text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemesi çok günahmış. Evvel zaman içinde bir ülke varmış. Bu ülkenin su ihtiyacı sadece bir yerden karşılanırmış. Başka sular da varmış ama kötü olduğu için kullanılmıyormuş. Dağların ötesinden gelen bu suyun başında bir ejderha bulunurmuş. Bu Ejderha: — Her yıl bir kızı bana kurban edeceksiniz, yoksa size su vermem, dermiş. O ülke halkı da buna bir çare bulmaya karar vermişler. Bunun için birini ejderhayı öldürmesi için suyun geldiği karanlık dünyaya göndermeye karar vermişler. Gönüllü olan bir delikanlı: — Ben oraya giderim. Eğer ben ejderi öldürürsem suda kan göreceksiniz, sonra su temizlenecek. Öldüremezsem bekleyin bir süre sonra benim ölüm haberim gelir, demiş. Yiğit delikanlı yola düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş, sonunda karanlık dünyaya giden kuyunun başına gelmiş. Kuyunun içine girmiş. Burada yedi kapı görmüş. Tabii hangisine gireceğini şaşırmış. Kapılardan birkaçına girmiş ama hiç hoş olmayan şeyleri görüp ürpermiş. Sonunda karanlık dünyanın kapısını bulmuş ve içeri girmiş. Ejderin de bir dudağı yerde bir dudağı gökte imiş. Onu ancak bir hamlede başını keserek öldürmesi gerekiyormuş, yoksa mümkünü yok öldüremezmiş. Ejderle bir süre söz düellosu yaptıktan sonra bir hamlede ejderhanın başını kesmiş. Kesik baştan şöyle bir ses çıkmış: — İnsanoğlu bir daha vur, bir daha, diye. Yiğit delikanlı: — Ben annemden bir kere doğdum. Sana bir daha vurursam kesinlikle seni öldüremem, demiş. Ejderha oracıkta ölmüş. Ejderhanın ölümüyle diğer su kaynakları da temizlenmiş. Ülke bol suya kavuşmuş. Gel gelelim delikanlıya; karanlık dünyadan çıkması gerekiyormuş ama nasıl çıkacağını bilmiyormuş. Ayrıca çıkış yolu kuyuda değilmiş. Delikanlı kara kara düşünürken karanlık dünyanın bilginlerinden biri delikanlıya bir kuş vermiş. Bilgin, kırk tuluk süt, kırk tuluk et vererek delikanlıya: — Yiğit bu kuşa bineceksin “Ah!” dedikçe et, “Vah!” dedikçe süt ver, demiş. Tam ışık dünyaya gidecekken et bitmiş. Delikanlı hemen bacağından bir parça et kopararak kuşa vermiş. Işığa çıkmışlar. Delikanlı kuşun sırtından inmiş. Kuş: — İnsanoğlu hadi yoluna yürü bakalım, demiş. Delikanlı yürürken topallamış. Kuş: — Sen bacağından kesip bana verdin. Yiğit bir delikanlısın. Al etini, yutmadım, dilimin altında sakladım, geri yapıştır bacağına, demiş. Eti vermiş delikanlı bacağına yapıştırmış. Delikanlı kuşa teşekkür etmiş. Kuş geri karanlık dünyaya, delikanlı da ülkesine dönmüş. Kırk gün kırk gece eğlence düzenlemişler. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler.
DELİKANLI İLE EJDERHA
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemim beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kocaman bir ormanda yaşayan bir dev varmış. Alışılageldiği gibi bu dev kötü değil, tam tersine iyi bir devmiş. Bu dev ormanda gezer dolaşır, doğanın kokusunu içine çeker ve tüm bu güzellikler içine layık olmadığını düşünürmüş. Çünkü dev kendinin çok büyük ve çirkin, aynı zamanda işe yaramaz olduğuna inanıyormuş. — Bu güzelliklerin içine benim gibi çirkin ve koca bir yaratık hiç yakışır mı, diyormuş. Ayrıca dev ormandaki hiçbir hayvanın kendisini sevmediğini zannedermiş. Onlardan saklanmaya çalışırmış. Ama çok büyük olduğu için onu hiçbir mağara ve ağaç saklayamazmış. Hep bu düşüncelerle kendini yiyip bitiren dev, bir gün ormanda güzeller güzeli bir kız görmüş. Kız önündeki kazana bir şeyler atıyor ve onu sürekli karıştırıyormuş. Dev kızın yanına yaklaşmış ve sormuş: — Sen de kimsin? Kız cevap vermiş: — Ben iyilik perisiyim. İyilik büyüsü hazırlıyorum. Bu orman güzelliklerle dolu, büyümün içine güzellik katmaya geldim. Büyümü hazırladığım zaman herkese iyilik yapabileceğim. Bu büyülü sudan içen herkesin dileğini gerçekleştireceğim. Dev, duyduklarına inanamamış. — Bana da bu sudan verir misin? Ben de bu büyülü sudan içip küçülmek istiyorum. Diğer insanlar gibi olmak istiyorum. Hiç kimse benden korkmasın, kaçmasın. Ama bu çirkin ve kocaman hâlimle herkes benden kaçıyor. Ve beni kimse sevmiyor, demiş. İyilik perisi devin çirkin olmadığını, aslında ormandaki herkesin onu sevdiğini söylese de devi ikna edememiş. Sonunda sudan ona vermeye karar vermiş. Yalnız bir şartının olduğunu söylemiş. Dev bu suyu ancak karşı tepeye geçince içebilecekmiş. Dev kabul etmiş. Suyu alıp karşı tepeye doğru yola koyulmuş. Yolda bir arı vızıltısı duymuş. Bir arı, deve: — Sen çok güçlüsün, yardım et, ters dönen kovanımızı düzelt, tüm ailem kovanın altında kaldı, diye yalvarmış. Dev kovanı düzeltmiş. Arılar deve teşekkür edip övgü dolu sözler söylemişler. Dev, çok mutlu olmuş. Yoluna devam ederken bir kuş yuvasının daldan düştüğünü görmüş. Yuvada yavru kuşlar ötüyormuş. Anne kuş ise çaresizce yuvanın etrafında dolaşıyormuş. Devi görünce çığlık çığlığa yardım istemiş. — Ah dev kardeş, yardım et! Yavrularımı ve yuvamı kurtar, demiş. Bunun üzerine dev yavruları yuva ile birlikte alıp dala yerleştirmiş. Kuş, deve teşekkür etmiş. Dev, yardım etmenin gururu ve huzuru ile yoluna devam etmiş. Ormanda yardıma ihtiyacı olan o kadar çok küçük hayat varmış ki, bunları daha önce fark etmediği için hayıflanarak herkese yardım etmeye başlamış. Ve aslında ormanda onun da bir yeri olduğunu, üstelik yardım ettiği canlıların onu gerçekten sevdiğini anlamış. Bakmış ki karşı tepeye varmış. Fakat büyülü suyu içmekten vazgeçmiş. Çünkü artık kendini seviyormuş. Bundan sonraki hayatını yardım ederek ve mutlu yaşamış.
Dev ve Peri Kızı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir padişahın üç kızı varmış. Fakat bu padişah kızlarını evlendirmezmiş, bu iş kızları çok üzermiş. Kızlardan biri evlenme yaşını çoktan geçmiş, biri yeni geçmiş, biri de tam evlenme çağındaymış. Bu üç kız babalarına artık evlenmek istediklerini belli etmek için, üç karpuz yollamışlar. Birinin içi tamamen geçmiş, biri yarı geçmiş ve diğeri de tam yeme zamanında imiş. Babaları bunun üzerine bu üç kızı çağırıp o gece rüyaya yatmalarını, rüyalarında kimi görürlerse onunla evlendireceğini söylemiş. Ertesi sabah rüya görmediği hâlde büyük kız, vezirin büyük oğluyla evlendiğini gördüğünü, söylemiş. Padişah onu vezirin büyük oğluyla evlendirmiş. Ortanca kızı da rüya görmediği hâlde vezirin ortanca oğluyla evlendiğini gördüğünü söylemiş, onu da vezirin ortanca oğluyla evlendirmişler. Ama küçük kız gerçekten o gece bir rüya görmüş. Rüyasında babası altın bir ibrikle eline su döküyormuş. Padişah bunu duyunca çılgına dönmüş: — Koca padişah hiçbir kızın eline su döker mi, demiş. Hemen celladı çağırmış: — Bu kızı öldür, kanlı gömleğini bana getir, demiş. Cellat kızı almış, ormana götürmüş ama bir türlü öldürmeye kıyamamış. Kızı serbest bırakmış. Bir kuş vurup kanını gömleğe bulaştırıp padişaha götürmüş. Kız hava karardıkça korkmaya başlamış. Ormanın içinde bilmeden yürüyormuş. Uzakta bir ışık görmüş, kapıyı çalmış, içeriden çıkan iki ihtiyara başından geçenleri anlatmış. İhtiyarların hiç çocukları olmamış, bu kızı öz evlatları gibi sahiplenmişler. Bir gün kız kapının önünü temizlerken bir atlı gelmiş. Çok yakışıklı olan delikanlı kızı görür görmez vurulmuş. Birbirlerine âşık olmuşlar. Delikanlı birkaç gün sonra büyük bir kalabalıkla gelmiş. Meğer padişahların padişahının oğluymuş. Hemen düğün kurulmuş, her yerden bu güzel gelini görmeye gelmişler. Bu güzel gelinin namını duyan babası da bilmeden bu gelinin güzelliğine bakmaya gelmiş. Ama geç kaldığı için gelini görmesine izin vermemişler. O sırada ibrikçi padişaha gelinin yemek yediğini, yemekten sonra eline su dökmek bahanesiyle onu görebileceğini söylemiş. Padişah kabul etmiş. Yemekten sonra kızının elini yıkaması için altın ibrikle eline su dökmüş. Tabii padişah kızını tanıyamamış ama her gün öldürttüğü kızı için vicdan azabı çekiyormuş. Kız babasını tanımış, rüyasının da tıpkı böyle olduğunu ve başından geçenleri anlatmış. Babası da çok pişman olduğunu söyleyip af dilemiş. Bunun üzerine tekrar kırk gün kırk gece daha düğünler yapılmış. Hep birlikte çok mutlu bir ömür sürmüşler.
Padişahın Üç Kızı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir evli çift varmış. Bu evli çiftlerin çocukları olmuyormuş. Bir ihtiyar dedeye sormuşlar: — Çocuğumuz olmuyor, ne yapalım, demişler. İhtiyar dede: — Yatarken başucunuza bir kalbur üzüm koyun. Üzümler gibi tatlı çocuklarınız olur, demiş. İhtiyar dedenin dediği olmuş, iki tane çocukları olmuş. Çocukların biri kız, biri erkekmiş, Kız çocuğu fazla uzun yaşamamış. Erkek çocuk büyümüş, yedi sekiz yaşlarına gelmiş. Bir gün babası tarlaya çift sürmeye gitmiş. Annesi: — Oğlum, babanın azığını götür, demiş. Azığı tarlaya göndermiş. Çocuk tarlaya gitmiş. Babasına seslenmiş: — Babacığım tarlanın ne tarafından geleyim, demiş. Babası: — Tarlanın kenarından gel, demiş. Çocuk ekmeğin bir kenarından ısırmış. Tekrar sormuş; — Baba, ne taraftan geleyim. Babası: — Kenardan gel, demiş. Çocuk ekmeğin kalanını da yemiş. Ekmek bitmiş. Babasından utanmış, babasına azık almak için tekrar yola çıkmış ve ormanda kaybolmuş. Karşısına avcılar çıkmış. Avcılardan korkup odun olmuş. Günün birinde üç tane genç kız, akşam vakti ormana odun toplamaya gelmişler. Kızlardan bir tanesi avcılardan korkup odun olan çocuğu çuvalına koymuş. Ama kaldıramamış, çok ağırmış. Diğer arkadaşlarını yardıma çağırmış. Üçü çuvalı taşıyarak ormanın çıkışına gelmişler. Ancak hava karardığı için evlerinin yolunu bulamamışlar. Uzakta bir yerde horoz ötüyormuş, bir yerde duman tütüyormuş. Kızlardan bir tanesi: — Horoz öten yere gidelim, demiş. Diğerleri: — Duman tüten yere gidelim, demiş. Duman tüten yere gitmek isteyenler çok acıktık belki orda yemek pişiyordur diye düşünmüşler. Kapıyı üç kere çalmışlar. Cadı kapıyı açmış: — Aman Allah’ım! Ben de çok acıktım, sizi yiyebilir miyim, demiş. — Torbanızdaki odunu ocağa dökün, ateş iyice çoğalsın ki sizi daha iyi kızartayım, demiş. Kızlar odunu cadının salonunun ortasına dökmüşler. Cadı odunu kaldıramamış. Kızlara bağırarak: — Odunu siz taşıyın, demiş. Kızlar oduna yaklaşmış yaklaşmasına ama bir de bakmışlar ki odun kocaman yakışıklı bir bey olmuş. Üzüm tatlısı oğlan tekrar canlanmış. Hep birlikte cadıyı yakmışlar. Bu kızlardan birisiyle yakışıklı oğlan evlenmiş ve mutlu sona ulaşmışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri üzüm tatlısı oğlan ile kızlara, biri anlatana, biri de dinleyenlere.
Üzüm Tatlısı Oğlan
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir tilki ile leylek varmış. Bunlar arkadaş olmuşlar ve yiyecekleri kalmadığından bir dağa yiyecek aramaya gitmişler. Tilki: — Leylek arkadaş, aynı yöne gitmeyelim, ayrı yönlere gidip arayalım, akşama görüşürüz, demiş. Leylek de kabul etmiş. Ayrı yönlere dağılarak yiyecek aramaya başlamışlar. Tilki bir dedeye rast gelmiş. Dede iki kasa balık toplamış, at arabasına koymuş, pazara satmaya götürüyormuş. Tilki: “bu balıkları bir şekilde almalıyım” diye düşünmüş ve dedeyi kandırmaya karar vermiş. Dede gelmeden geçeceği yola yatarak ölü taklidi yapmış. Dede tilkiyi ölü sanmış ve derisini satarım diye düşünerek balık kasalarının üzerine koymuş. Tilki balıkları yavaş yavaş yola saçmaya başlamış, kasalar boşalınca da at arabasından inip saçtığı balıkları toplayarak mağarasına dönmüş. Balıkları tavana asmış, leyleğin görmemesi için. Leylek akşam olunca gelmiş ve: — Tilki arkadaş, ben bir şey bulamadım, demiş. Tilki de: —Ben de bulamadım leylek arkadaş, sana bir çorba yapayım da içelim, demiş ve bir tasta çorba yapmış. Bir taşın üzerine koymuş. Leylek taşın üzerinde çorba içemedeğinden aç kalmış: — Yarın akşam da sen bana gel, demiş. Tilki kabul etmiş. Leylek de ona derin bir çömlekte çorba yapmış. Bu sefer de tilki aç kalmış ve leylek demiş ki:  — Tilki arkadaş, ben bir yerde balık gördüm. O balıkları alabiliriz. Tilki de:  — Hemen gidelim arkadaş, demiş. Düşmüşler yola, balıkların olduğu yere gelmişler. Leylek: — Ben balıkların sahibini oyalayacağım, sen balıkları taşı, demiş. Tilki de kabul etmiş. Leylek, sahibini oylamaya çalışmış fakat pek başarılı olmamış. Aslında başarılı olmak da istememiş. Tilki balıkların sonuna gelmişken balıkların sahibi tilkiyi balıkları taşırken görmüş. Tilkiyi yakalayıp kuyruğunu koparmış. Tilki çok üzülmüş ve utanmış. Leylek:  — Tilki arkadaş, sen arkadaşını kandırırsan sonun böyle olur. Beni kandırdın, hem kuyruğundan hem de arkadaşından da oldun, demiş. Bu masal da burada bitmiş. …
Tilki ile Leyleğin Arkadaşlığı
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanda, küçük bir yerde, bir kadın ve kocası yaşarmış. Bu kadınla kocasının büyük bir derdi varmış. Çocukları olmuyormuş. Çocuk sahibi olmayı çok isteyen adam, bir gün eşine: — Ben tarlaya gidiyorum. Ben dönene kadar bir çocuk doğurmazsan gözüme görünme, demiş. Ne yapacağını bilemeyen kadın, kümesten yakaladığı bir horozun tüylerini yolmuş ve onu kundağa belemiş. Eve döndüğünde beşiği dolu gören adam çok mutlu olmuş. Horozu oğulları saymış, büyütmüşler. Horoz, tıpkı bir insan gibi büyümüş. Konuşmayı filan da bilirmiş. Bir gün adam, horoz çocuğa: — Oğlum, benim falanca adamdan alacağım var, git onu al da getir, demiş. Çocuk hemen yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, giderken yolda bir tilki ile karşılaşmış. Tilki onunla gelmek isteyince horoz çocuk tilkiyi kanadının altına almış. Biraz daha gitmiş ve bu sefer de bir kurtla karşılaşmış. Kurt da onunla gelmek isteyince onu da kanadının altına almış. Yoluna devam etmiş ama önüne bir göl çıkmış. Masal bu ya, karşıya geçebilmek için gölün sularını da içmiş ve karnına almış. Gölü geçmeyi de başaran çocuk, sonunda varacağı yere varmış ve: — Üürü üüüüü! Babamın parasını verin, demiş. Adamın parayı vermeye niyeti yokmuş, çocuğu tutmuş ve kümese kapatmış. Çocuk da kanadının altındaki tilkiyi ortaya çıkarmış. Tilki kümesteki bütün tavukları yemiş, çocuk da kümesten çıkmış ve yine parayı istemiş. Adam bu kez de onu ağıla kapatmış. Horoz çocuk, ağılda da kanadının altındaki kurdu ortaya çıkarmış. Kurt bütün ağılı afiyetle boşaltırken o da yine adamın karşısına geçmiş ve parayı istemiş. Adam bu sefer de onu sandığa kapatmış. Çocuk, sandıktaki altınları almış ve karnındaki göl suyunu da boşaltmış. Evi su basmış. Dışarıya çıkan horoz çocuk: — Üürü üüüüü! Babamın parasını aldım, demiş. Ve evine doğru yola çıkmış. Bu masal da burada bitmiş.
Horoz Çocuk
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanlarda bir kadının çok güzel bir kızı varmış. Bu kız bütün gün evden dışarı çıkmazmış. Bir gün pencerenin kenarına oturmuş, el işini işlerken yanına bir kuş gelerek: — Güzel kız, sen kırk gün bir ölünün başını bekleyeceksin, sonra muradına ereceksin, demiş. Kız bu yaşadığını kimseye anlatmamış. Ertesi gün kuş aynı saatte yine gelmiş, aynı şeyleri söyleyip gitmiş. Bu sefer kız korkup olanı biteni annesine anlatmış. Annesi kızının başına kötü bir şey gelmesinden korkarak kızını da alıp evlerini terk etmiş. Birkaç günlük yolculuktan sonra bir sarayın önüne gelmişler ve orada kalmışlar. Kuş oraya da gelmiş ve kızı uykudayken kaptığı gibi başka bir odaya götürmüş. Güzel kız gözlerini açtığında bir cesedin başındaymış. Önce çok korkmuş, uzun süre ağlamış. Fakat kuşun dedikleri aklına gelmiş ve sabırla beklemeye başlamış. Otuz dokuz gün sabretmiş. Otuz dokuzuncu gün sarayın yanından geçen bir gemiden bir hizmetçi satın almış. Hizmetçisine cesedin başında durmasını emretmiş, kendisi de sarayı gezintiye çıkmış. Güzel kız odadan çıktıktan sonra ölü kendisine gelmeye başlamış. İlk sorduğu şey: — Kırk gün başımda bekleyen sen misin, olmuş. Hizmetçi yalan söylemiş ve: — Ben bekledim, demiş. Bir de hizmetçisi olduğunu söylemiş. Bunları duyan güzel kız hiçbir şey dememiş. Uyanan meğer bir şehzadeymiş. Bir karışım içerek uyumuş ve başında kim kırk gün beklerse onunla evleneceğine söz vermiş. Nitekim yakışıklı şehzade, hizmetçi kızla evlenmiş. Güzel kız da yanlarında hizmetçi olarak kalmış. Bir gün şehzade bir seyahate çıkmış. Gitmeden önce karısına ve güzel kıza ne istediklerini sormuş. Karısı elmas kolye, güzel kız ise sabır taşı istemiş. Döndüğünde her ikisine de hediyelerini takdim etmiş. Günler sonra kızı sabır taşıyla dertleşirken görmüş. Anlattıkları karşısında sabır taşı çatlamış. Bunları duyan şehzade karısını boşamış ve ona kırk katır cezası vererek memleketine yollamış. Kendisi de güzel kızla kırk gün kırk gecelik bir düğünle evlenmiş. Masalım erdi selamete, cemaatin ortasına bir yük kuru üzüm gele.
Sabır Taşı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Saka ile Vezirin Kızı Bir varmış, bir yokmuş … Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, dedem ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, eski zamanlarda bir hükümdar, bir de veziri varmış. Bunların da birer kızı varmış. Bu kızlar çok güzelmiş. Bunlar birbirine öyle sıcak sevgi içinde yaşarlarmış ki, hiç birbirinden ayrılmazlarmış. Bir gün o civardan geçen bir saka güzeli su satıyormuş. Bunlar pencereden bakmışlar, saka güzelini görünce, saka güzeline:  — Hangimiz güzeliz, demişler. Saka güzeli: — İkiniz de güzelsiniz, demiş. Saka güzeli en sonunda vezirin kızını daha fazla beğenmiş. Hükümdarın kızı çok kıskanmış. Aradan zaman geçmiş, hükümdarın kızı hasta gibi olmuş. Babası hastalığını sorunca: — Baba, sorma benim hastalığımı, bir doktora göster, demiş. Doktoru göndermişler. Bu doktora para veren hükümdarın kızı: — Söyle de babama, vezirin kızının kanını akıtsın. Kanını getir; kanı kızına içir ki iyi ola, yoksa iyi olmaz de, demiş. Doktor da gitmiş söylemiş hükümdara. Hükümdar da vezire haber salmış, demiş ki: — Durum böyle. Kızının kanını bir şişeye doldur getir. Yoksa ikinizin de kellesini kestiririm. Hükümdarın korkusundan panikleyen vezir, olanları karısına anlatmış. Birlikte bir plan yapıp bir kedi yavrusunu kesmişler. Kedinin kanını bir şişeye doldurup hükümdara götürmüşler. Vezir kızını da götürüp nehre bırakmış. Kız nehirde sürüklenerek denize kadar ulaşmış. Avlanan balıkçıların avına düşmüş. Balıkçılar kızı alabilmek için birbirleriyle tartışmaya başlamışlar. Kız: — Bir ok atacağım. Hanginiz önce getirirseniz ona varacağım, demiş. Kız oku atmış. Balıkçılar okun peşinden koşup kızı yalnız bırakınca kız kaçmış gitmiş. Kız kaçarken haramilere rastlamış. Haramiler bunu almışlar. Kızı yakalamışlar, götürmüşler. Kız, haramilere de bir plan uydurup onların elinden de kurtulmuş. Ondan sonra bir çeşmeye ulaşmış. Çeşmede de atını sulamaya gelen bir şehzade kızı görünce hayran olmuş. Kızı almış evine götürmüş. Fakat onu sadece misafir etmiş. Bir gün kız, şehzadeden resmini çeşmenin başına yaptırmasını istemiş. Şehzade kızın istediğini yerine getirmiş, resmini çeşmenin üzerine yaptırmış. Bir gün böyle o balıkçılar kızın resmini çeşmenin üzerinde görmüşler. Demişler ki: — Yahu bu kız, bize ok attırıp kaçan kız.  Acaba şimdi nerede, demişler. Bu resmi duyan saka güzeli de gelmiş, resme bakmış.   Saka güzeli o resmi görünce demiş ki: — Kız hayatta, yaşıyor. Arayayım, demiş. Bu arada resmi haramiler de görmüş: —Bizi kandırıp kaçan kız sağ imiş, arayıp bulalım, demişler. Vezirin kızı misafir olduğu şehzadenin oğluna: —Şu balıkçıları, saka güzelini, haramileri buraya çağır.  Onlara ayrı ayrı bu bana yaptıkları muameleyi ve kötülükleri anlatayım, demiş. Hep onları toplamış. Kız bir bir anlatınca her biri şaşmışlar. Utanmışlar yaptıkları işten. Pişman olmuşlar.  Nihayet bu sonraki vardığı şehzade demiş ki: — Ben seni sadece misafir ettim. Senin esas eşin, saka güzeldir.  Sen ona var. Muradınıza eriş, demiş ve böylece tekrar ilk varacağı adama saka güzeli için düğün yapılmış, ona varmış. Orada yemişler, içmişler, muradına yetmişler. Masalım erdi selamete, cemaatin ortasına bir yük kuru incir gele.
