşlar: —  Kırk katır mı istersin, kırk satır mı istersin? demişler. O da: — Kırk tane katır isterim, demiş.  Cadı karısını tutmuşlar, kırk tane katıra bağlamışlar. Katırların kuyruklarına da birer tane diken kıstırmışlar. Katırlar da taşlara, kayalara çarpa çarpa cadı karısını öldürmüşler. Oğlanlar evlerine dönmüş. Yedi tane kız bulup evlenmişler. Bir tanede damat bulup kız kardeşini onunla evlendirmişler. Annelerini yanlarına getirip mutlu mesut yaşamışlar.
Külden Eşek
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
Vakti zamanında bir padişah varmış. Bu padişah ahalisine çok iyi, halden anlayan, merhametli bir adammış. Ahali de onu sever, sözünden çıkmaz, şehirde hiçbir olay çıkarmazlarmış. Hem kendi tebaasından hem de ülke komşularından barış içinde geçinip giderlermiş. Dünya bu, hiçbir zaman baş ağrısız gitmez. Bizim padişahın da bir derdi varmış. Şimdi siz dersiniz ki padişahın da derdi mi olur? Hiç dertsiz baş mı olur? Bizim padişah da iki gözünden âmâ imiş. İnsanın gözleri görmezse padişah olsa neye yarar. Dünya senin olmuş, ışığı olmamış ne yapacaksın? Ne kadar Lokman Hekim varsa memlekette padişahlarının derdine derman olamamışlar. Padişah da onu çok seven ahalisi de buna çok üzülüyorlarmış. Günlerden bir gün hacca giden bir kafileyle beraber bir derviş gelmiş o memlekete. Derviş o memleketin tebaasından bir eve misafir olmuş. Sohbet ederken söz dönüp dolaşıp padişahın gözlerine gelmiş. Kafilede olan derviş: — Bu kadar misafirperver olan bu memleketinizin çok sevdikleri padişahına bir iyiliğimiz olsun, onun gözünü Allah’ın izniyle iyi ederiz inşallah, demiş. Bunu duyan ahali çok sevinmiş. Hemen dervişi alıp padişahın huzuruna çıkarmışlar. Derviş, padişahın gözüne bakmış: —Padişahım derdinizin dermanı kolay, demiş. Bunu duyan padişah çok memnun olmuş. Derviş: —Denizdeki bir balık sizin derdinin dermanıdır padişahım, demiş. Padişah: —Buysa çok kolay, hemen adam gönderip bir balık getireyim demiş. Derviş: —Padişahım bu balık öbür balıklara benzemez. Bu beyaz bir balıktır. Beyazlığı kardan beyazdır. Gözleri Aynızeliha’nın gözleri gibi güzeldir. Sözün özü bu çok güzel bir balıktır. Bu balığı tutup bir havanda dövüp merhem yapacaksınız. Yaptığınız bu merhemle bir parça alıp gözlerinize sürün, gözleriniz hemen açılacaktır der. Padişah —Ne dilersen dile benden derviş, demiş. Bir de bakmışlar ki derviş bir parça ekmek olup kaybolmuş. Padişah, bu adamın derviş olmayıp Hızır Aleyhisselam olduğunu anlamış, vezirlerine: —Şehzademi çağırın demiş. Padişah oğluna: —Oğlum, denizde hiçbir balığa benzemeyen bir balık varmış. Bu balığı tutup havanda döver, bundan yapılan merhemden gözlerime sürersem derhal görecekmişim. Fermanımdır bu balığı tutsunlar, tutanlara hediyeler vereceğimi ahalime tellallar duyursun. Bunu duyan şehzade: —Başım gözüm üstüne baba, hemen gidiyorum, demiş. Şehzade memleketin dört bir tarafına tellallar göndermiş. Dervişin söylediğini herkese söylemişler. Haberi alan ahali çok sevinmiş. Padişahlarının gözü açılacak diye bayram yapmışlar. Hem padişahlarının gözü açılacak diye hem de balığı tutana bahşiş verilecek diye herkes işe koyulmuş. Denizleri efın tefın* etmişler. Gece gündüz denizden çıkmamışlar, ama bir türlü aradıkları balığı tutamamışlar. Bu duruma çok üzülmüşler. Çok sevdikleri padişahlarının gözleri açılmayacak diye oturup ağıt yakmışlar. Bunu duyan padişah: —Allah büyüktür. Allah’ın dediği olur. Allah bize Hızır Aleyhisselamı yolladığı gibi balığı da gönderir elbet, demiş. Herkes tam umudunu kesmişken, bir sabah ihtiyar bir balıkçı, “bismillah” deyip ehlinin rızkını kazanmak için ağını deryaya atıp bir süre sonra çekmiş. Bir de ne görsün, tuttuğu balıkların arasında peynir gibi beyaz bir balık görmüş. Bu balık öyle güzel bir balıkmış ki güzelliği ihtiyar balıkçının aklını başından almış. Balıkçı hemen gidip şehzadeyi bulup müjdeyi vermiş. Şehzade balığı görünce gözleri büllıh büllıh* açılmış. Ağzı açıkta kalmış şörıgı*akmış. Nasıl akmasın ki balığın bir rengi var ayın on beşi gibi parıl parıl parlıyor. Gözleri aynı güneş gibi. Şehzade, balığın bulunduğuna sevinsin mi üzülsün mü bilememiş. Bu güzel hayvanı nasıl havanda döveceğim diye kara kara düşünmeye başlamış. Sonunda kararını vermiş. “ Babam bu yaşına kadar görmedi de ne oldu, bu saatten sonra görse ne olacak, görmese ne olacak. Yazık değil mi bu güzel hayvana!” deyip götürmüş balığı denize bırakmış. Balık suya bırakılınca sevinerek başını sudan çıkarıp şehzadeye gülmüş, sonrada denizin serin sularına atlayıp gözden kaybolmuş. Padişah, oğlu balığı getirecek diye sabırsızlıkla bekliyorken oğlunun eli boş döndüğünü duyunca gazaba gelip: — Demek balık benden kıymetli haa, bundan sonra görsem ne olacakmış haa! Defol karşımdan, senin gibi evlâdım yok artık deyip huzurundan bunu sürmüş. Buna çok üzülen şehzade, yanına bir hizmetli, biraz de altın alıp saraydan ayrılmış, gurbet ellerine düşmüş. Bir müddet yol almış, dağları tepeleri aşmışlar. Böyle Edene*gibi sulak bir yere gelmişler. Bir soluk oturup dinlenmişler. Şehzade dinlenirken hizmetli de sofrayı sermiş, yemeği hazırlamış. Şehzade sofraya oturmuş, âdeti olduğu üzere hizmetliyi de sofraya çağırmış: —Sen de gel, demiş. Hizmetli de dünden hazırmış gibi hemen sofraya çökmüş. Şehzade içinden kızmış “Bir buyurunun üç eyvallahı vardır, böyle hizmetli mi olur!” demiş kendi kendine. Şehzade böyle herkese buyur eder ama kimsenin de sofraya oturmasını istemezmiş. Hizmetlisi bir türlü bunu anlayamamış, sonunda hizmetlisinin haftalığını verip onu işten çıkarmış. Yola yalnız başına revan olmuş. Geçtiği köylerde, şehirlerde kendi kendine bir hizmetli de arıyormuş, ama gönlüne göre bir tane bulamamış. Böyle bir köyden çıkıp bir sigara içimi kadar gitmişti ki arkasından biri kaça kaça gelmiş: —Duydum ki kendi kendine bir hizmetçi arıyormuşsun ben yanında çalışmak isterim, demiş. Şehzade adama bakmış böyle Kız Mıço* gibi uzun boylu, yakışıklı bir adam. Çalışkan, efendi birine benziyor. Dili de şeker gibi tatlı biri. Hizmetli olarak almış yanına. “Senin adın ne?” demiş şehzade. Adam “Adım Ağbalık (beyaz balık) ağam” demiş.   Meğerse Ağbalık şehzadenin babasının gözleri için yakaladıkları, sonrada kıyamayıp denize bıraktığı sihirli balıkmış. Şehzadenin kendisine yaptığı iyiliği unutmamış, kendisinin yüzünden saraydan sürüldüğünü anlayınca soluğu şehzadenin yanında almış. Ama kendi kendisini de şehzadeye tanıtmamış haa! Beraber yola revan olmuşlar. Gide gide bir hana varmışlar. Ağbalık hemen şehzadesine sofrayı hazırlayıp buyur etmiş. Şehzade, Ağbalık’a “Sende gel!” demiş. Ağbalık “Sen ye canına şifa olsun!” demiş. Şehzade içinden “İşte tam aradığım hizmetli!” demiş. Yemeklerini yedikten sonra şehzade yatağına uzanıp yatmış. Ağbalık yatmamış. Gece kırıldıktan sonra Ağbalık sesler duymağa başlamış. Meğerse bu han cinlerin sarayı imiş. Buraya gelen garipleri sevmiyorlarmış. Gece gelip öldürüyorlarmış. Ağbalık takadan* sokağa bakmış, bir de ne görsün, böyle koca bir meydan cinlerle perilerle dolmuş. Ağbalık hemen okunu yayını alıp okunun ucuna bir parça çapıt sarmış, çapıdı gazyağına batırıp yakmış. Cinlerin olduğu meydana doğru atmış okunu. Cinler ateşi görünce erenk perenk*olmuşlar. Ok gidip cinlerin başı olan büyük cine isabet etmiş. Cin o dakika ölmüş, kara bir bez parçası olmuş. Neyse ağama söyleyeyim, sabah olmuş şehzade uykusundan uyanmış, gece olanlardan habersiz toplanıp yola koyulmuşlar.   Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, arkalarına dönüp bakmışlar bir arpa boyu yol gitmişler. Vara vara büyük bir şehre varmışlar. Bakmışlar ki millet bir yere toplanmış, tellallar bağırıyor “Güveyi olmak isteyen var mı? Güveyi olmak isteyen var mı?” diye. Şehzade ile Ağbalık birbirlerine bakmışlar, “Bu ne la, bunlar güveyleri böyle mi seçiyorlar? Bu ne garip bir âdettir? Ağbalık, hemen kalabalıktaki adamlardan birinin omzundan tutup “Kardeş bu tellal ne diyor?” diye sormuş. Adam “Siz garipsiniz herhalde?” demiş. Ağ balık “He” demiş. Adam “Bizim vezirin çok hoş, çok güzel bir kızı var. Aya güne doğma, ben doğarım diyen bir güzel. Evlilik çağı gelmiş geçiyor. Kaç keredir evleniyor, güveyiler sabaha çıkmıyorlar. Bütün güveyler ölüyor. Onun için bekârlar da korkuyor evlenmeye” demiş. Ağbalık meseleyi anlayınca hemen tellala “Biz güveyi olmak istiyoruz” demiş. Şehzade şaşırmış, daha bir şey demesine fırsat vermeden kollarına girip bunları doğru vezirin sarayına aparmışlar*. Şehzadeyi hamama koyup yurlar, yıkarlar; giydirip kuşatırlar, yatsı namazından sonra nikâhını kıyıp gerdeğe koymuşlar. Bunlar gerdeğe girmiş. Ağbalık hemen okunu yayını alıp kapının önünde nöbet tutmuş. Gece kırılıp gelin güveyi uykuya dalınca Ağbalık kapının anahtar deliğinden içeri bakmış. Meramı, güveylerin ölümüne sebep olan şeyin ne olduğunu öğrenmekmiş. Ağbalık daha böyle içeriyi izlerken birden bir bakar ki gelin hanımın ağzından kara bir yılan çıkıyor. İşi hemen anlamış. “Demek güveyileri bu yılan öldürüyormuş” deyip hemen yayına bir ok yerleştirip fırlatmış. Yılan daha şehzadeye ulaşmadan ölmüş. Hemen parmaklarının üzerine basa basa içeri girip yılanın ölüsünü alıp çıkarken, yılanlın kuyruğu şehzadenin burnuna değmiş. Şehzade gözlerini açıp Ağbalığı başucunda görünce —Neydi o burnuma değen soğuk şey, demiş. Ağbalık —Bir şey yok şehzadem pısık* içeri girmişti, onu çıkardım, demiş. Şehzade tekrar uykuya dalmış. Ağbalık tekrar içeriyi gözlemeye başlamış. Bir ara Ağbalık da uykuya dalar gibi olmuş ama sanki kırk kişi onu dürtmüş. Bir de bakmış ki bir yılan daha gelinin ağzından çıkmış neredeyse şehzadeyi sokacak. Yayına ok yerleştirecek zaman yokmuş. Belinden bıçağını çekip fırlatmış. Bıçak yılanın başını gövdesinden ayırmış. Hemen içeri süzülüp yılanın leşini yavaşça tutup çekmiş. Eksiklik olacak ya, yine yılanın kuyruğu şehzadenin burnuna değmiş, yine uykudan kalkmış. Şehzade Ağbalık’ı görüp “Ne oldu yine!” demiş. Ağbalık da “ Ağam burası eski bir saray, sıçanlar pısıkler dolaşıyor. Sen rahatına bak, ben onları çıkarırım odadan” demiş. Neyse sakızı uzatmayalım, sabah olmuş, memlekette ne kadar insan varsa vezirin sarayının önüne toplanmışlar, “Acaba ne oldu?” diye merak ediyorlarmış. Bir taraftan da cenaze hazırlığı yapılıyormuş. Sarayın takasında şehzadeyi görünce çok şaşırmışlar, bir taraftan de seviniyorlarmış. Neyse ağama söyleyeyim bunlar gelini de alıp tekrar yola revan olmuşlar. Epeyce gittikten sonra Fırat gibi bir suyun başına gelmişler. “Oturup bir soluk dinlenelim” demişler. Ağbalıx şehzadeye dönüp: —Ağam şimdiye kadar ses çıkarmadım, bakıyorum senin de umurunda değil. Böyle olmaz, bu gelin ikimizin hakkı demiş. Şehzade önce şaşırmış, sonra kızmış: —Sen ne diyorsun. Bu benim nâmehremimdir. Densiz densiz konuşma demiş. Ağbalık “Ben anlamam. Bu ikimizindir” deyip gelinin beline sarılmış. Şehzade daha yerinden kalkmadan Ağbalık gelini tuttuğu gibi baş aşağı edip un çuvalı gibi silkelemeye başlamış. Gelin korkusundan ne yapacağını şaşırmış, haho çağırmak* için ağzını açınca ağzından bir yığın yılan yavrusu dökülmüş. Gelin de şehzade de olup bitenlere çok şaşırmışlar. Ağbalık: —Ağam kusura bakma, bunu gelin gafilken yapmam lazımdı diye böyle yaptım. Gerdek gecesi beni odanızda gördüğün vakit gelin bacımın ağzından çıkan yılanları görüp öldürmüştüm. Ahali “gerdek gecesi bütün güveyiler ölüyor” deyince şüphelenmiştim, onun için gece odanızı gözledim, yılanları görüp öldürdüm. Bunların yavrusu da vardır gelin bacımızın karnında diye düşündüm. Yoksa avradında gözüm yoktur. Dünya ahiret anam bacımdır. Sen benim hayatımı kurtarmıştın, ben sana nasıl hainlik yaparım deyip kendi kendisini şehzadeye tanıtmış. Şehzade kalkıp Ağbalık’ı kucaklamış “Bundan sonra sen benim dünya ahiret kardeşimsin” demiş. Ağbalık: — Haydi şehzadem baban seni bekliyor memleketinize gidin demiş. Şahzede: —Ben artık oraya dönemem. Babamın gözleri görmüyorken nasıl dönerim, demiş. Ağbalık: — O kolay şehzadem. Kapatın gözlerinizi, demiş. Gözlerini kapatmışlar. Açın demiş, açmışlar. Kendilerini deniz kenarında bulmuşlar. Ağbalık: —Şehzadem benim işim buraya kadar. Al bu balık pullarını babanın gözüne sür. İnşallah açılacaktır. Hakkını helal et deyip kendisini denize atmış. Suya düşünce tekrar beyaz bir balık olmuş. Şehzade avradıyla beraber babasının sarayına gelip balık pulunu “bismillah” diyerek babasını gözüne sürmüş. O dakika babasının gözleri görür olmuş. Padişah gelinine oğluna sarılmış, şehzade başından geçenleri bir bir babasına anlatmış. Böylece baba oğluna yeniden kavuşmuş.   Yemişler içmişler muratlarına ermişler. Allah da sizin de muradınızı etsin. Biz bu masalı niye anlattık şimdi? İnsan ne yaparsa bir gün yoluna çıkar. İyilik yapan iyilik bulur. Kötülük yapan da kötülük bulur. Yapılan iyilik ne vakit başın dara düşse Hızır Aleyhisselam gibi yetişip elinden tutar. Hızır dedikleri insanın iyiliğidir. Ne vakit sıkıntıya düşersen yaptığın iyiliği Allah önüne çıkarır. Büyüklerimiz Allah’ın bu yardımına Hızır demiş. Peygamberimiz Aleyhisselam “Yarım hurmadan da olsa iyilik yapın” demiş. Onun için yine büyüklerimiz “ İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir” demişler. Siz siz olun iyilikten yüz çevirmeyin…   * efın tefın: Altını üstüne getirmek. * büllıh Büllıh: Pörtlemek, gözleri yuvalarından oynamak. * şörıg:Salya. *edene: Şanlıurfa’da büyük bir pınarı olan ve içinden dere geçen bir köy. * kız mıço: İnce sesli ve kibar konuşan. * taka:Pencere. * erenk peren: Bölük pörçük. * aparmak: Götürmek. * pısık: Kedi. [10] Haho çağırmak: İmdat eylemek
Ağbalık
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Yaşadığı yörede yollar üzerine hanlar ve çeşmeler yapmakla meşhur bir bey varmış. Bu bey bazen tebdil-i kıyafetle yaptırdığı hanlara gider, insanları ziyaret edermiş. Bir gün yine bir handa insanları izlerken içeriye nurani yüzlü yaşlı biri girer. Giyimi, güzel konuşması ve tavırları beyi etkiler ve bey onu sarayına davet eder. Sarayda yaşlı misafirin dikkatini beyin asık suratı çeker. Beye “Sizin meyveniz yok mu beyim?” der. Bey hüzünlenir çünkü misafiri çocuğu olup olmadığını sormaktadır. Bey de hangi hekime gitse bir çare bulamadığını anlatır. Bunun üzerine misafiri Bey’e: -Konağının bulunduğu ulu dağın arkasında bir pınar vardır. O pınara gidip su içecek, yıkanıp geleceksiniz. Fakat pınara varana kadar eşinle beraber olmayacaksın. Bunu yaparsan Mevla sana bir çocuk verir inşallah, der. Bey, eşiyle yola çıkıp dağları aşar. Yolculuk umulandan uzun sürer, pınar bir türlü görünmez. Yola çıktıklarından beri günler geçmesine rağmen bir türlü pınara ulaşamazlar. Bir gün bey ve eşi, dinlenmek için çekildikleri bir mağarada şeytan burunlarına üfler ve beraber olurlar. Olan olmuştur artık, belayı çağırmak kolay göndermek zordur ama beyin bundan haberi yoktur. Ertesi gün kısa bir yürüyüşten sonra pınara varırlar. Pınardan su içip yıkanırlar, dönüş yolculuğu gidişe göre çok kısa sürer. Eve dönüp eşinin hamile olduğunu anlayınca beyin keyfi yerine gelir. Aradan dokuz ay geçer ama bir türlü doğum gerçekleşmez. Doğumu gerçekleştiremeyen ebeler tek tek kellesinden olurken şehirde bir tek ebe kalır. Onun de rüyasına handa beyle sohbet eden adam girer ve ona: -Yarın doğum yaptırmak için askerler seni almaya gelecek. Gebe kadının bacakları arasına bir kova süt koy ve kasıklarına bastır, der. Sabah asker sesiyle uyanan kadın, doğum yaptırmak üzere saraya götürülür. Eğer doğumu yaptıramazsa o da diğer ebeler gibi kellesinden olacaktır. Aklına adamın söyledikleri gelir. Kovayı getirir getirmez kadın doğum yapar. Ama doğurduğu bebek değil kara bir yılandır. Bey şaşırmış şaşırmasına ama yılan da olsa evlat evlattır, diyerek onu odaya hapseder. Doğumu yaptıran hemşirenin de olayı kimseye anlatmasın diye kellesini vurdurur. Yılan günden güne serpilir, yaşı gelince babasına beni evlendir diye haber gönderir. Babası şehirde yaşayan hangi kızı yanına gönderse yılan onu sokup öldürür. Şehirde neredeyse kız kalmaz, kızı olanlar da aynı akıbetten kızlarını korumak için başka diyarlara göç etmeye başlar. Doğumu yaptıran kadının da genç bir kızı vardır. Annesinin ölümünden sonra babası evlenmiş, üvey annesi onu inim inim inletmekteymiş. Beyin oğluna gelin arandığını duyunca kızı onlara teslim etmeye karar verir. Kız ölmeden son kez anamı göreyim diye askerlerden izin isteyip annesinin mezarının gider. Nurani yüzlü adam burada kızın karşısına çıkıp: - Kızım, git konu komşudan kırk kat elbise bul, üst üste giyin. O yılan sana elbiseni çıkar, dediğinde nazlan ki önce o çıkarsın. Onun üzerinde kırık kat elbise vardır. Önce o çıkaracağı için elbisesi senden önce bitecektir, der. Kız komşulardan, akrabalardan kırk kat elbise bulup askerlerin kolları arasında saraya varır. Yılan kıza elbiseni çıkar, deyince o da önce sen çıkar ki ben çıkarayım der. İnatlaşmalar, kavgalar neticesinde yılan kırk kat elbisesini çıkarınca altından yakışıklı, genç bir delikanlı çıkar. Haberi alan bey yaptıklarına pişman olur.