SAKA GÜZELİ İLE VEZİRİN KIZI
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, bit süvari iken bir padişahın üç oğlu varmış.  Bunlardan en küçüğü bir gün değirmene gitmiş. Bunlar değirmene un öğütmeye gitmiş. Değirmenci de köse imiş. Bu köse çok yalancı bir adam imiş. Değirmene gelenlerle yalan yarıştırıp ellerindeki unu alırmış. Padişahın oğullarına: —Su getir, un getir, su getir, unu getir diyerek, şehzadenin öğüttüğü ekinin hepsini şuraya koymuşlar. Çörek yapmışlar. Kim yalanı çok söylerse, bu çöreği o alıp gidecek demişler. — Anlat bakalım Köse Dayı, demiş şehzade. Köse Dayı başlamış şimdi: — Bizim, şu değirmenin önü kocaman bir arpalık idi, buraya bir bostan ektik, bostan büyüdü ve öteden bir yolcu geliyordu, Köse Dayı şuradan bir bostan kes de yiyelim, dedi. Ben de bir tane bostanı aldım, kestim, bostanı keserken bıçak bostanın içinde kayboldu. Bostanın içine girdim, aradım taradım bıçağı bulamadım. Şehzade:  — Bu mu yalanının hepsi, demiş Köse Dayı’ya.  Köse Dayı’nın kaldığı yerden padişahın küçük devam etmiş: — Bizim bir kovan ak arımız vardı. Arıların içinde topal bir arı vardı, bunların içinden kaçıp gitti. Ben bunun peşine düştüm. Ararken, ararken, ararken bir çiftçiye denk geldim. Bir de baktım ki çiftçi, öküzü yormuş, bizim topal arıyı öküzün bir tarafına koşmuş, çift sürüp duruyor. Bunun elinden arıyı aldım. Baktım arının boynu yara olmuş, buna ne yapmam lazım dedim, çiftçiye. Çiftçi de bunun boynuna ceviz sar, dedi.  Cevizi sardım. Ceviz bunun boynunda büyümeye başladı şimdi. Ceviz büyüdü, büyüdü, yıllar geçti, ceviz yetişti. Bundan cevizi derdik, ceviz çıktı. Arada kalan cevizlere de gelen giden okul talebeleri; kimisi taş, kimisi tezek attı, bunun boynunda kocaman bir tarla oldu. Tarlaya öküzü koştum, oraya ekin saçtım. Ha babam de babam bu ekini bitirdim, ekin de zamanı gelince ağardı, ekin biçmeye başlandı. Ekini biçerken, onun içinden bir tilki çıktı, orağı attıydım, tilkinin poposuna geçti, tilki kaçtı, orak biçti, tilki kaçtı, orak biçti. Böylece tarla kendiliğinden biçildi. O arada baktım postacı bir mektup getirdi. Okudum, orada yazıyordu çörek bana düştü. Bu kadar yalanın üzerine söyleyecek söz bulamayan köse değirmenci, şehzadenin karışı kazandığını kabul eder ve çöreği ona verir.
Köse Değirmenci
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, bit süvari iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkenin birinde bir köyün ücra köşesinde yaşayan güzel mi güzel bir kız varmış. Bu kız o kadar güzel o kadar alımlıymış ki köyün bütün delikanlılarının gözü onun üzerindeymiş. Her kız gibi onun gönlü bir yiğitteymiş. Annesi kızını çok seviyormuş. Bu yüzden kızını sevdiği ile evlendirmiş. Gel zaman git zaman bu çiftin bir türlü çocukları olmuyormuş. Bu duruma çok üzülüyorlarmış. Her gün dua ediyorlarmış. Bir zaman sonra kadın hamile olduğunu anlamış ve akşam kocası geldiğinde müjdeyi vermiş. Zamanla kadının karnı büyüyormuş. Kadın bir gün çok rahatsızlanmış. Adam onu köyden şehre götürene kadar kadın yolda doğum yapmış ama kendisi ölmüş. Adam çok üzülmüş. Ağlamaktan, üzülmekten üç günde saçına aklar düşmüş. Çocuk gittikçe büyüyor, büyüdükçe annesi gibi güzel oluyormuş. Kızına bakması için adam köyden başka biriyle evlenmiş. Kadın önceleri kızı kendi çocuğu gibi seviyormuş. Kız büyüdükçe güzelleşiyor, güzelleştikçe üvey annesi onu kıskanıyormuş. Sürekli ona kötü davranıyor, onu evden dışarı çıkarmıyormuş. Kız o kadar iyi niyetliymiş ki kapıya geleni hiç geri çevirmezmiş. Üvey anne de hep kızıyormuş ona. O gün baba akşama kadar üç balık tutmuş. Akşam yemeğinde yemişler balıkları. Evde yiyecek hiçbir şey yokmuş. Akşamki balıktan üç tane kılçık kalmış geriye. Ertesi gün üvey anne döne döne tembihlemiş: —  Sakın kimseye kapıyı açma, demiş daha sonra ormanda odun kesen kocasına yardım etmeye gitmiş. Kız, evde yalnızken kapı çalmış. Bir dilenci kadın, kızdan yiyecek bir şeyler istemiş. Kız o kadar iyi niyetliymiş ki dayanamamış, kapıyı açmış. Evde yemeğe dair yiyecek tek şey yokmuş. Bu yüzden üç kılçığı vermiş. Kızın annesi eve gelmiş, baştan sona olanları kız anlatınca kızmış, kızını iyice azarlamış. Dilenci kadın da bu kılçıkları küçümsemeyip alıp götürmüş. Toprağı kazıp koymuş. Üç gün sonra merak etmiş, bakmış. Üç kılçık üç küp altına dönüşmüş. Kadın zengin olmuş. Fakat bu dilenci, küçük kızın iyiliğini unutamamış. Sonra dönüp gelmiş, iki küpünü küçük kıza vermiş. Küçük kız böylece çok zengin olmuş. Hanlar, evler yaptırmış. Bu masal da burada bitmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü, biri senin, biri benim, biri de bu masalı dinleyenlerin başına. Bu masal da burada bitmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü, biri senin, biri benim, biri de bu masalı dinleyenlerin başına.
ÜÇ KILÇIK
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkenin birinde bir tilki ile ayı varmış. Tilki bir gün ayının yanına gitmiş, gel seninle arkadaş olalım demiş. Ayı kabul etmiş. Tilki, ayıya: —  Gel seninle bağa gidelim. Üzüm yapıp karnımızı doyuralım, demiş. Ayı da: —  Tamam gidelim, demiş. Tilki bağda karnını doyurmuş. Ne gördüyse yemiş. Ayı da üzüm yiyormuş. Tilki bağın sahibini görünce hemen kaçmış. Ayıya söylememiş. Bağın sahibinin geldiğini görmeyen ayı, yemeye devam etmiş. Bağın sahibi ayıyı sopayla dövmüş. Tilki, tepeden: —  Vur ayıya, diye bağırmış. Ayı güçlükle kurtulup bir çalının dibinde sızlanırken tilki ayının yanına gelmiş. Ayı, tilkiye: —  Ben dayak yerken sen niye vurun ayıya dedin, demiş. Tilki, ayıya: — Sen yanlış anladın, ben sana boz sırttan yukarı kaç diye bağırdım, demiş. Ayının gönlünü almış. Tilki, ayı kendine geldikten sonra ayının tekrar yanına gelmiş: —  Gel bir bahçeye gidip karnımızı doyuralım, demiş. Ama bu sefer ben kaçtığım zaman sen de kaçacaksın, ben sana haber vereceğim, demiş. Ayı, kabul etmiş. Tilki ile ayı bahçeye gidip meyveleri yemiş. Bahçenin sahibi geldiğinde tilki, ayıya: —  Kaçalım, demiş. Tilki dar bir yerden çabucak kaçıvermiş. Ayı geçememiş. Ayı yine dayak yemiş. Ayının canı bir daha yanıyor. Ayı, kurnaz tilkiye bir daha güvenmeyeceğine kendi kendine söz vermiş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri sana, biri söyleyene … 
Tilki ile Ayı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; tıngır elek, tıngır felek, demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar: Memleketin birinde ailesinin geçimini odunculuk yaparak sağlamaya çalışan bir adam yaşarmış. Bu adam her gün sabah erkenden ormana gidip odun toplarmış. Bir gün ormanda yine odun toplarken karşısına aniden büyük bir yılan çıkmış ve çok korkmuş. Ancak yılana hiç karışmamış. Bunun üzerine yılan başlamış konuşmaya ve adama, ilk kez bir insanın kendisine iyi davrandığını anlatmış. Sonra da adama başı her sıkıştığında yanına uğramasını söylemiş. Adam ilk başta yaşadıklarına inanamamış, biraz bocaladıktan sonra kendisine gelmiş ve odunlarını alıp köyüne dönmüş. Bugünden sonra da başı her sıkıştığında yılanın yanına gitmiş, yılan da ona yardım etmiş. Bir gün adam aniden hastalanmış. Bu nedenle ormana gidememiş. Onun için de maddi açıdan sıkıntı çekmeye başlamış. Sonunda adam mecburen oğlunu yanına çağırıp ona bütün olan biteni anlatmış. Ardından oğluna, ormana yılanın yanına gidip bütün olup bitenleri yılana anlatarak ondan yardım istediklerini söylemesini istemiş. Bunun üzerine çocuk hemen yola koyulmuş. Ormana varıp yılanı görmüş ve babasının söylediklerini ona iletmiş. Yılan da adamın isteğini kırmayıp altın almaya kuyusuna inmiş. Bu arada çocuk da yılanı öldürürsem kuyudaki bütün altınları alabilirim, diye düşünmüş. Yılanın kuyudan çıktığı sırada arkadan hemen yılanın kuyruğunu tutmuş, ancak yılan kendisini çocuğun elinden kurtarmış. Tabii kuyruğu kopmuş bir şekilde. Bunun üzerine yılan kuyruğunun verdiği acıyla dönüp çocuğu zehriyle öldürmüş. Bu sırada hasta yatağında oğlundan gelecek iyi haberi bekleyen adam, köylülerin oğlunun cesedini getirdiklerini görmüş ve çocuğunun neden öldüğünü hemen anlamış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra adam tekrar, ormana, yılanın yanına gitmiş. Yılandan bütün olup bitenleri öğrendikten sonra tekrar dost kalmayı teklif etmiş. Ancak yılan ona: — Bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı oldukça, senle biz artık asla dost kalamayız, demiş. Bunun üzerine adam tekrar geldiği yoldan köyüne geri dönmüş.
Kuyruk Acısı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Avcı ile Ceylan Bir varmış, bir yokmuş; deve tellal iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok uzun zaman önce memleketin birinde bir avcı yaşarmış. Bu avcı her gün yaptığı gibi avlanma araç gereçlerini omzuna alıp, avlanmaya çıkmış. Uzun yollar aşmış, ormanın her yerini aramış ama avcının o gün kısmeti pek açık değilmiş. Hava kararmaya yakın olduğu hâlde bir tane bile av bulamamış. Avcı tam ümidini kaybedip evine döneceği sırada, dere kenarında bir ceylanın su içtiğini fark etmiş. Sessizce ona doğru yaklaşmış. Ceylan da bu esnada avcıyı fark etmiş ve kaçmaya başlamış. Ceylan hızlandıkça, avcı da hızlanmış, avının peşini bırakmamış. Ceylanın peşinde bilmediği yerlere sürüklenen avcı, köyden epey uzaklaşmış. Ceylanın hızına yetişemediği için, bir süre sonra ceylanın izini kaybetmiş. Yorgun, argın yollarda ilerlerken bir mağara önüne gelmiş. Bir de ne görsün! Mağaranın üzerinde, insan gözüne benzeyen elmas parlaklığında, yan yana iki taş durmakta. Avcı, bunların ne olduğunu merak etmiş, dayanamayıp taşları sökmüş ve evine götürmüş.  Taşların çok kıymetli olduğunun farkına varan avcı, taşları nereye saklayacağını düşünmüş. Günlerce düşündükten sonra, taşları un ambarına, unların arasına saklamaya karar vermiş. Aradan bir müddet geçince, taşları kontrol etmeye gitmiş. Gördüklerine inanamamış. Taşlar çoğalmış, bu duruma çok şaşıran avcı ne yapacağını bilemez hâlde evinin yolunu tutmuş. Günleri, taşları düşünmekle geçmekteymiş. Taşların çoğalmasına bir türlü akıl erdirememekteymiş. Dayanamayıp tekrar taşları kontrole gitmiş. Aman Allah’ım ne görsün! Taşlar yine çoğalmış, aynı zamanda büyümüşler de.  Avcı, en sonunda taşları aldığı mağaraya götürmeye karar vermiş. Bu kez de taşlar büyüdüğü için yerlerine sığdıramamış. O esnada mağaranın içinden ses gelmiş. Bir de bakmış ki; bir tane ceylan, iki yavrusuyla mağaraya sığınmış. Avcı anlamış ki bu ceylan, taşı bulduğu gün öldürmek istediği ceylandır. Bu taşlar, ceylanı öldürmemesi için mağaranın duvarına ilahi hikmet tarafından yerleştirilmiştir. Ceylan, o gün bu gündür mağarada saklanmaktadır. Bunu fark eden avcı, pişman olur ve bir daha hayvanları öldürmemeye karar verir.
AVCI İLE CEYLAN
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellal iken, eşek berber iken, bit süvari iken, pire pehlivan iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış. Bu padişahın yaşadığı yerde bir de zenci bir eskici varmış. Ona Eskici Arap derlermiş. Eski ayakkabı falan tamir eder, onunla geçinirmiş. Bir gün, padişah deniz kenarına geziye gidince iki kişinin kâğıt yazıp denize attıklarını gözmüş. Yanlarına giden padişah: —  Bunu ne yapıyorsunuz, demiş. Adamlar: —  İşte, falanın oğlunu falanın kızına yazıyoruz, demişler. Padişah: —  Benim kızımı kime yazdınız, demiş. Adamlar: —  Senin kızı da Eskici Arap’a yazdık, şu ilerde oturuyor, demişler. Padişah sinirlenmiş: —  Siz onu yazsanız da ben onu bozarım, demiş. Adamlar: —  Biz yazdık, sen de boz, demişler. Saraya dönünce Padişah eskiciyi huzuruna çağırtmış. —  Şu elimde gördüğün şişeyi alacaksın. Kaf Dağı’na gidip oradan can suyu doldurup getireceksin, diyor. Eskici: — Ben nereden bulayım şimdi o dağı? Eğer getiremezsem de padişah beni asar, diye geçiriyor içinden. Çaresiz görevi kabul ediyor. Aslında padişah eskiciyi oraya ölüme gönderiyor.   Eskici umutsuzca yola çıkıyor, bir süre gidiyor. Şehrin dışına çıktıktan sona bakıyor ki bir atlı gelmekte. Bu atlı durup: —  Atla, atın arkasına, Gözünü yum, ata bin, diyor. Eskici gözünü kapatıyor; atına biniyor. Bir de omzuna heybe alıyor, eski zaman heybelerinden; alıyor, yola çıkıyorlar. O can suyu dedikleri yerde, o can suyu çeşmesinin başında adamı indiriyor. İndirdikten sonra diyor ki: — Can suyu burada. Şişeyi doldur, bir de yıkan. Buradaki taşlardan heybene doldur. Hazır olunca ben yine gelir, seni alırım, diyor. Zenci söylenilenleri yapıyor. Suyu doldururken o yıkanmayı unutuyor. Su böyle şişeden taşınca ellerine dökülüyor, zencinin elleri beyazlaşıyor. — Eyvah! Adam bana yıkan, demişti. Orda bir yıkanıyor adam, zenciliği siliniyor. Tekrar şişeyi de dolduruyor, önüne alınca o atlı geliyor: — Bin atıma, diyor. Biniyor. Padişahın sarayına yaklaşınca oraya gelince, adama: — Bu taşları ağır sarraflara bozdur, ucuz bozdurma, diyor ve attan indiriyor. — Tamam, diyor. Adam, zenciyi bırakıp gidiyor. Bu geliyor, o taşlardan küçük bir tanesini sarrafa götürüyor. Sarraf diyor ki: —  Bizim buna gücümüz yetmez. — Yarına kadar bir ekmek parası ve o zaman, diyor. Neyse bu küçük taşı bozduruyor adam. Bu taşın parası ille padişahın sarayının karşısına bir saray yaptırıyor, ama ondan daha gösterişli. Şimdi bu bir taş da padişaha hediye gönderiyor. Gönderince, vezirlerini çağırıyor padişah, diyor ki: —  Acaba bu taşı ne yapmamız lazım. Biz bunun karşılığına ne verelim, Bu karşıdaki adam böyle böyle yapmış. Onun can suyunu almak için gönderdiği Eskici Arap olduğunu bilmiyor tabii. O zaman vezirler diyor ki: —  Padişahım, o adam bekar, kızını ver. — Tamam, gelsin haber verin. Arap geliyor. Artık zenci değil tabii. Kırk gün kırk gece davul zurna çalınıyor.  Düğün yapıyorlar. Evleniyor, bir çocuğu oluyor. Çocuğu olunca padişahın bir zaman önce istediği can suyunu yanına da alıyor, padişahın kızını da alıyor, padişahın evine padişahı ziyarete gidiyor.    Oraya varıp da can suyu şişesini padişahın önüne koyunca, padişah: —  Eyvah! Yazıya boz olmazmış, diyor. Onlar yemiş, içmiş, muradına geçmiş, darısı size.
Eskici Arap ile Padişahın Kızı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; tıngır elek, tıngır felek, demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar: Padişahın bir kızı varmış, Allah bir hastalık veriyor; nice hekimler, nice doktorlar geliyor, bunun bir çaresini bulamıyorlar. Eriyip bir deri bir kemik kalmış. Yani kendi öldürecek ama kıyamıyor evladına. Vezirine diyor ki: — Bunu bir götürün; bir dağın başına bırakın da, gözüm görmesin bari kurt kuş yesin. Bunu alıyorlar, götürüyorlar bir dağın başına bırakıyorlar. Ertesi gün orda o yana bu yana sürünürken, tabii hasta, bakıyor ki, aşağıda bir su parlıyor. — İneyim de şuradan bir su içeyim, diyor. Aşağı iniyor bakıyor ki orda bir yılan. İçti gitti. Geri kustu, geçti gitti. Kız oraya yaklaşıyor; su içerken bakıyor ki su değilmiş, süt imiş. — Sahibi gelene kadar ben içeyim de ben öleyim. Nasıl olsa zehir, diyor. Kız orda o sütü içiyor, buna bir baygınlık geliyor, orda bu bayılıp düşüyor. Biraz sonra çoban sütünü içmek için bu yana gelirken bakıyor ki orda bir kadın. Yaklaşıyor, kıza soruyor: — İns misin, cin misin? — Valla ne insim ne de cinim, seni beni yaradan Allah’ın kuluyum, diyor. Çoban merhamete geliyor. Çobanların bir eşeği olur. Öteberi taşımak için. Eşeğe biniyor, alıp getiriyor evine. İşte o yılanın zehri de buna şifa geliyor, Allah’ın hikmeti. Sütü içerken içerken kız düzeliyor. Kız epey düzeldikten sonra çoban, kıza evlenme teklif ediyor. Kız kabul ediyor. Bunlar evleniyorlar. Bunun üç tane çocuğu oluyor. İsimlerini “Neydim”, “Ne oldum” ve “Ne olacağım” koyuyorlar. Padişah bir gün tebdil-i kıyafet ediyor, veziriyle beraber gezmeye çıkıyorlar. O köye isabet ediyor. Köylüler: — Valla efendim, çoban diyorlar ama onun hanımı çok hizmetli; size karşı güzel yemekler falan yapar, diyorlar. Geliyorlar, çoban bunları misafir ediyor. Kız babasını tanır ama babası kızı tanımıyor ki. Ondan sonra sabah oluyor, kız yine kalkıyor, sofrayı kuruyor, bunların sabah yemeğini hazırlıyor. Çocuğun biri geliyor. Padişah: — Oğlum adın neydi, diyor. — Neydim, diyor. Öbürü gelince Padişah: — Senin adın ne? — Ne oldum, diyor. Üçüncü kardeş geliyor. Padişah: — Senin adın ne yavrum? — Ne olacağım, diyor. Padişah Vezirine dönüp diyor ki: — Vezir, bunda bir oyun var, bu bilmeceyi bir çözmek lazım, diyor. Neyse biraz sonra Padişah rahat edemiyor. Çocukların annesine sesleniyor. — Kızım nerden icap etti de bu çocukların adını Neydim, Ne oldum, Ne olacağım koydun, diyor. Kadın bu kez dayanamıyor, orda ağlamaya başlıyor. — Baba ben senin kızın değil miyim? Sen beni götürdün, dağın başına bıraktıydın, kurtlara, kuşlara. Ben işte senin kızınım, böyle böyle oldu, diyor. Padişah yaptıklarından utanıyor. Kızını kucaklayıp özür diliyor. Onlar erdi muradına, darısı bize. Gökten inen üç elmanın biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de masal kahramanımızın başına…
Neydim Ne Oldum ve Ne Olacağım?
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir ülkede bir aile varmış. Bu ailenin hiç çocuğu olmuyormuş. Bu aile, Allah’a: — Keşke bir çocuğumuz olsun da; ister kurt olsun ister kuş olsun, diye dua etmiş. Bu ailenin birkaç yıl sonra bir kızları olmuş. Bu çocuk günden güne öyle büyüyormuş ki, yattığı beşiğe sığmıyormuş. Ve bu ailenin her gün bir koyunları azalıyormuş. Anne ve baba kızlarından şüphelenip onu bir gün sabahtan akşama kadar izlemişler. Bir de bakmışlar ki, kızları onlar yokken kurda dönüşüyormuş. Ailesi kızlarını o hâlde görünce ettikleri dua akıllarına gelmiş ve üzülmüşler. Kızları koyunları yedikten sonra onları da yiyeceğini anlamışlar. Buna bir çare düşünmeye başlamışlar. Ve kızlarını öldürme kararı almışlar. Ama bunu kendileri yapamamışlar. Adam, ağabeyinin yanına gidip kızını onun öldürmesini istemiş. Ağabeyi biraz itiraz ettikten sonra kabul etmiş. Anne ve babası kızlarıyla vedalaşıp kızlarını amcasıyla ölüme göndermişler. Kız her şeyden habersiz amcasıyla ıssız bir alana gitmiş. Amcası kızı attan düşürüp öldürmeyi planlamış. Ancak bu planı tutmayınca başka bir yol bulmuş. Amcası kızı attan indirip atı ağaca bağlamış. Kendisi de ağacın tepesine tırmanmış. Kız amcası ağaçtayken atı yiyip bitirmiş. Kız bir süre aşağıda beklemiş ve yine karnı acıkmış. Sıra amcasına gelmiş. Kız, amcasının yanına ağaca çıkmaya çalışırken bastığı dalı amcası kırmış ve kız o anda yere düşüp kafası parçalanmış. Amcası kızın cesediyle birlikte köye dönmüş, köylüye de kızın bir kazada öldüğünü söylemişler.
KURT KIZ
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
İki Kardeş Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken bir ülkede iki kardeş varmış. Bu kardeşlerden biri çok fakirmiş ve üç tane oğlu varmış. Diğeri ise çok zenginmiş. Onun da üç tane kızı varmış. Zengin olan kardeşin, bir ahır dolusu atı varmış. Her gün bir atı çalınıyormuş. Büyük kız: — Baba, ben bekleyeceğim, demiş. Babası da: — Bekleme, dayanamasın; uyuyup kalırsın kızım, demiş. Kız, beklerken uyuyakalmış, atlardan bir tanesi yine çalınmış. Daha sonra ortanca kız: — Baba, ben bekleyeceğim, demiş. O da dayanamamış, uyuyakalmış; atlardan bir tanesi yine çalınmış. Küçük kız: — Baba, ben de bekleyeceğim, demiş. Babası yok dese de o da beklemeye başlamış. Babaları: — Boşuna bekliyorsunuz, ben atı kimin çaldığını biliyorum, demiş. Kız parmağını kesmiş ve acıdan uyuyamamış. Başlamış beklemeye. Hırsız gelince, tahtayı başına vurup yaralamış. Bakmışlar ki, amcasının oğlu. — Amca tarafı, “Kanımıza kan isteriz!” diye tutturmuşlar. Küçük kızı oğullarına almışlar. Kızla oğlan atla giderlerken, oğlan attan inmiş. Pınarın başına oturmuş, bir sigara içmiş. Çakmağını orda unutmuş. Sonra kızı sık bir ormana bağlamış; kızı yakacakmış. Bakmış ki çakmak yok, çakmağını almaya gitmiş. O gelinceye kadar kız, ipleri çözmüş, kaçmış. Saçına başına çamur sürmüş, yırtık pırtık elbiseler giymiş. Kendini Keloğlan’a benzetmiş. Kaz güden bir ağa oğluna rast gelmiş. Konuşup anlaşmışlar; kız, oğlanın kazlarına çoban olmuş. Bir gün oğlandan kazan, sabun gibi şeyler istemiş. Oğlan, bunları vermiş, sonra da izlemiş. Bakmış ki dünya güzeli bir kız. Sonra kızın yine saçına başına çamur sürdüğünü, eskileri giydiğini görmüş. Oğlan, annesine anlatmış: — Kızı alacağım, demiş. Almış, varmış evlerine götürmüş. Yıkamışlar, düğün dernek kurmuşlar. Oğlanla kız evlenmişler. Onlar ermiş muradına, bir çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri dinleyenlere, biri de bu masalı başkalarına aktaranlara olsun!
İki Kardeş
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir kız ile bir de babası varmış. Çok evvel zamanda bu kızın alnına yazılmış. Kızı ejderhaya vereceklermiş. Kız bir gün kalkıp çeşmeye giderken herkes kıza demiş ki: — Senin baban seni ejderhaya verecek. Bunun üzerine kız eve gidip ağlamış. Babasına: — Baba herkes bana böyle diyor. Ben ejderhayla evlenmem, demiş. Bunun üzerine baba: — Kızım hiç korkma ben seni ejderhaya vermem, demiş. Kız babasına demiş ki: — Gelir zorla alırsa? Babası: — Ben bir ev yapacağım, camları pencereleri olmayan. Bir ev dört duvarın arasına seni koyacağım, kimse sana yaklaşamayacak, demiş. Kız zamanla büyümüş genç kız olmuş. Babası, kıza bir ev yapmış. — Kızım hiç korkma sana burada bir şey olmaz, demiş. Kızın gençlik zamanı gelince ejderha gelip duvara vurmuş, duvarı yıkmış, kızın alnına bu yazılmış ya, duvarı yıkıp kızı alıp götürmüş. Ejderha tabut gibi bir şeyin içinde sürekli yatıyormuş: — Benim zamanım var, eğer buradan kalkarsam sen beni altı kalıp sabun ve altı kazan suyla yıkayacaksın. Ben kendime gelip seninle evleneceğim, demiş.  Kız kalkmış altı kazan su ısıtmış, altı kalıp sabunla bunu yıkamış. Ejderha çok yakışıklı bir insana dönüşmüş. Kız da âşık olmuş ve onunla evlenmiş.