[Yılan Doğuran Kadın]
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bi varmış bi yohmuş. Alla’an gulu çohmuş. Köyün bi ağası varmış. Bu ağa Rabbım’a dimiş ki: — Ey Alla’am! Horozun, tavuun, köpeen sözünü noolur ben de işitiyim, dimiş. Allah da dimiş ki: — Onları duymah sana yaramaz, gel isteme, dimiş. Adam, — Yoh, ille duyacaam da duyacaam, diye istemiş Allah’tan. Neyse Allah emretmiş. Adam, kedinin, horozun, köpeen dilini gendiliine öörenmiş. Zabah galhmış, balhona çıhmış. Adam balhonda oturakene adamın garısı sufra altını çırpmış. Horoz hemen gopmuş, tıp tıp tıp ekmek gırıntılarını toplamış. Kediynen köpek: — Biz ne yiyecek? Hep sen topluyon bunları ya, dimiş. O zamanaça horuz dimiş ki: — Siz durun, bugün ağanın inee ölecek. Onun kemiklerini sen yin, etini de kedi gardeş sen yin, doyarsıız, dimiş. (Anaaa!) Herif bunları duymuş. Bahmış ki: — Benim ineem ölecek, iyisi mi, ben gidiyim bu inek ölmeden bunu satayım, dimiş. Herif hemen götürmüş inee satmış. Ertesi gün olmuş. Gine herif balhonda oturahana sufra altını çırpmışlar. Kediynen köpek gine horuza: — Sen napıyon arhadaş? Gine hep sen yiyon bize kalmıyo. Biz aç galdıh, dimişler. Horuz dimiş ki: — Siz durun. Bugün ağanın öküzü ölecek. Onu kesecekler siz çoh yiyeceeniz, dimiş. Bunu da duymuş herif, götürmüş öküzü de satmış. Gine ertesi gün balhona çıhmış, oturmuş herif. Sufra altını yine çırpmışlar. Gine horuz gopmuş, tık tık tık toplamış. Köpek aç galmış. Dimiş ki: — Arhadaş bu böyle olmaz. Hep sen yiyon, ben aç galıyom, dimiş. — Bugün ağanın atı ölecek, gapıya atacahlar. Sen çoh yiyecen, tıha basa doyacan, dimiş. Neyse herif bunu da duyuyo, galhıyo atı da satıyo. Atı, öküzü, inee hep satıyo herif. Herif maasus,* irtesi gün gine çıhıyo oturuyor balhona. Gine sufra altını döküyolar. Horuz, tıh tıh tıh gine topluyo galanı gideni. Kediynen köpek aç: — Arhadaş, yeter gayrı. Her gün her gün sen yiyon. Biz gine aç galdıh, diyolar. Horuz diyo ki: — Sen dur köpek gardeş, sabret! Boon* ağa ölecek, et kesecekler, yimek virecekler, gapıya dökecekler. Hepiciini* siz yiyeceeniz. Siz de öyleliine* doyacaanız, diyo. — Vaah, diyo herif. Demek boon sıra bana geldi, diyo. Adam ölecaanı duyunca korhuynan çatlayıp ölüyo. Dutuyollar et kesiyollar, yimek pişiriyollar, öteyi beriyi hep gapıya yığıyollar. Köpek de doyuyo, kedi de doyuyo. Cenab-ı Allah diyo ki: — Ben sana dimedim mi? Sen onları işitme, işitme ki bu sana yaramaz. (Yaramadı da bah. Adam gayleynen* evini, malını mülkünü hep sattı. Sonunda gendi de çatlayıp öldü. Yani neyimiş, Alla’an işine takdirine garışılmaz imiş. Bu masal da burda bitmiiş. Allah adamın yardımcısı olsun.)   * maasus: Gerçek gibi söylenen yalan ya da yapılan eylem. * boon: Bugün * hepicii: Hepsi * öyleliinen: Öylece, böylece * gayle: 1. Rıza, razı, 2. Sıkıntı, gam, keder.
Lüzumsuz Ağa
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
VEFALI KIZ Bi gız varmış. Bu gızın da bi üvey anası varmış. Üvey ana öyle bu gıza eziyet edermiş. Gız bu eziyetlerden bıhmış: — Alla’am sen gurtar beni, demiş. Birden bi fırtına çıhmış, gızı almıış bi daan başına goymuş. Gız bi o yannı bahmıış, bi bu yannı bahmış bi de ne görsün? İncili bi çadır. Gız çadıra dooru varmış. İçine girmiş, bahsa ki çadırın içinde bi beyoolu yatıyo. Beyoolunun başucunda balmumu ayakucunda da yağmumu yanıyomuş. Ortada bir sofra kuruluymuş. Gız önce sofradaki yemeklerden bi parça yemiş, soona varmış beyoolunu öpmüş. Soona da karyolanın altına sahlanmış. Beyoolu uyanınca yemeenin yendiini görmüş, hemen dadısını çaarmış: — Benim yemeemi kim yedi? dimiş. Ordakiler de, — Valla biz yemedik, diye yemin etmişler. — Siz yemediyseniz kim yedi? Buraya is gelmez, cis gelmez. Yılan karnını sürmez, dimiş. Neyse gız yemekleri iki üç gün böyle yemeye devam itmiş. Gayri beyoolu dayanamamış: — Gidin şu garşı daadan gar getirin, başucuma asın. O damladıhça ben uyanırım, böyleliine bu işi kimin yaptığını anlarız, dimiş. Adamları daadan garı getirmişler. Oolanın başucuna asmışlar. Gar damladıhça beyoolu uyanırmış. Gız gene karyolanın altından çıhmış. Tam beyoolunu öpeceeken oolan uyanmış. Gızın bileenden dutmuş: — İs misin, cis misin? dimiş. Gız da, — Ne isim, ne de cisim. Seni beni yaratan bi Alla’an guluyum, dimiş. Başından geçenleri bir bir oolana anlatmış. Bunlar arhadaş olmuşlar yalınız beyoolu memleketinde nişanlıyımış. Buraya tebdil-i havaya* gelmiş. Bi kaç gün soona, babasından ooluna bi telgraf gelmiş. Telgrafta babası dimiş ki: — Ooul, gel gayri.* Düün hazırlıhlarını bitirdik. Sen geli gelmez de düüne başlayacaz. Seni bekliyoz, dimiş.  Oolan ohuyunca çoh üzülmüş. Gızı bırahsa gözü arhada galacak. Çünkü kızı hem sevmiş hem de ona acımış. Gitmese olmaz çünkü atasının sözüne karşı gelemezmiş. Beyoolu ertesi zabah erkende gahmış. Bahçede gülünen nergis toplamış. Soona bundan bi demet yapmış. Usuulca* gızın başucuna gomuş, yanındakilerle yola çıhmış. Gız uyanınca bi de bahmış ki ne beyoolu vaar, ne de dadılar var. Yalınız başucunda bir gülünen nergis demeti var. Gız hemen mani yahmış: — Uyudum nittim Ben sana yittim Gülünen nergis Yârimi nittin* Bu maniyi söyleye söyleye, aalaya aalaya yollara düşmüş. Gız gideken bi çoban görmüş. Çobana dimiş ki: — Şoo ilerde görünen incili çadır ve içindekilerin hepisi senin ossun. Yalınız şu elbiseni bana ver, dimiş. Çoban razı olmuş. Gız gıyafetlerini değiştirmiş, kel oolan gılıına girip yola devam etmiş. Yolda ırastladığı yolculara, — Burda bir kervan geçti mi, gördünüz mü? diye sormuş. Onlar da, — Biraz ilerde gidiyodu. Gıvrak gidersen ırastlarsın, dimişler. Gız da goşa goşa gitmiş. Sonunda onlara yetişmiş. Beyoolu bu kel oolanı görünce, — Abdal,* yolda ne gördün? dimiş. Gız da dimiş ki: — Ay gördüm, gün gürdüm, yıldız okudum İncili çadır gurulu gördüm Al gömlek dürülü gördüm Altın şamdan yanar gördüm Gümüş şamdan döner gördüm İçinde bir gız, ay der ağlar gördüm dimiş. Beyoolu, — Niçin bu gızı ay der ağlar gördün? diye sorunca, gız maniyi tekrar itmiş: — Uyudum nittim Ben bana yittim Gülünen nergis Yârimi nittin Beyoolu bu manileri duyunca, — Aah abdalım, vaah abdalım! Hâlimden bilen abdalım, diye diye durmadan gıza bu manileri tekrar ittiriyomuş. [Abdalın sevdii gız olduunu bilmiyo ya.] Böyle böylee memleketlerine varmışlar. Düün başlamış. Beyoolu, abdalını hiç yanından ayırmıyomuş. Anasıylan babası, abdalı yanında taşımaması için naadar* zorlasalar da mümkünatı yoh, oolan onları dinlemiyomuş. Gırh gün gırh gece düün yapmışlar. Düğünün gırhıncı günü bu kel oolan gılıına giren gız, giyinmiş guşanmış has bahçeye gitmiş. Gendini saçından aaca asmış. Beyoolu tam gelinin odasına gideken, aklına abdal gelmiş. Hemen o yana bahmış bu yana bahmış ama onu bulamamış. Bir de bahmış ki has bahçenin gapısı açık. Hemen goşmuş oraya. Bahsa ki bi dene gız gendini asmış. Yanına varsa ki sevdii gız. Gızın ipek gibi saçları daalmış, gül yüzü solmuş. Beyoolu’nun dünyası başına yıhılmış, yazı gışa dönmüş. Aacın tepesinde de iki guş duruyomuş. Bu iki guş gendi aralarında konuşuyomuş: — Bu kız daaa ölmemiş, baygın. Eğer bizim ganadımızda dökülen tüyleri alıp yahsalar, kıza koklatsalar gız ayılır, diyolarmış. Beyoğlu az çoh guş dilinden anlarımış. Bu sözleri işitince sevingecinden havalara uçmuş. Hemen guşların tüylerini yahmış, gızın burnuna tütütmüş. Gız ayılmış. Gızın boynuna sarılmış, — Niçin benim sevgilim olduğunu bildirmedin? Gendini de beni de çoh üzdün, dimiş. Gızı elinden duttuu gibi anasının yanına götürmüş: — İşte benim abdalım bu. Biz birbirimizi çoh seviyoz. Bana alacağın kız dünya ahret kardeşim olsun, dimiş. Bunun üzerine gelini evine yollamışlar. Sonra da gırh gün gırh gece bunlara düün yapmışlar. Yimişler içmişler muratlarına geçmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tahtına.   * tebdil-i hava: Hava değişikliği * gayrı / gayri: Artık, bundan sonra * usulca: Yavaşça * nittin: (Sen) Ne yaptın * abdal: 1. Çingene, 2. Avâre, 3. Bir Türkmen aşiretin adı, 4. Dilenci kılıklı, üstü başı perişan kimse, 5. Tasavvufta manevi üst bir rütbe * naadar: Ne kadar
Vefalı Kız
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
BEY BÖYREK Evvel zaman içinde, galbur saman içinde. Develer tellaliken pireler berberiken ben annemin beşiğini tıngıır mıngır sallariken bi avrat, bi de herifi varmış. Bunların çoçuhları olmazmış. Bunlar, — Gidip Allah’ı bulacaaz, Allah’tan çoçuh isteyecez, diye garar vermişler. Allah, ne verdiyse hazırlamışlar. Yumurta haşlamışlaar, ondan bundan goymuşlar, yola düşmüşler. Gitmişleer gitmişleer, az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. İki gün iki gece yol gitmişler. Bu gadınla adam acıhmış. Gocası dimiş ki: — Hanım, bişeyler hazırla da şurda yiyelim. Git git nereye gadar? dimiş. Garısı azıhlarını* açmış. Allah ne verdiyse hazırlamış. Adam dimiş ki garısına: — Hanım, bi bah baalım. Gelen giden var mı? Varısa, Allah rızası için o da otursun bizimle yisin, dimiş. Gadın: — Tamam bey, dimiş gitmiş bahmış. Geri gelmiş dimiş ki: — Bey, taaa nerelerden bi adam geliyo ya, anca biz yimeemizi mimeemizi yirik, o onda soona gelir, dimiş. Bunlar oturmuşlar, yumurtanın birini soymuşlar. İkincisini soyakene adam çıhmış gelmiş, başlarına dikilmiş. Adam garısına dimiş ki: — Hanım, hani taa uzahta diyodun? Nası geldi bu adam buraya? — Ne bilim bey, dimiş gadın. [İşte bu gelen de Hızırmış amma bunlar bilememişler.] Adam bunlara dimiş ki: — Sizin derdiniz ney? Nereye gidiyonuz, ne istiyonuz? Onlar da dimişler: — Bizim çocuumuz olmuyo, atımız da itimiz de gunnamıyo.* Böyle böylee biz Alla’a gidiyoh. Çocuh isteyecek, dimişler. Hızır dimiş ki: — Size üç tane elma virecaam. Bunun bi tanesini eve gidince hanımın yisin, birini atına vir, birini de itin yisin. Allah size bi oolan verecek. Atınızın da bi beygiri olacah. İtiniz de gunnayacah. Oolunuzla atınıza ben varana gadar da isim vurmayın.* Ben gendim vuracaam, dimiş. Bunlar eve varmışlar. Hızır’ın didii gibi elmanın birini gadın, birini at, birini de gapıdaa it yimiş. Aradan zaman geçmiş, gadın hamile galmış. At da it de gunnamış. Dokuz ay soona bunların bi oolu olmuş. Amma buna isim goymamışlar. [Hızır öyle söylemiş ya.] Herkez buna, adsız oolan diye hitap ediyomuş. İşte adsız oolan geldi, adsız oolan gitti, diyolarmış. Birgün zabah vaatı gapıları çalmış. Gapıyı açmışlar, bahsalar ki o bekledikleri adam. [Hızır yani] Hemen içeri buyretmişler. Adam dimiş ki: — Atınızın adı Bengiboz, itinizin adı Alaminik, oolunuzun adı Bağ Böğrek olsun, dimiş. — Aman dur ha, otur ha! Yimek yi, dimişler. — Yoh, gidiyom dimiş adam, gitmiş. Aradan aylar, yıllar geçmiş. Oolan yedi yaşına deemiş. Bağ Böğrek’in bi de bacısı olmuş. Adam dışarılara çalışmaya gitmiş. Adam çalışmaya gittii zaman gadın da başkasına dadanmış.* Orda bi gavur varmış. Gadın bu gavura dadanmış. Oolana gıza, işe güce bahmaz olmuş. Oolan eve gelirmiş, baharmış ki ev bark her taraf palapusul.* Ne iş güç yapılmış, ne de yimek. — Anne, bu ne hâl? dirmiş oolan. Anası da, — İşte şöyle oldu da, böyle oldu da, diye geçiştirirmiş. Neyse oolan anasına hesap sorduuna öbür adam huzursuz olmuş: — Bu oolan bize dirlik vermeyecek. En iyisi biz bunu öldürek, dimiş gadına. — Manyah mısın sen? Ben bunu ne hallerle buldum, dimiş gadın. — Ya bu oolanı öldürürsün ya da biz seninle bir araya gelemek, dimiş adam. — Nöörecek,* nası edicek? dimiş gadın. — Bunun yemeene zehir gatalım, dimiş adam. Bu arada Bağ Böyrek büyümüş, on dört on beş yaşına deemiş. Çoh güzel, civan gibi bi delikanli olmuş. Oolanı da Ak Gavak diye bi gızla nişanlamışlar. Bir gün oolan okuldan eve gelince annesi başlamış: — Aaman oolum! Gel otur şöyle. Ben sana yimek yaptıım, çay yaptıım. Gel otur da yi, dimiş. — Tamam ana, sen burda dur da, ben bi Begniboz’un yanına varıyım. Yemini veriyim de geliyim, dimiş. Begnibozun yanına varmış. Tabii at yimaa zehir gonduunu bilmiş. Hemen Bağ Böyrek’e dimiş ki: — Hıh hıh Bağ Böyrek Durmuyo ganıyo yürek Anan yimaani zehirledi Yidirse öldürse gerek, dimiş. — Sen ne diyon Bengiboz? Gurban oluyum, dimiş. — Ne dimesi var mı, Böyree’im? İnanmazsan ananın yimeeni önce Alabötçü’nün önüne at, soona gendin yi, dimiş. — Öyle mi? — Öyle. Soona oolan, yimeği önce Alabötçü’ye deel de Alaminik’e atmış. Yavrularının aç galmasını istememiş. Köpek yir yimez olduğu yere gıvrılmış.* Soona oolan gitmiş, selenin altından ekmek çekmiş, onu yimiş. Anası hemen, — Aman oolum nereye gidiyon? Yimeeni yi, çayını iç, dimiş. — Yoh annem, ben gidiyom dimiiş.o Oolan evden gitmiş. Neyse adam eve gelmiş: — Noldu? dimiş gadına. — Böyle böyle oldu, dimiş gadın da. — Tamaam. Ööleyse asbaplarını* zehirleyelim, dimiş. Anası asbapları zehirlemiş. Oolan eve gelmiş. Anası gene başlamış: — Aman oolum! Gurban oluyum üstünü deeş. Bah gözel gözel yıhadım, şunları giy, dimiş. Oolan, — Ana, ben önce Bengiboz’un yanına varıyım. Yimeeni veriyim. Onda soona gelir, banyo yapar, üstümü deeşirim, dimiş. Gene Bengiboz başlamış: — Hıh hıh Bağ Böyrek Durmuyo ganıyo yürek Anan asbabını zehirledi Giydirse öldürse gerek, dimiş. — Aman ne diyon Bengiboz? Gurban oluyum, dimiş oolan. — Gurban olması var mı, böyle böyle. Anan seni zehirleyecek. İnanmazsan o asbapları, önce orta diree giydir. Soona gendin giy, dimiş. Bağ Böyrek, asbapları orta diree giydirmiş. Evin ortasında da bi direk varmış. Orta direk asbapları giyişin çatır çatır yanmış. Soona gene bu oolan, selenin* altında bi ekmek çekmiiş, çıhmış gitmiş evden. Neyse adam eve gelmiş: — Noldu? dimiş gadına. — Böyle böyle oldu, dimiş gadın da. — Böyle olacah gibi deel, iyisi mi aaşam bu atı öldürek. [At haber viriyo, yanına gidiyo ya.] Başga kim söölicek bunları oolana, dimiş adam. At bu gonuşulanları da duymuş. Oolan yine ohuldan eve gelmiş. Atının yanına varmış. Atı dimiş ki: — Bağ Böyrek, bizim hâlımız hâl deel. Anan seni de beni de öldürecek, dimiş. — Nöriim, gurban oluyum sana, dimiş oolan. — Benim ayahlarıma altından nal yaptır. Sırtıma iki haabe dolusu ekmeenen su doldur, vur sırtıma. Allah nereye gösderirse oraya gideriz. Tamam mı? dimiş at. — Tamam da nişanlım noolacah? dimiş. — Allah büyük bi gareline gomuştur,* dimiş. Öyle diyişin,* — Tamam, dimiş oolan. Bunlar yola düşmüşler. Gitmişleer gitmişler bahmışlar ki gidecek gibi deel. Binee bine, atın her tarafı yara olmuş. At perişaan. Neyse az daa gitmişler, bi çayıra varmışlar. At dimiş ki: — Bağ Böyrek gayri beni buraya baala. Sırtımdan da iki tane gıl çek. Sen bu gılı ne zaman biribirine sürersen, dünya dünyada olsa ben gelir seni bulurum, dimiş. — Tamam, dimiş oolan. Atı oraya bırahmış, gendi yalın ayah* yollara düşmüş. Gidee gide gavur memleketine gelmiş. Gavurlar, memleketlerine gelen Türkleri dutup, zindana atarlarmış. Bi tane gezen Türk youumuş orda. Bağ Böyrek’i görmüşler, Türk olduunu bilmişler. Bunu dutup golunda zindana atmışlar. Bu, zindanda tam yedi yıl geçirmiş. Bağ Böğrek’in babasının gözleri kör olmuş. Annesinin dizlerine ingi inmiş.