Ejderha ile Genç Kız
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı; derken, çok uzun zaman önce beş kardeş bir gün yatılı ava gitmişler. Evde ise kız kardeşi kalmış. Aradan çok zaman geçince kız kardeş meraklanmaya başlamış. Ağabeylerinden hiç haber alamamış. Kız daha fazla dayanamamış, ağabeylerinin yanına varmış. Kız ağabeylerinin korkusunda gündüz yemeklerini, temizliğini akşam olunca da sabah kahvaltılarını hazırlar, saklanırmış. Üç gün beş gün böyle geçmiş. Abileri sonunda kız kardeşlerini yakalamışlar. Sevinçlerinden kurban kesmişler. Birkaç gün yemiş içmiş, eğlenmişler. Ağabeyleri yine ava çıkmış. Kız yemek yapacakmış ama ateşi bitmiş. Ateş almak için karşıdaki komşusunun yanına gitmiş. Komşusu ateş vermiş; ama bir de tembihte bulunmuş: — Aman kızım burada cazı karısı var. Senin geldiğini anlarsa seni aramak için yollara düşer. Sen bu bir kalıp sabunu al, geçeceğin ırmağı bununla köpürt cazı karısı o ırmağı geçemez, demiş. Kız kabul etmiş. Almış ateşle sabunu geri dönmüş. Kızın ateşi bittikçe oraya gidermiş. Alırmış ateş ile sabunu, geri dönermiş. Yine bir gün ateş almak için gelmiş, ama aksilik olacak ya ne kendisinin sabunu kalmış ne de komşu kadının. Mecbur sadece ateşi alabilmiş. Cazı karısı kızın geldiğinden haberdar olmuş. Düşmüş yola, ırmağa gelmiş, bakmış ki ırmak köpürmemiş. Cazı karısı, ırmağı geçmiş, varmış kızın evine. Kız kapıyı iyice kapamış. Cazı karısı içeriye giremeyeceğini anlayınca kıza: — Elimde bir yüzük var. Pencereden parmağını uzat. Parmağına yüzüğü takayım. Sana hediyem olsun, demiş. Kız da pencerede uzatmış parmağını. Meğerse cazı karısının niyeti farklıymış. Kız parmağını uzatmış. Cazı karısı kızın parmağını koparıp yemiş. Kız içerde kan kaybından bayılmış. Akşam olunca ağabeyleri eve gelmişler. Bir bakmışlar ki kız kardeşleri baygın. Beş kardeş kız kardeşleri için kırk gün kırk gece ağıt yakmışlar. Kız kırk gün sonra ayılıp kendisine gelince kardeşler bayram yapmışlar.
Beş Kardeşin Bir Bacısı
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde bir Tığ Dede varmış. — Tığ satarım, tığ satarım, diye sokaklarda geziyormuş. Bir köye varmış. Bu köyde de üç tane bacı varmış. Tığ almaya gelmişler. Kızlar bakmış bakmış, tığı beğenmemiş. Tığ Dede demiş ki: — Gel kızım, bizim evde var. Seni götüreyim tığları beğen, demiş. Kız da: — Tamam, demiş. Kız, Tığ Dede’nin peşine düşüyor. Giderken kızın bir de büyük kedisi varmış, yanına alıp gitmiş. O küçük kız, Tığ Dede’nin evine varıyor. Tığ Dede, iyi bir dede değilmiş. Kötüymüş. Kıza demiş ki: — Kızım yemek yapalım, yiyelim. Kız da: — Tamam, demiş. Yemek yapıp yemişler. Kız, Tığ Dede’ye güveniyor. — Kızım, ben tığ satmaya gideyim. Sana anahtarı vereyim. Benim burada yüz tane evim var. Hepsine bak birine bakma, demiş. Dede anahtarı vermiş. Gitmiş. Kız hepsini açmış, baksa ki birisini açmamış. Sonra dede gelmiş. Dede kızın güvenini kazanmak için: — Yemek yaptın mı, demiş. — Yaptım, demiş. Dede ile oturup yemek yemişler. — Kızım parmaklarımı yer misin, demiş. O da: — Yerim, demiş. Sonra dede parmaklarını kıza vermiş. Kız da parmaklarını kediye yedirmiş. Sonra dede demiş ki: — Parmaklarım neredesiniz, demiş. — Sıcak karnın içindeyim, deyince de kız yedi, demiş. Sonra dede kıza iyice güvenmiş. Dede yine satmaya gidince kız huylanmış. Gitmiş, o kapıyı açmış. Kapıyı açsa ki içinde genç bir oğlan, ellerinden çivi ile çakmışlar. Tığ Dede, oğlanı oraya çakmış. Hapsetmiş. Oğlan demiş ki kıza: — Dede gelince kafana bakayım diyerek saçının ucundan kes. Saçından kesince bayılır. Beni kurtar, ikimiz kaçalım, demiş. Kız: — Tamam, demiş. Dede gelmiş yine. Kız demiş ki: — Dede bakayım saçlarına. Kız dedenin saçlarına bakarken saçından kesmiş. Tığ Dede bayılmış. Gidip oğlanı oradan kurtarmış. Odada altınlar varmış. Oğlanla kız altını alıp, koyup kaçmış. İkisi birlikte mutlu mesut yaşamış. Onlar ermiş muradına, bir çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri dinleyenlere, biri de bu masalı başkalarına aktaranlara olsun! 
TIĞ DEDE
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, eşekler hamal iken, ben ninemin beşiğini tıngır tıngır sallar iken ülkenin birinde, üç limon içinde üç kız yaşarmış. Bu üç limon kız, bir büyücünün kulübesinde esir kalmışlar. Kurtulabilmeleri için kulübeye giren kişinin alıp limonları bir göl kenarında kesmesi gerekiyormuş. Aksi takdirde bu kızlardan hiçbiri yaşayamazmış. Fakat kızları kurtarmak için yola çıkan hiç kimse geri dönememiş. Bir zaman sonra padişahın oğlu, üç limon kızın hikayesini işitir ve onları kurtarmak ister. Babasının itirazına, karşı koymalarına rağmen kararından vazgeçmeyip yola çıkar. Epey yol aldıktan sonra karşısına çıkan yaşlı bir adam kendisini durdurur ve: — Allah rızası için bir ekmek ver bana, der. Şehzade, yaşlı adama acıdığından yanında ekmek olmadığını; fakat onun yerine ekmeğin parasını verebileceğini söyler. Yaşlı adam bu teklifi kabul edip şehzadeye çok dualar eder ve genç adama nereye gittiğini sorar. Şehzade durumu anlatınca yaşlı adam: — O kulübeye giden bir daha geri dönemiyor, vazgeç bu sevdadan, der. Fakat genç şehzade kararlıdır, sonu her ne olursa olsun yolundan dönmeyecektir. Yaşlı adam ısrarının faydasız olduğunu görünce: — O hâlde beni iyi dinle. Kulübeye varmadan önce rastlayacağın kapalı kapıya açıl, açık kapıya kapan de; ata ot, köpeğe et ver; suyu iç ve oh ne güzel tadın var de; gülü kokla ve ne güzel kokuyorsun, de. Bu sözler üzerine şehzade, oradan uzaklaşır ve kulübeye yaklaşır. Kapıdaki köpeğe et, ata ise ot verir. Daha sonra yaşlı adamın söylediklerini sırayla yaparak şatoya girer ve üç limon kızı alarak cebine koyar. Durumu fark eden büyücü kapıya kapanmasını söylediği hâlde kapı kapanmamış ve şehzade dışarı çıkmış. Sonra güllere sarmaşık olmaları ve gencin çıkmasını engellemelerini emretmiş; fakat güller: — Sen bizi koklayıp ne güzel kokuyorsun demediğin için sarmaşık olmayacağız, demişler. Şehzade, kulübeden uzaklaştıktan sonra üç limondan ikisini keser ve içinden çok güzel kızlar çıkar; fakat ikisi de ölür. Şehzade o anda limonları göl kenarında soyması gerektiğini hatırlar ve son limonu bir göl kenarında keser. İçinden çok güzel bir kız çıkar. Onu alıp saraya getirir ve kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş; biri anlatana, biri söyleyene, diğeri de bana…
Üç Limon Kız
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş. Bir karı koca varmış ama bunların çocukları olmuyormuş. Bir gün bunlar heybelere azıklarını koymuş ve yola çıkmışlar. Kadın yolda yılanın yavrularıyla oynadığını görmüş. O kadar çok üzülmüş ki: — Allah’ım benim yılan kadar bile mi değerim, iyiliğim yok. Bana tek çocuk ver de yılandan olsun, demiş. Bunun üzerine Allah kadının duasını kabul etmiş ve kadına yılandan bir çocuk vermiş. Kadın kaderine razı olmuş ve yılana bakmaya başlamış. Günler, aylar geçmiş ve yılan büyümüş. Artık annesi ona bakmaktan korkar olmuş. Bu yüzden ona özel bir oda yapmışlar ve yemeklerini üst taraftan atmaya başlamışlar. Seneler sonra yılan dile gelmiş. Bir süre sonra evlenmek istediğini söylemiş.  Bunu duyan anne ve babası çok üzülmüşler. Bir yılana kim kızını verir diye düşünmüşler. Sonra akıllarına fakir ve karısı olmayan Bostancı isimli bir adam gelmiş. Bu adamın üç kızı varmış: — Bize kız verse verse ancak o verir, demiş ve büyük kıza dünür gitmişler. Babası kızı vermiş, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Yılan ilk gece gelini sokarak öldürmüş.  Sonra adamın ikinci kızını da alarak ona da kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Ama yılan ilk gece bu kızı da sokarak öldürmüş. Derken en küçük kızı da istemişler. Babası onu da vermiş. O gece kızın rüyasına annesi girmiş ve ona demiş ki: — Kızım yılanın yedi kat derisi olur. İlk gece önce sen değil o soyunsun, bütün derilerini çıkarmasını bekle ve o görmeden bütün derilerini yak, demiş. Kız annesinin dediğini yapmış. Derilerinin hepsini yakmış. Odaya girince görmüş ki yılan genç bir delikanlı olmuş. Sonra da çıkardığı derileri geri giymediği için hep öyle kalmış. Sabah olunca anne ve babası yılanı genç bir delikanlı şeklinde görüp çok sevinmişler. Bu olaydan sonra gelin ve damada tekrar kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Sonra da gelin ve damat mutlu mesut bir hayat yaşamışlar.
Yılan Çocuk
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Evli bir çift varmış. Bu çiftlerin hiç çocuğu olmamış. Devrin doktoruna, büyücüsüne, ebesine gitmişler; ama çare bulamamışlar. Bir gün bir hocanın yanına gitmişler. Hoca bir buğday tanesini alıp sacda kavurmalarını istemiş ve o zaman çocuklarının olacağını söylemiş. Çift de bu öneriye uymuş. Çift, işi sağlama almak için kırk buğday tanesini sacda kavurmuş. kırk çocukları olmuş. Çift bundan kurtulmak için buğday tanelerini tekrar saca dökmüşler. Bir buğday tanesi süpürgeye takılmış, o buğday da çocuk olmuş. Çocuğu büyütmüşler. Çocuk, tarlaya babasına yemek götürmüş. Babası yemek yerken kendi de tarlada çalışıyormuş. Babası, çocuğun üstünün kirlendiğini görerek üstünü yıkaması için çeşmeye göndermiş. Çocuk üstünü yıkamış. Çeşmenin yanında bir elma ağacı varmış. Ağaca çıkıp elma yemeye başlamış. O sırada yanından bir cadı geçiyormuş. Cadı, çocuktan elma istemiş. Çocuk, cadıya elmayı vermiş. Cadı hemen çocuğu yakalamış. Torbaya koymuş almış ve götürmüş. Çocuk, bağırmaya, çırpınmaya başlamış. Cadıya: —  Tuvaletim geldi, demiş. Cadı, çocuğu bırakmış. Çocuk bu durumdan faydalanarak kaçmış. Ama cadı bir kez daha yakalamış. Koymuş torbasına, kulübesine götürmüş. Cadı, çocuğu pişirip yemek için odun kırmaya başlamış. Çocuk da cadıya yardım etmek için almış baltayı, odunları kırmaya başlamış. Birkaç odun kırdıktan sonra baltayı cadının kafasına vurmuş, cadı ölmüş. Çocuk kulübedeki bütün yiyecekleri evine götürmüş. Ailesiyle mutlu mesut geçinmişler.
Buğday Çocuk
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
TALİHSİZ KIZ Vakti zamanında köyün birinde tüccarlık yapan bir adam varmış. Bu adamın bir kızı, bir de oğlu varmış. Bu tüccarın durumu kötüye gidince oğlunu yanına alıp uzak bir diyara gitmiş. Kızını da güvenip sevdiği ve komşusunun oğlu olan Ali isminde birine emanet etmiş. Zamanla kendisine emanet edilen kıza heveslenir hâle gelen Ali bu durumu kıza belli edince kız artık Ali’ye kapıyı açmaz olmuş. Bunun üzerine Ali kızın babasına haber yollayıp kızının kötü yola düştüğünü söyleyerek ona iftira atmış. Kızın babası oğluna: — Git kızı öldür, gömleğini de kanına batırıp getir ki olanlara inanayım, diyor. Oğlan bir süre sonra köye geldiğinde bakıyor ki durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Oğlan kızı alıp dağa çıkıyor ve kız uyuyunca yanında getirdiği horozu kesiyor ve kızın gömleğini horozun kanına batırıyor, kızı da orada bırakıp gidiyor. Oğlan babasının yanına varınca kanlı gömleği babasına gösterip bacısını öldürdüğünü söylüyor. Sonra uyanan kız dağlarda dolaşırken bir padişaha rast geliyor. Başından geçenleri ona anlatıyor. Padişah çok güzel olan bu kıza kırk gün kırk gece düğün yapıp evleniyor. Padişahtan bir kız bir erkek çocuğu olan kız, bir süre sonra padişaha babasını ve abisini görmek istediğini söylüyor. Padişah kızın yanına vezirini ve askerlerini de katarak babasının yanına yolluyor. Kız ve yanındakiler yolda gece olunca bir yerde konaklıyorlar. Kıza göz koyan vezir, onun çadırına girip ona sahip olmak istiyor; fakat kız olmaz, diyor. Vezir kıza kendisiyle olmaması durumunda çocuklarını da kendisini de keseceğini söylüyor. Canı dara düşen kız, çadırdan kendini zor atıyor ve dağa karışıyor. Vezir ise çocukları alıp geri dönüyor ve padişaha: — Dağda bulduğun kadından hayır gelmezdi, zaten bizi dağda terk edip kaçtı, diyor. Padişah da: — Kalkın onu aramaya gidiyoruz, diyor ve yola koyuluyorlar. Kız bu arada köyüne yaklaşıyor ve bir ovada bulunan sürünün çobanına rast geliyor. Çoban da babasının çobanıymış. Çobana: — Bir kuzu kesip işkembesini bana verirsen sana bir avuç altın veririm, diyor. Kız bu işkembeyi kafasına geçirip tanınmamak niyetindeymiş. Çoban da: — Tamam, diyor ve bir kuzu kesip işkembesini kıza veriyor. Kız çobanla beraber davar gütmeye başlıyor. Bu sırada Ali’yi de yanına alan padişah ve adamları, kızın davar güttüğü ovaya geliyor ve orada konaklıyorlar. Gece olunca bir araya gelip hikâyeler anlatmaya başlıyorlar. Herkesin hikâye anlattığını gören kız, bir hikâye de ben anlatayım diyor ve başlıyor: — Köyün birinde Ahker tüccar diye biri varmış. Bu tüccar uzak diyara oğluyla beraber gidince kızını komşusu Ali’ye emanet etmiş. Ali’nin gönlü kıza kayınca kız artık Ali’ye yüz vermez olmuş. Ali de kızın babasına kızın kötü yola düştü diye haber salmış ve kıza iftira etmiş. Bunun üzerine kızı öldürmeye gelen abisi durumun doğrusunu öğrenince kızı dağa çıkarıyor, orada gömleğini horoz kanına buluyor ve kızı da dağda bırakıp gidiyor deyince, Ali’nin beti benzi atıyor ve Ali tuvalete çıkmak istiyor. Fakat kız buna izin vermiyor ve hikâyesine devam ediyor. Sonra uykudan uyanan bu kız dağda bir padişaha rast geliyor ve başından geçenleri ona anlatıyor. Bunun üzerine padişah kızla evleniyor. Bir süre sonra babasını görmek için vezir ve askerlerle yola çıkan kız, yolda vezirin kendisine sahip olmak istediğini görünce dağa kaçıyor, deyince vezir de toplantıdan ayrılmak istiyor. Fakat kız ona da izin vermiyor. Bu arada orada olan kızın babası: — Ah benim kızım da yanımda olsaydı da ona sarılıp kendimi affettirebilseydim, deyince kız başındaki işkembeyi çıkarıyor ve: — İşte o kız benim, diyor ve babasına sarılıyor. Kaçmaya çalışan vezir ve Ali’yi oradakiler yakalıyor ve katırların arkasına bağlıyorlar.  Katırların arkasına da köpekleri salıyorlar, böylece Ali ve vezir katırların arkasında kaybolup gidiyorlar. Sonra kız ile padişah tekrar kavuşuyorlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
TALİHSİZ KIZ
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, Babil’in bir köyünde zenginliği dillere destan bir ağa yaşarmış. Zenginliği yanında çok cömert, mert bir ağaymış. Köylünün derdini dinler, dertlerine derman olabilmek için gayret edermiş. Köylüler kendi hâlinde garibanlarmış. Ağanın adı normalde Hasan imiş. Ama köylü ona Zengibağ dermiş. Zengibağ evliymiş. Gül adında da güzeller güzeli bir kızı varmış. Zengibağ’ın bir de o vilayetin en güzel bağı varmış. Bağında meyvelerin hası, sebzelerin en güzelleri yetişirmiş. Zengibağ ile köylüler birlikte yer, içerlermiş. Verene şükrederlermiş. Bu arada Zengibağ’ın kızı Gül büyümüş, serpilmiş, gelinlik çağına gelmiş. Köyde bir de kötü kalpli bir kadın yaşarmış. Bir gün bu Zengibağ’ın kızını görmüş. Güzelliğini kıskanmış ve içine fitne düşmüş. Kıza bir oyun oynayıp, kızın kanına girmek için bir plan yapmış. Bu arada diğer vilayetin beyi Zengibağ’ın kızını oğluna istemiş. Düğün alayı kurulduğu vakitlerde kötü kadın bir zehirle kızı zehirlemiş. Kız zehrin etkisiyle zayıflamış, çirkinleşmiş, yüzünde yaralar çıkmış. Bu durumda düğün iptal edilmiş, nişan atılmış. Kız ölmediğine mi yansın, düğünün olmadığına mı yansın? Bu duruma Zengibağ çok üzülür. Köyde ister istemez bir matem havası eser. Uzak diyarlardan yola çıkmış, diyar diyar gezen bir çelebi bunların köyüne misafir olur. Bakar ki herkes üzgün. Köylüye sorar. Köylü de durumu bir bir anlatır. Çelebi hafife alınacak biri değildir. Çok bilgilidir. Hemen Zengibağ’ın evine gider. Kızı muayene eder ve çaresinin olduğunu söyler. Çelebi dağlara, kırlara gider. Çeşitli bitkiler toplayıp ilaç yapar ve kızı tedaviye başlar. Aylar sonra kızın yüzündeki yaralar gider, iyileşir. Kız eski güzelliğine kavuşur. Zengibağ sevinir ve çelebiye; — Allah senden razı olsun. Kızımı iyileştirdin. Kızımı sana vereyim, der. O da kabul eder. Güzel bir düğün yaparlar. Kötü kadın kızın tekrar iyileştiğini görünce bir daha kimseye büyü yapmayacağına söz vermiş. Zengibağ bu olayın ibretlik bir iş olduğunu anlar. Cenabı Allah’a şükreder…
ZENGİBAĞ VE GÜL KIZ
Mardin
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir gün, bir ayînen, bir dilki arkadaş olmuşlar. bunnar, gece yerler, gündüz yatarlarmış; gündüz yerler gece yatarlarmış. Bir Gün, ayı demiş kine: "Artık osandım ben gedîm de bir av alîm gelîm. bir geçi dutîm de yiyek," demiş. Dilki de: "Olur," demiş. Ayı getmiş. Ayı gedişin, dilki acıkmış. Bu ayının da yedi tene eniği varımış. Ayı getmiş, iki üç gün gelmemiş. Dilki, bu ayının yedi eniğnin yedisini de yemiş, guyruklarını bile goymamış. Ondan sonra ayı gelmiş, oruya buraya bakmış yok! Ayının çocukları, enikleri yok! Bu sefer, ayı arkadaşına dönmüş: "Dilki, niyetdin benim malaklarımı?" demiş. "Acıkdım, yedim. Nediyin gelmediğin sen de kaç gündür?" demiş. "Ulan, heyle yedin, benim malaklarımı?" "Yedim işde, acıkdım yedim," "Dur, ben de seni yiyem de gör," Bu dilki, gaçıvermiş, orda bir pencere varımış, o penceren çıkıp gaçmış. Ayı, arkasından goşmuş amma dilkiyi dutamamış. Bu dilki, gaçarkan gaçarkan, bir dârmane varmış. Ardından da ayı varmış kine ne görsün? Dilki dârmen üğüdüyor! Ayı galan, yavaşça, bunun yanına yaklaşmış: "Aman dilki gardaş, şu dârmen üğütmiye bana bellet," demiş. Ayı: "Haydi, şu guyruğunu daşın altına guy da belledîm," demiş. Ayı, guyruğunu goymuşumuş, dilki un yerine ayının guyruğunu çekmeye başlamış. Ayı: "Dur, ben de senin anacığını ağlatırım yavaş," demiş. Dilki, gene gaçmış ordan. Gene bir yere getmiş. Ayı da peşinden varmış. Orada, dilki acıkmış başlamış hamır yunurmaya. Kömbe edip de yiyecekmiş. Ayı, yanına yaklaşıp, demiş ki: "Niyediyon böyle, dilki gardaş?" demiş. "Acıkdım, kömbe edip de, yiyecâm," "Eee, bana da bellet o zaman," "Olur. Sen burada hamırı yunuru dur. Ben de şuraya, damın başına çıkîm, oradan bakîm," demiş. B u dilki, damın bşına çıkmış, ayı hamırı yuğururken, unun üsdüne oradan bir teneke kül atmış. Gaçmış şimdi bu. Ayı da gözünü üfeleyip niyederken, bakmış ki dilki heç yok! Dilki, başını gene gurtarmış, varmış bir suyun gırağına... Dilki, bu suyun gırağına varmış, orada sebet örmiye başlamış. Ayı gene buna yaklaşmış: "Ulandilki gardaş, ne var şu sebet örmesini bana da bellet," demiş. "Olur, bellediyim,"  "Öyliyese hadi bellet, nasıl belledeceksen," demiş ayı. Gayrı bunnar çıbığı kesmişler, şöyle bir tarafa düzmüşler. sepedi örmiye başlamışlar. Açcık örüşün, dilki ayıya demiş kine: "Şuraya, içine otur da nasıl olmuş bakîm?" "Eeee... üsdünü örüp de bana çıkacak delik gomazsan nolacak?" "Ben sana, çıkacak deliği goyarım," Ondan sonra ayı, sepedin içine oturmuş. Dilki de başlamış, sepedin üsdünü örmeye. Örmüş, örmüş, örmüş, heç delik goymamış. Ayı, sepedin içinde galmış. Aşşâda da avratlar, yunak yıkıyorlarımış. Orada iki-üç tene avrat varımış. Bu dilki, sepedi almış, gayanın başına varmış, onnara el etmiş, sonra da ayıyı, bunnara doğru kürelemiş: "Varıyor haaa, veriyor haaa, varıyor haaa..." Avratlardan tokacı çeken yörümüş, tokacı çeken yörümüş. Hepiciği, sepedin başına varmışlar. Vururken, vururken, vururken ayıyı oracıkda öldürüvermişler. Dilki de, yemiş içmiş, murazına geçmiş.  
Ayı ile Tilki
Adana
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde iki kardeş varmış. Bu kardeşlerden biri dokuz, biri de on bir yaşındaymış. Bunların çok kötü, acımasız bir üvey anneleri varmış. Bu çocuklar annelerini hiç sevmiyorlarmış ve bir gün evden kaçmaya karar vermişler. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmişler. Sonra yollarını kaybetmiş, bir ormana dalmışlar. Artık gece olmuş. Çocuklar korkmaya başlamış ve sığınacak bir yer bulmaya çalışmışlar. Gitmişler gitmişler, ormanın sonunda iki ev görmüşler. Evlerden birinde duman tütüyormuş. Diğerinden ise köpek sesi geliyormuş. Düşünüp taşınmışlar, köpekten korktukları için bacası tüten eve gitmeye karar vermişler. Kapıyı bir yaşlı kadın açmış. Önce onlara iyi davranmış da sonra ise gerçek yüzünü göstermeye başlamış. Aslında bu kadın kötü niyetli bir cadıymış. Böyle yalnız çocukları yakalar iş yaptırırmış. İşine yaramayan, çocukları ise sürekli altında ateş yanan kocaman bir kara kazana atarmış. Bu iki kardeşe de her türlü işi yaptırmaya başlamış. Her gün kucaklarında odun taşıttırır, eleklerde su getirtirmiş. Ama çocukların birini gönderir, birini evde kilitlermiş. İkisi birden giderse kaçarlar diye düşünürmüş. Aradan yıllar geçmiş. Çocuklar artık çok yorulmuşlar, cadının bir gün kendilerini de pişireceğinden korkmaya başlamışlar ve bir plan yapmışlar. Bir gün yine büyük kardeşi odun taşımaya göndermiş. O gittiğine göre diğerinin kafesini açabilirim, diye düşünmüş. Çünkü yalnız başlarına kaçamazlar diye düşünüyormuş. Cadı yine kazanın altını yakıyormuş. Önceden anlaştıklarına göre büyük kardeş gitmemiş ve kapıda bekliyormuş. Kardeşinin kafesinin açıldığını duyunca hemen içeri girmiş. İki kardeş bir olup cadıyı altını yaktığı kazana itmişler. Can havliyle kaçan çocuklar köpekleri unutarak diğer evin kapısına gelmişler. Köpekle karşı karşıya kalan çocuklar bakmış ki köpek hiçbir şey yapmıyor, hemen eve girmişler. Evde ise çok yaşlı bir dede varmış. Dede gerçekten çok iyi kalpli bir adammış. Çocuklara hemen yemekler indirmiş, güzel kıyafetler giydirmiş. Daha sonra onları bir odaya götürmüş. Bu oda saray odası gibi büyükmüş. İçinde her türlü oyuncağın bulunabileceği bir odaymış. Bu odayı gören çocuklar çok sevinmişler. Bir ömür burada dedeyle çok mutlu bir şekilde yaşamışlar.