* Bacısı öyle ortada mecnun olmuş. Zindanda yatanları da arada bi baaçaya,* hava aldırmaya çıhartırlarmış. Bi gün Böğrek, baaçaya çıhtıında kervan gelmiş. Baaçanın yanına gonmuş. Kervan başına, — Durun hele durun, nereye gidiyonuz, kimin nesisiniz? dimiş. Kervan da abdalların kervanıymış: — Bağ Böyrek diye bi yiit varıdı. Nişanlısı Ak Gavak’ı kel vezire vermişler. Adam da çoh zenginimiş. Biz onun düününü çalmaya gidiyok, dimişler. Adamın birine yalvarmış: — Gulun gurbanın oluyum, sana bi kese altın veriyim de elbisenle sazını bana vir, dimiş. Adam gabul itmiş. Bağ Böyrek’in baaçaya çıhtıı bi gün, gavur padişaanın gızı bunu görmüş. Oolana aşşıh olmuş. Çok güzelmiş Bağ Böyrek. Bi bahan bi daa baharmış: — Bağ Böyrek ben seni çoh seviyom. Nolur benimle evlen, dimiş. Oolan da, — Senle ancah beni burdan çıhartırsan evlenirim, durum böyle böyle diye başından geçenleri anlatmış. Nişanlımı aldıhtan soona sana söz veriyom, seni de gelir alırım, dimiş. Gız gabul itmiş. Neyse aaşam olmuş, bu gız saçının beliini* birbirine ulayıp* zindana sallamış: — Bağ Böyrek saçımdan dut da seni çıharayım, dimiş. Bağ Böyrek’i zindandan çıhartmış. Bağ Böyrek hemen atının verdii iki gılı birbirine sürtmüş. At, üstündeki eyeriynen gopup gelmiş. Yedi yıldır atın eyeri üstünde durduu için atın beli yara olmuş. Böyrek atına binince at duttuu gibi oolanı yere çalmış: — Alla’an zalimi. Yedi yıl oldu beni goyuralı.* Eyerimi galdır da şu yarama bah, dimiş. Gavur padişaanın gızı da, Bay Böyre’e mendil işleyip vermişmiş. Hemen oolan o mendili atının ganayan yerine bastırmış. Neysem oolanla atı, saz çala çala memleketine geliyollarmış. Gelee gele, çeşmenin başına gelmişler. Oolanın bacısı da çeşmede su dolduruyomuş. Yanında da Bengiboz’un kardeşiynen köpekleri Alabötçü varımış. Bağ Böyrek’i görünce kohusundan tanımışlar. Alabötçü paçasının arasından geçiyomuş. Ordan oraya, ordan oraya gidiyomuş. At da kişneyip duruyomuş. Gız köpee daş atmış. Daş atınca Bağ Böyrek, — Bacım ne istiyon köpekten de daş atıyon? dimiş. — Vay gardaşıım! Gardaşımın nişanlısını iller alıyo, bu da burda cirit atıyo,* seviniyo. Nasıl gızmam? dimiş. Ööle diyince, Bağ Böyrek sazı eline almış, başlamış. Dimişkine: — Atma bacım atma, köpee taşı Gan ahıtır oldu gözümün yaşı Atınan it kadar da mı yoosun Bengiboz da Gamertay’ın kardaşı, dimiş. — Aman, gurban oluyum. Ne diyon sen? dimiş. Bunlar sarmaş dolaş olmuşlar. Hemen Ak Gavak’ı sormuş Bağ Böyrek: — Düün başladı, aaşama da gınası yahılacah, dimiş bacısı. — Benin o düüne gitmem lazım, dimiş. — Aman Aabey, sen ne diyon? Heç erkek gider de gızın arasında saz çalar mı? dimiş. O sırada da bi tane kel gız geçiyomuş ordan. Hemen gopmuş oolan, — Durala dur! Sana şu hadar para. Şu yüssüü eline al. Ak Gavak’ın avcuna gısdır, dimiş. Ben gapıda bekliycem, o yüssüü görünce benim ölmediimi anlar, dimiş. Gız gabul itmiş. Bunlar yola çıhmışlaar, düün evine varmışlar. Gızın gınası yahılacaamış. Kel gız, gıza dooru yahlaşmaya başlamış. Ak Gavak da elinde zehirinen bekliyomuş. Kel gızı görenler, — Kel gız buraya gelmesin, diye çıırışmışlar amma kel gız galabalıın içinde Ak Gavak’ın yanına varmış. Yüssüü gıza eletmiş.* Gız yüssüü görüşün, — Bunun saabı nirde? dimiş. Bağ Böyrek’de gapıda bahıyomuş. O zamanaça hemen sazı çalmaya başlamış: — Gelin mi oldun iki gözüm durnası, soldu mu ellerinin gınası? dimiş. Öyle diyince, gız bunu sesinde bilmiş. Gız hemen Bağ Böyrek’e goşmuş. Bunlar Bengiboz’a binmişler. Eve varmışlar. Durum böyle böyle diye Bağ Böörek olanı biteni anasına, bacısına, gıza anlatmış. Anası yaptıhlarından çoh pişmanmış. Oolu gittikten soona gavur padişaandan ayrılmış. Annesinin ağlamaktan gözleri kör olmuş. Böyrek anasını affetmiş ve gözlerini açmak için ayak değmemiş yere gidip toprak getirmiş. Annesinin ağlamaktan kör olan gözleri açılmış. Bağ Böyrek, Ak Gavak gızına gırh gün gırh gece düün yapmış. Kel vezir de almış gendini kümese gapatmış. Kel veziri de kümesten çıhartmış. Ona da bacısını virmiş. Bağ Böyrek gitmiş, gavur gızını da almış getirmiş. Yalınız bizim Türkler gavurlarla evlenmezmiş o zaman. Gavur gızına, — Müslüman ol, seninle evleneyim, dimiş. Gız gabul itmemiş. Anasına dadanan gavur padişaa gelmiş gıza talip olmuş. Gız da şipsevdiyimiş. Padişaa göönü kaymış* hemen. Oolan da buraya bi daha gelmemeleri şartıyla gızı ona virmiş. Herkes muradına irmiş…   * azıh / azık: Yolculuk için hazırlanan yemek, erzak * gunlamak / gunnamak: 1. Kedi, köpek vb. hayvanları doğurmak, 2. Mec. Piç doğurmak * isim vurmak: Ad vermek * dadanmak: 1. Sürekli aynı şeyi yapmak, 2. Bir kişinin kötülüğü için sürekli uğraşmak * palapusul: Çok dağınık ve özentisiz hâl * nööreceek: Ne yapacağız * olduğu yere gıvrılmak: Bulunduğu yerde ölmek, bulunduğu yere uzanıp yatmak * asbap: Elbise, kıyafet * sele: 1. Kulpsuz, yayvan, çamaşır sepeti, 2. Ekmek sepeti, 3. Kaşık konan küçük sepet * gareline goymak: İşleri, sıkıntıları yoluna ya da düzene koymak * öyle diyişin: Öyle dediği zaman * yalın ayah: Çıplak ayak * ingi inmek: Bir çeşit felç olma durumu * baaça: Bahçe * belik: Saç örgüsü * ulamak: Birleştirmek * goyurmak: 1. Serbest bırakmak, 2. İzin vermek * cirit atmak: Serbestçe gezip dolaşmak * eletmek: İletmek, göndermek, götürmek * göönü kaymak: Sevmek, birine gönül vermek
Bey Böyrek
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Evel zaman içinde kalbur saman içinde, bir kişi varmış. Bu kişinin de üç oğlu varmış. Adam ihtiyarladıktan sonra oğlunun birisini çağırmış. İlk önce malları paylaştırmış yani, malları ne varsa, malları paylaştırmış. Şimdi, adamın çalışma durumu galmayınca oğlanın birisini çağırmış en büyük olanı. Demiş ki: ̶  Oğlum benim bir şeyim yok, kudretim kalmadı. Bana bakın. Oğlu: ̶  Hayır, olmaz demiş. Çekmiş gitmiş. O, ortancı oğlunu çağırıyo. Diyo ki: ̶  Oğlum ben bu duruma düştüm, çalışamaz hale geldim, bana bakın, demiş. Oğlu: ̶  Olmaz, demiş. Ben bakamam sana, demiş. Ufak oğlanı çağırıyo. Aynı şekilde o da ben sana bakamam abim gil baksınlar filan diyo. O da basıp gidiyo. Şimdi, adamcık ne yapsın? Bu durumda ne yapacak, adam bi plan düşünüyo. Diyo ki ben bunlara bi plan yapayım. Şindi birisine bir gürlen hazırlıyo. Gürlen, yani en eveli zamanda altın ve yahut da para gonup gömü yapılan bir gürlen buluyo. Bir de boynuz buluyo. Yani geçi boynuzu ve yahut da öküz boynuzu buluyo içine koyuyor. İçine de yazıyor. Şindi, oğlanı çağırıyor, büyük oğlana diyor ki: ̶  Ben zamanında çalıştığımda size vermediğim bi küp, bi gürlen altın var, öbür ki gardaşların duymasın. Onu sen, bene bakarsan, onu sen al, diyo. Ortanca oğlunu çağırıyo: ̶  Oğlum ben size bölüştürdüğüm mallardan bi gürlen altın yaptıydım size onu vermedim. Ben ölünce onu sen al diyo. O da aynı şekilde iki eline sarılıyo. Böle alttan geliyo. Napsın adam? Güççük oğlanı çağırıyo: ̶  Ona da aynı şekilde bi gürlen altın, tabi üş beş kilo, altı kilo, yedi kilo var, diyo. O da iki ele sarılıyo. Buna bakıyorlar. Hemen babası vefat ediyo bir gün. Tabi büyük oğlan geliyo. O altını tarif ettiği yere, ortanca oğlan geliyo, küçük oğlan geliyo. Hepsi de orda. ̶ Yav sen niye geldin? ̶  E babam bana böle böle, dedi. Öbür kişi de: ̶  E babam bene de söyledi. Öbür kişi de söylüyor: ̶  Lan bana da söyledi. Allah Allah nedir bu hikmet ya? Hemen bakıyorlar, gazıyorlar. Hakkaten bir gürlen çıkarıyorlar, alıyollar ellerine, sokuyorlar ellerine bi dene boynuz, içinde de bi tane kâğıt. “Ölmeden eveli mal bağışlayanın bu guyunun bilmem neresine gitsin” yazıyormuş. Çocuklar o an hatalarını anlamış ve pişman olmuşlar. İşte bu kadar.
İhtiyar Adam ile Üç Oğlu
Muğla
Ege Bölgesi
  [PADİŞAHIN ÜÇ OĞLU]   Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın günü çokmuş. Çok söylemesi, çok günahmış. Bir memleketin padişahının üç oğlu varmış. Bu üç kardeş bir gün cami yaptırmaya karar vermişler. Padişahın oğulları bir olup camiyi yaptırmışlar. Cami muhteşem olmuş. Görenlerin gözü kamaşırmış. Cemaat camide birikmiş. Cemaat namaza durunca bir ses gelmiş: — İyi cami, has cami de bir şeyi noksan caminin. Küçük oğlan namazı kılıp seğirtmiş*. Bakmış, kimse yok ortada. Ses var, sesin sahibi yok. Bir gün böyle, beş gün böyle. Bir gün, küçük oğlan: — Biz bu yola baş koyduk, camiyi en güzel şekilde yaptık. Bu adamı yakalayayım, neyi noksanmış ona sorayım, demiş. Küçük oğlan, bir direğin ardına sinmiş. Cemaat namaza durunca adam yine gelip de: — İyi cami, has cami de bir şeyi noksan cami, deyince küçük oğlan arkadan sarılmış, adamı yakalamış. Sormuş: — Neyi eksikmiş bu caminin? — Bak, sen tamamlayamazsın onu, demiş adam. Küçük oğlan da demiş ki: — Sen söyle. Biz üç kardeşiz. Bu yola başımızı koyduk. Yaparız neyse? Bu cevabın üzerine adam eksiği söylemiş: — Minarede bülbülü noksan, demiş ve devam etmiş: — Falan yerde, bir dev ile kırk tane kız var. Dünya güzeli de orada, kızlar onun başını bekliyorlar. Oraya git, bülbülü bulursun. Küçük oğlan olanları ağabeylerine söylemiş. Onlar da kabul etmişler. Sonra hazırlıklarını yapıp yola çıkmışlar. Yola çıkmışlar, birlikte az gitmiş, uz gitmişler. Üç yolun ayrımına gelmişler. Büyük oğlan gideceği yolu seçmiş. Ortanca oğlan da bir yol seçmiş. Küçüğün Allah’a özü doğru ya, öbür yoldan da o gitmiş. Küçük oğlan gitmiş, gitmiş, gitmiş. Bir süre sonra susamış, hem de: — Şuralarda bir su olsa da abdest alıp namazımı kılsam, demiş. O zamana kadar yani bu aklından geçer geçmez ufak tefek bir adam peyda olmuş orada. — Oğlum gürzümü al yere vur, su kaynayacak, çıkacak, demiş. Gürzü vermiş oğlana. Oğlan gürzü kaldırıp yere vurunca gerçekten de su kaynamış. Su içmişler, abdest alıp namaz kılmışlar. Sonra da ekmek, yemek yemişler. Adam, oğlana gideceği yeri tarif etmiş: — Bak, sana göstereyim. Gideceğin yer şu ılgım sılgım** göl ile dağın başında. Ama bak, sana diyeyim, bülbül çırpınırsa dev uyanır. Eğer dev uyanırsa seni de yer, onları da yer, kuşu da yer. Adam oğlanın yolunu da kısaltmış, bir at vermiş altına ve sonra oradan gitmiş. Oğlan da atına binmiş, yola düşmüş. Devin olduğu yere varmış ki, bülbül kapıda dikiliyor. Güzel güzel ötmekte. Oğlan anlamış aradığının bu bülbül olduğunu. Atı ırmağın kıyısına bağlamış. Bülbülü tutmak için seğirtmiş, bülbül geriye sıçramış. Bir daha seğirtmiş, bülbül yine geriye sıçramış. Üçüncü sıçrayışında bülbülü yakalamış. Getirip bunu atın terkisine bağlamış. Sonra içeriye girmiş. Ufak tefek adam bülbül çırpınırsa devin uyanacağını söylemişti, ama Allah’ın hikmeti işte, dev uyanmamış o zaman. Bu arada kızlar da uyanmamış. Hepsi uyuyorlarmış. Oğlan, dünya güzelini bulmuş. Onu sevmiş, öpmüş, ısırmış. Ama kız bu yapılanları hiç duymamış. Bir süre sonra oğlan çıkıp gitmiş. Biraz sonra da dünya güzeli uyanmış. — Burada insanoğlu kokuyor. Herhâlde bir insanoğlu gelmiş buraya. Pencereden dışarı bakmış ki ırmağın kıyısında bir at ile bir adam var. Hazırlık yapmışlar, yola çıkacaklar. Dünya güzeli: —Ey insanoğlu! Sen buraya nasıl geldin? Canına nasıl kıydın da geldin, demiş. Oğlan: — Geldim işte. Bülbülü almam lazımdı. Geldim seni de gördüm. Gel, buradan birlikte gidelim, demiş. Dünya güzeli gitmek istememiş: — Yok, ben gidemem. Sana güvenemem. İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Oğlan: — Gel, gidelim. Bak, yanına geldim ama sana bir şey yapmadım. Uyandırmaya çalıştım. İnanmazsan gövdene bak, deyince, kız gövdesine bakmış ki her tarafı diş izi. Oğlanın güvenilir olduğunu anlamış, dünya güzeli. —Tamam, demiş. Kız “Tamam” deyince, oğlan geri gelmiş, devi bulmuş, ana kılıç ile bir kez vurmuş. Dev ölmüş. Kaç kız varsa kurtarmış. Dünya güzelini   yanına alıp yola düşmüş. Oğlan ile dünya güzeli bir hana gelmiş. Oğlan bakmış ki kardeşlerinden biri hancı, biri de kahveci. Görünce: — Siz benim kardeşlerimsiniz. Tanımadınız mı?  Onlar da: — Bizim kardeşimiz mardeşimiz yok! Sen nereden bizim kardeşimiz oluyorsun. Tanımışlar aslında ama utandıklarından tanışlık vermiyorlarmış. Küçük oğlan, ağabeylerine: — Gelin, gidelim. Biz bu canı bu uğura koymadık mı? Siz benim kardeşlerimsiniz, demiş. Zor güç ikna etmiş, ağabeylerini. Beraber yola çıkmışlar. Gelmişler, gelmişler, bakmışlar ki bir ip yumağı yuvalanmış yola. İpi sara sara bir tepenin başına çıkmışlar. Tepede bir kuyu varmış. Kuyuda da bir dünya güzeli. Bunun başını da bir dev bekliyormuş. Büyük kardeş demiş ki: — Beni sallayın, aşağı ineyim. Devi öldüreyim, onu kurtarayım. Onu ipe bağlayıp aşağı sallamışlar. Biraz inince: — Yandım, yandım, diye bağırmış, çağırmış. Hemen onu yukarı çekmişler. Dayanamamış zorluğa. Ondan sonra ortanca kardeş: — Beni sallayın, aşağı ineyim. Devi öldüreyim, dünya güzelini kurtarayım, demiş. Biraz aşağı inince büyüğü gibi o da bağırıp çağırmış. Dayanamamış. Onu da yukarı çekmişler. Küçük oğlana sıra gelmiş: — Beni sallayın. Bakın, ben “Yandım!” falan derim. Ben dedikçe siz beni aşağıya indirin. Duymazdan gelin sesimi, demiş. Küçük oğlanı kuyudan aşağıya sallamışlar. “Yandım yandım!” diye bağırdıkça daha aşağıya bırakmışlar. Küçük oğlan aşağıya, mağaranın dibine inince devi bulmuş. Gürzü ile vurduğu gibi devi öldürmüş. Dünya güzeli ile yukarı çıkmışlar. Tam kızı yukarıdakilere vereceği sırada, kız demiş ki: — İnsanoğlu sen evvel çık. İnsanoğlu çiğ süt emmiş, seni buradan çıkartmazlar. Oğlan: — Yok, olur mu hiç? Onlar benim kardeşim. Beni çıkartmazlar mı hiç? Kardeşin kardeşe emniyeti olmaz mı? Dünya güzeli: — Sen benim ile inatlaşırsın, çıkmazsın zaten. Bari dediğimi yap, şu saçımdan saç al. Bu saçı, saça sürünce biri kara, biri beyaz, iki koç gelir. Kara koça binme! Karanlık dünyaya gidersin. Beyaz koça bin. Kızı yukarı çekmişler. Oğlan tam çıkacağı sırada onu, güp, diye bırakmışlar deliğe. Kıza da: —  İp kırıldı, yapılacak bir şey yok. Zaten düşünce ölmüştür, demişler. Oğlan bir durmuş, iki durmuş. Kızın dedikleri gelmiş aklına. Saçı saça sürmüş. İki koç gelmiş. Çare yok, koçlara güvenecekmiş. Beyaz koça bineyim derken, karaya binmiş. Koç, bunu götürüp kuşların içine atmış. Oğlan, kuşlara nasıl kurtulacağını sormuş. Kuşlar demiş ki: — Seni öbür dünyaya bir tek bizim padişahımız olan kuş çıkartır, başka kimse çıkartamaz. Kuşlar gidip padişahlarına söylemişler. Padişah: — İhtiyarladım. Hiç vaktim de yok ama onu çıkarayım. Yalnız yanına bol su, bol et alsın, demiş. Kuşların padişahı oğlanı almış, yukarı çıkartmış. Tam öbür dünyaya geçecekken kuş: “Gaaak gaaak gaaak!” ötmeye başlamış. Et istiyormuş. Oğlan hemen baldırından biraz et kesmiş, kuşun ağzına vermiş. Kuş, eti yemiş. Oğlanı getirip dünyaya bırakmış. Ama oğlan hemen saraya gitmemiş. —Kardeşlerim benim ardımdan kırk tane yalan uydurmuşlardır. ‘Biz gittik de o gelmedi. Sağda solda azap durdu***. Orada burada azaplık yaptı. Falan yerde şunu etmiş, bunu etmiş, deyip kandırmışlardır babamı, demiş kendi kendine ve gitmiş bir yerde azaplık yapmaya başlamış. Kimse tanımasın diye de kafasına bir kuzu karnı geçirmiş. Keloğlan olmuş. Bu arada öbür kardeşler, bülbülü ve kızları alıp saraya gelmişler. Padişah, dünya güzelinin düğününü yapacakmış. Düğün başlamış. Çalgılar çalınıyormuş. Ama dünya güzeli yaslı. — Bülbül şakımazsa evlenmem, demiş padişaha da. Bunun üzerine padişah, bülbülü kim şakıtırsa kızı ona vereceğini, halka duyurmuş. Bunu duyunca bütün bir memleket toplanmış. Hepsi bülbülü öttürüp kızı almayı istiyormuş. Keloğlan da gitmiş. Bülbül, keloğlanı görünce üç defa şakımış. Orada bulunanlar: — Bülbül beni gördü de öttü. Ben öttürdüm kuşu, demişler. Keloğlan da: — Asıl beni gördü, öttü, deyince, ortalık karışmış. —Seni görünce ne diye ötsün? Senin kel başına mı öttü, diye diye sopalamışlar bu keloğlanı. Keloğlan eve dönmüş. Ertesi gün sabah uyanmış, yanında azap durduğu adama: — Ağa, sen beni yalnız götür. Ben o bülbülü öttüreceğim. Ağa da: — Senin kel başına mı ötecek bre akılsız? Bir memleket birikiyor da ötmüyor, deyip, sabır çekmiş. Keloğlan da demiş ki: — Olsun! Kel başıma mel başıma… Sen beni yalnız götür, gerisine karışma. Oraya gitmişler. Bülbül keloğlanı görünce şakımaya başlamış. Kuş ötünce keloğlan kafasına geçirdiği karnı kaldırıp atmış. Padişah oğlunu tanımış. Kuşun tanıdığını görünce, öbür çocukların yalan söylediğini de anlamış. Oğlan da başlarından geçenleri anlatmış. Padişah: — Atları çekin, ikisini de gözüm görmesin, sürgün edildiniz! Onlar benim evladım değil, demiş. Ama küçük oğlan ağabeylerine acımış: — Yok, baba onları sürgün etme. Birini hancı yolla. Birini de kahveci yolla. Dünya güzeli oğlanın geldiğini duyunca, aman bağlar bahçeler, dünya şenelmiş. Kırk gün, kırk gece düğün olmuş. Yemiş, içmiş muratlarına geçmişler. Azap durmak: Bir köy zenginin yanında, az miktarda para karşılığında uşaklık yapmak. Azaplar evin tüm işleri ile uğraşırlar. *seğirtmek: Sıçrayarak yakın bir yere doğru koşmak **ılgım sılgım: Belirli belirsiz ***azap durmak: Çiftlik uşağı olarak çalışmak