İki Kardeş
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Vakti zamanın birinde kurtlar yaşarmış. Bu kurtlar üç cins imiş; gölgeler, karalar, sarılar. Bir gün bu gölgelerden bir kurt ihtiyarlamış ve çok zayıflamış. Acından yürüyemez olmuş. Bir tane kurt onun yanına gelmiş: — Selamınaleyküm kardeş, demiş. — Ve aleykümselam, demiş. — Ne o kardeş, niye yürüyemiyorsun? — Valla ihtiyarlık bir yandan, açlık bir yandan. — O zaman sana bir av getireyim, dur. — Kardeş! Sen bir yanaş hele. Sen kimlerdensin? — Ben karalardanım. — Haydi git! Sen korkaklardansın, demiş ve kovmuş. Bir gün yine bir kurt çıkagelmiş. Yaşlı kurda: — Haydi kardeş, sabah oluyor. Dağa çıkalım. Sabah ezanı okunuyor. Geç kaldık, yürü, deyince: — Valla kardeş, ben açlıktan ve yaşlılıktan yürüyemiyorum. Hele sen bir gel bakalım, sen kimlerdensin? — Ben sarılardanım. — Haydi git! Sen yalancılardansın demiş. O kurdu da kovmuş. Ertesi gün yine bir kurt gelmiş. — Kardeş bu çalıların dibinde niye böyle yatıyorsun, demiş. O da: — Ben hem açım hem de yaşlıyım, demiş. — Kardeş sen kimlerdensin? — Ben gölgelerdenim. — Vay gadanı alayım*. Sen bizlerdenmişsin. O zamana kadar kurt demiş ki: — Dur, senin karnını bir doyurayım. Tam ava çıkacakken karşıdan bir eşekle bir adam geliyormuş. Bu adam, oğlunun nişanı için on kilogram helva almış ve eşeğe yüklemiş. Eşeğin aynı zamanda yanında bir tane de sıpası varmış. Kurt çalının dibine pusmuş, sıpayı kapmış. Adam sıpayı kurtarayım derken kurt, eşeği de kapmış. O zaman kurt adama da saldırmış. Adam korkmuş ve yaşlı, kurdun yanına kaçmış. İhtiyar kurda: — Kardeş ne yatıyorsun. Kalk! Aha sana bir pay. Aha anası aha da danası. On kilogram helvası. Hangisinden yersen ye, demiş. Yaşlı kurt merhamete gelmiş, genç kurdun elinden eşeği ve sıpayı alıp adama vermiş. İki kurt helvanın yarısını alıp karınlarını doyurmuşlar. Bu masal da böyle bitmiş. *gada almak: Dert ve üzüntüyü paslaşma.
Üç Kurtlar
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Horosan’da bir köyde bir aile yaşarmış. Adamın lakabını Ayıboğan imiş. O zamanlarda isim vermeden önce marifet gösterilmesi gerekirmiş. Ayıboğan da adından anlaşılabileceği gibi gerçekten bir ayı boğmuş ve unvan almış. Ayıboğan bir gün evlenmiş. Bir de oğlu olmuş. Oğlu da babası gibi kuvvetli, akıllı bir çocukmuş. Aradan yıllar geçmiş, çocuk büyüyüp serpilmiş. Yağız bir delikanlı olmuş. Derken gönlünü beyin kızına kaptırmış. Bey de köyün zalimlerinden biriymiş. Bu olaydan bey haberdar olmuş ve Ayıboğan’ı huzuruna çağırmış. Ayıboğan’a; — Oğlunun kulağını çek. Kızımdan uzak dursun. Benim çulsuza isimsize verecek kızım yok, demiş. Ayıboğan üzgün bir şekilde evine gelmiş. Oğluna durumu anlatmış. Oğlu hiddetle beyin huzuruna çıkmış. — Bey bey! Ben adsızım, çulsuzum diye kızını vermiyorsun. Bunlar olmayacak şey değil. İzin ver nam alayım. Söyle bana ne istersen yapayım, der. Bey de — Sen git. Bir düşüneyim. Ben sana bildiririm, der ve üç gün sonra bey oğlanı huzuruna çağırır. İstediğini söyler. — Bana Kaf Dağı’nın ardındaki devin bahçesindeki “ağlayan nar ve gülen ayvayı” getir. Sana ad vereyim, nam vereyim, kızımı vereyim, der. Oğul bunu duyunca ayağına demir çarık, eline de demir değnek alır. Babasıyla, anasıyla vedalaşır. Yola çıkar. Az gider, uz gider. Dere tepe düz gider ve nihayet Kaf dağına ulaşır. Ulaşır ulaşmasına da en büyük mesele geridedir. Devi nasıl alt edecektir? Düşünürken orada uykuya dalar. Rüyasında ak sakallı bir dede ona; — Oğul! Hiç korkma, dev evden ayrılınca hemen koş, eve gir. Orada devin anasını gördüğünde hemen koş. Onun göğsüne yapış. Kana kana em. Anne dev sana ilişmez. O zaman gerisi gelir, der. Oğul uyanır. Eve gelir ve evi gözlemeye başlar. Dev evden ayrılınca hemen eve koşar. Anne devin göğsüne yapışır. Ve kana kana emer. Anne dev onu evladı kabul eder. Oğula: — Eğer sütümü içmeseydin seni öldürür, yerdim. Ama sütümü içtin. Sen benim oğlumsun. Dile benden ne dilersen, der. Oğul da başından geçenleri anne deve anlatır. Anne dev: — Oğul, birazdan benim bey ve oğlum gelir. Seni burada görürlerse öldürürler.” der. Hemen ona bahçeden bir tane ağlayan nar, bir tane de gülen ayva verir ve gönderir. Oğul sevinçle yola çıkar. Yine az gider, uz gider, dere tepe düz gider. Memleketine ulaşır. Beyin huzuruna çıkar. Bey şaşırır. — Ben seni ölüme gönderdim. Sen benim istediklerimi getirdin. Cesaretin ve aklın senin kurtuluşun oldu, der ve verdiği sözü yerine getirir. Güzel bir düğün yaparlar. Onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine…
Ağlayan Nar ve Gülen Ayva
Erzincan
Doğu Anadolu Bölgesi
Yolunacak Kaz Zamanın birinde padişah ve veziri gezerken yaşlı bir adamla karşılaşırlar. Biraz da halka yakın görünmek için adamla muhabbet etmeye başlarlar. Padişah, adama sorular sorar. İlk olarak: — Gözlerin nasıl görüyor, der. Adam: — Uzak idi, yakın ettim, der padişaha. Padişah yeniden sorar: — Ayakların nasıl? Adam: — İki idi üç ettim, der. Padişah bu sefer de er yetiştirip yetiştirmediğini sorar adama. Adam da: — Bir yetiştirdim, el aldı, der. Son olarak da padişah: — Kaz yolabilir misin, diye sorar. Adam da: — Evet, der. Sorular bitince padişah gider. Ancak vezir bu cevaplardan hiçbir şey anlamaz. Adama bu sözlerle ne anlatmak istediğini sorar. Yaşlı adam da açıklayacağını ama her cevap için para istediğini söyler. Vezir de çok merak ettiği için kabul eder. Yaşlı adam ilk cevap için parayı alır ve açıklar: — Gözlerim uzağı iyi görmüyordu, gözlük taktım. Artık uzağı rahat görüyorum. Yani uzağı yakın ettim, der. İkinci cevap için de para alır ve onu da açıklar: — Ayaklarım ağrıyordu, rahat yürüyemiyordum. Baston aldım artık rahat yürüyorum. Yani ayağım iki tane idi, üç ettim, der. Sıradaki cevap için de para alır ve devam eder: — Bir kızım vardı. Büyüttüm, yetiştirdim. Gün geldi, evlendirdim. Er yetiştirdim, ele verdim, der. Sıra son soruya gelir. Vezir parayı verir. Adama der ki: Bunları anladım ama kaz yolabilir misin nedir, der. Yaşlı adam da vezire bakar, gülerek: — Orasını da sen anla artık, der.
Yolunacak Kaz
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir gün padişah ve veziri köyleri gezmeye çıkmışlar. Köyün birinde bir çobana rastlamışlar. Çoban da onları konuk etmek istemiş. Padişah ve veziri bu teklifi kabul etmiş Çoban koyun kesip ikram etmeye niyetlenmiş. Padişah vezirini göndermiş çobana, zahmet etmemesini istemiş. Çoban da vezire ev sahibinin işine karışılmayacağını söylemiş ve veziri geri göndermiş. Bunun üzerine padişah vezirini yine göndermiş aynı şey için. Ancak çoban yine aynı şeyi tekrarlamış ve elindeki koyun kanıyla vezire bir tokat atmış. Vezir bu duruma çok içerlemiş. Sürekli bu tokatın intikamını almayı planlamış. Bir gün aklına bir fikir gelmiş. Çobanı saraya dahil olan bir bahçeye yemeğe davet etmiş. Padişah, vezir ve çoban yemeğe oturmuşlar. Vezir, öç almak için padişahın gümüş takımlarını çıkarmış. Padişah yedikçe gümüş çatal, kaşık, bıçak ne varsa atıyormuş. Çoban da pek umursamamış bu durumu. Vezirin amacı ise çobana da aynı şeyi yaptırıp suçlu duruma düşürmekmiş onu. Bu sayede bir tokat atıp alacakmış intikamını. Ancak ilk seferde başarılı olamamış. Altın sofra takımını getirtmiş bu defa. Padişah yine yemiş ve tam altın çatalı atarken vezir padişahın elini tutmuş: — Atmayın padişahım! Hiç kıyılır mı altın çatala? Çoban yerinden kalkmış, yaklaşmış ve vezire bir tokat daha atmış. Sonra da: — Ben sana ev sahibinin işine karışılmaz demedim mi, demiş. Yani vezirin yaptığı oyun yine kendisine zarar vermiş. Hem intikamını alamamış hem de bir tokat daha yemiş.
Padişah Vezir ve Çoban
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Uzak ülkelerin birinde bir adamın karısı ölmüş. Ondan sonra adam evlenmeye karar vermiş. Ama kendine kimse kız vermiyormuş. Adam yıllarca böyle kız arıyormuş kendine bir türlü bulamıyormuş. Ben “ne kısmetsizim”, “ben ne şansızım” diye dert yanarmış. Bir çare bulmak için bir dervişin yanına gitmiş. Durumunu anlatmış. Derviş: — Senin kısmetin şimdi kapalıdır; ama sonra açılacak, demiş. Adam: — Nasıl olacak peki? Ben zenginim, bana niye kız vermiyorlar, diye sormuş. Derviş de bu işlerin parayla olmadığını söylemiş. Derviş, adama: — Sen sabret yolunda, bulursun. Sizin hizmetçilerden birinin bir çocuğu olacak. İşte senin kısmetin o olacak, demiş. Adam şaşırmış: — Nasıl olur? O çok küçük, demiş. Derviş: — Sen onu büyüteceksin sonra da senin karın olacak o kız, demiş. Adam başta pek yanaşmamış. Kız vakti dolduğunda dünyaya gelmiş. Kızın belinde büyük bir ben varmış. Kız doğduktan sonra annesi o evden ayrılmış. Kızını başka yerde yetiştirmiş. Kızı büyüdüğünde o kadar güzel olmuş ki herkes bu kıza âşık olurmuş. Adam da bir gün bu kıza rastlamış ve kızdan çok hoşlanmış. Oysa adam bilmiyormuş bu kızın kendi kısmeti olduğunu. Bir gün bu adam tesadüfen kızın belindeki beni görmüş. Kızın kendi kısmeti olduğunu söylemiş. Kızla konuşmuş: — O benin ne anlama geliyor, biliyor musun, demiş. — Evet, biliyorum. Annem bana söylemişti. Bu ben, adama kısmet olmuşum, onun mührüdür, demiş. Adam da: — İşte o adam benim, demiş. Sen benim kısmetimsin, istersen git annene söyle, demiş. Kız da gidip annesine söylemiş. Annesi: — Evet kızım, o adam senin kısmetindi, demiş. Bunlar en sonunda evlenmişler. Mutlu bir yaşam sürmüşler.
KISMET
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanların birinde üç arkadaş varmış. Bunlardan biri kaplumbağa, biri tilki, biri de sincapmış. Bunlar geçimlerini sağlamak için ne yapalım diye düşünürken: — Çiftçi olalım, demişler. Bir kayalık tarlanın oraya gitmişler, çift sürmeye, ekin ekmeğe başlamışlar. Bu ekin onlara bir zaman yetmiş. Bir gün tilki: — Bu ekin bize yetti ama biz ekin biçerken şu kaya yuvarlanırsa üçümüzü de öldürür, deyince diğerleri: — Ne yapalım? demişler. Tilki de: — Ben o kayaya sırtımı dayarım, o yuvarlanmaz siz de ekini biçersiniz, demiş. Kaplumbağa ile sincap tekrar biçmeye başlamışlar. Tilkiye de: — Kayaya dayanamıyor musun tilki kardeş, diye sormuşlar. Tilki de: — Tabİi öyle dayanıyorum ki ağzımdan kan gelecek nerdeyse, demiş. Neyse bunlar ekini biçmişler, harmana indirmişler, sürüp savurmuşlar. Sonra üçü beraber sıraya dizilmişler, buğdayın başına kim önce varırsa buğday onun olacak diye aralarında anlaşmışlar. Sincap: — Benim kulağım sağır, sen giderken benim kuyruğuma vur, üçümüz beraber koşmaya başlayalım, demiş tilkiye. Koşmaya başlayacakları zaman tilki sincabın kuyruğuna vurunca sincap tilkinin kuyruğuna yapışmış. Tilki, onlar koşana kadar ben buğdayın başına geldim diye düşünüp tam oturacakken sincap: — Üstüme çökme, diye bağırmış. O anda tilki şaşırmış. Bu arada kaplumbağa yolu yarılamış. Kaplumbağa: — Kesmük* de bana, kesmük de bana, diye bağırıyormuş. Kesmük de buğdaydan ayrılan ikinci devir buğdaymış. Tilkinin kurnazlığı boşuna gitmiş. Buğday sincabın olmuş, diğer parça da kaplumbağanın olmuş. Tilki ne kadar kurnaz olsa da amacına ulaşamamış. *Kesmük: İyi dövülmemiş, iri ve kimileri başaklı kalan tahıl sapları.
Üç Arkadaş
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi çok günahmış. Vakti zamanında bir bey oğlu varmış. Bir de üvey annesi huzur vermeyen, bir kız varmış. Üvey annesinin işkencelerine dayanamayan kız, bir gün çeşmenin başına gitmiş. Çeşmenin başındaki kavağa: — Eğil kavağım eğil, demiş, kavak eğilmiş. “Doğrul kavağım doğrul.” demiş kavak doğrulmuş, kız kavağın üzerine çıkmış. Bir gün bey oğlu, atını sulamaya çeşme başına gitmiş. Atının su içmediğini gören bey oğlu, bir o yana bir bu yana bakmış, kızın yansıması suyun üzerine düşüyormuş ama bey oğlu bu yansımanın nereden geldiğini bir türlü bulamamış. Sonra yukarıya doğru bakıyor ki bir kız kavağın başına çıkmış. Aya doğma, ben doğayım, güne çavma* ben çavayım, öyle güzelmiş, kız. Bey oğlu: — Kız oraya niye çıktın in bakalım, senin yansıman suya düşüyor, benim atım o yüzden su içmiyor. Aşağı in, diyor. Bey oğlu ne kadar ısrar etse de kız: — İnmem de inmem, diyor. Kız inmiyor, Bey oğlu da oradan gidip bir cadı kadın buluyor. Cadı kadına: — Nine çeşmenin başında, kavağın üzerinde bir kız var, ne yaptıysam inmiyor, o kızı bana indirebilir misin, demiş. Nine: — Oğlum sen bana bir torba üzüm al, ben üzüm ayıklarken o kız oradan iner, der. Beyoğlu nineyi çeşmenin başına bırakır ve oradan ayrılır. Nine üzümü seçmeye başlar, üzümü seçerken üzümü torbanı dışına çöpünü torbanın içine atar. Bunu gören kız: Nine üzümü dışarı, çöpünü içeri ne atıyorsun öyle üzüm seçilmez, der. Nine: — Kızım neredesin ki gözüm görmüyor, gel de beraber seçelim, der. Kız: — “Eğil kavağım eğil” der kavak eğilir kız iner. “Doğrul kavağım doğrul” der, kavak doğrulur. Kız nineyle beraber üzümü seçerken, hemen nine kızın peşlisinin ucundan kızı oraya çiviler. Oradan bey oğluna gider: — Bey oğlu kızı yakaladım, der. Bu arada kız kalkmaya çalışıyor ama kalkamıyor, peşlisi çivili nasıl kalksın. Derken Bey oğlu geliyor kıza: — İns misin, cin misin kız, diyor. Kız da: — Ne insin ne cinim, seni beni yaratan Allah’ın kuluyum, üvey annem tat vermiyordu, o yüzden buraya çıktım, diyor. Bey oğlu kıza: — Benimle evlenir misin, diyor. Kız da: — Evlenirim, diyor. Evleniyorlar, kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar. Yiyorlar, içiyorlar hoş muratlarına geçiyorlar. *çav- Işığını vurmak. *peşli: Bazı elbiselerin yakalarına veya eteklerine eklenen üçgen şeklindeki parça, parçalı.
Bey Oğlu ile Üvey Kız
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kaf Dağı’nın ötesi mi desem, yoksa çok yakın bir yer mi desem, öyle tarifsiz bir yerde büyük bir saray varmış. Bu sarayın padişahı üç erkek evlada sahipmiş. Bir gün bu padişah oğullarını yanına çağırmış. Onlara sormuş: — Söyleyin bakayım evlatlarım beni ne kadar seversiniz? En büyük oğlu: — Seni şu görkemli saraylar kadar çok severim babacığım, demiş. Padişah bu cevaba çok sevinmiş. Sıra ortanca oğluna gelmiş. O da: — Seni dünyalar kadar çok severim babacığım, demiş. Padişah yine çok sevinmiş. Son oğlundan da güzel bir cevap arzusuyla ona doğru bakmış. O da: — Seni tuz kadar severim babacığım, demiş. Padişah bu cevabı duyunca çok hiddetlenmiş. Hemen saray muhafızlarına çağırmış ve küçük oğlunu saraydan atmasını emretmiş. Oğlan da çaresiz boynu bükük saraydan ayrılmış. Az gitmiş uz gitmiş, bir de bakmış ki güzel mi güzel bir ülke… Sarayına gidip kendisini komşu ülkenin padişahının oğlu diye tanıtırsa misafir olunacağını düşünmüş. Bu şehzade sarayın içine girince bahçede huriler kadar güzel bir kız görmesin mi? O dakikada âşık oluvermiş sarayın biricik kızına. Tabii o da bizim mahcup padişah oğluna âşık olmuş. Tez zamanda düğünleri yapılmış. Böylece hiç bilmediği bu ülkenin bir anda tek varisi olmuş. Bütün bu güzel olaylar olurken küçük oğlanın kovulduğu ülkede kıtlık baş gösterir olmuş. Küçük oğlanın babası özellikle tuz olmadığından çok kötü günler geçirir olmuş. Bu tuz sorunu yüzünden ülkesinde isyanlar çıkmaya başlamış. En fakir köylü bile padişaha baş kaldırır duruma gelmiş. Diğer oğullarından da hiçbir yardım göremeyen padişah çaresiz bilmediği bir ülkeye avuç açmak üzere yollara koyulmuş. Gitmiş gitmiş bir saraya ulaşmış. Padişah bu hiç bilmediği ülkede kötü karşılanırım diye umarken aksine padişaha çok hürmet göstermişler. Sarayın padişahı huzuruna çıkarılmış bizim padişah. Ona durumu anlatıp tuz istemiş. Komşu ülkenin padişahı hizmetkârlarına tuz getirtmiş. Padişah çuval çuval tuzları görünce çok sevinmiş. Hemen kendisinden yaşça çok küçük bu cömert padişahın eline eteğine sarılmış. O da: — Önemli değil. Hayat ne kadar garip? Seneler önce bir tuz sözü yüzünden babam tarafından saraydan kovuldum. Şimdi ise tuz sayesinde babamı çok sevindirdim ve o büyük haşmetli babam az kalsın eteğimi öpüyordu, demiş. Padişah da karşısındakinin kendi oğlu olduğunu duyunca önce çok şaşırmış sonra da oğluna kavuştuğu için sevinci ikiye katlanmış. Oğlu da babasını affetmiş. Birlikte iki ülkeyi birden yönetmeye başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Bir Gram Tuz
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken zamanın birinde bir ülkede köylerden birinde zengin bir adam yaşarmış. Bu adamın çok sevdiği oğlundan başka kimsesi yokmuş. Onun mutlu olması, daha iyi yaşaması tek amacıymış. Ama oğlu biraz safmış. Kendisinden isteneni zar zor yapar, başka bir şeye aklı ermezmiş. Adam oğlunun huyunu iyi bildiğinden oğlunu çekip çevirecek becerikli bir gelin istermiş. Ama böyle becerikli bir gelin bulmak da kolay değilmiş. Bir gün adam, oğlunu yanına çağırmış. Eline bir miktar para vermiş. — Oğlum bu parayı al ve şehre git. Hem bize yiyecek hem de tavuklarla ineğe yem al, demiş. Bunu oğlunu denemek için yapıyormuş. Çünkü o para ile adamın istediklerinin hepsi alınmazmış. Adam, oğlunun ne yapacağını düşünüyormuş. Saf oğlan neşe içinde şehre gitmiş. Babası ona bir görev verdi diye seviniyormuş. Ama pazarda fiyatları görünce işinin zor olduğunu anlamış. Elindeki para ile babasının istediklerinin hepsini alması imkansızmış. Sokağın ortasına oturmuş ve kara kara düşünmeye başlamış. O sırada sokaktan bir kız geçiyormuş: — Senin işin gücün yok mu ki böyle sokak ortasında dalıp gidersin delikanlı, demiş. — Ah sorma güzel kız, babamın bana verdiği para ile hem kendimize yiyecek hem de tavuklarla ineğe yem almam imkansız. Ne yapacağımı bilemiyorum, babama karşı mahcup olacağım, diye cevap vermiş saf oğlan. Kız da demiş ki: — O işin kolayı var, elindeki para ile karpuz al. İçini siz yersiniz, kabuğunu ineğe, çekirdeklerini de tavuklara atarsınız. Böylece babanın istediği her şeyi almış olursun.  Saf oğlan kızın verdiği akla çok sevinmiş. Elinde koca bir karpuzla eve vardığında babası çok memnun olmuş. Ama oğlunun bu işi tek başına çözemeyecek kadar da saf olduğunu iyi biliyormuş. Sorunca oğlan başından geçenleri anlatmış. Adam, işte tam benim saf oğluma eşlik edecek bir gelin diye düşünmüş. Ertesi gün şehre gidip kızı babasından istemiş. Kızın babası da razı olmuş ve kızını saf oğlana vermiş. Düğün dernek yapılmış. Saf oğlan ile becerikli kız mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri saf oğlan ile becerikli kıza, biri anlatana, biri de dinleyene.
Becerikli Gelin
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir tavşan varmış. Bu tavşan bir gün ormanda dolaşırken karşısına kurt çıkmış. Tavşana bakıp üzerine yürüyerek, — Ben seni yiyeceğiimmm, diye ulumuş. Tavşan da: — Ben daha küçücüğüm. Evime gideyim, sütümü içeyim, büyüyeyim, sonra sen beni ye, demiş ve kaçmış. Tavşan hoplaya zıplaya yoluna devam ederken karşısına bir ayı çıkmış. Ayı kollarını havaya kaldırıp ürkütücü bir sesle bağırmış: — Seni yiyeceeğiimmm! Tavşan da hemen aynı bahanesini söylemiş ve böylece ondan da kurtulmuş. En son tam evine kaçmak üzereyken tilkiyle karşılaşmış. Tilki de aynı şekilde tavşanın üzerine yürümüş ve aynı cevabı almış. Tavşana kanmış ve onu serbest bırakmış. Tavşan koşa koşa evine gitmiş ve bir davulun içine girmiş. Sonra ormana çıkarak içeriden davulu çalmaya başlamış. İlk olarak kurtla karşılaşmış. Kurt, davul zannettiği tavşana: — Davul kardeş, tavşan kardeşi gördün mü, demiş. Tavşan kardeş ona bir şarkıyla cevap vermiş: — Tavşan kardeş evine de gitti, gelmez. Dom dom dom!  Kurt da artık pes edip evine dönmüş. Sonra ayıyı görmüş tavşan. Ayı da sormuş aynı şeyi ve aynı cevabı almış: — Tavşan kardeş evine de gitti, gelmez. Dom dom dom!  En son tilkiyi görmüş. Tilki de sormuş: — Davul kardeş, tavşan kardeşi gördün mü? Tavşan kurnazlığıyla ünlü tilkiyi bile oyuna getirmenin sevinciyle haykırmış: — Tavşan kardeş evine de gitti, gelmez. Dom dom dom!  Sonra hemencecik evine gitmiş. Tilkinin yolu da tavşanın evinin önünden geçiyormuş. Oradan geçerken pencereden tavşanın davuldan çıktığını görmüş. Kapının önüne gitmiş ve seslenmiş: — Tavşan kardeş, seni gördüm ve seni tebrik ediyorum. Ben kendimi kurnaz bilirdim, ama sen benden daha kurnaz çıktın. Gel, sana bir sarılayım, demiş. Tavşan da böbürlenerek kapıyı açmış. Tilki hemen o anda onu tutmuş ve: — Sen kurnazlık yaptın, ama akılsız kurnazlık hiçbir işe yaramaz, demiş ve tavşanı ensesinden yakalamış. Bu masal burada bitmiş. Gökten inen üç elmanın biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de masal kahramanlarımızın başına…  Bu masal burada bitmiş. Gökten inen üç elmanın biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de masal kahramanlarımızın başına…
Kurnaz Tavşan
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
  Pire ile sinek evlenmişler. Pire damı loğuluyormuş*. Ama sonra pire loğun altında kalıp ölmüş. Sinek de kocası pirenin başında oturup vızz diye ağlamaya başlamış. Oradan bir karga geçiyormuş. Sineğin yanına konup sormuş: — Sinek kardeş niçin vızılıyorsun? Sinek de: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakalmaz mı, demiş. Karga gak gak diye uçmaya başlamış. Gitmiş bir kavağın başına konmuş. Kavak: — Karga kardeş neden gaklıyorsun, demiş. Karga gaklayarak: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakaldı, kavak yaprağını dökmez mi, demiş. Kavak da yaprağını dökmüş. Kavağın altından bir ırmak akıyormuş. Irmak sormuş: — Kavak kardeş neden yaprağını döktün? Kavak: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakaldı, kavak yaprağını döktü, ırmak bulanık akmaz mı, demiş. Irmak da bulanık akmış. Irmaktan su içmek için bir tane öküz gelmiş. — Irmak kardeş, neden bulanık akıyorsun, demiş. Irmak başlamış söylemeye: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakaldı, kavak yaprağını döktü, ırmak bulanık aktı, öküz çamura çökmez mi? Öküz de çamura çökmüş ve çıkamamış. Onu gören çiftçi yanına gelmiş ve : — Öküz kardeş niye çöktün çamura, demiş. Öküz de ağlayarak: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakaldı, kavak yaprağını döktü, ırmak bulanık aktı, öküz çamura çöktü, çiftçi mesesi karnına sokmaz mı, demiş. Çiftçi de mesesi karnına saplamış ve yere düşmüş. Kızı da ona azık getirmek için o sırada oraya gelmişmiş. Babasına koşmuş: — Baba niye sapladın karnına mesesi, demiş. Çiftçi de inleyerek: — Pire gibi yiğit öldü, sinek vızılayakaldı, karga gaklıyakaldı, kavak yaprağını döktü, ırmak bulanık aktı, öküz çamura çöktü, çiftçi mesesi karnına soktu, kızı da çingili* başından aşağı dökmez mi, demiş.  Kız da yemeği kafasından aşağı dökmüş ve masal bitmiş…  * loğu: silindir biçimindeki ağır taş, yuvgu, yuvak. *loğulamak: Yollarda, tarlalarda toprağı ezmek veya toprak damlı evlerin üstündeki killi toprağı sert bir katman durumuna getirmek için üzerinde yuvarlamak. *meses: Hayvanları dürtmekte kullanılan, ucu sivri demirli bir tür sopa. *çingil: Küçük kova.      
Pire ile Sinek
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, horozlar imam iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken çok zengin bir ülke varmış. Bu ülkenin padişahı kocaman ve süslü bir havuz yaptırmış. Bu havuzu sütle doldurtup komşu ülkelere göstermek istiyormuş. Tellallar, davullarla sokaklarda dolaşmışlar: — Güm be de güm güm, güm be de güm güm… Duyduk duymadık demeyin. Padişahımız kocaman bir havuz yaptırdı. Bu havuza herkes bir kova süt dökecek. Böylece sütle dolu kocaman bir havuzumuz olacak. Başka ülkeler ülkemizin zenginliğini görecek.  Halk bu habere çok sevinmiş, merakla havuzu görmeye gitmiş. Görenler havuzun güzelliğine hayran olmuş.  Sıra havuzun sütle doldurulmasına gelmiş. Herkese havuza bir kova süt dökülecek diye duyurmuşlar.  Halk o gece ellerinde birer kovayla havuza gitmişler. Kovalarını havuza boşaltmışlar. Ertesi sabah padişah havuzun başına gelmiş. Herkes havuzun başına toplanmış. Fakat bir de ne görsünler? Havuzun içi suyla doluymuş. Herkes kimse anlamaz diye havuza süt yerine su dökmüş.  Padişah bunun üzerine: — Hiçbir hile gizli kalmaz. Mutlaka ortaya çıkar, demiş. Herkes yaptığından utanarak, evine geri dönmüş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı anlatanın başına, ikisi bu masalı dinleyenlerin başına…
Hile
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
 Küçük bir köyde fakir çiftçi bir aile yaşarmış. Ailenin babası sabahtan akşama kadar tarlada çalışır, evdekilere yemek götürmeye uğraşırmış.  Bu çiftçinin tarlasına bir gün bir yılan dadanmış. Çiftçi tarlasına dadanan bu yılana her gün evden gelirken hayvanlarından sağdığı sütten biraz getirip yuvasının önüne bırakırmış. Birkaç hafta böyle geçtikten sonra çiftçi yine süt koymak için yılanın yuvasına geldiğinde ağzında bir tane altınla yılan yuvasından çıkıvermiş. Çiftçi, yılanı ağzında altınla görünce şaşırmış. Yılan: — Sen bana her gün süt getirdin. Ben de sana her gün bir altın vereceğim, demiş.  Çiftçi ile yılan anlaşmışlar. Günler, haftalar, aylar, yıllar böylece geçip gitmiş. Çiftçi rahat bir hayat sürüyormuş.  Böyle geçerken zaman çiftçi yaşlanmış. Yataktan kalkamayacak hâle gelmiş. Tarlaya da gidemez olmuş. Bunun üzerine o ana kadar kimseye anlatmadığı yılanla olan anlaşmalarını çocuğuna anlatmış ve süt götürüp yılandan altını almasını istemiş. Çocuk da babasının yaptığı gibi her gün süt götürüyormuş. Yılandan da her gün bir altın alıyormuş.  Ancak çocuk artık bir altınla yetinemiyormuş. Yılanın yuvasında bir hazine olduğuna kanaat getirmiş. Yılanı öldürüp hazinenin hepsini alabilmek için plan hazırlamış. Bir gün elinde bir süt şişesiyle gitmiş, yine yılanın yuvasının önüne. Yılan ağzında altınla tam yuvasından kafasını çıkarınca çocuk yılanın kafasını ezerek yılanı öldürmüş. Daha sonra yılanın yuvasını kazmaya başlamış fakat ne kadar kazmaya devam etse de bir şey bulamamış. Sonunda yanlış yaptığını anlayan çocuk az ile yetinmeden çoğa sahip olamayacağını anlamış. Pişman olmuş ama ne fayda iş işten çoktan geçmiş. Babası da ölen çocuk yıllardır yaşadığı rahat hayattan geri kalmış ve fakir bir hayat sürmüş.
Çocuk ile Yılan
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
  Çok eskiden, Ayşe ile Ayla adında iki kız kardeş varmış. Ayşe’nin yüzü ne kadar güzelse huyları da o kadar güzelmiş. Ayla’nın ise içi gibi yüzü de çirkinmiş. Bu yüzden Ayşe’yi herkes sever, Ayla’yı da hiç kimse sevmezmiş. Ayla, Ayşe’yi çok kıskanır ve her fırsatta kötülük yapmak istermiş. Kıskançlığı o kadar artmış ki artık Ayşe’nin ölmesini ister olmuş. Gece gündüz Ayşe’yi nasıl ortadan kaldıracağını düşünür dururmuş.   Günlerden bir gün aklına bir fikir gelmiş. Ayşe’yi dağlara götürüp bir uçurumdan aşağı itecekmiş. Bir akşam Ayşe’ye: — Ertesi gün dağlara gezintiye çıkalım mı, demiş. Ayşe de kabul etmiş ve hatta sabah ona sevdiği çöreklerden yapacağını söylemiş. Ertesi sabah sepetlerini alıp yola çıkmışlar. Uzunca bir süre yürüdükten sonra dağların eteğine gelmişler. Tam dinlenecek gölge bir yer ararken yaşlı bir kadın karşılarına çıkmış. Onlardan bir lokma yiyecek istemiş. Ayla hemen bağırıp çağırıp kötü sözler söylemiş yaşlı kadına. Ayşe ise hemen sepetten çörek ve su çıkarıp yaşlı kadına vermiş. Yaşlı kadın dualar ederek hızla oradan uzaklaşmış. Ayla, kardeşine yardımcı olduğu için kızmış. Daha sonra onlar da bir köşeye çekilip karınlarını doyurmuşlar. Bu sırada Ayla, Ayşe’yi nasıl uçuruma götüreceğini düşünüyormuş. Derken aklına bir fikir gelmiş. Kardeşine uçurumun kenarında güzel çiçekler olduğunu söylemiş. Onları toplayıp annelerine götürebileceklerini söylemiş. Ayşe de ona kanmış ve uçurumun kenarına gitmişler. Ayşe çiçek toplamaya başlamış. Ayla tam onu itecekmiş ki o sırada kocaman bir kurt, Ayla’nın üzerine atlamış ve onu yere düşürmüş. Ayşe de Ayla’yı korumak için kurdun üzerine gitmiş. Kurt da iki kızla baş edemeyince kaçmış. Kızlar tekrar yola koyulmuş. Bu kez de bir dere kenarına gitmişler. Ayşe ayaklarını suya sokarken bir yandan da çağlayanı seyrediyormuş. Ayla ise onu çağlayana itmek için arkasından yaklaşırken bir kurbağa Ayla’nın içine girmiş. Ayşe koşarak gelmiş ve Ayla’nın içinden kurbağayı çıkarıp tekrar dereye bırakmış. Daha sonra toparlanmışlar ve orman yoluna girmişler. Evleri de bu ormanı geçince hemen oradaymış. Ayla hâlâ sinsice düşünmekteymiş. Ayşe’yi eve varmadan öldüremezse bir daha bu fırsatı bulamayacağını aklından geçiriyormuş. O sırada yolda mor çiçekler görmüş ve Ayşe’ye annesinin bu çiçekleri çok sevdiğini söylemiş. Ayşe eğilip çiçekleri topladığı sırada Ayla da yerden aldığı taşı havaya kaldırmış. Tam Ayşe’ye atacağı sırada şimşekler çakmaya başlamış. Ayşe arkasına dönüp bakmış ki kardeşi elleri havada taş kesilmiş. O sırada bulutların arasından elinde sopası olan bir peri belirmiş. Ayşe korkudan iyice büzülmüş. Peri kendisinden korkmamasını söylemiş ona. Karşısına çıkan yaşlı kadının, kurdun, kurbağanın da kendisi olduğunu söylemiş ve devam etmiş. Kötü insanların bir gün cezalarını bulacağını Ayla’nın da cezasını bulduğunu söylemiş. Onu ormandaki diğer çocuklara örnek olsun diye hep böyle heykel kalacağını söyleyip yine gök gürültüleri ve şimşekler arasında kaybolup gitmiş.
Ayşe ile Ayla
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş bir padişah varmış. Bu padişahın yedi tane oğlu varmış. Ama hiç kızı olmuyormuş. Bir gün Allah’a çok dua etmiş kızının olması için. Sonra bir kızı olmuş. Bu padişah çok zenginmiş. Hayvan sürülerine sahipmiş. Her geçen gün sürülerden bir tane hayvan eksiliyormuş. Padişah bunun üzerine her gün bir oğlunu sürülerin başına nöbetçi koyuyormuş. Fakat nöbetçiler hep uyuyakaldıkları için hayvanlarına ne olduğunu anlayamıyorlarmış. Nöbet sırası küçük kardeşe gelince hayvanları yiyen şeyin beşikteki kız kardeşi olduğunu görmüş. Sonra bunu babasına söylemiş. Fakat babası kızını çok sevdiği için oğluna inanmamış ve oğlunu kovmuş.  Padişahın oğlu çok uzak diyarlara gitmiş ve orada evlenmiş. İki tane köpek yetiştirmiş. Birinin adı Aslan, diğerinin adı Kaplan imiş. Padişahın oğlu bir gün karısına: — Hanım, ben babamı ve kardeşlerimi çok merak ediyorum, gidip onları bir ziyaret edeyim. Eğer bana bir şey olursa köpekler ses çıkarmaya başlayacak. O zaman sen iplerini çöz, demiş.  Yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş ve babasının evine gelmiş. Bakmış ki ne babası ne kardeşleri var. Sadece kız kardeşi varmış. Babasını ve kardeşlerini kız kardeşi yemiş. Kardeşi, abisine: — Abi senin atının ayağı kaç tane, diye sormuş. Abisi: — Dört tane, demiş. Kardeşi: — Sen şuna üç desene, demiş ve atın bir ayağını yemiş. Tekrar atının ayağının kaç tane olduğunu sormuş ve “üç” cevabı üzerine: — Sen şuna iki desene, diyerek atın diğer ayağını da yemiş. Bu şekilde atı yemiş ve bitirmiş. Abisi kardeşinin kendisini de yiyeceğini anlayınca bir kavak ağacının tepesine çıkmış. Kız kardeşi ağacı da yemeye başlamış.  Bu arada karısı köpeklerin sesler çıkarıp hareket ettiklerini görmüş. Kocasının başına kötü bir şey geldiğini anlamış ve köpekleri salmış. Köpekler hızla sahibinin olduğu yere gitmiş. Sahibi köpeklerini görünce: — Aslan tut, Kaplan yırt, demiş.  Köpekler kızın üzerine atlamışlar ve onu yemişler. Böylece sahibi kurtulmuş. Karısı ve çocuklarıyla mutlu bir hayat sürmüş.
PADİŞAH VE KIZI
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir at, keçi ve kurt varmış. Bir gün atın bir tanesi tövbekâr olmuş ve hacca gitmeye karar vermiş. Yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş yolda bir keçi ile karşılaşmış. Keçi sormuş: — Nereye gidiyorsun at kardeş, demiş. — Sorma keçi kardeş, günahlarımdan dolayı çok pişman oldum, hacca gitmeye karar verdim, demiş. Keçi: — O zaman ben de seninle hacca geleyim, tövbe edeyim, demiş. At kabul etmiş ve birlikte yola çıkmışlar. Biraz gittikten sonra bir kurt ile karşılaşmışlar. — Hayırdır nereye gidiyorsunuz böyle, demiş kurt. — Günahlarımıza tövbe ettik hacca gidiyoruz, demiş at ve keçi. Kurt da bunlara katılmış ve hep birlikte yola devam etmişler. Yolculukları boyunca at ile keçi ot yiyerek karınlarını doyurmuşlar. Ama kurt ot yiyemiyormuş, bu yüzden de aç kalıyormuş. Düşünmüş taşınmış. Kurt tövbesini bozmuş ve keçiyi yemeye karar vermiş. At ve keçiye söylemiş. Keçi bakmış ki çıkar yol yok. Kurda: — Bana üç gün mühlet ver, beni yemeden çocuklarımla vedalaşıp geleyim son kez demiş. Keçi yalvarmış yakarmış kurda. Sonunda kurt: — Pekâlâ, eğer at arkadaşın senin için kefil olursa izin veririm, gelmezsen onu yerim, demiş. At kabul etmiş. Keçi çocuklarını görmeye gitmiş. Aradan bir gün geçmiş, iki gün geçmiş ve nihayet üçüncü gün de geçmiş ama keçi dönmemiş. Kurt artık anlamış keçinin kaçtığını. Ata: — Bak arkadaşın dönmedi, o hâlde seni yiyeceğim, demiş. At: — Pekâlâ, beni yemeden önce senden bir şey istesem yapar mısın demiş. Kurt: — Nedir, diye sormuş. — Sağ ayağımdaki nalın altına babam ölmeden bir vasiyet yazmıştı. Onu okur musun bana, demiş. Kurt: — Tamam, demiş. At ayağını kaldırmış, kurt okuyamıyormuş. — Biraz daha yaklaş, demiş at. Kurt yaklaşmış, yaklaşmış. At tam o sırada kurda sağ ayağı ile sert bir şekilde vurmuş. Kurt yediği darbe ile olduğu yere düşmüş, bayılmış. Kendine geldiğinde at çoktan gitmiş. Kurt o zaman kandırıldığını anlamış ve: — Senin okumak neyine? Okuyup da kırmızı kayışlı davul mu çalacaksın, demiş ve geldiği yoldan evine geri dönmüş.
At Keçi ve Kurt
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde Mehmet ve Mustafa adında iki tane arkadaş varmış. Bir gün bunlar zengin olmak uğruna yollara düşmeye karar vermişler. Yol azığı olarak Mehmet’in bir ekmeği, Mustafa’nın da yarım ekmeği varmış. Bu iki arkadaş az gitmiş uz gitmişler, sonra acıkmışlar ve yolun kenarına oturmuşlar. Mehmet, Mustafa’ya gel önce senin yarım ekmeğini yiyelim sonra da benim ekmeğimi yeriz, demiş. Mustafa bunu kabul etmiş ve onunkini yemişler. Karınlarını doyurduktan sonra tekrar yola düşmüşler. Bir yol ayrımına gelmişler ve Mehmet, Mustafa’yı bırakıp ters yöne gitmiş. Yalnız kalan Mustafa üç gün boyunca aç yürümüş, derken bir ambara rastlamış, içine girmiş ve uyumuş. Bir tıkırtıyla uyanıp hemen bir köşeye saklanmış. İçeriye ayı, kurt ve tilki girmiş. Bunlar kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. Tilki, bir fare var, o farenin elli tane altını var, her gün çıkarıp kurutup gece içeri alıyor demiş. Kurt, bir kara koyun var, falanca çobanın falanca sürüsünün içinde demiş. Ayı, bir padişah var, çok hasta, bir kara koyunun etinden yemesi lazım ki iyileşebilsin. Konuşmaları bittikten sonra oradan ayrılmışlar. Konuşulanları duyan Mustafa hemen ambardan çıkmış. Tilkinin söylediği fareyi bulmuş, takip edip farenin altınlarını almış. Sonra kurdun söylediği çobanı bulmuş, altınları ona verip sürüdeki kara koyunu almış, kesip etini padişaha götürmüş ve padişah iyileşmiş. Mükâfat olarak Mustafa’ya kızını vermiş ve saraya yerleştirmiş.  Bir ekmeği alıp arkadaşını bırakan Mehmet’in yolu bir gün saraya düşmüş. Padişahın huzuruna çıkmak istemiş, orada Mustafa’yı görünce çok şaşırmış. Mustafa arkadaşını yanına çağırmış, konuşmaya başlamışlar. Mehmet yalvarmaya başlamış: — Ben ettim, sen etme bu zenginliğe nasıl kavuştun bana da anlatırsan seni hiç rahatsız etmem, demiş. Mustafa başına gelenleri bir bir anlatmış. Saraydan ayrılan Mehmet doğruca ambara girmiş ve saklanmış. Bir süre bekledikten sonra ayı, kurt ve tilki gelmiş. Tilki: — Burada insanoğlu ayak izi gördüm, demiş. Kurt: — Burada insanoğlu kokusu alıyorum, demiş. Ayı da: — Burada insanoğlu kokusu alıyorum, demiş. Üçü bir olup Mehmet’i bulmuşlar ve yemişler. Zamanında Mustafa’yı kandırıp ekmeğini alıp onu bırakan Mehmet ettiğini bulmuştur. Mustafa ise padişah ölünce yerine geçerek padişah olmuş ve sarayda eşiyle beraber mutlu mesut yaşamıştır.
İki Arkadaş
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar köyün birinde Zeynep adında çok güzel bir kız varmış. Zeynep her sabah erkenden kalkar, çeşmeye gider, abdestini alır ve testisini doldurup eve dönermiş. Her gittiğinde çeşmenin başına bir kuş konar: — Al Zeynep’im abdestini, alma demem, namazını kılma demem, başına gelecek haller var, deyip uçarmış.  Zeynep bu durumu annesine anlatmış. Annesi de sor hele kızım başına gelecekler neymiş, demiş.  Yine bir gün Zeynep çeşmedeyken kuş, başına gelip, al Zeynep’im abdestini alma demem, namazını kılma demem, başına gelecek haller var, demiş. Bu sefer kuş uçmadan Zeynep sormuş: — Her zaman bana böyle dersin, başıma gelecek haller nedir? Kuş: — Bir padişah vardır. Bu padişahın oğlu hastalanıp uykuya yatacak. O uyurken başında beklemesi için bir kız arayacaklar. Bütün kızları toplayacaklar, oğlanın uyuduğu odanın kapısına yumruk attıracaklar, kim vurduğunda kilit açılırsa o başında bekleyecek, demiş ve uçmuş. Günler sonra tellallar köye gelmiş, tüm kızları toplayıp saraya götürmüşler. Herkes kapıya bir kere vurmuş, kapı açılmamış, Zeynep vurunca kilit yere düşmüş, kapı açılmış. Zeynep’i içeri alıp padişahın oğlunun uyuduğu yere götürmüşler ve oğlanın başını dizine alıp kırk gün kırk gece uyumadan beklemesini söylemişler. Zeynep başlamış günlerce oğlanın başında beklemeye. Bir gün dışarıdan bohçacıların sesini duymuş, seslenmiş ve onlardan yanında durması için bir kız almış. Sonra kızın dizine oğlanın başını koyup: — Biraz uyuyayım, ben uyanıncaya kadar sen bekle, demiş. Zeynep gitmiş uyumuş. O sırada oğlan gözlerini açmış. Karşısında o kızı görünce: — Bu zamana kadar başımda sen mi bekledin, demiş. Bunun üzerine kız: — Evet ben bekledim, demiş, Zeynep’i göstererek: — Peki o kız kim, diye sormuş. Bohçacı kız: — Onu yanıma yardımcı olarak aldım, demiş. Padişahın oğlu bohçacı kızla evlenmeye karar vermiş ve kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Zeynep’i de hizmetçi olarak yanlarına almışlar. Oğlanın bir başka bir ülkeye gitmesi gerekmiş. Gitmeden önce karısına isteği var mı diye sormuş, onun isteklerini dinledikten sonra Zeynep’e sormuş: — Zeynep, sabır taşı ile bir bıçak istemiş, eğer getirmezsen önün kilit, arkan bulut olsun ve atın ilerlemesin, demiş. Padişah oğlu gitmiş geziye, karısına alacaklarını almış dönerken önüne kilit gelmiş, arkasını bulut sarmış ve atı ilerlememiş. Bunun üzerine Zeynep’e alacakları aklına gelmiş. Geri dönmüş ve sabır taşıyla bıçak alıp saraya gelmiş. Zeynep’e isteklerini vermiş ama bunları ne yapacağını çok merak etmiş. Zeynep’in odasına saklanarak onu izlemiş. Bakmış, Zeynep sabır taşını önüne koymuş, taşın üstüne de bıçağı koyup başından geçen her şeyi anlatmaya başlamış. Padişahın oğlu anlattıklarını duymuş ve gerçekleri öğrenmiş. Bunun üzerine ortaya çıkarak Zeynep’e: — Demek benim başımda bekleyen sendin öyle mi, demiş. Zeynep de: — Evet ben bekledim, demiş. Padişahın oğlu bu sefer diğer kızı kovmuş ve Zeynep’le evlenmiş. Ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Sabır Taşı ve Zeynep
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir zaman bir karı koca varmış. Günün birinde kasaptan bir kilo et almışlar. Eti akşama pişireceklermiş. Adam, karısına: — Hanım, biz yemekteyken sizinkiler gelirse ne yaparız? Ağzımızın tadı kaçar. Sen en iyisi babanları küstür de bize gelmesinler, demiş. Kadın da kocasına aynı şeyleri söylemiş. İki eş ailesini küstürmek üzere yola koyulmuşlar. Adam babasının evine gitmiş ve merdiveni istemiş. —Alabilirsin, denince merdiveni dik tutup evden çıkarmaya çalışmış. Annesi: — Ne yapıyorsun evladım, onu düz çıkarsana, eve zarar vereceksin, demiş. Adam hiç oralı olmamış. Merdiveni tuttuğu gibi kapıdan çıkarmaya uğraşmış. Tabii ki eve zarar vermiş. Zaten eski olan ev yıkılacak gibi olmuş. Annesi: — Oğlum sen delirdin galiba, artık yüzünü görmeyeyim, demiş. Bu evde bunlar yaşandığı sırada diğer evde kadın babasının evine gitmiş ve ekmek yapmak için tandırı kullanmak istediğini söylemiş. Kızın annesi: — Tabii kızım, hamurunu yoğurup getir, ekmeğini yap, demiş. Ama kadının niyeti farklıymış; tandırı söküp evine götürmek istiyormuş. Bunu gören annesi kızına bağırmaya başlamış: — Ayol kızım, delirdin herhalde, ekmek yapmak için tandır sökülür mü? Artık bize uğrama, demiş. Karı koca evde buluşmuşlar. Yaptıklarını büyük bir başarıymış gibi birbirlerine anlatmaya başlamışlar. Artık yemeklerini ağız tadıyla yiyebileceklermiş. Sofrayı kurmuşlar. Yemeklerini yerken kapı çalınmış. İyice rahatsız olmuşlar. Komşularının kendilerinden kibrit almaya geldiğini görmüşler. Huzurları kaçmış. Tencereyi tutup kilere saklamışlar. Tam bu sırada bir yılan kilerden çıkıp yemekleri yemiş. Yemek tenceresinin geri kalanı da yere dökülmüş. Böylece açgözlülüklerinin ve düşüncesizliklerinin karşılığını acı bir şekilde, ailelerini küstürerek ödemişler.