Padişahın Üç Oğlu
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
  [ŞAH İSMAİL İLE GÜLLÜZAR]   Bir padişah varmış. Bu padişahın çocuğu olmuyormuş. Bir de veziri varmış yanında. Vezirinin de çocuğu olmuyormuş. Bir gün yolda bir bilgin adam, padişahın karşısına çıkmış. Ona bir elma vermiş: —Bunun yarısı sende kalsın, yarısını da vezirine ver. Karılarınız bunları yesin. Kabuklarını da atma; atına ver, demiş. Aradan biraz zaman geçmiş, atın çok muazzam bir tayı olmuş. Padişahın da bir oğlu olmuş, adını Şah İsmail koymuşlar. Vezirin de bir kızı olmuş. Şah İsmail’in babası tahsile, eğitime çok önem veren birisi imiş, oğlunu büyürken hiç dışarı çıkartmamış. Olur ya çarşıda, pazarda gördüğü adamlara meyleder de bu işi bırakır. Padişah olmak istemez, memleket ortada kalır, diye korkarmış. Neticede Şah İsmail’in tahsilini evde verdiriyormuş, babası. Çocuk doğmadan önce bilge adam, padişaha özellikle tembih etmişmiş: — Oğlanın yemeğine kemik koymayasınız! Padişah da adamlarına tembih etmiş. Çocuk ergen olana kadar yemeklerin içinde hiç kemik getirmemişler. Bu konuya dikkat etmişler. Bir gün yemeğin içinde kemik denk gelmiş. Hocası: — Yeter adam sen de, bu kadar kemik ayıklama olmaz. Ne olacaksa olsun artık. Buradan giderse gitsin, demiş. Yemeğin içindeki kemiği almamışlar. Öylece Şah İsmail’in önüne gitmiş yemek. Kemik, Şah İsmail’in kaşığına gelmiş. Kemiği atmış, ders gördüğü yerin camını kırmış. Cam kırılınca dışarıda adamların ve güneşin var olduğunu öğrenmiş. Dışarı çıkmak istemiş. Babası da bir oğlu olduğu için artık serbest bırakmak zorunda kalmış. Şah İsmail artık dışarıda serbestçe geziyormuş. Şah İsmail, bir gün ava gitmiş. Gittiği yerde daha önceden çadırlar kuruluymuş. Orada Güllüzar adındaki güzeli görmüş. Görür görmez bunlar birbirlerine âşık olmuşlar. Sözleşmişler. Bunlar birbirlerine âşık olunca kızın ailesi, Şah İsmail avlanırken çadırları söküp kızlarını kaçırmışlar. Güllüzar giderken, Şah İsmail’e, nereye gittiklerini haber verdiği bir mektup yazmış. Bir taşın altına bırakmış. Şah İsmail mektubu aramış, taşın altında bulmuş. Ondan sonra Güllüzar’ın peşine düşmüş. Güllüzar’a varmadan Arab-ı Zengi adında savaşçı bir kadın ile karşı karşıya gelmiş. Arab-ı Zengi, yedi yolun ortasında çadır kurmuş. Oradan gelip geçenler ile harp edermiş. Arab-ı Zengi’nin “Beni yenen kim olursa onunla evleneceğim, diye sözü varmış kendi kendine. Şah İsmail, Arab-ı Zengi ile çarpışmış ve onu yenmiş. Bunun üzerine Arab-ı Zengi, Şah İsmail ile evlenmek istemiş. Şah İsmail: — Benim sevdiğim var. Şimdi onu bulmaya gidiyorum, seninle evlenemem, demiş.  Arab-ı Zengi: — Olsun, benim aradığım senmişsin. Beni yenen ile evleneceğim. Ahdim vardı. Ben de senin ile geleceğim, demiş. Şah İsmail ile Arab-ı Zengi gide gide bir binaya varmışlar. Bu binanın girişi mirişi belli değilmiş. Güç bela bir yol bulup içeri girmişler. İçeride güzelce bir kız varmış. Bu kızın kardeşleri cenge gitmiş. O da rüyasında ikisinin şehit olduğunu görmüş, oturup ona ağlıyormuş. Şah İsmail: — Derdin, zorun ne? Sen niye ağlıyorsun, diye sormuş. Kız: — Niye ağlamayayım? Yedi tane kardeşim vardı. Bunlardan ikisi şehit oldu, öbürleri hâlâ çarpışıyorlar, zor durumdalar, demiş. Şah İsmail nerede olduklarını sorunca kız yerlerini söylemiş. Şah İsmail çıkıp gitmiş, savaş meydanına yaklaşmış. Oraya varmadan önce, “Gidince selamımı veririm. Kim daha evvel alırsa onlardan yana olurum” diye düşünmüş ve selam vermiş. Kızın kardeşleri selamı daha evvel almışlar. Şah İsmail bunun üzerine onlardan taraf olmuş, çarpışmaya başlamış. Düşmanların hepsinin hakkından gelmişler. Kovalamışlar düşmanı. Cenk bitince, Şah İsmail çıkıp gelmiş. Kızın kardeşleri de dönüp dolaşıp sonunda eve gelmişler. Cenge giderken evde sadece bacıları varken; geldiklerinde görmüşler ki Şah İsmail ile Arab-ı Zengi de var. Oturuyorlar. Kızın kardeşleri gelmiş, Şah İsmail bunlara meseleyi anlatmış. Bunun üzerine kardeşler: —Biz Allah’ın emri ile bacımızı sana vereceğiz. Öyle uygun gördük, demişler. Şah İsmail: — Yok, benden kimseye fayda olmaz. Ben daha evvelden beri Güllüzar’ı arıyorum. Oraya, Güllüzar’ın yanına gideceğim, demiş.  Kardeşler: — Olsun, eş olmazsa yoldaş olur. Sen bizim kardeşimizi yine de yanında götür, demişler. Şah İsmail razı gelmiş sonunda. O ve iki kız yola düşmüşler. En sonunda Güllüzar’ın bulunduğu memlekete varmışlar. Bunlar vardığı zaman o memlekette, davul, zurna çalınıyormuş. Güllüzar, belki Şah İsmail gelir diye, bugünü yarına atıyormuş. Bahaneleri tükenince elinden bir şey gelmemiş, o gün artık düğün oluyormuş. Şah İsmail ile iki kız, bir dul kadının evine misafir olmak istemişler. Kadın evvela: — Benim kimsem yok. Misafir ağırlayacak yerim de yok. Sizi eve alamam, demişse de parayı görünce bunları misafir etmiş: “Oo! Misafirim olun! Yerim de var yataklarım da, demiş.  Şah İsmail ile iki kız eve yerleştikten sonra, Şah İsmail: — Bu düğün nedir, diye sormuş kadına. Dul kadın: — Güllüzar adında bir kız var. Zorla nişanladılar. Düğün olmuyordu; o, günü güne atıyordu. Ama bugün artık düğünü ediyorlar. Şah İsmail: — Ben de onu arıyorum. Onun için diyar diyar gezdim yıllarca. Buna bir çare bulmamız lazım. Bunun üzerine kadın: — Onun kolayı var. Ben biraz kına alırım. Kınayı Güllüzar’a verme bahanesi ile oraya gider, onunla konuşurum, demiş. Uygun bulmuşlar. Sonra da kadın kınayı alıp düğün evine gitmiş. Kadın, kapıdaki nöbetçilere: — Güllüzar’a kına getirdim, deyip içeri girmiş. İçeride Güllüzar’a: — Şah İsmail şu anda benim misafirimdir. Şimdi evde, deyince Güllüzar düğünü bırakmış: — İmkânı yok, ben kimse ile evlenmem. Şah İsmail’e söz verdiydim, deyip kaçmış. Şah İsmail ile birbirlerine kavuşmuşlar. Ondan sonra, Şah İsmail ile üç kız, Şah İsmail’in memleketine gitmek için yola çıkmışlar. Biraz gittikten sonra, bir yerde mola vermişler. Molada Arab-ı Zengi nöbetçi kalmış, diğerleri uyumuş. Uyandıklarında bir de bakmışlar ki her yerde perişan adamlar. Peşlerine düşen adamlar, bunları molada yakalamışlar. Arab-ı Zengi de adamlarla çarpışmış, hepsinin hakkından gelmiş. Neyse, bunları saf dışı bıraktıktan sonra yola devam etmişler. Şah İsmail, babasına haber göndermiş: — Biz dört nüfus olarak geliyoruz. Babam evi düzene koysun, demiş. Bunlar, dört kişi eve varmışlar. Şah İsmail, padişahın tek oğluymuş. Ama padişah, kızları görünce onlara kötü niyet ile bakmış. Oğlunu bir oyun ile ortadan kaldırmayı düşünmüş. Oğluna, güreş teklif etmiş. Guya bir kaza süsü vererek öldürebilir mi?Baba oğul güreşmişler, güreşmişler. Şah İsmail her seferinde babasını yıkmış. Sonunda padişah, oğluna: — Sen her zaman beni yenersin. Ben senin babanım. Senin gücünü kuvvetini ne tutar, kim tutar, demiş. Şah İsmail de: — Yayımın kirişi var. Ancak o tutar kollarımı, demiş. Padişah, oğlunun ellerini, kollarını tutmuş: —  Deneyelim, bakalım, diyerek bağlamış. Şah İsmail, babasının yalanına kanmış. Eli kolu bağlanınca babasına: — Kollarım kopar; bu kiriş kopmaz, demiş. Öyle deyince, padişah artık ondan zarar gelmeyeceğini düşünmüş. Hikâye bu ya, Şah İsmail’in gözlerini kör ettirmiş, zalim adam. Sonra oğlanı bir çeşmenin başına bırakmışlar. Şah İsmail, gücü kuvveti kesilmiş, dururken oraya bir kuş gelmiş. Kuş diliyle: —  Keşke, Şah İsmail benim söylediklerimi anlasa. Körlüğünün şifası filanca ottadır, demiş. Şah İsmail, kuş dilinden anlarmış. Kuş gelip de söyleyince şifalı bitkileri tedarik etmiş, gözlerine sürmüş. Görmeye başlamış. Sonra çeşmenin başından ayrılmış. Memleketine dönmüş. Birisi: — Bir yerde bir adam var. Ona kendini okut. Babanın senin ile olan meselesini çözer, demiş. Şah İsmail gele gele gelmiş, o adama misafir olmuş. Kendi memleketinin yakınında bir yerde oturuyormuş adam. Şah İsmail, falan oldu, filan oldu anlattıktan sonra: — Benim başıma işler geldi. Ben evime gidemeyeceğim. Bu işi hallet, demiş. Adam: — Vallaha, ben sana bir şey yapamam. Yardım edemem şimdi. Bir oğlum var, asker oluyor. Padişahın birileriyle mücadelesi var. Oğlum oraya gidiyor. Şah İsmail: — Onun kolayı var. Oğlunun yerine ben gideyim savaşa, demiş. Adam kabul edince, orada hazırlığını görmüş. Gelmiş padişahın ordusuna katılmış. Savaş meydanında bir tarafta padişah ve askerleri, bir tarafta da o üç kız duruyormuş. Padişah, kızlara diş geçirememiş meğerse. Kendilerine göz koyunca kızlar da padişah ile savaşa tutuşmuşlar. Cenk başlamış. Şah İsmail kızlardan tarafa geçmiş. Kızlar kılıçlarıyla vuruşmaya başlamışlar. Arab-ı Zengi çok güçlüymüş ya, padişahı ele geçirmiş, ordusunu da dağıtmış. Şah İsmail, Güllüzar’ına kavuşmuş, muratlarına ermişler. Mutlu mesut yaşamışlar.
ŞAH İSMAİL İLE GÜLLÜZAR
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
TILSIMLI KAMÇI Bir varmış bir yokmuş bir ülkenin bir padişahı varmış. Çok varlıklı, variyetli bir adammış. Bu padişahın üç oğlu varmış. Padişah, üç oğlunu bir gün yanına çağırmış ve şöyle demiş: — Ben öldükten sonra her cuma gecesi, yani perşembe akşamı yatsıdan sonra, biriniz gelip kabrimde Kur'an okuyacaksınız. Bir müddet sonra padişah ölmüş. Aradan bir müddet zaman geçtikten sonra padişahın büyük oğlu: — Eyvah! Babamın vasiyetini unuttuk, der ve bir akşam yatsı namazından sonra elinde mum, koltuğunun altında Kur’an-ı Kerim babasının kabrine doğru yola çıkar. Kabristana geldiğinde bir fırtına çıkar ve mumun ışığını söndürür. Padişahın büyük oğlu: — Okumadan eve gitsem, yatsam, kimin haberi olacak, diyerek eve gider ve yatar. Diğer hafta sıra ortanca oğlandadır.  O da ağabeyi gibi yatsı namazından sonra elinde mum, koltuğunun altında Kur’an-ı Kerim, babasının kabrine doğru yola çıkar. Tam kabristana geldiğinde bir fırtına çıkar ve mumun ışığı söner. Ortanca oğlan da ağabeyi gibi: — Ben şimdi okumadan eve gitsem, yerime yatsam, kimin haberi olacak, der ve evine gelip yatar. Diğer hafta sıra padişahın en küçük oğluna gelir. Oğlan yatsı namazından sonra elinde mum, koltuğunun altında Kur’an-ı Kerim, babasının kabrine doğru yola çıkar. Kabristana geldiğinde bir fırtına çıkar ve mumun ışığı söner: — Şimdi ben ne yapayım? Babamın vasiyetini yerine getirmeden olur mu, derken uzakta bir ışık görür. Ben bu ışıktan gideyim de bu ışığı alayım, geleyim, babamın mezarına gideyim. Kuran’ı okuyup babamın vasiyetini yerine getireyim, der. Giderken bir koca karıya rast gelir: — Ne yapıyorsun hala, diye sorar. Yaşlı kadın: — Sabah ediyorum, cevabını verir. — Aman hala! Bugün de sabahı geç et, benim bir işim var, sonra gelirim diyerek koca karıyı bir çukura koyar, üstüne taş kapağı kapatır ve ışığı almaya gider. Işığa doğru gitmekte iken kırk kulplu bir kazan, bu kazanın haşmetli alevi ve kazanın yanında yatan bir dev görür. Besmele çekerek kazanı kaldırır. Kazanın altındaki ateşi alır ve kazanı yerine koyar. Bu sırada topal dev uyanır ve sorar: — Ya insanoğlu! Sen ins misin, cin misin? Biz kırk kardeş bu kazanı kaldırıp indiremiyoruz. Sen tek başına bu kazanı kaldırıp indirdin. Sen çok güçlüsün, senden bir isteğimiz var. Sen bu isteği yaptın yaptın! Yapamadın, seni parçalarız. Şu surun arkasında bizim düşmanlarımız var. Gidip onların hepsini öldürürsen seni bırakırız, demiş. Padişahın küçük oğlu: — Ben o suru nasıl aşayım? Bırakın beni gideyim, diye deve yalvarmış. Dev: —Benim demirciliğim var, ben çivi çakarım, diyerek diğer dev kardeşlerini de uyandırmış.  Surun üzerine çivileri çakmışlar ve çocuk çivilerin üzerinden sura tırmanmış.  Yalnız tırmanmadan önce insanoğlu, devlere: — Biz sizler ile şimdi kardeş olduk değil mi, demiş.  Devler de: — Evet, demiş. Çocuk onlara: — Benim belime keskin bir kılıç verdiniz, düşman üzerine gönderiyorsunuz. Beni yalnız bırakmayın, benim arkamdan siz de sura tırmanın, demiş. İnsanoğlu tırmandıktan sonra arkasından gelen devlerin kafalarını teker teker uçurup kırk tane devi öldürür. Sonra bu surun arkasında ne var diye merak edip surdan aşağıya inmiş. Çocuk surdan inince çok güzel bir manzarayla karşılaşmış. Karşısına çok güzel bir saray çıkmış. Bir kapısından girip karşısına çıkan çocuk, bir odanın kapısını açar ki bir de ne görsün! Çok güzel bir kız bu odada yatıyor. Aya, sen doğma ben doğayım diyecek kadar güzel bir kız. Altın şamdan başucunda, başucundaki masanın üzerinde de bir şerbet var. Çocuk: — Bu büyük kardeşimin nasibine, diyerek şerbeti içer ve şamdanların yerlerini değiştirir. İkinci odaya girer ve bir de ne görsün! İlk odadakinden daha güzel bir kız! Bu da ortanca kardeşimin nasibine der ve şerbeti içip şamdanların yerlerini değiştirir. Üçüncü odaya girer ve hepsinden daha güzel bir kız… — Bu da benim nasibime olsun, deyip şerbeti içer ve şamdanların yerini değiştirir. Daha sonra ışığını alıp ve buradan çıkar. Babasının mezarına doğru yola koyulur. Babasının mezarında Kur’an okur ve daha sonra kocakarıyı kuyudan çıkarır. —Tamam gayri, sen de sabahı et, der ve gelip yerine yatar. Sabahleyin saraydaki kızlar kalkıp bakarlar ki şerbetleri içilmiş, şamdanların yeri değiştirilmiş. Kız kardeşler bir araya gelmişler ve bu insanoğlu kim acaba diye avluya çıktıklarında kırk tane devin cesedini görmüşler. —Allah Allah! Bu heybetli insan kim acaba, diye merak etmişler. Aralarında toplantı yapmışlar. Bu üç kızın, üç bacısı daha varmış. Onlar da katılmışlar. O insanoğlunu nasıl bulacaklarını konuşmuşlar. İçlerinden en küçük olanı diğer kızlara demiş ki: —Biz zengin ve güçlü bir padişahın çocuklarıyız. Yedi yol ortasına bir han yaptıralım, yemek içmek bedava olsun. İnsanlar para yerine başlarından geçen bir hikâyeyi anlatsınlar. Diğer kızlar tarafından bu fikir kabul edilmiş. Kızlar toplanıp gitmişler, her şeyi ile dört dörtlük bir han yaptırmışlar. Bu arada diğer padişahın üç oğlu bir gün ava çıkarlar ve av çok güzel geçer. Üç kardeş, dinlenmek için bir yer aralar. Şöyle yazıya doğru baktıklarında bir ışık görürler. Oraya vardıklarında, hanın sahibi onları güler yüzle karşılar. Bunlar yerler, içerler. Odalarına çıkıp yatarlar. Sabahleyin parayı verip gitmek istedikleri zaman oradaki görevli, bütün bunlar için para değil başlarından geçmiş bir hikâyenin anlatılmasının kâfi olduğunu söyler. Padişahın büyük oğlu: — Biz padişah çocuğuyuz. Anlatacak bir şeyimiz yok, der. Bu sırada küçük kardeş başından geçenleri bir bir anlatır. Görevli: — Bizim aradıklarımız sizlersiniz. Büyük bacımızı büyük oğlunuza, ortanca bacımızı ortanca oğlunuza, küçük kızımızı da küçük oğlunuza veriyoruz, derler. Hanı ve hamamı orada bırakıp bu üç oğlanı alıp kendi ülkelerine getirirler. Onlara burada hürmette kusur etmezler, misafir ederler. Daha sonra iki kardeş müsaade isteyerek evlendikleri kızları yanlarına alarak yola koyulurlar. Bir müddet sonra küçük çocuk da evlendiği kızı alarak ağabeyleri gibi, verilen hediyeler ile çeyizleri de alarak yola çıkar. Yolda yeşil, çimenli güzel bir bahçeye çadırlarını kurarlar. Burada dinlenip sabah kalkıp yola öyle devam etmek isterler. Sabah kalktıklarında karşılarına ağzından alev fışkıran bir ejderha çıkar. Oğlan eline kılıcı alır ve ejderhanın üzerine yürür. Ejderha: — Ben bu ülkenin kralıyım! Bana kılıç işlemez. Dediğimi yaptınız, yaptınız! Yoksa sizi parçalarım, der ve devam eder:  — Sana iki kıl, iki kese de altın vereceğim. Bu iki kılı birbirine sürünce bir Arap at gelecek. Bu ata “Beni Gülistan Sarayı’na götür” diyeceksin. Oradaki bekçiler seni içeri almazlar. Bir kese altını onların önüne saçacaksın. Onlar altınlar ile ilgilenirken sen saraya girecek, büyük odada oturan adamın yanına gidecek ve ona selam vereceksin. O senin selamını almayacak. Üç gün orada bekleyeceksin ve üç günün sonunda adama “Ben üç gündür burada bekliyorum, size selam verdim, selamımı almadınız” diyeceksin. Adam selamını alıp meramını soracak. Sen de: “Gül sana ne etti ki Sinan sana ne ede hikâyesini öğrenmeye geldim” diyeceksin. Adam sana “Hikâyeyi anlatırım ama hikâyenin sonunda kafanı vurdururum” diyecek. Kabul edeceksin. Adam hikâyeye başladıktan sonra hikâye bitince “İki rekât namaz kılayım da beni öyle öldür” diyeceksin. Bu arada karşıda asılı duran kamçıyı alıp kaçacaksın. Adam bekçilere “tutun” diye bağıracak, ikinci kese altını da bekçilerin önüne atacaksın. Onlar altınlar ile ilgilenirken kılları birbirine süreceksin. Arap ata bineceksin ve beni geldiğim yere götür diyeceksin. İşte o zaman senin ve karının canını bağışlarım, der. Küçük oğlan, çaresi olmayınca ejderhanın dediklerini aynen yapar. Kılları birbirine sürer, Arap ata biner ve “Beni Gülistan Sarayı’na götür” der. At gözlerini “yum der”, oğlan yumar. “Aç” der, açar ve kendini Gülistan Sarayı’nın önünde bulur. Ejderhanın dediklerini yaparak büyük odadaki adama ulaşıp selam verir. Adam selamı almaz. Üç günün sonunda “Gül Sana Ne Etti ki Sinan Sana Ne Ede Hikâyesi”ni anlattırmaya başlar: — Ben atlara çok düşkündüm, çok güzel atlarım vardı. Ama bütün atlarım bir hafta sonra çatlıyordu. Bir seyis getirttirdim. “Bu ne iş seyis! Bu atlar neden çatlıyor” dedim. Seyis cevap vermedi. Kafanı vurdururum söyleyemezsen dedim. O da “Benim yerime bir gün seyis olun, anlayacaksınız” dedi. Bunun üzerine seyis benim yerime, ben de seyisin yerine geçtim. Gece benim hatun bağırdı. “Seyis! Atları hazırla”. Ben de hazırladım. Atlara bindik. Atlar kan ter içinde kaldı, uzak bir diyara gittik. O diyarda bizi bir adam karşıladı. Hanıma “Nerede kaldın” dedi. Hanım “Hiç sorma, münafığı ancak uyuttum” dedi ve adam ile saraya girdi. Sabah namazı okunmadan “Seyis atları hazırla” diye bağırdı, binip geldik. Atlar kan ter içinde diyara geldik. Seyis ile görevlerimizi birbirimizden devraldık. Ben, o hanım bozuntusunun odasına çıktım. O hanıma “Daha uyanmadın mı? Münafık kocan geldi” dedim. Hemen kalktı, yastığının altından kamçıyı çıkardı, yüzüne vurdu ve “Al bey” dedi. Kamçıyı aldım, bir vurdum! Vurur vurmaz köpek oluverdim. Sarayın memleketin bütün köpekleri peşime düştü. Bacanağımın kasap dükkânına zor attım kendimi. Bacanağıma türlü numaralar çektim. Ayağa kalkıp sarılmaya çalıştım, beni çok sevdi. Konuşmaları tam olarak anlıyordum ama konuşamıyordum. Bacanağım bana çiğ et verdi, yemedim. Pişmiş et verdi, yedim. Beni alıp eve götürdü. Evde baldızıma “Gel şu köpeğe bir bak, ne kadar akıllı, dedi. Baldızım gelir gelmez gözlerime baktı. Sanki hemen bir şeyden şüphelenmişti. “Bu, enişteme benziyor” dedi. Meğer baldızım da tılsımcı imiş. Bana “Eğer enişte sen isen o kamçıyı bana getir, seni eski hâline çevireyim” dedi. Ben hemen saraya gittim, kamçıyı ağzıma aldım ve geldim. Baldızım “Ne isen o ol” dedi ve kamçıyı suratıma vurdu. Hemen eski hâlime geldim. Meğer kamçı, tılsımlı kamçı imiş. Kamçıyı alıp saraya geldim. Benim o hanım bozuntusu hâlâ uyuyordu. “Hanım daha uyanmadın mı?” dedim. Elini yastığın altına götürdü ama kamçı yok! “At olasın” dedim. Hanımın suratına tılsımlı kamçı ile vurdum. Sırtına bindim, saatlerce koşturdum. “Köpek olasın” dedim. Memleketin bütün köpeklerini peşine taktım. Şimdi, işte oradaki kafesin içinde bir kuş olarak seni dinliyor, dedi.  Adam konuşmaya devam eder: — Bu sırrımı kimseye yaymaman için seni öldüreceğim, der. Bunun üzerine küçük oğlan o ejderha ile konuştukları gibi iki rekât namaz kılmak ister. Adamdan izin alır. Bir sağa selam verir, bir sola. Kalkıp tılsımlı kamçıyı aldığı gibi kaçar. Üzerine gelen bekçilere ikinci kese altını saçar. Kılları birbirine sürer. Arap ata gelir, üzerine atlar, ejderhanın yanına gelir. Ejderha: — Daha size bir şey olmayacak, o elindeki tılsımlı kamçı ile “Eskiden ne isen o ol, de ve bana vur" demiş. Çocuk: — Eskiden ne isen o ol, demiş ve tılsımlı kamçı ejderhaya vurmuş. Ejderha hemen bir kadın oluvermiş. Herkes şaşırmış. Kadın meğer ejderha, tılsımlı kamçı sahibi tarafından cezalandırılan kadının kurbanı imiş. Tılsımlı Kamçı sahibi kadın, bu kadını cezalandırarak kocası ile oynaşmak için onu cezalandırmış.   Kadın eski hâline geldikten sonra küçük oğlana: — Beni hayata, eski hâlime sen döndürdün. Bir cariyen olarak beni kabul eder misin? Ölene kadar sizin hizmetinizde çalışmak isterim, demiş. Küçük oğlan ve karısı uygun karşılarlar ve memleketlerine dönüp hep birlikte mutlu mesut hayatlarına devam ederler.
TILSIMLI KIRBAÇ
Ordu
Karadeniz Bölgesi
[PADİŞAHIN OĞLU VE HURİ KIZI]    Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Bir ülkenin padişahının üç oğlu varmış. Bu padişahın büyük oğlu bir gün babasına demiş ki: —Baba beni evlendir, artık zamanım geldi, demiş. Padişah: — Oğlum, atına bin, az gidersin uz gidersin, dere tepe düz gidersin. Bir göl gelir önüne, o gölün üstünde üç salatalık var. Büyük olanı koparıp getir, sonra gerekeni yaparız, demiş. Büyük oğlan kalkmış, hazırlığını yapmış, atına binip yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Babasının bahsettiği gölü bulmuş. Hakikaten gölün üzerinde salatalıklar var. Babasının dediği gibi büyük salatalığı koparmış. Geri dönmüş. Üç gün üç gece yol gelecekmiş. Gelirken oğlan susamış, salatalığı ısırmış. Salatalığı ısırınca salatalık: —Yiğit, su, bana su yetiştir, demiş. Oğlan korkup salatalığı yere atmış, koşarak eve gelmiş. Salatalık elinde yokmuş. Onun evleneceği kız ölmüş. Ortanca oğlu da babasına: —Beni evlendir, artık zamanım geldi, demiş. Padişah büyük oğluna söylediği gibi: —Atına bin, az gidersin uz gidersin, dere tepe düz gidersin. Gölün üstünde üç salatalık var. Ortanca salatalığı kopar getir, demiş. Ortanca oğlu da üç gün üç gece yol gitmiş. Gölün üzerinde salatalığı bulmuş. Ortanca olanı koparmış. O da yolda gelirken susamış, salatalığı ucundan ısırmış. Onun da kısmeti ölmüş. Sonra küçük oğlan da evlenmek istemiş. Ona da: —Git, küçük salatalığı kopar getir ki seni evlendireyim, demiş. O da az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Gölün üstündeki salatalığı bulmuş. Önce salatalığı seyretmiş, sonra koparmış. Gelirken yolda bir çeşme görmüş, atından inmiş salatalığı ısırmış. Salatalık: —Yiğit su, deyince hemen salatalığı çeşmenin gözüne atmış. O zaman dünya kadar güzel, ay gibi parıl parıl parlayan bir kız çıkmış çeşmeden. Oğlan önce şaşırmış. Sonra kıza: —Atıma bin ki saraya gidelim, demiş. Kız da: —Ben böyle gitmem, bana davul zurna getir. Üç gün üç gece düğün yap ki geleyim, demiş. Oğlan: —Ben seni burada nasıl bırakayım, burası ıssız bir yer, demiş. Kız: — Ben seni burada, ağacın başına çıkıp beklerim. Sen git davulu zurnayı al da gel, demiş. Oğlan: —Nasıl çıkacaksın bu kavağın başına, demiş. Kız: —Eğil kavağım eğil, demiş. Kavak eğilmiş. Kız ağacın üstüne çıkmış: —Doğrul kavağım doğrul, demiş. Kavak doğrulmuş. Oğlan eve gitmiş, görüp yaşadıklarını babasına anlatmış. Kızın davul zurna ve üç gün düğün istediğini söylemiş. Bu arada kız ağacın üstünde bekler iken bir tane çingene kızı gelmiş, çeşmeye su almaya. Bakmış, çeşmede güzel bir kız sureti. Bakmış Huri Kızı… Kendisine bakmış, bu kadar güzel değil. Sağına soluna bakmış. Bakmış, ağacın üstünde güneş gibi parlak bir huri kız görmüş. Çingene kızı: —Abla abla! Beni de yukarı çıkar, demiş. Huri kızı: —Ben seni buraya nasıl çıkarayım, demiş. Çingene kızı da: —Beni çıkar, ben sana orada yoldaşlık ederim, demiş. Huri kızı kavağı eğmiş. Çingene kızını yanına almış. Kavak tekrar doğrulmuş, çingene kızı huri kızının boynundaki inciyi koparmış. Huri kızı bülbül olup uçup gitmiş. Oğlan davul zurna ile gelmiş, ağaca bakmış ki kız, huri kızına hiç benzemiyor. Şekilsiz bir kız. Şaşırmış. Oğlan, ağaçtaki kıza: —Hadi, ağaçtan in, demiş. Kız: —Ben nasıl ineyim, demiş. Oğlan: —Nasıl çıktıysan öyle in, demiş. Kız inememiş. Oğlan iyice şüphelenmiş. Neyse adamlar, askerler gelmişler, kızı bir hâlli ağaçtan indirmişler. Adam şüphelenmiş ama kızın çingene kızı olduğunu bilmiyormuş: —Sana ne oldu böyle, demiş. Kız: —Güneş vurdu, rüzgâr vurdu, karardım, demiş. Bu kızı davul ve zurna ile getirmişler. Padişahın oğlunun karısı olmuş çingene kızı.   Bülbül olup uçan huri kızı bir gün padişahın oğlunun evinin önüne gelmiş. Çingene kızına: —Çingene kızı! Hatun mu oldun, katır mı oldun, demiş. Çingene kızı da duymazdan gelmiş. O ara hamile imiş. Kocasına demiş ki: —Ben aş eriyorum. Bana bu bülbülü kes ki yiyeyim. Padişahın oğlu da: —Hanım ne istersen sana onu getireyim, koyun kurban keseyim, yazıktır bülbüle, demiş. Ama kadın inatla o bülbülü yemek istemiş. Bülbülü yakalamışlar, kapının önünde kesmişler. Bu bülbülün iki damla kanı kapının önüne dökülmüş. Bu kanlardan daha sonra iki tane kavak olmuş. Bu kavağın rüzgâr esince yaprakları çok güzel sallanırmış. Herkes bakakalırmış, fakat çingene kızı oradan geçerken iki kavak ağacı bir araya gelip kadını sıkarmış. Kadın çocuğu doğurduktan sonra kocasına demiş ki: —Bu kavağı keseceksin, kapıma eşik, bebeğime beşik yapacaksın. Adam kavakların güzel olduğunu, bebeğe başka beşik alacağını söylemiş. Ama kadın inatla o kavak ağaçlarını kestirmiş. Neyse kavağı kesmişler, kapıya eşik çocuğa beşik yaptırmış. Beşik çocuğu sıkıyormuş, eşiklik de kadını sıkıyormuş. Sonra da o eşiği ve beşiği söktürmüş, yakmak için odun yaptırmış. Köyden yaşlı bir kadın odun istemeye gelmiş. Çingene kızı odunları vermiş. Kavağın kabuklarını odunların üstüne koymuş ama kabuklar düşmüş. Yine koymuş yine düşmüş. Yaşlı kadın da demiş ki: —Bu kabuklar yanmak istemiyor, kavağın kabuğunu atmış. Yaşlı kadın dışarıya çıkıyormuş, gezmeye gidiyormuş. Eve gelince, evi tertemiz yemekleri hazırlanmış görüyormuş. Yaşlı kadın korkmaya başlamış, olanları komşularına anlatmış. Komşuları: —Kapının deliğinden izle, ne olduğunu görürsün, demişler. Kadın bir gün anahtar deliğinden izlemiş ki; bir huri içerde parlıyor, yemekleri hazırlıyor, evi temizliyormuş. Hemen içeri girip huri kızın koluna yapışmış: —Kızım, ins misin cin misin, demiş. Huri kızı da başından geçenleri anlatmış.   Bir gün padişahın oğlu tay dağıtıyormuş. Bu tayları besletiyor daha sonra toplatıyormuş. Huri kızı yaşlı kadına demiş ki: —Bir tane tay da bana getir, besleyeyim. Yaşlı kadın tayı besleyemeyeceklerini, eğer tay ölürse ödeyemeyeceklerini söylemiş. Huri kızı inatla tayı istemiş, yaşlı kadın gitmiş: —Bir tane tay da benim kızım istiyor. Kötüsünden bir tane verin de beslesin, demiş. Kıza zayıf bir tay vermişler, kız tayı beslemeye başlamış. Kız: —Bit otum bit, diyormuş, bir sürü ot tayın önüne yığılıyormuş. Bu tay iyice şişmanlamış. Parıl parıl parlayan bir at olmuş. Bu defa tayların toplanacağı söylenmiş. Padişahın askerleri gelmiş ata: —Deh atım deh, demişler. Fakat at gitmemiş. Kız atı tembihlediği için at kalkmıyormuş. Askerler, padişaha o atın gelmediği söylemişler. Padişah da: —Sıska bir at olduğu için gelmemiştir, demiş. Ama askerler atın çok iyi olduğunu söylemişler. Bu defa padişahın oğlu askerler ile birlikte atın yanına gitmiş. Deh deh, demişler at kalkmamış. Kız da bunların yanına gelip: — Deh atım deh! Sahibinin ne hayrını gördüm ki senin ne hayrını göreyim, demiş. At sıçrayıp kalkmış. Padişahın oğlu şaşırmış. Kızı kavak ağacının üstündeki kıza benzetmiş ve atı alıp gitmişler.   Padişahın oğlu bir gün huri kızını yemeğe çağırmış. Kız: —Sağ yanımı kırmızı gül ile, sol yanımı beyaz gül ile, ayağımın altını da halı ile döşerse gelirim, demiş. Padişahın oğlu huri kızının dediklerini yapmış. Kız da yemeğe gelmiş. Kız gelince çingene bu kızı tanımış. Yemeği yerken kız masalın hepsini anlatmış. O kadının çingene kızı olduğunu, kendisinin de huri kızı olduğunu söylemiş. Padişahın oğlu, bunları öğrenince çingene kızına: —Yağlı kurşun mu istersin, yoksa katır mı istersin, diye sormuş. Kız: —Kurşunu ne yapayım? Katır isterim ki bineyim, babamın evine gideyim, demiş. Katırın kuyruğuna çingene kızını bağlamışlar, babasının evine göndermişler. Padişahın oğlu ile huri kızı evlenip muratlarına ermişler.