Tamahın Sonu
Mardin
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir Küp Altın Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken yaşlı bir adam varmış. Bu adam çiftçilik yaparak geçinirmiş. Üç oğlu bir de karısıyla birlikte yaşarmış. Adamın büyük oğulları tembel mi tembelmiş, babalarına hiç yardım etmezlermiş. Yaşlı adam bu üç oğlu arasından en çok küçük oğluna güvenirmiş ama bu küçük oğlan aklından biraz noksanmış. Diğer kardeşleri ondan utanır, onun hiçbir işe yaramadığını düşünürlermiş. Buna rağmen babalarının en çok onu sevmesini de kabullenemezlermiş. Günlerden bir gün yaşlı adam çok hastalanmış, artık yataktan kalkamaz hâle gelmiş. Bu duruma en çok üzülen küçük oğlu olmuş. Çünkü ağabeyleri, babaları bu durumdayken olanlara ses çıkaramadığı için kardeşlerini hor görüyor, ona hakaretler ediyor ve bütün ağır işleri ona yaptırıyorlarmış. Yaşlı adam hiçbir şeyden habersiz yatıyor gibi görünse de bütün olanların farkındaymış.  Aradan günler, aylar geçmiş yaşlı adam iyileşmeyi bırak daha da kötüleşmiş. Bu arada oğulları hiçbir iş yapmadıkları için durumlar da kötüleşmiş. Yaşlı adam bir gün yanına küçük oğlunu çağırmış. Oğlana demiş ki: — Oğlum sana söyleyeceğim şeyleri sakın kimseye söyleme. Karşıki köydeki tarlamıza, bir küp altın saklamıştım. İhtiyacın olduğu zaman oradaki altınlardan al, ama ağabeylerine belli etme.  Yaşlı adam bunları küçük oğluna anlatırken ortanca oğlu gizlice dinlemiş. Duyduklarını ağabeyine anlatmış. Çok geçmeden yaşlı adam ölmüş. Oğlanlar ise hemen altınların peşine düşmüşler. Altınları alıp kaçacaklarmış, böylece hem aklı noksan kardeşlerinden hem tarla işlerinden hem de yaşlı annelerine bakmaktan kurtulacaklarmış.  Bir sabah büyük ve ortanca kardeş erkenden kalkmışlar. Kardeşlerine şehre gittiklerini söylemişler. Ama küçük oğlan da onlarla gitmek istemiş. Ondan kaçmak için küçük oğlana bir sürü iş söylemişler: — Ananı yıka, demişler. Deli oğlan, kazana su doldurmuş. Anasını kazana oturtmuş. Koşa koşa gitmiş onlara yetişmiş. — Yemek pişir ananın karnını doyur, demişler. Oğlan hemen geri dönmüş yemek yapmış. Kazanın içinde oturan annesine yedirmeye çalışmış, bakmış kadın yavaş yiyor kendisi çabucak bitirmiş. Yine koşa koşa gitmiş. — Yemek yaptım anam yemedi ben yedim, demiş. Ağabeyleri düşünmüşler taşınmışlar bu sefer de: — Baba evinin kapısını bırakma, demişler. Deli geri dönmüş. Kapıyı yerinden sökmüş sırtına yüklenmiş yine ağabeylerine yetişmiş.  Büyük kardeşler anlamışlar ki deli kardeşleri ne deseler yapacak, ondan kurtulamayacaklar. Onu da yanlarına almaya karar vermişler. Yola koyulmuşlar. Yolda karşılarına bir dev çıkmış. Üç kardeş ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hepsi bir tarafa koşturmaya başlamış. Dev takılmış deli oğlanın peşine. Oğlan bir uçuruma doğru koşuyormuş, artık uçurumun kenarına gelmiş. Dev onu tam yakalayacakmış ki oğlan devin bacaklarının arasından geçip kaçmış. O anda büyük bir gürültü ve ses duyulmuş. Çünkü dev uçurumdan aşağı yuvarlanmış ve ölmüş. Böylece devden kurtulmuşlar. Büyük oğlanlar olanları şaşkınlıkla izlemişler ve devden kardeşlerinin sayesinde kurtulduklarını anlamışlar. Üç kardeş hep beraber gidip altınları bulmuşlar ve birlik beraberlik içinde mutlu bir şekilde yaşamışlar.
BİR KÜP ALTIN
Sinop
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde, bir köyde Fatoş adında bir kız yaşarmış. Kız babası ölünce üvey annesi ve üvey kız kardeşleriyle yaşamak zorunda kalmış. Üvey anne ve kızları Fatoş’a kötülük etmekte ve bütün işlerde onu çalıştırırlarmış. Fatoş bir gün inek sağmaya giderken yaşlı bir kadınla karşılaşmış. Kadın ondan saçlarını taramasını, içindeki bitleri temizlemesini istemiş. Fatoş da tereddüt etmeden kabul etmiş. Kadının isteğini yerine getiren Fatoş tam oradan ayrılacakken yaşlı kadın Fatoş’a bir çeşme göstererek orada yüzünü yıkamasını istemiş. Fatoş kadının bu isteğini de yapmış ve yüzünü yıkadıktan sonra çok güzel olmuş. Bu durumu fark eden üvey anne ise artık inek sağmaya kendi kızlarını göndermeye başlamış. Kızlar gidip gelirken bir gün o yaşlı kadınla karşılaşmışlar. Yaşlı kadın onlardan da aynı şeyi istemiş ama kızlar: — Iyyy! Bitli, pis yaşlı kadın, senin bitlerini mi temizleyeceğiz, gibi sözler söyleyerek kadını terslemişler. Bunun üzerine yaşlı kadın onlara da bir çeşme göstererek yüzlerini yıkamalarını istemiş. Kızlar güzelleşeceklerini düşündükleri için kadının dediğini hemen yapmışlar ama tam tersi olmuş. Güzelleşecekleri yerde daha da çirkin olmuşlar. Böylece aradan uzun zaman geçmiş. Fatoş’un güzelliği dilden dile dolaşmış ve bir gün büyük bir aşiretin oğlu için Fatoş’ u istemeye gelmişler. Üvey anne isteme esnasında görücülere Fatoş’ u göstermiş. Ama düğün günü gelince Fatoş’ u evin tandırına kapatmış, kendi kızlarından birini gelin etmek istemiş.  Gelinin yüzü kapalı olduğu için de kimse durumu fark etmemiş. Tam kızı ata bindirip götürecekken horoz ötmeye başlamış — Üürrrüü! Fatoş tandırda, sizi kandırıyorlar, diye Horozun ötüşü erkek tarafından birinin dikkatini çekmiş ve hemen gidip tandıra bakmışlar. Bir de bakmışlar ki Fatoş gerçekten orada. Üvey anneye fark ettirmeden gelin edilen kızı tandıra koyup, Fatoş’ u alıp gitmişler. Büyük bir keyifle kızını ağanın oğluyla evlendirdiğine düşünen ve çok mutlu olan üvey anne tandırın başına gelip kapağını açınca şok olmuştur. Aradan uzun zaman geçer. Üvey anne, Fatoş’un hamile olduğunu ve doğum yaptığını öğrenir. Torunlarını görme bahanesiyle kızlarını da yanına alıp Fatoş’u ziyarete gider. Ama kadının niyeti kötüdür. Fatoş’u öldürmek için zehirli bir tarak yaptırmıştır. Fatoş’un yanına vardıklarında çok samimi davranır. Ona çok güzel bir tarak aldığını ve ilkin kendisinin taraması için izin vermesini ister. Fatoş ısrarlara dayanamaz ve kabul eder. Tarağın saçlarına değmesiyle kötü bir şeyler olduğunu hisseden Fatoş: — Allah’ım! Beni bir an önce buradan uzaklaştır, der. Allah duasını kabul eder ve oracıkta Fatoş’u bir kuşa dönüştürür. Fatoş oradan hızla uzaklaşır ve bir daha onu gören olmaz.
Üvey Anne ile Fatoş
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişahın birbirinden akıllı üç oğlu varmış. Bu padişahın dillere destan bir serveti varmış ki üç oğlu da bu servete sahip olmak için adeta akıl yarışı yaparlarmış. Gel zaman git zaman padişah hastalanmış, hekimler derdine derman bulamamışlar. Padişah: — Ben bu dertten kurtulamam, en iyisi ölmeden birinizi padişah yapayım, demiş. Ancak padişah, oğullarına: — Üçünüze de yüzer akçe vereceğim. Sizler bu parayı öyle bir kullanacaksınız ki yaptığınız şey bütün bir odayı dolduracak demiş. Hanginizin yaptığı işi beğenirsem onu yerime padişah yaparım, demiş. Üç oğlan da acaba ne yapıp da babamı memnum ederim, diye düşünmeye başlamışlar. Büyük oğlan, paranın tamamı ile saman almış ve bütün odayı samanla doldurmuş: — Bununla hayvan besleyip zengin olacağım demiş. Ortanca oğlan ise bütün odayı basa basa pamukla doldurmuş: — Bu pamuklarla yorgan, yastık yapıp daha zengin olacağım, demiş. Küçük oğlan ise ne yapacağını iyice düşündükten sonra: — Babamın serveti zaten çok fazla. En iyisi ben bu paranın büyük bir kısmını halk için kullanayım geriye kalanı ise babamı memnun etmek için kullanayım, demiş. Ve paranın elli akçesiyle kimsesiz insanlara bir aşevi açmış. Küçük oğlan kalan paranın kırk dokuz akçesiyle şehrin kütüphanesine birçok kitap almış. Saraya dönerken elinde kalan tek akçeyle bir mum ve bir kutu kibrit almış. Babasına yaptıklarını anlatmış. En sonunda babasını karanlık bir odaya getirmiş ve mumu yakmış. Mum bütün odayı ışığı ile aydınlatmış. Küçük oğlan: — Ülke insanının aydın kimselere ihtiyacı var, ben padişah olursam bunun için çalışacağım, demiş. Bütün bunlar padişahın çok hoşuna gitmiş. Ve küçük oğlanı padişah yapmış. Abileri hatalarını anlayıp kendilerinden utanmışlar. Padişah olan küçük oğlan, uzun yıllar ülkeyi mutlu ve huzurlu bir şekilde yönetmiş.
AKLI KULLANMA
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişahın bir oğlu varmış. Oğlan büyümüş ve bir kıza âşık olmuş. Kız da oğlana âşık olmuş. Kız oğlana yaklaşabilmek için yeşilce bir urba diktirmiş ve padişaha: — Padişahım, kölen olayım, hizmetçin olayım beni kapına al, demiş. Padişah kızın yalvarmasına dayanamayıp kızı saraya almış. Adını Külkedisi koymuş. Külkedisi gel, Külkedisi git, derlermiş. Böylelikle kız padişahın oğluna iyice yaklaşmış. Hanımlar gezmeye gittiklerinde Külkedisi oğlanın yanına gidermiş, yeşil urbasını çıkarırmış, oğlana gözükürmüş. Kızın sarayda Külkedisi olduğunu bilmeyen oğlan, kıza bir nişan yüzüğü vermiş. Kıza iyice sevdalanmış. Kızın sevdasına dayanamayan oğlan, kızı aramaya karar vermiş. Arkadaşları da oğlanı yalnız bırakmak istememişler. Oğlanın annesi, oğlunun ve arkadaşlarının yolda yemesi için kete yapacakmış. Külkedisi de keteye yardım etmek istemiş. Kadın, Külkedisi’ne: — Senin yeşilcen bulaşır, demiş. Kadının ısrarlarına rağmen Külkedisi sadece bir tane kete yapabilmiş. Külkedisi keteyi yaparken de oğlanın verdiği yüzüğü ketenin içine koymuş. Oğlan ve arkadaşları yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler bir yerde mola vermişler. Oğlan, annesinin ve Külkedisi’nin yaptığı keteyi açmış. Hep beraber yerlerken oğlanın ketesinden yüzük çıkmış. Yüzüğe dikkatlice bakmış. Âşık olduğu kıza verdiği yüzükmüş bu. Oğlan: — Ben aradığımı buldum, demiş. Ve saraya geri dönmüşler. Saraya geldiklerinde oğlan, annesine: — Külkedisi bana yemek yapsın, demiş. Annesi de: — Külkedisi’nin yeşilcesi bulaşır, demiş. Buna rağmen Külkedisi yemek yapıp oğlana getirmiş. Oğlan, Külkedisi’nin sevdiği kız olduğunu yeşilcesini çıkartarak anlamış. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Yeşil Urba
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Küçük bir ülke varmış. Bu ülkede hiç insan yokmuş. Ülkede her çeşit hayvan varmış. Bu hayvanlar birlikte yaşarlarmış ve çok iyi anlaşırlarmış. Aynı insanlar gibi birlikte yerler, içerler ve eğlenirlermiş. Bu ülkede tavşan, ateş böceği, papağan ve kedi çok iyi dört arkadaşlarmış. Bu hayvanlar aynı yaşta imişler, içlerinde en şımarığı ateş böceğiymiş. Ateş böceğinin adı Cırcır imiş. Cırcır ve arkadaşları üç yaşına gelmişler. Bu dört arkadaşın anneleri bu yavru hayvanları gündüz üç saat uyutmak istemişler. Çünkü yavru hayvanlar gündüz üç ya da dört saat uyursa gece meydana gelecek tehlikelerde kendileri koruyabilecek güce sahip olurlarmış. Tavşan, kedi ve papağan annelerinin sözünü dinlemiş ve gündüz üç saat uyumuşlar. Cırcır annesinin sözünü dinlemiyormuş. Gündüz uyumuyormuş. Uyumanın yerine gezmek, oynamak istiyormuş. Annesi, Cırcır’a çok kızıyormuş ve bir gün ona: — Yavrum, eğer gündüz uyumanın yerine oyun oynarsan güçsüz düşersin, gece devlerin saldırılarından kendini koruyamazsın ve yorulduğun zaman ateşin azalır, ülkemizi aydınlatamazsın. Ülkemizi aydınlatmak bizim görevimiz, demiş. Cırcır yine annesinin sözünü dinlememiş. Gündüz oynarken yorulan Cırcır, yorgun olduğu için gece ışığını yakamıyormuş. Arkadaşları onu çok uyarmış, özellikle de papağan onu günde yüz kere uyarıyormuş. Fakat Cırcır yine kendi bildiğini yapıyor, onları dinlemiyormuş. Bir gece hayvanların ülkesini devler basmış. Tüm hayvanlar ateş böceklerinin ışıkları sayesinde derelerden, tepelerden geçerek mağaralara saklanmışlar. Daha sonra da ateş böcekleri ışıklarını yaymamışlar, her yer karanlık olmuş, devler de çekip gitmişler. Cırcır ise gündüz uyuyup dinlenmediği için gece ışığını yakamamış. O da mağaraya gidiyormuş, her yer karanlıkmış ve Cırcır dereyi görememiş dereye düşmüş. Cırcır’ın çığlıklarını duyan annesi onu dereden çıkarmış. Sabah olduğunda Cırcır hatasını anlamış. Eğer annesi onu bulamasaydı, ölecekti. Cırcır, gündüz dinlenseydi, uyusaydı gece ışığını yakabilecek ve dereye düşmeyecekti. Yani annesinin sözünü dinleseydi dereye hiç düşmeyecekti, pişman olmuştu. Cırcır bu olaydan sonra büyüklerinin sözünü dinlemiş, herkesten özür dilemiş ve hayvanlar ülkesinde mutlu ve mesut yaşamışlar.
Söz Dinlemeyen Cırcır
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel mi güzel bir Aykız varmış. Aykız’ın saçları altın sarısı, gözleri kömür karası, teni buğday alasıymış. Aykız’ı bir gören âşık olurmuş. Aykız, ihtiyar ve hasta olan babasıyla yaşıyormuş. Babası çok hasta olduğundan her işi Aykız görüyormuş. Aykız odun kesermiş, av avlarmış, balık tutarmış, koyun güdermiş. Anlayacağın her iş Aykız’dan sorulurmuş. Aykız yine günlerden bir gün ormanda odun doğrarken odunun içinden iki başlı bir yılan çıkmış. Aykız, çok korkmuş, rengi atmış. İki başlı yılanın bir başı Aykız’ı sokmak isterken ikinci başı Aykız’a vurulmuş, âşık olmuş. Aykız hızla ormandan kaçmaya başlarken bir çalıya takılmış ve düşmüş. Yılan hemen sokulmuş Aykız’ın yanına. Yüzü çirkin olan baş, Aykız’a: — Ne bakıyorsun? Hadi şu yanımdaki başa bir taş indir de ez, demiş. Aykız korka korka taşı almış, beklemeye başlamış. Bir korkunç surata bakmış, bir diğerine. Aykız o kadar iyi niyetliymiş ki içinden bir ses taşı korkunç surata vurmasını istemiş. Aykız da birden taşı kötü olan başa vurmuş. Bir gök gürlemiş, bir fırtına kopmuş, yer yerinden oynamış. Börtü böcek bütün hayvanlar kaçışmaya başlamış. Aykız kötü yılanı ezince birden iki tane insan oluşmuş biri ölü, bir diriymiş. Ölü olan adam o kadar çirkinmiş ki adeta içinin pisliği, çirkinliği yüzüne yansımış. Diri olan da o kadar yakışıklı ve temiz kalpliymiş ki. Aykız hemen ona vuruluvermiş. Sormuş: — Kimsin sen yabancı? Bu olanlar ne, demiş. Yabancı: — Ben bir şehzadeyim. O ölü olarak yatan da benim kötü kalpli üvey kardeşim. Babamı öldürdü ki padişah olsun. Ben de olayı anladım ve ona karşı koydum. O da bana büyü yaptırdı. Sonra büyü ters döndü ve ikimiz bir yılana dönüştük. Sonra Aykız ile şehzade birbirini çok sevmiş ve evlenmişler. Ülkeyi huzur içinde yönetmişler. Onlar ermiş muradına, darısı bütün iyi insanlara. Aykız Masalı; Kayseri Melikgazi ilçesinde oturan 62 yaşındaki ev hanımı Semiya Oyalçın’dan 26.03.2007’de derlenmiştir. İlkokul mezunu kaynak şahıs masalı babasından dinlemiştir.
AYKIZ
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişah nedense yaşlılara düşmanmış. Yaşı ilerleyenin, saçı sakalı beyazlayanın sonu satırmış. Yine ülkede hiç yaşlı kalmasın diye bir temizlik yapmaya başlamış. Nerde varsa astırıp ölüsünü sokaklarda atlara sürütüyormuş. Halk çok çaresizmiş. Bir köyde bir genç babasını dağda bir mağaraya saklamış. Padişahın askerleri yaşlıları götürmüşler ama bu adam kalmış. Genç, babasının yemeğini suyunu götürüyor, ihtiyaçlarını karşılıyormuş. Bir gölde bir elmas varmış. Günlerden bir gün padişah ve ahalisi o elması almaya çalışıyormuş. Kim girdiyse alamamış. Genç bu durumu duymuş. Gidip babasına söylemiş. Babası ona yapacaklarını anlatmış. Genç bir gün sonra oraya gitmiş, bakmış ki halkın ileri gelenleri suya dalıyor ama elması alamadan geri çıkıyorlar. Genç: — Ben bu elması alırım, demiş. Kimse inanmamış. Padişah: — Tamam, al bakalım, demiş. Genç babasının tarif ettiği ağaca tırmanmış. Yumruk büyüklüğündeki elması almış. Herkes çok hayret etmiş: — Biz bunu neden düşünemedik, demişler. Padişah bu gence: — Seni bir imtihandan daha geçireceğim, eğer başarırsan seni vezir yaparım, demiş. Genç eve gidip babasına durumu anlatmış. Babası: — Oğlum eğer hayvanlarla ilgili olursa sorular, yerinde duramayan hayvan, gençtir. Eğer insanlarla ilgili olursa sorular sen padişahın durumuna uygun cevap ver, demiş. Padişah genci imtihana başlamış. Uzakta iki at göstermiş. — Hangisi genç, demiş. Genç: — Tabii yerinde duramayan genç, demiş. Sonra birkaç soru daha sormuş, genç duruma göre mantıklı cevap vermiş. Padişah demiş ki: — Bak bunları sen bilemezsin, bu işin sırrı nedir, demiş. Genç de her şeyi anlatmış. Padişah yaptıklarına pişman olmuş. Sonra genci vezir yapmış. Bundan sonra da yaşlılara hep hürmet göstermiş. Padişah ülkesinde adalet ve mutluluk abidesi olmuş.
Akılsız Padişah ve Genç
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir orman ve bu ormanda yaşayan tilki, kene ve kaplumbağa varmış. Bunların büyük, boş bir arazileri varmış. Düşünüp taşınmışlar ve bu araziden gelir elde etmeye, arpa ekmeye karar vermişler. Üçü birlikte arpayı eklemişler. Aylar sonra arpalar başak vermeye başlamış. Derken hasat zamanı gelmiş çatmış. Yine tilki, kene, kaplumbağa üçü birlikte çalışmaya başlamışlar. Bir süre sonra tilki yorulmuş ve nasıl yapıp da çalışmaktan kurtulurum diye düşünmeye başlamış. Birden tarlanın başındaki büyük kaya dikkatini çekmiş ve aklına güzel bir fikir gelmiş: — Arkadaşlar, kaya üstümüze geliyor, ben kayayı tutayım da siz de bir an önce işleri bitirin, demiş. Tilki, arkadaşlarını kandırmış ve kayanın gölgesinde ayaklarını uzatıp yatmış. Kaplumbağa ile kene çalışıp işleri bitirmişler. Sıra hasılatı paylaşmaya gelmiş. Hepsi de arpayı almak istiyor, kimse kesniği* almak istemiyormuş. Kurnaz tilki de bir yolunu bulup arpayı almak istiyormuş. Yine aklına bir fikir gelmiş ve arkadaşlarına: — O zaman bir yarış yapalım, kim daha önce koşar, arpanın yanına gelirse arpa onun olur, demiş. Kendinden emin olan tilki, teklifinin kabul edilmesine sevinmiş. Koşu başlamadan önce kene bir akıllılık yapıp tilkinin bacağına yapışmış ama uyanık tilki hiç fark etmemiş. Derken koşu başlamış, tilki kaplumbağaya büyük fark atmış, kendinden emin olduğu için keneye hiç dikkat etmemiş. Tilki gelip arpanın üstüne doğru atılmış ve: — Ben kazandım, diye bağırmaya başlamış. Tam o sırada tilkinin üzerinde hiç yorulmadan gelen kene: — Ne oluyor, beni ezeceksin. Ben senden önce geldim, demiş. Olayı anlamayan tilki çaresiz, samanı almayı kabul etmiş. Olan yine bizim kaplumbağaya olmuş.   *kesnik: Kesmi, iri saman.
Tilki Kene ve Kaplumbağa Ortaklığı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir anne bir de oğlu varmış. Bunlar çok fakirlermiş. Oğlan her gün odun kesip, kazandığıyla hasta annesine bakmaya çalışırmış. Günlerden bir gün ormanda odun toplarken bir çalı bulmuş. Çalıyı almış, orası bir mağaranın girişiymiş. Oradan içeriye girmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Bir adama rastlamış: — Evladım, nereye gidiyorsun, diye sormuş adam. Delikanlı: — Amca ben yolumu kaybettim, demiş. Adam: — Bak oğlum, buradan ileriye var. Orada önüne bir ala koç, bir de kara koç çıkacak. Ala koça binme, kara koça binersen o seni doğru yola götürür, diye cevap vermiş. Genç, adamın dediği yoldan gitmiş. Koçlara rastlamış. Kara koça binmeyi unutup, gitmiş ala koça binmiş. Ala koç, bunu yanlış yola götürmüş. Genç, orada da güzel mi güzel bir genç kıza rastlamış. Kız: — Yabancı, sen burada ne ararsın, nereye gidersin, diye sormuş. Genç: — Ben yolumu kaybettim, demiş. Kız: — Bak delikanlı sana bir şey söyleyeceğim. Şu ilerde göçmenlerin bahçesi var, orada bahçede sadece bir tane kırmızı gül var. Ben burada tutsağım. Eğer o kırmızı gülü bana getirirsen hem ben kurtulurum hem de sana istediğin kadar altın verip evine gönderirim. Fakat orası çok tehlikelidir. Bunları yapabilir misin, demiş. Delikanlı her şeyi kabul etmiş. Gitmiş ve o bahçeyi bulmuş. O gülü koparmış ve gelip güzeller güzeli kıza hediye etmiş. Kız böylece kurtulmuş ve genci hazinesine götürüp istediği kadar altın vermiş. Kız, bu genci alıp geldiği ormana bırakmış. Genç, oradan yürüyerek evine gelmiş. Kapıyı çalmış. İyice yaşlanan annesi: — Kim o, diye sormuş. Genç: — Anne benim, diye cevap vermiş. Oğlunun öldüğünü zanneden anne: — Benim oğlum öldü, diye cevap vermiş. Oğlu seslenmiş: — Hayır anne ölmedim, sana anlatacak çok şeyler geldi başıma. Annesi kapıyı açıp oğluna sarılarak özlemini gidermiş. Sonra genç, her şeyi bir bir anlatmış annesine. Annesi hem üzülmüş hem de çok mutlu olmuş. Sonra dönüp kızı istemişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Getirdiği altınlarla da zengin olup mutlu bir şekilde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
KIRMIZ GÜL
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde birbirleriyle devamlı didişen, kavgasız günleri olmayan ama bir o kadar da saf ve yardımsever Hılhılı ve Dertli Dılılı isimlerinde karı koca yaşarmış. Bir gün evlerinden çıkıp çevreyi gezmek istemişler. Adı gezmek ama taşınıyormuş gibi yanlarına eşya almışlar. Yolda giderlerken de Hılhılı ile Dertli Dılılı devamlı kavga edip duruyorlarmış. Tam o sırada tek ayağını kaldırmış etrafı dikkatlice izleyen bir leylek görmüşler. Hılhılı: — Dılılı bir baksana şu zavallı kuşa, tek ayağını kaldırmış, üşüyor heralde, demiş. Dılılı: — Hılhılı, yazık zavallının çorapları yok ya ondan üşüyor, demiş. Hılhılı da çantasından çoraplarını çıkarmış leyleği yakalamışlar, ona zorla çorapları giydirmişler. Leylek iki ayağının üstüne basmış ve Hılhılı ile Dertli Dılılı’ya şaşkın şaşkın bakarak uçup gitmiş. Hılhılı da: — Görüyor musun Dertli Dılılı, leylek sevincinden havalarda uçuyor, demiş.  Tekrar yola devam ederlerken yine birbirleriyle didişmeye başlamışlar. Tam bu esnada aynı kendileri gibi anlaşamayan kavga eden iki köpeğe rastlamışlar. Hılhılı bu köpeklerin üstü başı olmadığı için kavga ettiklerini düşünmüş, bu düşüncesini de Dıldılı’ya söylemiş. Dıldılı da: — Hılhılı sen çok zekisin, eğer zavallılar elbiseleri olmadığı için kavga ediyorlarsa benim üzerimdeki kazakla senin üzerindeki hırkayı şu zavallıcıklara giydirelim, demiş. Hılhılı ile Dertli Dılılı köpekleri zorla da olsa yakalamışlar ve birine hırka birine de kazak giydirmişler. Köpekler ne olduğunu anlamadan zıt yönlere kaçmışlar. Bunun üzerine Hılhılı: — Bak elbiseleri olunca nasıl da mutlu olup gittiler, demiş. Bu arada hava serinlediği için ikisi de üşümeye başlamış. Çantalarından yırtık pırtık bir battaniye çıkarıp sarınmışlar. Hılhılı ile Dılılı üşüyünce senin yüzünden kazağımı, senin yüzünden hırkamı verdim diye yeni bir kavgaya tutuşmuşlar. Tam o sırada bir ağacın üzerine tünemiş, uyuyan bir horoz görmüşler. İkisi birbirine bakıp: — Gel şu battaniyeyi zavallı horozun üzerine örtelim de üşümesin, demişler. Horozun üzerine battaniyeyi örtüp oradan ayrılmışlar. Artık akşam olmaya başladığı için evlerinin yolunu tutmuşlar. Birbirlerine de “Bu gezi çok güzel oldu. Yarın bir daha gezelim” demişler. Evlerinin tam önüne gelince de kapıdan içeri girmek için yine birbirleriyle kavgaya tutuşmuşlar.