Padişahın Oğlu ve Huri Kızı
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
    [KIZDIN MI?]   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde güzel yurdumuzun Çırmıktı’sında yaşlı bir oduncu yaşarmış. Bu yaşlı oduncu üç oğlu ile küçük bir dağ kulübesinde yaşar, geçimini odunculukla sağlarmış. Gel zaman git zaman yaşlı oduncu hastalanmış. Odun kesmeye gidemediğinden evine yiyecek alamaz olmuş. Evde yiyecek kalmayınca, babasının ateşler içinde yattığını gören büyük oğlan, babasının yanına yaklaşarak: —Babacığım, evde bir tas çorba yapacak kadar bile yiyecek kalmadı. Bana müsaade et, aşağı köye inip bir iş bulup çalışayım. Sana, kardeşlerime yiyecek; eve öteberi alayım, demiş ve izin istemiş. Yaşlı oduncu oğluna izin verince, oğlan el öpüp helâlleşerek evden ayrılmış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş geceleri konaklayarak, gündüzleri yol alarak sonunda köye ulaşmış. Köyün ileri gelenlerine hâlini anlatıp iş istemiş. Köy halkı da köy ağasının ırgat aradığını söyleyerek, ağanın çiftliğini göstermiş ve büyük oğlanı uğurlamışlar. Büyük oğlan ağanın çiftliğine varınca kapıyı üç defa tıklatmış. Kâhya kapıyı açarak, oğlanı ağanın yanına götürmüş. Ağa ki pala bıyıklı, gür sakallı, iri yarı. Kapı gibi bir adammış. Oğlanın meramını dinledikten sonra: —Oğlum senin derdini, meramını anladım, benim çiftliğim geniş. İşlere yetişecek bir de ırgata ihtiyacım var. Senin istediğin para ile seni çalıştırırım. Yalnız bunun için dört şartım var. Bunları kabul edersen iş senindir, demiş. Oğlan bu duruma oldukça sevinmiş. Çalışmaya ihtiyacı olduğundan şartlar ne olursa olsun kabul edeceğini düşünmüş. Bu arada ağa şartlarını sıralamış: —Birinci şartım, sabahları erken kalkıp tarlayı sürmeye giderken kapının önünde duran köpeğimi de tarlaya götürecek, köpeğim nerede durursa orayı süreceksin. İkinci şartım, öğlen yemeklerini kızım getirecek. Yemeğin yoğurt ve ekmek. Ama ekmeği bölmeden, yoğurdun kaymağını delmeden yiyeceksin. Üçüncü şartım, tarladan gelince öküzleri ahıra koyacaksın ama kapıdan değil. Dördüncü şartım ise, hiçbir şeye kızmak yok. Kızanın derisini yüzüp tuz basar, kuyuya atarım, demiş.   Büyük oğlan çaresiz, şartları kabul etmiş ve o gece eve misafir olmuş. Sabah erkenden kalkmış,  ağanın dediği gibi öküzleri sabana germiş, köpeği de önüne katarak tarlanın yolunu tutmuş. Tarlaya vardıklarında köpek koşarak tarladaki bir kayanın başına oturmuş. Oğlan bir köpeğe bir kayaya bakmış. Köpeğe “ıh” etmiş, “kış” etmiş, köpek yerinden oynamamış. Uğraşmış vakti öğlen etmiş. Vakit öğlen olunca ağanın kızı elinde tepsi çıkagelmiş. Oğlan bir ekmeğe bir yoğurda bakmış, tam ekmeği bölerken ağanın şartı aklına gelmiş: —Ben bu yoğurdu delmeden bu ekmeği bölmeden nasıl yerim, diyerek kendi kendine yakınmış ve yemeği yemeden kalkarak, öküzleri önüne katıp evin yolunu tutmuş. Eve vardığında öküzleri sabandan söküp ahıra koyacak iken yine ağanın sözlerini hatırlamış, bir kapıya, bir öküzlere bakıp: —Bu öküzler kapıdan girmezse nereden girer, diyerek sinirden köpürmüş ve kızgınlıkla ağanın yanına varmış. Ağa oğlanı görünce: — Gel bakalım delikanlı, bugün ne iş yaptın, anlat hele, demiş. Oğlan: — Ağa bu nasıl iş? Bugün hiçbir iş yapamadım, üstelik de aç kaldım. Köpeğin gitti, bir taşa oturdu, tarlayı süremedim. Kızın yemek getirdi, şartın yüzünden yemeği yiyemedim. Bunlar yetmezmiş gibi öküzleri kapıdan değil de nereden sokacağım ahıra, bu nasıl iş? Bunlar nasıl şart, demiş. Ağa oğlanı dinleyip: — Kızdın mı oğlum, diye sormuş. Oğlan daha da öfkelenerek: — Tabii kızdım, bu nasıl iş, diye çıkışmış.   Oğlanın kızdığını gören ağa, derisini yüzüp, tuza basmış ve kuyuya atmış. Böylece oğlan ölmüş. Bu sırada büyük oğlanın evinde bir telaş başlamış. Ortanca oğlan sabredemeyip babasından izin almış,  abisini bulmak için yola çıkmış. Bir süre sonra köye varıp ağabeyinin başına gelenleri öğrenmiş. Ağanın yanına vararak iş istemiş. Ağa da ağabeyine sunduğu şartları kabul ettiği taktirde kendisini işe alacağını söylemiş. Çaresiz olan ortanca oğlan şartları kabul etmiş ve işe başlamış. Ancak çok geçmeden oda ağabeyinin yaşadıklarını yaşayarak öfkelenip sinirlenmiş ve ağabeyi gibi derisi soyulup tuz basılarak ağa tarafından yok edilmiş. İki ağabeyinden de ses çıkmayan küçük oğlan babası ile helâlleşerek yola çıkmış. Bir süre sonra köyü bulmuş, olup biteni köy halkından öğrenmiş. Ağanın yanına vararak durumunu anlatmış. Ağa da şartlarını söyleyerek küçük oğlanı işe almış.   Sabah olunca oğlan köpeği önüne katarak tarlanın yolunu tutmuş. Köpek yine bir kayanın başına oturmuş. Duruma sinirlenen küçük oğlan yerden aldığı koca bir taşı köpeğin kafasına indirmiş. Köpek çekip gidince oğlan da kafasına göre tarlayı sürmüş. Vakit öğlen olunca ağanın kızı elinde tepsi, yemek getirmiş. Tam yemeği yiyecekken ağanın kızı bakıp: —Ulan ben bunu nasıl bölmeden, delmeden yiyeyim, diyerek önce kızı dövmüş, sonra da yemeği bildiği gibi yemiş. Akşam hava kararınca eve dönmüş, öküzleri sabandan çözüp ahıra koyacak iken birden ağanın şartını hatırlamış. Kurnazca bir fikir ile öküzleri kesip parça parça ederek pencereden ahırın içine atmış. Bu iş de tamam diyerek ağanın yanına varmış. Ağa: — Gel bakalım delikanlı, bugün ne iş yaptın, anlat hele, demiş. Küçük oğlan: — Ağa, senin bir köpeğin vardı ya... Ağa: — Eeee... Oğlan: — İşte o yok oldu, demiş. Ağa birden bağırmış: — Sen benim köpeğimi nasıl öldürürsün, demiş. Küçük oğlan sakin bir tavır ile: — Ağa senin dediğini yaptım, köpeği tarlaya götürdüm, köpek gitti bir kayanın tepesine oturdu. “Ih” ettim, “kış” ettim, kalkmadı. Bende taşı alıp fırlatınca alıp başını gitti, diye olayı anlatmış. Ağa: — Bu nasıl iştir, diye bağırınca oğlan ağaya dönerek: — Kızdın mı ağa, demiş. Şartlarını hatırlayan ağa: — Kızmak yok, kızmak yok, diyerek sinirlenmemeye çalışmış. O sırada ağanın kızı koşarak çıkagelmiş ve: — Ağababa, bu oğlan öğlen vakti yemek götürdüğümde beni çok dövdü ve yemeği de yedi, deyince ağa hiddetlenerek: — Sen benim kızımı nasıl, ne hakla döversin,  diye bağırmış. Oğlan: — Dur ağa! Hele bir dinle, kızın bana yemek getirdi. Yoğurdu delmeden, ekmeği bölmeden ye, dedi. Ben de nasıl böyle yiyeyim, dedim ve dövdüm, diyerek eklemiş:   — Kızdın mı ağa? Ağa sinirlenmemesi gerektiğini bir kez daha hatırlayarak: — Kızmak yok, kızmak yok, diye cevap vermiş. Oğlan anlatmaya devam etmiş: — Ağa senin öküzler var ya... Ağa: — Eeee... Ne olmuş öküzlere? Oğlan: — Onlar pencereden sığmadı, ben de kesip parça parça içeri attım, demiş. Ağa yine köpürmüş ve: — Sen nasıl adamsın? Bu nasıl iş, demiş. Durumu fırsat bilen oğlan: — Kızdın mı ağa, demiş. Ağa bağırıp çağırarak: — Kızdım tabii, lanet adam, diye karşılık vermiş. Oğlan da ağanın derisini yüzüp tuzu basmış ve kuyuya atmış. Ağa ölünce küçük oğlan ağanın kızı ile evlenip babasını da yanına almış. Çiftlikte mutlu bir hayat sürmüşler.
Kızdın mı?
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
[FAKİR ODUNCU]  Bir varmış, bir yokmuş. Uzak bir ülkenin uzak bir köşesinde fakir mi fakir bir oduncu yaşıyormuş. Bu oduncu, ormandan odun toplar, ihtiyacı olanlara satarmış. Bu oduncunun bir eşi, üç tane de çocuğu varmış. Gel zaman git zaman bunlar geçinememeye başlamışlar. Kazandıkları para evin ihtiyaçlarını karşılamıyormuş. Bunun üzerine karı koca kendi aralarında konuşup değerlendirmişler. Oduncu, karısına: —Hanım, ben çocukları götüreyim, ormanda uygun bir yere bırakayım. Böyle gözümüzün önünde açlıktan öleceklerine belki ormanda başlarının çaresine bakarlar, demiş. Bunun üzerine kadın ağlamış, sızlamış, hiç istememiş. Fakat çaresiz razı olmuş. Oduncu, bir sabah çocuklara: —Çocuklar, bugün sizi ormana götüreceğim, hep birlikte gidip döneriz, demiş. Evde sıkılan çocuklar bu habere çok sevinmiş. Oduncu düşüncelerini hanımına söylerken, kardeşlerden erkek olan çocuk babasının anlattıklarını baştan sona dinlemişmiş. Babasının anlattıklarını dinleyen bu çocuk çok akıllıymış. Babalarının kendilerini ormanda bırakacağını duyunca cebine çok sayıda çakıl taşı doldurmuş. Çocuklar, babalarının arkasında ormanda ilerlerken geçtikleri yerlere çakıl taşları bırakmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, sonunda ormana varmışlar. Çocuklar orada oynarken, oduncu baltasını alıp odun kesmeye gitmiş. Sonra da çocukları orada bırakıp sessizce eve geri dönmüş. Oduncu eve geldiğinde olanlarını karısına anlatmış. İkisi de bu olanlara çok üzülmüş, ağlamış sızlamışlar ve o gece hiçbir şey yemeden yatmışlar. Geçelim diğer tarafa: Ormanda gece olmuş ve çocuklar babalarını aramaya başlamışlar. Babasının annesine anlattıklarını duyan erkek çocuk, cebine çakıl taşları doldurmuş ve yol boyu bunları geçtikleri yerlere bırakmıştı. Sabah olunca da çocuklar bu taşları takip ede ede evlerini bulmuşlar. Kapıyı çalmışlar kapıyı anneleri açmış ve çocuklarını görünce çok sevinmiş, “yavrularım!” diye çocuklarına sarılmış. Oduncu ve karısı bir iki gün daha çocuklarla birlikte bir lokma ekmek ile karınlarını doyurmaya çalışmışlar. Ama bakmışlar ki dayanılacak gibi değil. Sonunda oduncu karısına: —Hanım, ben çocukların böyle sefalet içinde günden güne erimelerine dayanamıyorum. Ben çocukları tekrar ormana götüreceğim, demiş. Kadıncağızın elinden gelecek bir şey olmadığı için mecburen kocasının bu teklifini tekrar kabul etmiş. Erkek çocuk çok zekiymiş ve babasının onları tekrar ormana götüreceğini biliyormuş ama bu sefer cebine koyacak çakıl taşları bulamamış ve o da ekmek kırıntıları koymuş. Yolda ormana doğru giderken çakıl taşlarının yerine yola ekmek atmış ama kuşlar bu ekmekleri onların peşinden yemişler. Akşam olmuş oduncu yine çocukları ormanda bırakmış, kaçıp eve gelmiş. Yine ağlamışlar sızlamışlar ve o gece hiçbir şey yemeden yatmışlar. Çocuklar yine babalarına seslenmişler. Bakmışlar ki babaları gitmiş. Erkek çocuk yine: —Yolu biliyorum, peşimden gelin, demiş kardeşlerine. Fakat bakmışlar ki ekmek kırıntıları ortada yok. Ormanın içinde ilerlerken kocaman bir sarayın önüne gelmişler. Bu saray, bir devin eviymiş. Çocuklar kapıyı çalmışlar. Kapıyı devin kızı açmış. Dev çok zalim ve kötü birisiymiş, fakat kızı bir o kadar sevecen ve iyi yürekliymiş. Devin kızı, çocukları görünce korkmuş ve çocuklara: —Bakın çocuklar, babam evde yabancı insan kokusu alırsa ve evde yabancı bir insan olduğunu anlarsa, hiç acımaz sizi hemen yer, demiş. Fakat yine de çocukları içeri almış. Onların karınlarını doyuruyormuş. Çocuklar sonra dev gelmeden oradan ayrılıyorlarmış. Bir iki gün böyle devam etmişler. Ama dev her gün eve geldiğinde: —Bu evde insanoğlu kokusunu alıyorum, diyormuş. Dev böyle dedikçe kızı inkâr ediyormuş. Bir gün artık soğuklar gelmiş ve kar yağmaya başlamış. Çocuklar gelmiş ve devin kapısını çalmışlar. Kıza yalvarmaya başlamışlar: —Ne olur bizi içeri al. Dışarıda çok üşümüşler. Kız da onların bu yalvarışlarına daha fazla dayanamamış ve: —Tamam, gelin ama babam sizin kokunuzu alırsa ne yapar ne eder sizi yer, demiş. Çocuklarsa çaresizlikten: —Olsun, biz razıyız, demişler. Dev, eve gelmiş ve kapıdan içeri girer girmez demiş ki: —Bu evde insanoğlu kokusu var, diye bağırmış. Sonra  kızına sormuş. Kızı önce inkâr etmiş ama babasının ısrarlarına dayanamamış ve itiraf etmiş: —Evet baba, üç çocuk geldi. Dışarıda kalmışlar, ben de karınlarını doyurdum ve onları sakladım, demiş ve sonra da çocukları sakladığı yerden çıkarmış. Dev bakmış ki çocukların üçü de zayıf ve cılız. Dev bir oturuşta kırk sofra yemek yiyen bir devmiş. Bu çocukları şimdi yese doymazmış. Kızına dönüp: —Sen bunları besle, yedir, içir. Biraz kilo alsınlar. Yoksa bunlar benim dişimin kovuğuna bile yetmez, demiş. Devin kızı, deve hiç benzemiyormuş. Dev ne kadar kötü yürekliyse, kızı da o kadar iyi yürekliymiş. Babasına karşı gelemezmiş, ondan çok korkarmış. Mecbur çocukları beslemeye başlamış. Bu çocukları öyle bir besliyormuş ki her gün pastalar, börekler, çöreklerle çocukları yedirip içiriyormuş. Çocuklar şişmanlamaya başlamış ve gürbüzleşmişler. Dev: —Tamam, artık iyice şişmanladınız. Ağzıma layık oldunuz. Önce şu iki kızı yerim, sonra şu erkek olanı yerim, demiş. Erkek çocuğu bir düşünce almış. Nasıl olsa da buradan kurtulsak, diye. Çünkü devin kızı sürekli bunları besliyormuş, çocuklarda yedikçe şişmanlıyorlarmış. Bu da devin hoşuna gidiyormuş. Dev artık çocukları yemenin zamanının geldiğini düşünmüş. Çocukların yanına gelerek: —Önce şu kızları yerim, sonra da şu erkek çocuğu yerim, demiş. Bu arada çocuk kafasından plan yapmış ve deve demiş ki: —Dev, önce onları yersen miden ağrır. Sen önce beni ye, sonra onları ye. Ama beni fırında öyle bir kızart ki, çıtır çıtır olayım. Sen de beni daha iştahlı yersin. Bu fikir devin aklına yatmış. Kızına fırını yakmasını söylemiş. Fırın öyle büyük bir fırınmış ki, kocamanmış. Sonra çocuk, fırın yanar iken fırının önüne yağ dökmüş ki devin ayağı kaysın. Devin kızı, devin isteklerini yapıyormuş ama artık o da canından bezmiş ve istemeye istemeye yapıyormuş. Dev, tam erkek çocuğu fırına atacağı sırada çocuk fırının içine bakmış ve: —Dev, şuraya bir bak. Sanki fırının içi iyi ısınmamış. İyice kor olmamış gibi, demiş. Dev tam eğilip fırının içine baktığı sırada, devin kızı ile birlikte devi fırının içine itip düşürmüşler ve devden kurtulmuşlar. Dev orada yanıp ölmüş. Çocuklar devin kızı ile birlikte yiyip içiyorlarmış. Devin evinde kapalı bir oda varmış. Yemek yedikten sonra erkek çocuk, devin kızına bu odada ne olduğunu sormuş. Devin kızı da bu odanın gizli olduğunu ve bu odaya sadece babasının girdiği söylemiş. Neyse gidip odanın anahtarını bulmuşlar.  Sonra odanın anahtarını bulup kapıyı açmışlar ki içerisi altınlar, zümrütler ve incilerle dolu. Çocuklar çok sevinmiş çünkü buradan biraz altın götürürlerse babalarının bir daha onları ormana götürmeyeceğini düşünmüşler. Devin kızı, birkaç ata biraz altın ve mücevher yükleyerek onları evlerine göndermiş. Ormanın içinde ararken ararken evlerini bulmuşlar. Kapıyı çalmışlar. Anne ve babası çocuklarını gördüklerine çok sevinmişler. Bunlar bir anda zengin olmuş ve mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Fakir Oduncu
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
  [TİLKİ İLE TALOS AĞA]  Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, annem düştü beşikten, ben hopladım eşikten, babam kaptı maşayı, dolandırdı dört bir köşeyi, az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, gide gide gittik ki değirmenci bir Talos Ağa varmış. Bu Talos Ağa kendi hâlinde fakir bir insanmış, bir değirmen işletiyormuş. Değirmeninde de yardımcısı, sucusu varmış. Önceden değirmenler su ile çalışırmış, su olamazsa taş taşı yermiş. Bu değirmenci bir gün böyle beş gün böyle çalışırken su birden kesilmiş. Talos Ağa yardımcısına: —Su kesildi, diye bağırmış. Yardımcısı gidip suya baktığında suyun içine bir tilkinin düştüğünü görmüş. Yardımcısı, Talos Ağa’ya: —Değirmenin oluğuna bir tilki düşmüş, demiş. Talos Ağa: —Ula git o tilkiyi buraya getir, demiş. Yardımcısı gidip tilkiyi çıkarmış, değirmenin içine getirmiş. Tilkiyi kurulamışlar, temizlemişler, ona iyice bakmışlar ve beslemişler. Tilki bir hafta sonra iyileşmiş. İyileştikten sonra Tilki: —Ey arkadaşlar! Bana müsaade, ben artık size yük olmayayım, gideyim, demiş. Talos Ağa: —Ey tilki kardeş! Gitmeye git de senin gidecek yerin var mı? Nereye gideceksin? Ne yiyip ne içeceksin, demiş. Tilki: —Ben nerde akşam orda sabah dolanıp dururum, demiş. Talos Ağa: —Ya tilki kardeş! Sana bir teklifim var ama kabul eder misin? Bizim ile burada kalırsın, biz ne yersek onu yersin, orada bir kenarda yatarsın, koca değirmen, sanki sığmıyor musun, demiş. Tilki: —Olur mu olur, tamam, demiş. Tilki kardeş de bunlar ile gelene bakıyor, gidene bakıyor, değirmende dolanıp duruyormuş. Bir gün böyle beş gün böyle bakıyor ki Talos Ağa’nın ne çoluğu var ne çocuğu var; ne geleni var ne de gideni varmış. Tilki: —Talos Ağam, sana ben bir şey soracağım, yalnız benim kusuruma kalma. Ya senin çoluğun çocuğun yok mudur, demiş. Talos Ağa: — Nerdee! Ben evlenmedim, bekârım. Bana kim kız verir bu hâlimle, demiş. Tilki: —Yav olur mu böyle iş! Ben sana padişahın kızını alırım, demiş. Talos Ağa: —Yapma tilki kardeş, padişah hiç kızını bana verir mi, demiş. Tilki: —Vallaha alırım sana, demiş ve oradan çıkıp koşa koşa gidip padişahın elçi taşına oturmuş. Padişah kafasını uzatıp bakmış ki elçi taşında bir tilki oturuyor: —Lan vezir, git bak hele bu tilki niye gelmiş, demiş. Vezir gelmiş: —Selamünaleyküm —Aleykümselâm tilki kardeş, hayırdır derdin nedir, demiş. Tilki: —Padişahım sağ olsun, benim onun ile görüşmem lazım, demiş. Vezir gelip: —Padişahım sağ olsun, tilki gelip sizin ile görüşmek istiyor, demiş. Padişah: —Çağır gelsin, demiş. Vezir gidip çağırmış, tilki gelmiş: —Selamünaleyküm. —Aleykümselâm. Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile kızınız Sultan Hanım’ı oğlumuz Talos Ağa’ya istiyorum, demiş. Padişah: —Ya tilki kardeş, ne oluyor? Talos Ağa da kim oluyor, demiş. Tilki: —Talos Ağa çok varlıklı, çok zengin, çok beyefendi bir insan, demiş. Padişah: —O zaman tilki kardeş, Topas Ağa’yı al gel, kızımız Talos Ağa’ya, Talos Ağa da kızımız Sultan Hanım’a baksın. Allah yazdıysa ne diyeyim, demiş. Tilki koşarak değirmene gelmiş. Değirmene gidelim ki Talos Ağa öyle bir ağa ki; yamalıklı pantolon, yamalıklı elbise, üstü başı un içinde, saç sakal büyümüş. Tilki hemen onu tıraş ettirmiş, hamama götürmüş, hamamını yaptırmış. Ona yedek bir elbise ayarlamış, onu giydirmiş. Padişahın yanına götürmeye karar vermiş. Yolda bir derenin kenarından geçerken Talos Ağa’ya: —Ben bu dereden atlayıp geçeceğim, sen geçerken yalandan çamura düş, üstün başın batsın. Sana sıfırdan bir elbise getirteyim, demiş. Giderken Mehmet Bey çamura düşmüş, üstü başı çamur olmuş. Bu arada tilki koşa koşa padişahın elçi taşına gitmiş. Padişah: —Sesleyin bakayım şu tilkiyi, diyormuş. Tilki gelmiş. Padişah: —Tilki kardeş, Talos Ağa nerede, demiş. Tilki: —Padişahım sağ olsun, dereden geçerken ayağı kaymış, çamura düşmüş. Üstü başı pis diye gelmeye utandı, demiş. Padişah hemen vezirlere: —Tez gidin! Onu hamama götürün, temiz elbiseler giydirin, demiş. Bunu tekrar hamam götürmüşler, tıraş ettirmişler, elbise giydirmişler. Talos Ağa, gerçekten Talos Ağa olmuş. Topas Ağa’yı alıp padişahın tahtına götürmüşler. Talos Ağa, sarayı görünce şaşırmış. Kötü un değirmenini aklına getirmiş. Bu arada: —Yahu tilki kardeş, akşam yemeği geliyor. Ben onların arasında ne yapacağım, demiş. Tilki de: —Yemek sırasında ben kuyruğumu vurup lambayı deviririm. Sen de bu sırada karnını doyurursun, demiş. Akşam olmuş, sofralar kurulmuş. Herkes: — Ye enişte! Ye enişte, derken Talos Ağa utanmış, yemeğini yiyememiş. Bu sırada tilki, kuyruğunu vurmuş, lambayı devirmiş. Karanlıkta Talos Ağa, kendi önündeki yemeği yemek yerine mutfağa gitmiş ve fasülye kazanının içine düşmüş. — Yahu bu neyin nesiydi, demişler ışıkları yakmışlar bir de bakmışlar ki Talos Ağa kazanın içinde! Derken Talos Ağa’yı çıkarmışlar, götürüp banyo yaptırmışlar, elbiselerine değiştirmişler. Orada kız oğlanı, oğlan da kızı beğenmiş. Derken kırk gün kırk gece düğün kurulmuş. Düğün bittikten sonra askerler, leşkerler, atlılar ve saray ahalisi eşliğinde yola çıkmışlar. Tilki bunlardan önce yola koyulmuş, yolun üzerindeki yoz çobanına: —Hele çoban kardeş, al şu altınlar senin olsun. Arkadan gelen düğün alayı bu sürü kimin diye sorarsa, bu sürü Talos Ağanın diyeceksin, demiş. Çoban: —Tamam, tilki kardeş, demiş. Tilki davar çobanına tembih etmiş, sığır çobanına tembih etmiş. Arkadan gelen düğün alayının önünde bulunan padişah, sürülerin yanına gelmiş ve bu sürülerin kime ait olduğunu sormuş. Bütün çobanlar, sürülerin Talos Ağa’ya ait olduğunu söylemişler. Padişah ulan bu bizim damat ne kadar zenginmiş! diye gururlanarak koltuklarının altı şişmiş. Bu arada tilki, şehrin göbeğinde bir saray görmüş ve hemen sarayı boşalttırmış. Sarayı döşettirmiş, getirip Sultan Hanım’ı oraya indirmişler. Orada kır gün kırk gece toy düğün kurmuşlar. Herkes bu düğün bittikten sonra çekilip gitmiş. Sultan Hanım, Talos Ağa ve tilki kardeş kalmışlar. Değirmene gitmişler, değirmenden eve gelmişler. Çay içerken tilki demiş ki: —Ya Talos Ağa, sana ben bir şey soracağım. Talos Ağa: —Sor tilki kardeş, demiş. —Yav ben ölürsem benim ölümü ne yaparsın, demiş. Talos Ağa: —Senin ölünü var ya, aha o köşeye altından bir şamdan yaptırır, onun içine de seni koyar, gelir gider bakarım, demiş. Tilki: —Vay Allah senden razı olsun, demiş. Derken Talos Ağa’nın iki tane oğlu olmuş. Tilki demiş ki: —Bugün ben bir yalandan öleyim. Bakayım, bu adam ne yapacak, demiş. Tilki yalandan kapının önünde ölmüş. Talos Ağa gelip tilkiye ayağıyla bir vurmuş, bakmış ki hiçbir hareket yok. —Lan oğlum, atın şu pis soykayı çöplüğe, buralarda pis pis kokmasın, demiş. Karısının yanında yiğitlik ediyormuş. Tilkiyi sürükleyerek götürüp çöpe atmışlar. Talos Ağa daha içeri girmeden tilki içeri girmiş ve köşeye oturmuş ve: —Hımm, demiş. Talos Ağa, senin bana verdiğin söz bu muydu, demiş. Şimdi Sultan Hanım’a bütün gerçekleri anlatırım, o da senin değirmenci olduğunu öğrenir, demiş. Talos Ağa: —Yapma tilki kardeş, etme, demiş. Tilki: —Neyse! Bunları da böyle geçelim, demiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tilki gerçekten ölmüş. Talos Ağa da bu yine yalandan öldü diye altın şamdan yaptırmış ve tilkiyi içerisine koymuş. Bir müddet sonra tilki içeride kokmaya başlamış. Daha sonra tilkiyi çöpe atmışlar. Hikâye de burada bitmiş. *soyka: İşe yaramaz.
Tilki ile Ağa
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
[İKİ ÖKSÜZ ÇOCUK] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde iki öksüz çocuk varmış. Biri kız, biri de oğlan imiş. Bunların babaları gel zaman git zaman gezmiş ve en sonunda evlenmiş. Çocuklara bir analık getirmiş. Bu analık çocukların altına her gün su dökmeye başlamış. Sonra da kocasına: —Çocukların her gün altlarını ıslatıyor, diyerek adamı kandırıyormuş. Sabah kalktıklarında çocuklar altını ıslatıyor, diyerek çocukları dövüyormuş. Çocukların her gün ağlaşmasından adam iyice bıkmış. Bu sebeple bir gün hanımına: —Hanım! Ben bu çocukları götüreyim, bir dağa azıtayım*, demiş. Adam eline bir kabak almış, analık da çocuklara azık olsun diye külden ekmek yapmış. Çocukları evvelki kağnılardan bir kağnıya bindirmiş. Çocukları alıp dağa götürmüş. Dağa varınca adam çocuklarına: —Yavrum, siz gidip oynayın, kozak toplayın. Ben burada odun keseyim. Akşam olunca da eve gidelim, demiş. Çocuklar oyuna daldığında adam çocukları bırakıp gitmiş. Gitmeden evvel yanında getirdiği kabağı bir ağacın başına takmış. Yel değdikçe kabak oduna çarpıyor, tak tak sesler çıkarıyormuş. Çocuklarsa: —Babamız odun kesiyor. Bu ses onun sesi. Biz burada oynayalım, diye dağda oynayarak gezmişler. Akşam üzeri ses gelen yere gelmişler ancak babalarını bulamamışlar. Oradan oraya babalarını aramışlar ama bulamamışlar. Bunun üzerine çocuklar: —Tık tık tıpacığım, bizi aldatan babacığım, neredesin, diyerek ağlamaya başlamışlar. Çocuklar günlerce gezmişler. En sonunda tepenin başına çıkınca bakmışlar ki ilerde bir yerde it ürüyor, diğer yerde ise tütün tütüyor. Kendi kendilerine: —Acaba hangisine gitsek iyi olur, diye sormuşlar. Erkek çocuk kız çocuğundan biraz büyük olduğu için kardeşine: —Bacım! Şu tütün tüten yere gidelim. Köpek havlayan yerde köpek bizi ısırır, demiş. Çocuklar tütün tüten yere varmışlar, ancak bakmışlar ki kimsecikler yok. Orada durup biraz beklemişler. Birkaç gün orada yatıp kalkmışlar. Orada analıklarının yaptığı kül ekmekten yemişler. Ekmek külden olduğu için ekmeği yiyince susamışlar ve su aramaya başlamışlar. Bir su bulmuşlar. Kız çocuğu, ağabeyine: —Kardeşim bu geyiklerin sidiği, bunu içme, demiş. Ancak oğlan: —Bacım! Çok susadım, diyerek sudan içmiş. İçer içmez oğlan çocuğu bir geyiğe dönüşmüş. Geyik olan oğlan çocuğu kızın yanından gidince kız ağlaya ağlaya yakın bir köydeki çeşmenin başına varmış. Çeşme başında otururken yanına iki tane Çingene kızı gelmiş. Kız, çingenelerden korkmuş: —Allah’ım, bunlardan nasıl kurtulurum, diyerek ağlamaya başlamış. Birden çeşmenin başındaki kavak ağacını görmüş. Ağaca: —Eğil, eğil de ben de üzerine bineyim, sonra yukarıya doğrul, demiş. Hak tarafından ağaç eğilmiş, kız ağacın başına çıkmış. Kız orada dururken geyik olan oğlan, kızı her gece gelip kontrol eder, her gelişinde kıza bir şeyler getirirmiş. Kız bu getirilenler ile ve hakkın yardımıyla orada yaşarmış. O dönemde ağaların atları gelirler ve o çeşmeden su içerlermiş. Bir gün yine atlar su içerken ağanın oğlu suya gölgesi düşen kızı görmüş ve atları her sulayışında o ağaca bakmaya başlamış. Kızın gölgesi suya düştüğü için atlar suyu içmiyorlarmış. Bunun üzerine ağanın oğlu ağacı kesmeye karar vermiş. Ağacı her gün kesermiş ama tam bitirmek üzereyken gün batarmış ve ağanın oğlu evine dönermiş. Akşam olunca geyik olan oğlan gelir, kesilen ağacı yalar ve yeniden büyütürmüş. Bir gün bir çingene kızı bu çeşmenin başına gelmiş ve ağaçtaki kıza: —Sen yalvar ağaç eğilsin, ben de bineyim, ikimiz beraber duralım, demiş. Kız tek başına kalmaktan sıkıldığı için yalvarmış. Ağaç eğilince çingene kızı da ağaca binmiş ve ikisi beraber yukarı çıkmışlar. Ağanın oğlu bir gün sonra gelmiş, yine gelip ağacı kesmeye başlamış. Tam bir iğnelik yer kalınca güneş batmış. Akşam olunca geyik olan kardeşi yine ağacı yalamaya gelmiş ancak; diğer çingene kızını görünce ağacı yalamadan oradan gitmiş. Ağanın oğlu sabah gelip ağacı hemen kesmiş. Güzel kız suya düşmüş ama çingene kızı orada kalmış. Ağanın oğlu çingene kızını indirince: —Sen böyle değildin, gölgen suya düştüğünde çok güzeldin. Şimdi ise kararmışsın. Ne oldu sana, demiş. Çingene kızı ağanın oğlunu kandırmak için şu şekilde cevap vermiş: —Ah ağam ah! Yel esti karardım, gün değdi sarardım ve böyle oldum ancak; eve girince yine eski hâlime gelirim, demiş. Ağanın oğlu bu çingene kızı alıp evine getirmiş ve kırk gün kırk gece düğün yapmış. Diğer kız suyun içinde kalmış. Bu sudan bir çınar ağacı yetişmiş. Çingen kızı bu çınar ağacının suya düşen kız olduğunu anlamış. Çingene kız hamile kalmış. Hamile iken ağanın oğluna: —Gidip o çınar ağacını kesip bana getireceksin, demiş. Ağanın oğlu çınar ağacını kesip getirmiş. Çingen kızı bu ağacı kapıya eşik ve bebeğe beşik yaptırmış. Ağacın artıklarını da yakıp küllerini çöpe atmış. O çöplüğün yanından yaşlı bir kadın geçiyormuş. Geçerken o çöpten bir iğne bulmuş bu iğneyi almış, evinin duvarına koymuş. O iğne kız oluvermiş. Kadın evden çıkıp dışarı gider, akşam olunca da eve gelirmiş. Eve gelince bir de bakarmış ki ev tertemiz olmuş. Kadın buna çok şaşırmış ve sebebini anlayamamış. Sonra: —En iyisi ben bu evi bekleyeyim ve bu evi kimin temizlediğini anlayayım, demiş. Yaşlı kadın evden çıkmış gibi yapıp kapıyı kapatınca bu kız ortaya çıkmış. Dünya güzeli bir kızmış. Kadın bunu yakalayıp: —İns misin cin misin? Nesin sen, demiş. Kız: —Ne insim ne de cin, bir Allah’ın kuluyum, demiş. Kız başına gelenleri bu kadına anlatmış. Kadın kızdan beraber kalmalarını istemiş. O dönemde ağanın kırk atı varmış. Bu atlar çok zayıflamış. Bu sebeple ağa atları beslemeleri için millete dağıtmaya başlamış. Yaşlı kadın ağanın yanına gidip atlardan birini de kendisine vermesini istemiş. Ağa: —Nine sen çok yaşlısın, bu ata senin kimin bakacak, diye sormuş. Yaşlı kadın kendisinin bakacağını söyleyince zayıf bir tay da ona vermişler. Bu kız kadının getirdiği tayı beslemiş. Kızın elini yüzünü yıkadığı yerde gür bir çayırlık çıkmış. Bu tay o otları yayılmış. Bu arada geyik olan kardeşi bu çeşmeden gelip gidip su içe içe tekrar insan olmuş, o da nenenin yanına yerleşmiş. Bahar gelince ağanın oğlu atları geri toplamaya başlamış. Kimi yerden atın derisini kimi yerden kemiğini almış. Sonra yaşlı kadından da atı almaya gelmiş. Atı besleyen kız ata daha öncesinden: —Ben gelmeden sakın kalkma, dediği için ağanın oğlu geldiğinde at yerinden kalkmamış. Ağanın oğlu uğraşmış ancak atı bir türlü kaldıramamış. Bunun üzerine yaşlı kadına: —Ata ne söylüyorsan söyle de kalksın, demiş. Yaşlı kadın bu atı kızının beslediğini ve ancak onun kaldırabileceğini söylemiş. Ağanın oğlu yaşlı kadına: —Seslen de gelsin, deyince kız içeri girmiş. Kız ata: —Höstt… Sahibinden ne hayır gördüm ki senden göreyim. Beni kapıya eşik etti, bebeğe beşik etti, deyince at kalkmış. Ağanın oğlu bakmış ki kavak ağacın başındaki kız bu. Gelip bu yaşlı kadından bu kızı istemiş ve almış. Kıza kırk gün kırk gece düğün yapmış. Bu arada çingen kızını da yalan konuştuğu için cezalandırmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. *azıtmak: Uzaklaştırıp yolunu yitirtmek.
İki Öksüz Çocuk
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
[ÜVEY KIZ] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde yaşayan bir aile varmış. Adamcağızın ilk hanımı ölmüş ve daha sonra ikinci bir hanım ile evlenmiş. Evlendiği hanımın da yanında kendi kızı varmış. Bir adamın kızı bir de gelen hanımın kendi kızı. Ama nedense bir türlü üvey anne, adamın kızını istememiş. —Ben bunu istemiyorum, götür ormana bırak, demiş. Babası: —Olur mu hanım? Etme, tutma, o bizim de evladımız. Ben kendi öz kızımı nasıl ormana bırakayım, demiş. Yalvarmış yakarmış ama kadın bir türlü ikna olmamış. Adam evimin düzeni kaçmasın diye mecburiyetten kızını almış bir gün: —Kızım gel, seninle ormana gidelim, odun keselim, demiş. Kız: —Tamam, babacım, demiş. Kızı almış, ormana gitmişler. Kızına demiş ki: —Sen burada yat kızım, ben işim bitinceye kadar odunları keserim, iş bittiği zaman gelir, seni alır giderim, demiş. O da: —Tamam, baba, demiş. Adamcağız o çocuğu oraya yatırmış, kendisi gitmiş, odunlarını kesmiş, evine dönmüş. Çocuk az uyumuş. Uyanmış ki kimse yok: —Baba, baba, diye seslenmeye başlamış. Bir yerden ses geliyormuş: — Armutlu deredeyim, Armutlu deredeyim, diye. Kız sesin geldiği yöne doğru gitmiş. Gitmiş, gitmiş bakmış ki orada bir ayı var. Ayı kızı görünce demiş ki: — Ayağıma diken battı, bu dikenimi çıkarır mısın? Kız da: — Tamam, çıkarırım, demiş. Kız eğilmiş ayağındaki dikeni çıkarmış ayının. Ayı da bunu yanına almış: — Gel seninle bir dere kenarına gidelim, demiş. Dere kenarına gitmişler. Ayı demiş ki: — Ben biraz burada yatayım. Bu derenin içinden bir siyah su akacak bir de beyaz su. Siyah su akınca beni çağırma, beyaz su akınca beni çağır. Kız da: —Tamam, demiş. Ayı biraz uyumuş. Kız beklemiş, sağına bakmış soluna bakmış. Oralar orman, dere kenarında vakit geçirmiş. Gülmüş, oynamış, söylemiş. Sonra bir bakmış ki kara su geçiyor! Ayıyı çağırmamış, beyaz su geçince hemen ayıyı çağırmış. Ayı: — Ne oldu, demiş. Kız: — Beyaz su geçiyor çabuk uyan, beni çağır dedin ya, demiş. Ayı: — Tamam, demiş. Kalkmış, kızın kollarından tutmuş, beyaz suya batırmış, çıkarmış, batırmış çıkarmış, batırmış çıkarmış. Her tarafı altın gümüş olmuş kızın. Ondan sonra: — Gel seni köyüne götüreyim, demiş. Ayı çocuğu götürmüş, köye bırakmış. Kızı gören evin horozu: — Üürü üüü, ürüüü üüü! Altın kızınız geldi, altın kızınız geldi, demiş. Kadın inanmamış: —Git şuradan yalancı, ben kızı ormana bıraktırdım, demiş. Horoz bir daha: —Üürü üüü, üüü üüüü! Altın gümüş kızınız geldi, altın gümüş kızınız geldi, demiş. Çıkmış bakmışlar ki gerçekten de kız altın gümüş, her tarafından altın gümüş akıyor. Kadın hemen heveslenmiş, bunu içeri almış, tabii altın gümüş oldu ya! Bu sefer tutturmuş beyine: —İlle bizim bu kızı da götürüp şeye bırakacaksın, ormana, demiş. Adam: —Hanım olur mu? Olmaz, demiş. Kadın: —Yok, götürüp bırakacaksın, demiş. O da: —Tamam, demiş. Almış götürmüş bu sefer de o kızı. —Kızım sen burada uyu, ben odun keseceğim. İşim bitince seni alırım, demiş. Kız: —Tamam, baba, demiş. Kızı oraya uyutmuş adam yine dönmüş gelmiş. Kız az uyumuş uyanmış: —Baba, baba, diye seslenmiş. Yine aynı dereden bir ses gelmiş: — Armutlu deredeyim, Armutlu deredeyim, diye. Kız o sesin geldiği yöne gitmiş. Gitmiş ki orada bir ayı var, yatıyor. Ayı demiş ki: — Ayağıma diken battı, çıkarır mısın? Kız da: — Bana ne, ben senin ayağındaki dikeni çıkarmam, demiş. Ayı da: —Tamam o zaman, gel senin ile dere kenarına gidelim, demiş. Dere kenarına gelmişler. Ayı: —Ben burada biraz uyuyacağım, bu dereden bir beyaz su akacak, bir kara su akacak. Kara su akınca beni çağır, demiş. Kız: —Tamam, demiş. Ayı uykuya dalmış, kız biraz etrafında oyalanmış, sağa sola bakmış. Sonra bakmış ki beyaz su akıyor, çağırmamış. Bir de bakmış ki kara su, kapkara su akıyor, hemen çağırmış ayıyı: —Çabuk ayı uyan, kara su akıyor, öyle demiştin, demiş. —Tamam, demiş kalkmış ayı. Kızın kollarından tutmuş, kara suya batırmış çıkarmış, batırmış çıkarmış. Kızın eli yüzü hep çamur içinde kalmış. Çok çirkinleşmiş, yüzü bakılmaz bir hâle gelmiş. Ayı: —Hadi gel seni köyünüze götüreyim, demiş. Kızı götürmüş köye, öbür kızı bıraktığı yere bırakmış. Evin horozu yine başlamış: —Üürü üüü, ürüü üüü! Çamurlu kızınız geldi, çamurlu kızınız geldi. Kadın sesi duymuş kızmış horoza: —Ne çamurlu kızı, benim kızım altınlı olup gelecek, altınlı incili kız olacak, diye. Horoz bir daha bağırmış: —Üürüü üüü, ürüü üüü! Çamurlu kız geldi, çamurlu kız geldi, diye. Bir çıkmış bakmışlar ki gerçekten de kızın her tarafı çamur içinde, yüzü çok çirkinleşmiş. Ondan sonra neyse kızı içeri almışlar.  Kadın sormuş öbür ilk bıraktırdığı üvey kızına: —Kızım, sen niye bu hâle geldin, demiş. Kız başından geçeni anlatmış: —Ayının ayağına diken batmıştı, “Çıkar.” dedi ben de çıkardım. Beni aldı dere kenarına götürdü, “Ben biraz uyuyacağım, bu dereden bir kara su akacak bir beyaz su. Kara su akınca beni çağırma, beyaz su akınca beni çağır”, dedi. Ben de öyle yaptım. O beyaz suya beni batırdı çıkardı, batırdı çıkardı böyle bu hâle geldim, demiş. Kendi kızına sormuş: — Sen ne yaptın, demiş. Kız da: —Ben, ayının yanına gittim. Ayı, “Ben buradayım.” dedi; seslendi, sesini duydum. “Ayağıma diken battı çıkarır mısın?” dedi. Ben de “Senin dikeninden bana ne, ben çıkarmam.” dedim. O da beni aldı o dere kenarına götürdü. “Gel seninle dere kenarına gidelim.” dedi. Gittik. “Ben biraz uyuyacağım, bu dereden bir kara su akacak, bir beyaz su. Beyaz su akınca beni çağırma, kara su akınca beni çağır.” dedi. Ben de kara su akınca çağırdım, beyaz suda çağırmadım. Beni kollarımdan tuttu, kara suya batırdı çıkardı, batırdı çıkardı, ben de bu hâle geldim. Kadın anlamış ki iyilik yapan iyilik bulur, kötülük yapan kötülük bulur! Kendi yaptığının yanlış olduğunu anlamış, pişman olmuş. Üvey kızını da artık kabullenmiş, ona da iyi davranmaya başlamış. Kendi kızına da iyi davranması için nasihatlerde bulunmuş, iyi olmasını istemiş. Böylece huzurlu, mutlu bir yuvayı sürdürüp gitmişler.