Hılhılı ile Dertli Dılılı
Kırklareli
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir horoz çöplükte eşinirken bir altın bulmuş ve: — Guggurigu, ben bir altın buldum, ben bir altın buldum, diye bağırmaya başlamış. Padişahın sarayı da oraya çok yakınmış. Padişahın oğlu pencereden bakarken horozun sesinden rahatsız olmuş. Hizmetkârlarına: — Gidin horozun elinden şu altını alın, gelin, demiş. Onlar da almışlar. Horoz bu sefer: — Guggurigu, padişah oğlu altınımı elimden aldı, diye bağırmaya başlamış. Padişah oğlu da hizmetkârlarına: — Beni millete rezil ediyor, şu horozun altınını geri verin, demiş. Hizmetkârları da götürüp horozun altınını geri vermişler. Horoz bu sefer: — Guggurigu, padişah oğlu korktu da altını mı geri verdi, diye bağırmaya başlamış. Padişah oğlu hizmetkârlarına: — Gidin şu horozu tutun, getirin, kesin, pişirin yiyelim, demiş. Hizmetkârlar da tutup getirmişler, horozu keserken horoz: — Guggurigu, ne keskince bıçak idi, diye bağırmaya başlamış. Pişirmek için tencereye koymuşlar: — Guggurigu, ne sıcacık hamam idi, diye ötmeye başlamış. Suyuna pilav yapmışlar, horozu da üzerine oturtmuşlar bu sefer de horoz: — Guggurigu, ne yüksecik tepe idi, diye bağırmaya başlamış. Padişah oğlu horozu yemeye başlamış, horoz padişah oğlunun boğazından geçerken: — Guggurigu, ne daracık sokak idi, diye bağırmaya başlamış. Padişah oğlunun karnına gitmiş: — Guggurigu, ne pislikçe sepet idi, diye bağırmaya başlamış. Padişah oğlu tuvalete gitmiş horoz: — Padişah oğlunun g…. yırtıldı, benim canım kurtuldu, diye bağırarak kurtulmuş.
ALTIN BULAN HOROZ
Kırklareli
Marmara Bölgesi
Bir köyde anne, baba ve kızdan oluşan bir aile varmış. Bu aile çok mutluymuş. Anne ölmüş. Kızın babası tekrar evlenmiş. Üvey anne kızı hiç sevmezmiş. Kendi kızı olunca da babasına artık bu kızı azıtmasını istemiş. Babası çok zorlanmış ama kızı azıtmaya karar vermiş. Babası ile kız ormana ağaç kesmeye gitmiş. Babası ormanda kızı azıtmış. Kız yolunu kaybetmiş. Ormanda bayağı dolanmış. Bir tandıra denk gelmiş. Tandır: — Külümü ayıtla da sana hiç bitmeyen ekmek vereyim, demiş. Tandırın külünü ayıtlamış ve ekmeği almış. Bir pınara denk gelmiş. Pınar: — Gözemi ayıtla da sana bidonlarca kevser vereyim, demiş. Pınarın gözesini ayıtlamış. Pınar bidonlarla soğuk kevser suları vermiş. Bir tilkiye denk gelmiş. Tilki: — Benim pirelerimi ayıtla sana para ve altın vereyim, demiş. Piresini ayıtlamış ve tilki buna bavul bavul altın, kese kese para vermiş. Ormanda gezerken bir at bulmuş. Elindekilerin hepsini ata yüklemiş. At, bu kızı köyüne götürmüş. Kızın getirdiklerini görünce üvey annesi kıza yalancıktan “benim kızım” diye köylüye hava atmış. Daha sonra üvey anne benim kızım daha fazlasını bulur diye, kocasına kendi kızını da ormanda azıttırmış. Kız ormanda kaybolmuş. Kız tandıra denk gelmiş. Tandır: — Külümü ayıtla da sana ekmek vereyim, demiş. Kız: — Benim elim kınalı, gözüm sürmeli, demiş. Ayıtlamadan gitmiş. Pınara denk gelmiş, aynı cevabı vermiş. Tilkiye denk gelmiş aynı cevabı vermiş. Tilki buna para diye üç tane bavul vermiş. Kız sonunda köyün yolunu tutmuş ve eve gelmiş. Annesi üvey kıza “senin paranı istemiyoruz” demiş. Kızım üç bavul para getirdi diye cevap vermiş. Babası, üvey annesi ve üvey kız kardeşi içeride kalmış. Valizleri açmışlar ki üç tane koca yılan. Yılanlar hepsini sokacakmış, bunlar ortalıktan kaybolmuşlar. Herkes o yılanları aramış ama bir türlü bulamamışlar. Daha sonra kız bu zenginlik içinde rahat bir hayat sürmüş.
Alçakgönüllülük
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde bir köyde dul bir kadın varmış. Bir de bunun öksüz bir kızı varmış. Bunlar çok fakirmiş. Kız her gün okula gidermiş. Okul yolunun üzerinde de bir mezarlık varmış. Kız okula her zaman geç kalırmış. Bunun sebebi de oradaki mezarlıkta bir taşın üzerindeki bir kuşmuş. Bu kuş her zaman kıza “kıtcaz” diye bağırırmış. Bir gün böyle, beş gün böyle derken kız annesine demiş ki: — Anne ben mezarlığın yanından geçerken oradaki bir kuş bana devamlı “kıtcaz” diye bağırıyor. Anası da demiş ki: — Kızım sen de ‘ne diyorsun kutcaz, diye sor, demiş. Kız bir gün yine okula giderken kuş “kıtcaz” diye bağırmış. Kız da: — Ne diyorsun kutcaz, demiş. Kuş: — Sen kırk gün ölü başı bekleyesin, demiş. Kız hemen eve koşarak bunu annesine bir bir anlatmış. Bunu duyan annesi, kızını da alarak oradan uzaklaşmaya karar vermiş. Bunlar beraber bir diyara çekmiş, gitmişler. Epey bir yol gittikten sonra ormanın içinde kaybolmuşlar. Ormandan çıkmaya çalışırken bir ev görmüşler. Hemen o evin yanına gitmişler. Evin kapısı Allah tarafından açılmış. Kız içeri girer girmez kapı kapanmış. Ana dışarıda, kız içeride kalmıştır. Ana dışarıda dolanmış, kapıyı açmaya çalışmış ama bir türlü açamamış. Sonunda anası oradan uzaklaşmış gitmiş. Kız içeri girdikten sonra içeride bir yatar görmüş. Bu yatar ölüymüş. Kız yatarın başını dizinin üstüne almış ve kırk gün kırk gece onun başını beklemiş. Kırk birinci gün evin kapısına bir dilenci gelmiş. Kapı açılmış. Kıza: — Bacı bana Allah rızası için bir sadaka ver, demiş. Sadaka vereceği zaman yatarın başını dilenciye verir. Dilenciye verir vermez yatar dirilir ve dilencinin elini tutar ve: — Sen benim haklımsın, der. Kırk gün yatarın başını bekleyen kız ise ortada kalmış. Çingene kadın, kız ve adam aynı evde yaşamaya başlamışlar. Adam bir gün: — Çarşıya gidiyorum, demiş. Evdekilere ne istediklerini sormuşlar. Çingene kadın allı pullu bir yazma istemiş. Kız da sabır taşı ve sabır bıçağı istemiş. Adam kıza sabır taşı ile sabır bıçağını ne yapacağını sormuş. Kız adama demiş ki: — Kırk gün kırk gece başını bekledim. Sen ise kapımıza gelen bir dilenciyi karın ettin, demiş. Bunu öğrenen adam çingene kadını bir atın arkasına bağlar. At kadını alır gider. Adam ile kız kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenirler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Kıtcaz
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bi gocaman dev varmış. Bi de yaramaz çocuk varmış. Şimdi annesi: — Oğlum, dışarı çıkma dev seni pantolonuna koyar, demiş. — Aaa ben devden korkmam, demiş. Evden çıkmış. Elma koparmaya başlamış. Goca dev gelmiş elmanın altına. Dev: — Ah olum ah, demiş. Çok elma canım istedi. Bi tanecik elma atıversen ya, demiş. Bi elma atıvermiş bi tane Dev’e. Dev: — Ah ah olum ah, demiş bu bokuma düşdü. Ben onu yiyemem, demiş. Bi tane daha atıversen ya, demiş. Çocuk yine atıvermiş. Dev yine: — Ah olum ah çişime düşdü, bende onu yiyemem, demiş. Bi tane daha atıver bakalım, demiş. A olum güzelce atıversen ya da elinle ver bakam bene elcağızınla güzelce yiyem, demiş. Elmayı verirken tutmuş çocuğu donunun içine koyuvermiş. — Bunu götürem de evde temizce yiyem içem, demiş dev gari. Giderkene azcık azcık azcık gitmiş, çocuk bi kıpırtı yapmış. Dev: — Oğlum tırmalama tırmalama evimize varıp gideriz, demiş. Azcık daha gitmiş neyse çişi gelmiş devin. Çıkarmış pantolonunu, goca donunu çişini yapmış. Çişini yaparken çocuk gaplumbağayı devin donuna koymuş, kendi kaçmış. Azcık getmiş dev. — Tırmalama oğlum tırmalama varıp gideriz, demiş. Tırmala tırmalamış kaplumbağa. Bide çıkarıyo pantolonunu çocuk yok. —Gızım Fatma, demiş bıçakları bile de şunu bi temizce yiyelim, demiş. Bakıyo çocuk yok. — Ah seni, demiş. Kaçtın ha, demiş. Varayım ben şu çocuğu bulayım geleyim, demiş. Bi gaçıyo çoçuk. Bi saman damına saklanmış. Orada bir nine varmış. Nineye: —Beni deve verme, demiş. — Tamam tamam vermem, demiş. Ondan sona aman nine demiş: — Ne olur olmaz sende bi çakı varsa bene ver, demiş. — Napıyon oğlum sen çakıyı? — Ve sen bene çakıyı, demiş. Ondan sonra koşmuş ordan bi saman damına bakmış yok damda. Nine varmış orda nine. Dev nineye: — Goca garı, goca garı burdan bi gız geçdi mi? Goca garı: — Çıngıllık* mıngıllık, demiş. Dev: — Ule goca garı burdan bi çocuk geçdi mi? — Çıngıllık mıngıllık. Dev: — Seni goca domuz seni şimdi atarım, demiş. Derken çocuğa varmış. Yetişmiş. — Bunu bıçaklan uğraşacağıma yutayım bari, demiş. Dev yutmuş çocuğu. Biraz gitmiş gitmiş. Bıçak var ya çakı aldı ya çocuk. Devin ciğerini cırt cırt kesermiş. Cırt cırt kesermiş. Dev öte baka beri baka… — Yandım anam yandım nere gidem nere gidem. Çocuk devin karnından: — Kör guyuya git anacığının yanına kör guyuya, demiş. Beni yimek iyi miydi? demiş. Bıçanlan devin karnını yarmış kendi çıkmış. Devi de kör guyuya atmış. *cıngıllık:Pamuk eğirme aracı
[Yaramaz Çocuk ile Dev]
Muğla
Ege Bölgesi
[AŞAĞI DÜNYA] Ülkenin birinde üç oğlu olan bir adam varmış. Bu adamın çok büyük ve güzel bir elma ağacı varmış. Bu ağaca bir dev dadanmış. Dev her gün gelip elmalardan alıp gidiyormuş. Adam büyük oğlunun ağacını beklemesini istemiş. Büyük oğlan ağacın yanına oturup beklemeye başlamış. Dev dağdan köpüre köpüre gelmiş. Elmalardan alıp gitmiş fakat oğul korkusundan ses çıkaramamış. Adam bunun üzerine ortanca oğlunu dikmiş ağacın yanına. Dev yine gelip elmalardan almış, ortanca oğul da buna engel olamamış. Bunun üzerine küçük oğlan göreve talip olmuş. Babası olmaz dediyse de silahı alıp ağacın yanına varmış, ağaca çıkıp beklemeye başlamış. Dev gelmiş ve elmalara uzanmış. Tam bu sırada küçük oğul kızılcık ağacından yapılmış silahını çıkarıp deve ateş etmiş. Dev, küçük oğlana dönerek:  — Erkeksen bir daha ateş et, demiş. Oğlan ise:  — Ben anamdan bir kez doğdum sadece bir kez ateş ederim, demiş. Dev ardını dönüp kanını akıta akıta gitmiş. Küçük oğul eve dönmüş ve durumu babasına anlatmış. Babası:  — Ağabeylerin vuramadı sen mi vuracaksın, deyip gülmüş. Ertesi gün tarlaya gitmişler. Gerçekten de her yerde kan izleri varmış. Bu kan izlerinden devin izini sürmeye karar vermişler. Gide gide yassı bir taşa varmışlar. Taşı kaldırıp bakınca altında başka bir dünya olduğunu görmüşler. Geri dönüp kırk köyün kırk urganını toplayıp uç uca bağlamışlar. Büyük oğlanı belinden bağlayıp sarkıtmışlar aşağıya. Susadım dedikçe aşağı, yandım dedikçe yukarı çekmişler oğlanı. Susadım yandım derken oğlan tamamen yukarı çıkmış. Ortanca oğlanı bağlamışlar bu sefer. Susadım yandım derken ortanca oğlanı da tamamen yukarı çekmişler. Sıra küçüğe gelmiş. Onu da bağlayıp sallamışlar aşağı. Susadım yandım derken küçük oğlan inmiş aşağı dünyaya. İner inmez bir yaşlı kadın görmüş. Kadının elinde bir tas su. Oğlan:  — Teyze bana bir yudum su versene, yandım ben, demiş. Kadın su vermemiş. Oğlan bir daha istemiş kadın yine vermemiş. Sonunda kadın:  — Oğlum bizim sularımız kanlıdır sen içmezsin, demiş. Oğlan:  — Olsun teyze ben içerim, demiş. Teyze:  — Oğlum bizim sular çöplüdür, demiş. Oğlan:  — Olsun teyze ben onu süzerim, demiş. Teyze en sonunda vermek istemeyişinin sebebini açıklamış:  — Oğlum biz bu bir tas suyu almak için dünya güzeli bir kız veriyoruz, demiş. Oğlan:  — Kime veriyorsunuz, demiş. Teyze:   — Bizim suyumuzun önünde yatan bir dev var ona veriyoruz. O, bütün suyu kendi karnına akıtıyor. Bize de dünya güzeli bir kız karşılığında bir tas su veriyor, demiş.  Oğlan devin yerini teyzeden öğrenmiş. Devin olduğu yere varınca bir sürü dünya güzel kızın devin yanında olduğunu görmüş. Hemen geri dönüp aşağı dünyadaki köylülere: — Hemen bana üç tane güzel kız getirin, demiş. Köylüler kızları bulup küçük oğlana vermişler. Oğlan, kızları oynata oynata devin olduğu yere varmış. Dev gelenleri görünce sevinip onlara doğru yürümeye başlamış. İyice birbirlerine yaklaşınca oğlan kızılcık silahını çıkarıp daha önce vurduğu yere bir daha ateş etmiş. Dev buna dayanamayarak düşüp ölmüş. Devden o kadar çok kan akmış ki aşağı dünyadaki köyü sel almış. Köylüler bu iyilik karşısında: — Dile bizden ne dilersen demişler. O da: — İkisi ağabeylerim için birisi benim için üç tane dünya güzeli kız, demiş. Köylüler bunu kabul etmişler. Kendisine verilen kızın fındıkkabuğundan bir arabası da varmış. Yukarıya çıkmak için ipi atın diye bağırmış. Önce kızları sırayla göndermiş. Bu büyük ağabeyimin, bu küçük ağabeyimin bu da benim diyerek. Ama ipi bir daha aşağı atmamışlar. Bağırsa da kimse ona kulak vermemiş. O da yakınlarında bulunan bir kavak ağacının gölgesine yatmış.  Yaslandığı ağacın üstündeki şahin yavrularının bir yılan tarafından yenmek üzere olduğunu görmüş. Hemen kalkıp yılanı silahıyla vurmuş. Bu sırada yavruların annesi, oğlanın yavrularını öldüreceğini düşünüp ona saldırmış. Ama yavrular durumu annelerine anlatmışlar. Bunun üzerine şahin oğlana: — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da: — Beni yukarı dünyaya çıkar, demiş. O da: — Kırk okka manda eti ile kırk teneke su getir, demiş. Oğlan kuşun istediklerini köylülerden almış. Kuşun isteği üzerine suları bir kanadına etleri bir kanadına bağlamış. Oğlan kuşun sırtına oturmuş. Kuş: — Ağzıma gırk dedikçe et, cırk dedikçe su ver, demiş.  Gırk cırk gırk cırk tam yukarı dünyaya vardıklarında et bitmiş. Et bittiği için oğlan baldırından kesip kuşa vermiş. Kuş verilen etin insan eti olduğunu anlamış. Oğlanın baldır etini dilinin altına saklamış. Yukarı dünyaya ulaşmışlar. Kuş: — Hadi evine git, demiş. Oğlan ise: — Önce sen git demiş. Küçük bir inatlaşmadan sonra oğlan önce gitmeye karar vermiş. Fakat topallayarak yürüyormuş. Kuş neden topalladığını sormuş.  O da durumu anlatmış. Kuş bunun üzerine dilinin altındaki eti çıkarıp oğlanın baldırına yapıştırmış. Oğlan koşa koşa eve gelmiş. Kızlar evdeymiş ama hangisinin kendisininki olduğunu belleyememiş. Bunun üzerine fındıkkabuğundan arabası olan hanginiz demiş. Fındıkkabuğundan arabası olan kız öne çıkmış ve ikisi evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, ömürlerinin sonuna kadar mutlu bir hayat sürmüşler. (KK: Basri Gökçe, Simav/ Kütahya, 1941 doğumlu, ilkokul mezunu, çiftçilik yapar, Büyüklerinden dinlemiş)
Aşağı Dünya
Kütahya
Ege Bölgesi
MERDO İLE NAMERDO Bir varmış bir yokmuş. Bir fakir annenin iki tane erkek çocuğu varmış. Birisinin adı Merdo birisinin adı Namerdo. Annesi kalkıyor diyor: — Oğlum evde hiçbir şey kalmadı artık son ekmeği size pişiriyorum. Siz kalkın artık gurbete gidin. Çalışın kazanın bana da getirin. — Tamam anne, diyorlar. Tabii ki annesi biliyor. Merdo iyi niyetli, Namerdo kötü niyetlidir. — Bak! Diyorum. Oğlum size bir tavsiyem. Hiçbiriniz birinizin ekmeğini yemeyin, birbirinize ekmeğinizi vermeyin. Herkes kendi ekmeğini yesin. — Tamam, diyorlar. Kalkıyorlar yola düşüyorlar gidiyorlar. Bir gün, iki gün, üç gün yolda gidiyorlar. Namerdo diyor ki kardeşine: — Getir senin ekmeğini yiyelim ilk baştan. O da diyor ki: — Abi annem böyle demiş. Birbirinizin ekmeğini yemeyin. Herkes kendi ekmeğini yesin. Gideceğiniz yere varana kadar idare olarak kullanın, diyor. — Yok kardeşim, sen benim kardeşimsin sen bana güvenmiyor musun? — Var mı öyle şey önce seninkini yiyelim sonra da benimkini. Eee tabi Merdo merttir. Namerdo, namerdin içinde hainlik var. Kalkıyorlar bir gün, iki gün velev ki Merdo’nun ekmeğini yiyorlar, bitiriyorlar. Yola koyuluyorlar gidiyorlar, acıkıyorlar. Merdo diyor ki: — Abi, getir ekmek yiyelim. O da diyor ki: —Ben sana ekmeğimi vermiyorum. — Yav abi nasıl, sen benim ekmeğimi yedin, ben açım. — Vallahi ben sana vermiyorum. Sen ölsen de ben sana ekmeğimi vermiyorum. Velhasıl ediyor etmiyor vermiyor. Kalkıyor, oturuyor tek başına yiyor kardeşi orda bakıyor. Bir gün, iki gün öyle yola gidiyorlar. Tabii ki kardeşi çok acıkıyor artık mecali kalmıyor yürümeye. Diyor ki: — Abi ben artık yürüyemiyorum. Ben burda kalacağım. Tabii akşam çökmek üzere. Diyor: — Tamam. Sen bilirsin. Kalkıyor yolun yarısında bırakıyor. Namerdo çantayı alıyor sırtına, gidiyor. Yola düşüyor, gidiyor. Merdo da gariban orda kalıyor. Akşam karanlık çökünce bakıyor böyle bir mağara gibi bir yer buluyor. Gidiyor o mağarada oturuyor, yatıyor. Diyelim ki sabah güneş doğunca kalkıyor tabii ki açtır uykusu gelmiyor. Sabah güneş doğar doğmaz o da kalkıyor mağaranın kapısına geliyor. Böyle etrafa bakıyor açtır, sefildir, hiç hali yoktur, gariban. Neyse, bakıyor bir tane tilki mağaranın hemen yanı başında oturmuş böyle gözleri bir yere dikmiş. — Allah Allah! Diyor. — Yav, bu tilki niye bu kadar dikkatli bu yere bakıyor. Sesleniyor şey yapıyor ama tilki hiç aldırış etmiyor. Kalkıyor biraz daha yakınına gidiyor bakıyor ki ov bir tane bir küp altın ağzı açılmış, etrafa yayılmış altınlar parlıyor birde güneşin ışığı doğuşu, o ışık altınlara vurunca böyle mercan gibi parlıyor her tarafa. Çok seviniyor tabii ki Merdo. Hemen koşuyor tabii ki tilkinin yanına giderken tilki kaçıyor. O da heybeyi açıyor Allah vermiş tabii ki dürüst bir insan olduğu için. Daima Allahu Teala dürüst insanlardan yanadır. Hainler daima zararlı çıkmıştır. Kalkıyor heybesini dolduruyor, altınları artık on kilo ise on beş kiloysa heybesini dolduruyor. Yola düşüyor, geliyor diyelim ki Adana gibi bir yere varıyor, şehre geliyor. Tabii ki eski zamanlarda şimdiki gibi yan kesiciler, üçkâğıtçılar, yamyamcılar yoktu. Herkes birbirine dürüstü, kimsenin gözü kimsenin malında mülkünde değildi. Merdo kalkıyor heybesiyle birlikte bir altıncı kuyumcu dükkanına giriyor. — Selamün aleyküm. — Aleyküm Selâm. — Abi diyor bende bu kadar altın var. — Yav, sen nerde buldun falan bir yerde buldum. Allah nasip etmiştir. —Tamam kardeş, diyor. — Hemen getir tartalım. Tartıyorlar diyelim on kilo, on beş kilo. — Peki sen bu altınlarla ne yapacaksın, diyor. — Valla diyor, abi ben buranın yabancısıyım. Ben bir apartman almak istiyorum. — Tamam kardeş hemen gel senin paran benim yanımda dursun, gel beraber gidelim bir emlakçının yanına. Beraber gidiyorlar bir emlakçının yanına. —Abi bu kadar paramız var. Böyle bir yer diyelim ki on daire on beş daire. Emlakçı adamın fazla parasını veriyor. Merdo da tapuları alıyor. Apartmanın tapularını alıyor. Tabi mağazaya gidiyor giyiniyor, kuşanıyor bir beyefendi oluyor, her şey alıyor. Bir daireye yerleşiyor. Keyif ediyor artık. Bir gün çıkıyor çarşıya, gezmeye tabii ki. Gezip dolaşıyor. Bakıyor bir tane hamal, sırtında kasalar yükselmiş on tane on beş tane. Tam yanına gelirkene bakıyor. Böyle bakıyor tabii o abisini tanıyor ama abisi onu tanımıyor. — Hey kardeş napıyorsun? — Ne yapalım işte hamallık yapıyoruz, birader. — Peki sen ne kadar kazanıyorsun, demiş. — Valla günde diyelim ki beş lira on lira. — Ben sana elli lira vereyim günde. — Benim binada kapıcılık yap, yani bahçıvan ol daha doğrusu. — Tamam abi. Diyor. Başım gözün üstüne. Kalkıyor. Atıyor öyle semerini, ipini kalkıyor. Önce abisini götürüyor mağazaya tertemiz bir takım elbise giydiriyor. Lokantaya götürüyor karını doyuruyor. Bir harçlık da cebine koyuyor. — Diyor al işte gel benim yerim de burası. Artık ne zaman geçmişse aradan o kardeşini tanımıyor kardeşi tabii ki beyefendi olmuş kravatı takım elbisesi. — Hey gidi sen bana bu kadar veriyorsun sen benden ne istiyorsun. — İşte bahçıvan olacaksın, bu binaya dikkat edeceksin, kiraları toplayacaksın getirip bana vereceksin. — Tamam abi, diyor. Neyse ona da bir yer ayarlıyor. Tabii ki gel git derkene: — Yav sen bu malı nasıl kazandın? Diyor. — Ben çok zor şartlarda kazanmadım, diyor. Allahu Teâla nasip etmiştir. Ben hainlik yapmadım. İşte iki kardeş varmış bir köyde bir yaşlı annesi varmış çok fakirlermiş. Böyle öyle durumu anlatırkene hemen tabii ki abisinin de şeysi düşüyor. — Vay! Diyor. — Sen benim kardeşimsin. — Evet. Sen de benim abimsin. — Peki, ben sana ihanet ettim. Sen niye bana bu iyiliği yaptın? —Eğer ben de senin gibi ihanet edersem senin başına ne geldiyse benim başıma da aynısı gelecektir. Allah daima, doğru olanların yanındadır. — Vay! Diyor. Sen nasıl kazandın? — O akşam sen beni orda bıraktın, ben de o mağaraya girdim gece işte orda kaldım, sabah kalktım baktım hazine buldum. — Vallahi ben de kalkıcam gidicem o mağaraya, ben de bir hazine bulucam. — Yav abi etme eyleme bunlar benim kısmetimdi gitme gidersen, tabii ki ilerde kurtlar vardır, yabani hayvanlar vardır dağlarda. Ediyor etmiyor dinlemiyor tabii ki dünya malı hisli tutmuş Namerdoyu. Namerdo kalkıyor gidiyor. İki gün, üç gün gidiyor o mağaraya yetişiyor. O da gece orada kalıyor. Sabah kalkıyor bakıyor etrafa yok bir şey. Yine ertesi gece orada kalıyor. Ondan sonra yabani hayvanlar geliyor mağaraya giriyor. Bir tane insan var orada. Hemen orda kurtlar, ayılar geliyor Namerdoyu orda parça parça ediyorlar yiyorlar. Ondan sonra da masalın sonu da bu. Yani hain olan insan daima zararlı çıkıyor. Dürüst olan insan daima kazanıyor.