Üvey Kız
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
[BALIK BİLMEZ İSE HALİK BİLİR]   Bir varmış, bir yokmuş. Eski bir Türk ülkesi varmış. Bu ülkenin komşusu olduğu bir de komşu ülke varmış. Bu Türk ülkesinin padişahı gözleri görmeyen yaşlı bir adammış. Ancak padişah hiddetli mi hiddetli, gazaba gelince kimseye acımayan gaddar bir adammış. Bu yaşlı padişah gözlerinin görmemesine çok üzülürmüş. Gözleri görmeyen padişah bir gün sarayda gezintiye çıkmış. Sarayda gezerken iki askerin kendi arasındaki konuşmasına kulak misafiri olmuş. Askerlerden biri, diğerine anlatıyormuş: —Ben padişahın gözlerinin nasıl düzeleceğini biliyorum; ancak gazabından korktuğum için ona söyleyemiyorum, demiş. Padişah hemen tahtına kurulmuş ve bunu söyleyen askeri huzura çağırtmış. Askere: —Anlat bakalım, benim gözlerim nasıl düzelir, diye sormuş. Asker de başlamış anlatmaya: —Padişahım, senin gözlerinin açılmasının sırrı bir balıktadır. Bu balık senede yalnız bir defa su üzerine çıkar. Balığın su yüzüne çıkmasına kırk gün var. O balığı yakalayıp kanını gözlerinize sürerseniz gözleriniz düzelecektir, demiş. Padişahın oğlu ülkenin ordularının komutanıymış. Padişah hemen oğlunu çağırtmış ve olan biteni oğluna anlatıp ondan balığı yakalamasını istemiş. Komutan da babasının gözlerinin iyileşmesini sağlayacak balığı yakalamak için deniz kıyısına adım başına asker dizdirmiş. Aradan zaman geçmiş, askerler beklemekten sıkılıp komutanlarına: — Bu balığın çıkacağı yok, otuz dokuz gündür buradayız. Ama denizde bir kıpırtı yok, deyip durumlarından şikâyetçi olmuşlar. Komutan da: —Zaten balığın çıkacağı yok, babam da çocuk gibi masallara inanıyor. Balık bu gece yarısına kadar çıkmazsa buradan dağılabilirsiniz, demiş. Otuz dokuzuncu günü kırkıncı güne bağlayan gece yarısında su hareketlenmeye başlamış ve balık su yüzeyine çıkmış. Askerler gidip padişaha ve komutanlarına haber vermişler. Komutan hemen deniz kıyısına gelmiş, bakmış ki bir balık su yüzeyinde yüzüyor ama böyle bir balığın dünyada eşi benzeri yok. Komutan balığın güzelliğine hayran kalmış ve onu seyretmeye başlamış. Balığa kıyamamış ve onu öldürmekten vazgeçmiş. Bu sırada padişah sarayında sabırsızlıkla bekliyormuş. Oğlu saraya girince hemen yanına çağırtmış ve balığı sormuş. Oğlu olup biteni anlatmış ve balığın güzelliğine hayran kaldığını bu yüzden onu yakalamadığını söylemiş. Padişah bunları duyunca çok sinirlenmiş ve cellâtları çağırmış: —Alın, bu artık benim oğlum değil, hemen onu öldürün, demiş. Cellâtlar padişaha: —Padişahımız, siz ne kadar ona kızsanız da o sizin oğlunuzdur. Eğer biz onu sizin yanınızda öldürürsek siz dayanamazsınız, bizi öldürtürsünüz, demişler. Padişah da onlara uzak yerde öldürmeleri için emir vermiş. Cellâtlar komutanı kolundan tutup ıssız bir dağ başına getirmişler. Komutan, onlara: —Bakın siz beni öldürürseniz bir şey kazanamayacaksınız. Gelin beni öldürmeyin, şuradan bir hayvan avlayalım onu öldürelim. Kanını da benim gömleğime sürelim. Siz o gömleği babama götürün. Oğlunu öldürdük, deyin. Ben de bir daha bu ülkede göze görünmem, çeker giderim, demiş. Cellâtlar komutanı çok severlermiş. Bu sözleri duyunca, teklifini hemen kabul etmişler. Bir yaban hayvanı avlayıp kanını komutanın gömleğine sürmüşler. Komutanla helalleşip saraya geri dönmüşler. Komutan az gidip düz gidip komşu ülkenin sınırına kadar gelmiş. Son kez topraklarımı göreyim diye arkasına bakmış. Bir de ne görsün ki dev gibi bir Arap, yalın kılıç atının üzerinde, kendine doğru geliyor. Arap, komutana selam verip yoluna devam etmiş. Komutan, Arap'ın arkasından bağırmış: —Hey! İns misin cin misin? Bu topraklarda ne gezersin, demiş. Arap atını geri sürmüş ve komutanın yanına gelmiş. Arap attan inince komutan onun heybetinden korkmuş. Arap tekrar selam verip komutanın yanına oturmuş. Komutan başından geçenleri anlatmış. Sıra Arap'a gelmiş: —Ben ülkesini terk eden biriyim. Kendi ülkemde beni öldürecekler. Bu yüzden komşu ülkeye gidiyorum, demiş. Komutan da ona birlikte yola devam etme teklifinde bulunmuş. Arap teklifi kabul etmiş, ama bir şart sürmüş: —Can bulursak cana, mal bulursak mala ortağız, tamam mı, demiş. Komutan da onun teklifini kabul etmiş ve beraber yola koyulmuşlar. Komşu ülkede uzun bir yolculuktan sonra varıp bir handa konaklamaya başlamışlar. Sabah olunca bir tellal sesi duymuşlar: —Padişahın kızı evlenmek için uygun koca bekliyor. Padişahın kızı evlenmek için uygun koca bekliyor! Bu sesi duyan Arap, komutana dönüp: —Sen git, bu kızı al, bu kızı bana vermezler. Sen, eli yüzü düzgün adamsın, daha uygunsun, demiş. İkisi birlikte gidip padişahın kızını komutana istemişler. Komşu ülkenin padişahı durumu değerlendirmiş, kızına da sormuş. Kızı komutana vermeyi kabul etmiş. Neyse düğün dernekten sonra kızı alıp çıkmışlar. Bir ev tutup kızı o eve götürmüşler. Komutan, Arap'a dönüp: —Hadi sen bu akşamlık git. Biz kız ile bu evde yalnız kalalım, demiş. Arap bu sözleri duyunca sinirlenmiş, kılıcını çekip komutana yönelmiş: —Biz senin ile yola çıkarken nasıl sözleşmiştik? Can bulursak cana, mal bulursak mala ortak olacaktık. Şimdi sözünden ne demeye dönüyorsun? Senin kelleni burada uçururum, demiş. Komutan: —Ya hu nasıl olur? Bu nasıl bir iştir? Bu kadın artık benim eşim, böyle şey olur mu, dese de nafile. Arap söz dinlememiş ve daha hiddetli şekilde karşı çıkmış. En sonunda komutan çaresiz kabul etmek zorunda kalmış ve kız ile Arap'ın yalnız kalmasını kabul etmiş. Kız ile Arap odaya girmişler, komutan onları beklemeye başlamış. Meğerki komşu ülkenin padişahının kızı sihirliymiş, bundan önce kendisi ile evlenen yedi kişiyi öldürmüş. Ne zaman evlenip gerdeğe girecek olsa kızın içinden büyük bir kara yılan çıkarmış ve damadı öldürürmüş. İlk önce Arap içeri girdiği için kızın ağzından çıkan yılan ile o karşılaşmış. Kızın ağzından çıkan yılanın başını kılıcı ile kesmiş ve yere düşen yılanın başını alıp cebine koymuş. Hemen odadan çıkıp komutanın yanına gelmiş. Kız ile yalnız kalmadıklarını, şaka için böyle yaptığını söylemiş. Komutan kızın yanına gelmiş, yalnız kalmışlar, dünya evine girmişler. Aradan zaman geçmiş, komutanın hayatını kurtaran iki cellât komutana mektup göndermişler. Mektup komutana ulaşmış. Mektupta padişahın öldüğü, kendisinin padişah olduğu yazıyormuş. Komutan mektubu okur okumaz, mutlu haberi ilk önce Arap’a sonra da komşu ülkenin padişahına vermiş. Her ikisi de çok sevinmişler. Komşu ülkenin padişahı, damadının bir padişah olduğunu anlayınca çok sevinmiş ve bir sürü hediye verip onları Türk ülkesine kendisi uğurlamış. Komutan, Arap ve kız, Türk sınırına geldikleri zaman Arap, komutana dönüp: —Dur bakalım. Burada başladı, burada biter. Mala da cana da ortağız demiştik. Şimdi burada malları paylaşalım ve yolumuzu ayıralım, demiş. Komutan teklifi kabul etmiş ve komşu ülkenin padişahının verdiği hediyeleri ikiye bölüp yarısını Arap’a vermiş. Arap bu seferde kıza doğru yönelip kılıcını vurmak için havaya kaldırmış. Komutan onu durdurunca, komutana: —Mal bulursak mala, can bulursak cana ortağız demiştik. Şimdi bu kız bulduğumuz candır onu da ikiye böleceğiz, demiş. Kılıcı kıza tam vuracak iken kız öksürmüş ve ağzının içinden kafası kesilmiş yılan dışarı çıkmış. Arap cebinden yılanın kesik başını çıkarmış ve durumu komutana anlatmış. Komutan duyduklarına inanamamış. Arap atına binmiş ve helallik istemiş, sonra komutana dönüp: —Unutma ki “balık bilmez ise Halik bilir” derler. Ben o denizde öldürmediğin balığım, demiş ve gözden kaybolup gitmiş.
Balık Bilmez ise Halik Bilir
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir anne keçi ve yedi tane yavrusu varmış. Anne keçi günlerden bir gün yavrularına yemek bulmak için ormana gitmiş. Ormana gitmeden önce de çocuklarına sıkı sıkı tembihlemiş: —Bakın yavrularım, biliyorsunuz peşimizde kötü bir kurt var. Hileleriyle sizi kandırıp yiyebilir. Sakın benim sesimi duymadan kapıyı kimseye açmayın. Ayrıca benim ayaklarım beyaz, kurdun ayakları siyahtır, diyerek kapıyı sıkıca kapatmalarını söylemiş ve kulübelerinden dışarı çıkmış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kurt gelip kapıyı çalmış: —Yavrularım açın, anneniz geldi, demiş. Keçi yavruları da: — Senin sesin annemizin sesine benzemiyor, bizim annemizin sesi yumuşaktır, demiş. Bunun üzerine kurt gitmiş bir bakkaldan tebeşir alıp yemiş ve sesini inceltmiş, tekrar kapıyı çalmış: —Yavrularım ben geldim, anneniz geldi, size güzel yiyecekler getirdim, demiş. Yavru keçiler inanacak gibi olmuş. Bir tanesi tam kapıyı açacakken öbür kardeşi onu uyarmış, — Bize ayağını gösterir misin, bizim annemizin ayakları beyaz, demiş. O da göstermiş, bakmış ki siyah. —Aaa demiş, sen bizim annemiz değilsin, annemizin tüyleri beyaz, senin ayakların siyah demiş, o yüzden kapıyı kurda açmamışlar. Bunun üzerine kurt bir değirmene gitmiş, oradan biraz un almış. Unları ayağına serpmiş ve tekrardan kapıyı çalmış: —Yavrularım ben geldim, anneniz geldi, demiş ve bu sefer ayağını da göstermiş. Ayağını beyaz gören keçi yavruları da kapıyı açmışlar. Kapının açıldığını gören kurt, bir anda keçi yavrularına saldırmış. Keçilerden birisi dolabın içine girmiş, bir tanesi yatağın altına kaçmış. Bir tanesi tülün arkasına gitmiş. Bir tanesi mutfağa saklanmış. Bir tanesi saatin içine girmiş. Kurt bunların hepsini bulmuş ve yutmuş. Yalnızca saatin içine gireni bulamamış. Anne keçi de bir müddet sonra gelmiş, kapının açık olduğunu ve evin dağınık olduğunu görünce şaşırmış: —Yavrularım, yavrularım, diye bağırmış. Sadece saatin içindeki yavrusunun sesini duymuş ve onu almış. Küçük yavru keçi annesine olanları anlatmış, annesiyle beraber dışarı çıkmışlar, bakmışlar ileride bir ağacın altında kurt, karnı şişkin bir şekilde uyuya kalmış. Sonra anne keçi, evden makas ve iğne almış. Yavrularını kurdun karnından çıkarmış ve kurdun karnına taşları doldurmuş, karnını iğneyle dikmiş. Kurt, o kadar derin uyuyormuş ki olan bitenden haberi olmamış. Bir müddet sonra uyanmış, su içmek için suyun kenarına gitmiş. Karnındaki taşlar ağır olduğu için suya düşmüş ve boğulmuş. Anne keçi de yavrularıyla beraber kurdun suya düştüğünü görmüş. O günden sonra mutlu ve huzurlu yaşamışlar. Özet Anne keçi, yemek bulmak için ormana gitmeden önce yavrularına kimseye kapıyı açmamalarına dair sıkıca tembihte bulunur. Ardından kurt, yavru keçilere onların annesi kılığında gelerek kapıyı açmalarını söyler. İlk önce açmak istemeyen keçi yavruları daha sonra gelenin anneleri olduğuna inanarak kapıyı açarlar. Bunun üzerine kurt, kapı açılır açılmaz yavruları yakalayarak hepsini yutar, yalnızca saatin içine saklanan keçi yavrusu kurtulur. keçi eve gelip durumu görünce saatin içine saklanan yavru keçi durumu annesine anlatır ve birlikte dışarı çıkarlar. Kurdun bir ağacın altında uyuduğunu gören anne keçi, makas ve iğne alarak kurdun karnını kesip içindeki yavrularını kurtarır ve kurdun karnını taş doldurarak diker. Uyanan kurt, su içmek için dere kenarına gidince karnındaki taşların ağırlığıyla dereye düşüp boğulur. Bunun üzerine anne keçi ve yavruları da mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşarlar.
Anne Keçi ve Yedi Yavrusu
Rize
Karadeniz Bölgesi
  Bi horoz varmış. Horozun ayağına diken gaçmış. O dikeni çıkartmak için gedir, nenenin yanına varıy. Nene ekmek bişirip duruymuş: ̶ Nene demiş, benim ayama diken gaştı. Bu dikeni çıkarabilir misin? ̶ Çıkarırım oğlum, demiş. Dikeni çıkarmış nenem, atmış dikeni. Karga demiş: ̶ Nenem hani benim dikenim? Nene: ̶ Attım, demiş. Karga: ̶ Ya dikenimi verirsin ya ekmeni alıp gaçarım, demiş. Nenenin ekmenin birini alıp gaşmış. Bi gediyo, bi çobanın yanına variyi. Çobanın yanına varıydın goyunu sağmış, südünü öle içellermiş. Karga demiş: ̶ E siz bunu niye böle içisiniz? Ekmek gırın öle için, demiş. Çobanlar: ̶ Ekmemiz yok bizim, demişler. Karga: ̶ E bende var ekmek. Gıralım, yiyelim, demiş. Gırmışlar, yemişler orda. Karga demiş: ̶ E hani ekmeğim? ̶ Ekmeği yedik ya, demiş çoban. Bu sefer: ̶ Yo ekmeğimi bulun ya da goyununuzu alıp giderim, demiş. Goyunu alıp gidiyi karga. Bi düğüne variyi. Düğüne vardığında bi bakiyi, köpek kesip duruylar. Köpeği kesiyler, millete yediriylermiş. Karga demiş: ̶ Siz burda köpek niye kesiysiniz? Goyun kesin, demiş. Düğün sahibi: ̶ Goyun yok, demiş. Karga: ̶ Goyun ben de var, demiş. Kesirler, yiyirler. Karga demiş: ̶ Hani benim goyunum? Düğün sahibi: ̶ Goyunu kestik, yedik ya hep beraber, demiş. Karga: ̶ Ya goyunumu bulun ya gelininizi alıp gaçarım, demiş. Gelini alıp bi gediyi dağın başına, dağın daşına bi çıkıyı. Dağın başında horoz bi atiyi gelini. Gelin sizlere ömür.
AYAĞINA DİKEN BATAN HOROZ
Muğla
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde yedi tane erkek çocuğu olan bir aile yaşarmış. Günlerden bir gün bu çocuklar ormanda oyun oynarken oyuna dalıp yollarını kaybetmişler evin yolunu ararken iyice ormanın derinliklerinde kaybolan bu yedi çocuk ne yapacaklarını bilmez bir şekilde ormanda dolaşıyorlarmış. Böyle etrafta dolaşırken karşılarına ışık yanan bir kulübe çıkmış o kulübede de çocuk yiyen bir dev yaşarmış. Bu devin de yedi oğlu varmış. Çocuklar kulübenin kapısını çalıp deve yollarını kaybettiklerini ve yatacak yerlerinin olmadığını söylemişler. Devde bunlara iyi davranıp yardım edebileceğini sabah olunca onları evlerine götürebileceğini söylemiş. Çocuklarda buna inanarak içeri girmişler ama devin niyeti gece uyudukları zaman çocukları yemekmiş. Bu yedi kardeşten en küçüğü devin niyetini anlamış ağabeylerine de durumu anlatmış. Dev gece olunca çocuklara yatacakları yeri göstermiş kendi çocuklarını da ayrı bir yere yatırmış. Çocuklar dev yokken devin çocuklarını kendi yerlerine yatırıp kendileri de onların yataklarına gidip yatmışlar. Her şeyden habersiz olan dev gece yarısı gelip kendi çocuklarını bir güzel yer sonra da gider yatar ve uyur. Çocuklar dev uyuduktan sonra kalkıp pencereden kaçarlar böylece kurtulurlar.
Dev ve Yedi Çocuk
Antalya
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir tilki ile bir yılan varmış. Yılan ile tilki arkadaş olmuşlar ve ikisi bir yolculuğa çıkmışlar dağlar tepeler aştıktan sonra bir dere kenarına gelmişler, yılan tilkiye ben bu dereden geçemem sudan korkarım demiş, tilki de sen benim arkadaşımsın benim sırtıma bin ben seni karşıya geçiririm demiş.  Yılan tilkinin sırtına binmiş ve tilki yüzmeye başlamış tam derenin ortasına geldiklerinde yılan tilkinin boynuna dolanmaya başlamış niyeti onu sokup öldürmekmiş. Tilki yılanın kendisini öldüreceğini anlamış ve yılana belli ki sen beni öldürmeye karar verdin ama o kadar yıllık arkadaşlığımız var önce boynunu uzat ben seni boynunun altından bir öpeyim sen beni öyle öldür demiş. Yılan tilkinin söylediklerine inanmış ve boynunu uzatmış, tilki de hemen yılanın boynunu ısırıp koparmış ve dereden çıkmış. Yılanın ölüsünü yere dümdüz uzatmış ve demiş ki benim arkadaşım yılan gibi eğri büğrü değil işte böyle dümdüz olmalı
Yılan ile Tilki
Antalya
Akdeniz Bölgesi
Zamanın birinde bir ayı ile bir tilki varmış, bunlar arkadaş olmuşlar, birlikte vakit geçiriyorlarmış. Günler böyle geçerken bizim ayı ile tilki birlikte soğan ekmeye karar vermişler. Tabii tilki kurnaz ya ayıya sormuş: —  Dibini mi istersin yapraklarını mı? Ayı: — Toprağın altındakini ne yapayım, yapraklarını isterim, demiş. Soğanı ekmiş yetiştirmişler, tilki soğanın dibini toplamış gitmiş, ayıya hiçbir şey kalmamış. Ayı intikamını almak için tilkiye buğday ekmeyi teklif etmiş, tilki, yine sormuş: — Dibini mi istersin yapraklarını mı? Ayı bu sefer akıllılık edecek ya: — Dibini isterim, demiş. Yine tilki karlı çıkmış ve buğdayları toplayıp gitmiş. Yine de ayı ile tilkinin arkadaşlığı devam etmiş. Bir gün iki arkadaş kovanlardan bal çalmaya karar vermişler, balları çalıp bir yere saklamışlar. Balı sakladıkları yere giden yol ayının evinin önünden geçiyormuş. Birkaç gün sonra ayı tilkiyi evinin önünden geçerken görmüş ve nereye gittiğini sormuş. Tilki de: — Teyzemin kızının bir çocuğu oldu, onun adını koymaya gidiyorum, demiş. Tilki dönerken ayı, yine sormuş: — Çocuğun adını ne koydun? Tilki: — Başladı, koydum, demiş. Yine birkaç gün sonra ayı tilkiyi yine evinin önünden geçerken görmüş ve: — Nereye gidiyorsun, diye sormuş. Tilki bu defa da: — Amcamın kızının bir çocuğu oldu onun adını koymaya gidiyorum, demiş. Birkaç saat sonra tilki dönerken ayı yine sormuş: — Çocuğun adını ne koydun? Tilki: — Yarıladı, koydum, demiş. Yine aradan birkaç gün geçmiş, tilki yine yola çıkmış ayı ile karşılaşmış. Ayı yine nereye gittiğini sormuş. Tilki bu defa da: — Dayımın kızının bir çocuğu oldu, onun adını koymaya gidiyorum, demiş. Dönerken yine ayı ile karşılaşmış. Ayı, sormuş: — Çocuğun adını ne koydun? Tilki de: — Bitti yaladı yudu* koydum, demiş. Üç gün sonra ayının canı bal çekmiş, bal yemeye gittiğinde bir de ne görsün, bal bitmiş. Ayı sinirle tilkiye koşmuş beni kandırdığın yeter artık buna bir son verelim, demiş. İkisi dövüşmeye karar vermişler. Tilki uzun bir çatırık** ve kısa bir odun bulmuş. Ayıya, sormuş: — Uzun çatırığı mı istersin yoksa kısa odunu mu istersin? Ayı yine akıllılık ettiğini düşünüp uzun çatırığı almış. Ayı uzun çatırıkla tilkiye vurmaya çalışırken tilki kısa odunla ayıyı bir güzel döver ve ayıyı öldürür. Bu masal da böylece biter.                                                                                                                           * Yu-: yıkamak. **Çatırık: 2 metrelik 3 çubuğun birbirine bağlanması ile yapılan yağ çıkarmaya yarayan alet.
Ayı ile Tilki
Antalya
Akdeniz Bölgesi