Merdo ile Namerdo
İstanbul
Marmara Bölgesi
                                                                                                KÖYÜN ÇOBANI         Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde bir çoban varmış. Köyün davarını yayarmış. Bir tane de inatçı keçi varmış sürüsünde. Çoban her gün davarlarını yayar, sürüyü köye indirirmiş. Fakat inatçı keçi köye her gün geç ve sütsüz gelirmiş. Keçinin sahibinin canı yanmış. Çobanın evine gidip kavgaya tutuşmuş. Kadın: — Keçimin sütünü sağıyorsun, demiş. Çoban: — Sütü sağmıyorum, demiş; fakat kadın yine de inanmamış. Kadın: — Sütü sağıp kölemez* yapıp içiyorsun, demiş. Çoban: — Ben içmiyorum, demiş. Bir değil, iki değil en sonunda çoban kadının suçlamalarına dayanamayıp keçiyi takip etmeye karar vermiş. Bir gün eve dönerken keçi ormana sapmış. Çoban keçiyi takip etmiş. Bakmış ki keçi, oradaki birkaç kör kurt yavrusunu emziriyor. Bunun üzerine çoban köye gelip çobanlıktan vazgeçmiş. Çobanlıktan ayrılma sebebini soranlara: — Kör kurdun nasibini veren Allah, benim de nasibimi verir, diyormuş. Kendisini eve kapatmış. Evde unu bitmiş, değirmene gidip un öğütmemiş, tarlaya gitmemiş. Nedenini soranlara hep: — Kör kurdun nasibini veren benim de nasibimi verir, diyormuş. Bir gün karısı ekmek pişirmek için dağa oduna gitmiş. Çalının birinin altında bir küp altın bulmuş. Küpü yerinden çıkarmaya çalışmış ama çıkaramamış. Üzerine bir taş koyup yerini belli etmiş. Köye kocasının yanına gelmiş. — Haydi, kalk bir küp altın buldum. Kör kurdun nasibini veren Allah bizim de nasibimizi verdi. Ama adam yine: — Kör kurdun nasibini veren bizim de nasibimizi verir, deyip yerinden bile kıpırdamamış. Kadın da düşünmüş, o altınları orada bırakamayacağına karar vermiş. Onları kiminle çıkarabilirim diye düşünürken en güvenilir olarak imamı seçmiş. Konuyu imama açmış. İmam altını paylaşmak koşuluyla altını çıkarmayı kabul etmiş. Birlikte ormana gidip küpü almışlar. Köye yaklaşırken kadın: — Altını bizim evde paylaşırız, demiş. Fakat hocanın aklından bin türlü oyunlar geçiyormuş. Köye iyice yaklaşınca küpü karının elinden alıp karıyı iyice dövmüş. İmam altınları alıp eve gitmiş. Ortalığın sessizliğini beklemiş ve ortalık sessizleşince altınları saymak için küpü açmış ki ne görsün yılan, her türlü iğrenç böcekler… İmam korkmuş, yılanların, bu iğrenç böceklerin eve dağılmaması için küpün ağzını kapatmış. İmam: — Bana oyun oynadılar, varsın bu böcekler onların başına bela olsun, demiş. Küpü aldığı gibi çobanın evine gelmiş. Evin bacasından küpü boşaltmış. Çoban gürültüye uyanmış ve karısına: — Kalk hanım, kör kurdun nasibini veren Allah, bizim de nasibimizi verdi, deyip ışığı yakmasını istemiş. Işığı yakmışlar ki ev altınla dolu! Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine. *kölemez: Sütten yapılan bir tür tatlı.   (Kaynak Kişi: Emine COŞKUN, 1956 Sivas doğumlu, ilkokul mezunu, Sivas merkezde yaşıyor, masalı annesinden öğrenmiş, 2002’de derlendi.)
Köyün Çobanı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
                                                                                               GÖZYAŞI İNCİ OLAN GIZ Bi varmış bi yokmuş Allah’ın gulu çokmuş İnsanlar dağda gezer, Irmaklarda yüzer iken Guşlar türkülerini Söyleyip coşar iken, Güzelim ceylanlar Pınarlarda goşar iken, Sözün gısası, evvel zamanlarda Herkeşler mutluluk içinde yaşar iken…   Uzak ülkelerin birinde anasıylan birlikte yaşayan genç bi padişah varmış. Genç padişah, bi gün, bi ülkede güler iken yanaklarından gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan bi gız olduğunu duymuş. Bunu anasına söylemiş. Gızı istemek için anasını gızın yanına göndemiş. Padişahın anası, gızın evine gitmiş. Bu gızın öz anası öldüğü için, üvey analığıylan bi galıyomuş hazar. Bi de üvey kız gardeşi de varmış. Üvey gızının padişah için istendini gören üvey ana hasedinden catlıcak gibi olmuş. Gızı gören padişahın anası üvey anaya: —Güler iken yanaklarından gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan bu gızınızı Allah’ın emriylen padişah oğluma istiyom, demiş. Üvey ana biraz üzülmüş. Çünkü öz gızı evde galacakmış. Ama üvey ananın aklına bi gurnazlık gelmiş. Güler iken yanaklarından gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan bu üvey gızını Allah’ın emriylen padişahın oğluna verdini söylemiş. Padişahın anası, getirdiği yüzüğü gızın parmağına takmış, sonra ülkesine dönmek için yola goyulmuş. Analık, gafasındaki çikin düşünceleri düğün günü uygulaması gerektiğini düşünmüş. Düğün günü gelmiş çatmış. Her türlü hazırlık yapılmış. Sıra gelini padişahın oğluna götürmeye gelmiş. Analık, üvey gıza gelinliği giydirmiş ve düğün alayıylan birlikte yola goyulmuş. Öz gızı da yanındaymış. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Altı ay bi güz gitmişler. Bi yokuşa vardıklarında üvey gız: —Çok susadım ana, demiş. Üvey ana arabadan inmiş: —Ben su aramaya gidiyom, demiş. Bi zaman sonra dönmüş ve şöyle demiş: —Su buldum amma suyun başında gosgoca bi dev var. Bi göz verirsem bi gova su alabilirmişim! Zavallı gız n’apsın? Susuzluktan içi yanıyo. —Tamam, o zaman, diyerek bi gözünü çıkarıp analığına vermiş. Analığı gitmiş, önceden hazırladığı bi gova suyu getirmiş. Gızcağız gana gana suyu içmiş. Bi zaman daha gitmişler. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Bi tepeciğin yamacına gelmişler. Hava çok sıcakmış. Güler iken yanaklarından gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan bu üvey gız gene susamış. Üvey ana gine su aramaya gitmiş. Bi zaman sonra geri gelmiş ve: —Bu suyun başında da gosgoca bi dev var. O da ötekisinki gibi bi göz istiyo yoksa su vermeyeceğini söylüyo, demiş. Gızcağaz büyük bi üzüntüyle ikinci gözünü çıkarıp vermiş. Hassatli ve kötü gadın tıpatıp diğeri gibi bi govaylan geri dönmüş, gızcağaz suyu gana gana içmiş. Düğün arabası bi ormanlığı girmiş. Hain analık gözleri kör olan üvey gızının üstündeki gelinliği çıkarıp kendi gızına giydirmiş. Üvey gızı da ormanda bırakmış. Düğün alayı saraya varmış. Padişahın anası, gelen gızı görünce şaşırmış. Bu gızı gülerken yanaklarında gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan gıza hiç benzetememiş; fakat: —Belki yanılıyorumdur, diyerek sesini çıkamamış. Padişahın anası böyle düşünedursun, biz haba verelim gülerken yanaklarında gül, ağlar iken gözlerinden inci saçılan gızdan. Ormanda tek başına kalan üvey gızcağaz kör olduğu için hiçbi yere gidememiş. Gızcağaz hep ağlıyormuş. Bu yüzden ağladığı yerde bi sürü inci birikmiş. Hayatına odun satarak idame ettiren bi ihtiyar ormana gitmiş. Bu ihtiyar oduncu, odun ederkene gızı görmüş: —Bu da ne yapıyosun gızım, demiş. Gız başından geçenleri bi bi anlatmış. Titreyen sesiylen: —Dedeciğim, beni evine götür. İncileri satar, beraberce yer içeriz. Sen bana bakar ben de sana bakarım, demiş. İhtiyar bu durumdan pek memnun olmuş. Gızcağazı alıp evine götürmüş. İhtiyar ile gız gulübede duragoysunlar. Biz, az biraz saraydan haba verelim. Bu arada sarayda neler oluyomuş? Padişah, hanımının gülerken yanaklarından gül, gözlerinden inci döküldüğünü hiç görmemiş. Ona: —Hani, senin gözlerinden inci, yanaklarından gül saçılmıyor, demiş. Gız çok gurnazmış: —Her şeyin bi mevsimi var padişahım, bekleyelim, demiş. Böyle demiş amma padişahın şüphesi, guşkusu devam etmiş. Padişah guşkulanadursun biz haba verelim üvey gızdan. Üvey gız bi gün ihtiyar oduncuylan gonuşurken gülmüş. Yanaklarından güller saçılmış. Gız: —Dede bu gülleri bi sepete goy. Sarayın önünden geçerken: —Vakitsiz açan gül saçarım, bi göze bi gül! diye bağıracaksın. Sesini duyup da birileri yanına gelinceye kadar bağırmaya devam edeceksin, demiş. İhtiyar, küçük sepetine gülleri goymuş. Şehre gitmiş. Sarayın önünden geçerkene gızın dediği gibi bikaç kere bağırmış. Padişahın Hanımı, anasına goşarak bi ihtiyarın göz karşılığı gül sattığını söylemiş. Anası hemencecik satıcıyı çağırtmış. İki göz bulup iki gül almış. Gızına bu gülleri gocasına vermesini söylemiş. Padişah bu gülleri koklamış çok beğenmiş. Tam bu sırada dedeyle ormanda olan üvey gız, bayılmış. İhtiyar onu öldü sanıp diri diri bi mezara gömmüş. O gün padişah yanına kimseyi almadan ava çıkmış. Gızın mezarının olduğu ormana varmış. Padişahın atı gızın mezarına gelince durmuş, at hiç gımıldamadan mezarın başından hiç ayrılmıyomuş. Padişah çok meraklanmış. Atından inip mezarı açmaya başlamış. Mezarın içinden bi ağlama sesi işitmiş. Karşısına gözleri olmayan güzel bi gız çıkınca şaşırmış. Onu mezardan çıkarmış. İncileri görünce: —Güzel gız sen burada n’apıyosun, bu inciler ne? demiş. Gız bu sözlere gülmüş, gülerkene yanaklarından güller çıkmış. Padişah her şeyi anlamış. İstediği gızı bulmanın sevinciylen saraya dönmüş. Kötü gadından hesap sormuş. Sakladığı iki gözü almış, gıza vermiş. Gözlerini takan gız, yeniden görmeye başlamış. Padişah ise gadınlan gızını kırk gatırlara bindirip dağlara yollamış. Görkemli bi düğünlen evlenen padişah ve gözleri inci, yanağı gül saçan güzel gız, çok mutlu olmuşlar. Onlar ermiş muradına, darısı isteyenin başına…   (Kaynak Kişi: Keziban FAZLA, 1942 Konya doğumlu, ümmî (okuyazar değil), Manisa’nın Saruhanlı ilçesinde yaşıyor, masalı büyüklerinden öğrenmiş, masal 2005’te derlendi
Gözyaşı İnci Olan Gız
Manisa
Ege Bölgesi
KIRLANGIÇLA LEYLEK Bir varmiş, bir yohmiş. Bi kırlangıç, leyleke demiş: “Yayleya çıhah.” Leylek demiş: “Önce sen çıh, bah nasıldır. Eger güzelse ben de gelerem.” Kırlangıç gider baher her yer çayir çimendır, yeşillıhdır. Çimenler diz boyidır. Döner geler, leylege heber verer. Leylek de yayleye gider, baher çimen yohdur. Yeşillıh ancah ayahlarıni kapater, daha tam bahar de degildir. Yeşillıh olmamiş ki. Kırlangıca der: “Kırlangıç kardaş niye beni gandırmişsen?” O da der: “Menım suçum yohtır. Sen dedın get bah. Ben de bahtım, çimenler boyımi aşer. Her yer yeşillıh görındi bana… Sonra ikisi de soğukdan doner, ölerler…
Kırlangıçla Leylek
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
GELİN İLE KAYNANA Bir varmiş, bir yohmiş. Yaşli bir kadın varmiş. Öz oğlnın yanınde yaşarmiş; feket gelini oni heç sevmermiş. Gelın, kocasına diyer: “Ananı götır, oni bu evde istemırem artıh! Oğlan, artıh dayanamer, çaresız anasını alır dişari bırahır. Anasının gözleri iyi görmer. Diyer: “Oğlım nere giderıh?” Oğlan diyer: “Anacığım! Seni evermağa götırerem.” Anasına der: “Sen burada bekle, biraz sonra dügün alayi gelecah, seni alacah.” Köpek sesleri duyıler. Kadin diyer: “Bele hav hav deme Temmo! Yarına dügünüm olcah, sana da bi parçe et düşer emmo” O gece yaşli kadın ölmer. Ertesi gün oğli oni alır bir ormana götırer. Anasına diyer: “Birazdan senın dügünün gelecah…” Uzahdan kurtların gözleri parler, sesleri duyuler. Anasi diyer: “Oğlım bu nedır?” Oğli diyer: “Bunlar senın dügünün mumlaridır.” Oğlan kaçer, yüskek bi ağace çıhar. Anasi: “Nere gidersen oğlım” diyer. Oğlan diyer: “Senın dügünün geldi. Ben eve giderem artıh.” Kurtlar geler yaşli kadıni yer, sabah oğlan geldiginde baher ki kurtlar anasıni yemişler. Pişman oler yaptıhlarıne, ama faydesi yohtır… 
tezde yer alan Muş masalları
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
HIRSIZ TİLKİ İLE NENE Bir vardır, bir yohtır. Bir nene vardır, bir de geçisi. Hergün geçisini sağiyor, süti eve bırahiyor. Bir tıkli ona musellet olır, gizlice gelır, sütıni içiyor. Nene, tıkliye bir tuzah kurmak istiyor. Kapinın arhasıne sahlaniyor. Tılki gelende kuyruğıne bi “das” vurup kuyrığını kesiyor.Tılki kaçıp gidiyor. Arkadaşlari onla alay eder: “Kolo koto nerden gelersen?” diyorlar, bunun üstüne tılki, neneye geler, kuyruğıni geri istiyor. Nene diyor: “Get menim sütümi getir, kuyrığını verem.” Tılki gidiyor: “Geçi geçi man süt ver” diyor. Geçi: “Get mana ot getır” diyor. Gidiyor ırğate diyor: “Irğat ırğat mana ot…” Irğat diyor: “Get mana su getır.” Çeşmeye gidiyor diyor: “Çeşme çeşme mana su …” Suyı çeşmeden alıyor veriyor ırğate. Irğatten ot alıyır veriyor geçiye. Geçiden de süt alıyor veriyor Nene’ye. Nene, tılkinin kuyrığını süsliyor püsliyor. İncik boncıh takıyor veriyor tılkiye. Tılki arkadaşlarının yanına gidiyor. Herges heyran kaliyor. Diyorler: “Nerden aldın bu kuyrığı?” O diyor: “Gittim ahşamdan sabahe kadar kuyrığımı suya koydım. Sabah olande bahtım kuyrığım bele olmiş.” Tılkilerin hepsi koşar gider kuyrığını suya sohar. Sabah olande hepsi buz tuter. Avciler gelır. Bazısi kaçar, kuyrığı kopar. Bazısi de kaçamaz, yahalanır. Bu masal da burada biter. Rehmet anletanın ve dinleyanın anasına-babasına…
Hırsız Tilki ile Nene
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
         Bi vamış bi yohmuş evel zaman içinde galbur saman içinde diveler tellal iken pireler berber iken ben anamın beşini tıngır mıngır sallarken anam düşmüş eşie ben düşmüşüm beşie, beşih olmuş mersinden, mersin gelir Gevne’den. Uzun sözün gısası, Gevne’de güzeller güzeli bir yörüh gızı yaşarmış. Bu gızın gözelliği, marıfatı oba oba, oymah oymah yayılmış.  Gız şepit pişirir, külük ider, davarları saar, muşmula toplar, buynuz öğer, yün eğermiş. Bir evin bütün işini gücünü tek başına  dutarmış. Seğilden yaylaya nece yiğitler, nece efeler bu gızı görmeye gelirmiş. Gızı istemeye kim gelse bubası kimseyi beenmez, kimseyi gızına  münasıp görmezmiş.        Bir gün Söbüçimen’den bir efe ava çıhmış, o geklik senin bu davşan benim dirken dağdan daa aşmış, çok muğardan su içmiş, dere depe düz gitmiş, Gevne’ye gadar gelmiş. Orada garşısına bir ceylan çıhmış. Oğlan ceylanı görünce sevinmiş gendi gendine: -Bugünki av bereketli oldu, demiş.          Oğlan ceylanın peşine düşmüş. Ceylan önde oğlan arkada gidiyomuş. Oğlan tam ceylanı vuracak oluyomuş. Ceylan bir anda gayboluveriyomuş. Sonra tekrar beliriyomuş. Böle böle ceylan gızın bulunduğu evin önüne gadar gelmiş amma ceylan artıh yorulmuş. Oğlan bunu fırsat bilmiş, okunu germiş tam yaydan çıkacahken bir ses: -Dur yapma, dur yapma, demiş.  Ceylan bir anda gaçıvemiş. Bu ses gızın sesiymiş. Sesi duyan  efe bir anda irkilmiş, oku elinden düşeyazmış. Gafayı galdırınca bir de ne görsün gaşısında süt gibin beyaz benizli, huri gibin bir gız. Elinde yün, gilim doguyor. Oğlan gızı görü görmez ayahlarının feri kesilmiş. Galbi hızlı hızlı atmış, yüzü gızarmış, elleri titremiş. Gız  oğlanı  görünceh o da oğlandan haz etmiş.  Oğlana  gıgır gıgır gülmüş. Oğlanın daha hoşuna getmiş. Gızı habuç edip bir derenin kenarına götürmüş. Bir süre gızla oğlan burada oturmuş, gonuşmuş, ağşamın nasıl olduğunu anlamışlar. Vakit gec olunca gızla oğlan ayrılmış. O gice ikisinin de gözüne uyhu girmemiş. Ne oğlan gızı ne de  gız oğlanı unutamamış. Oğlan zabahı zor etmiş. Zabah olur olmaz. Anasına durumu açmış,gördüğü gızı anlatmış.  Anası da gocasına söylemiş. Oğlanın anası ile babası gızı istemeye gitmiş. Gızın anası babası misafirleri buyur etmiş. Gonuşup görüşmüşler  amma gızın babası evet dememiş, derken gızın babası düşünmüş daşınmış. "Gızını bi sürü isteyeni var, ona veme buna veme. Görpecik gız evde gocayıp gidecek. Ben gızımı isteyenleri bir sınava dutayım" diye düşünmüş.  Tüm obalara, oymahlara habar göndermiş. Ertesi günü gızı isteyen yiğitler evin  önüne dizilmiş. Hepisi de boylu boslu, gaytan bıyıhlı, güçlü guvvetli er kişilermiş. Bu yiğitler içinde gızın sevdiği delikanlı da varmış. Derken kızın babası evin önüne çıhmış:  -Siz mi istersiniz kızımı? Onlar da : -Evet, biz isteriz ağam. Demişler. Kızın babası: -Teh  bir isteğim var, gim onu yerine getirirse, bu sınavda başarılı olursa ona gızımı gendi ellerimle vereceğim. Demiş. Delikanlıların her biri: -Ben yaparım, ben evleneceğim diye atılmış. Adam şartını söylemiş: -Kim guşyuvasından aşağı iner bana ordan ag bir teke getirirse ona gızımı vereceğim. Demiş demesine ama daha bunu duyar duymaz bazı yiğitler " biz canımızı sokakta bulmadık" deyip gaçıvermiş. Öteki yiğitler guşyuvasının önüne gelmiş. Kimi adımın atar atmaz kimi yolun yarısında uçurumdan yuvarlanıp ölmüş. Gala gala gızın sevdiği oğlan ile Söğüt yaylasından bir yiğit kalmış. Aralarında bir rekabet başlamış birinin ayağı gaysa ölüvercek,  öteki gızı alacahmış. İki yiğitte guşyuvasına inmeyi başarmış. Orada gördühleri bir çobandan ag tekeyi alıp yeniden yola goyulmuşlar. Burası öyle derin bir uçurummuş ki düşen parçalanıyor cesedi bulunmuyormuş. Çok dikkatli gitmeleri, adımlarını teh teh atmaları gerekiyormuş  emme önce çıhana da gız verilecekmiş. İki yiğit guşyuvasının depesine yaklaşacakken bir poyraz çıkıvermiş. Öyle bir poyramış ki yerde ot, gökte guş bırahmamış. Söğüt'ten gelen yiğit daha fazla dayanamamış, poyraz onu depe dahlak etmiş. Kızın sevdiği  yiğit de tam düşüyomuş ki  yiğidin vurmahtan vazgeçtiği geyik, dişleri ile onu depeye çekmiş. Herkes bir soluk almış, gız da koşmuş yiğide sarılıvermiş. Yiğit efe ağ tekeyi babalığına uzatmış. Gızın babası gızını yiğide vermiş. Gız ve oğlanın kırh gün kırh gice  düğünü yapılmış. Onlar böylece ermiş muradına bizler de artıhın erek kerevetine.   
Yörük Kızı ile Efe
Antalya
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Köylerin birinde üç kardeş varmış. Günü gelmiş babaları ölmüş. Oğullar analarıyla birlikte yetim kalmışlar. Babaları fakir olduğu için çocuklarına pek bir şey bırakamamış. Bir gün anaları der ki: — Oğullarım ben sizi besleye besleye büyüttüm. Haydi, artık çalışmaya gidin. Torbalarına ekmek katıverip uğurlar. Üç kardeş iş bulmak için gurbete çıkar. Gide gide giderler bir çeşmenin başına varırlar. Küçük: — Ben acıktım, der. Büyükler: — Biz acıkmadık, deyip yola devam eder. Küçük oğlan ekmek yemek için orada kalıverir. Sonra arkalarından gider; ama ağabeylerini kaybeder. Neyse ki, ağabeyleri geri dönüp onu bulurlar. Böyle böyle bir dağa varırlar. Burada ucu bucağı görünmeyen bir arpa tarlası ile başucunda da bir ev görürler. İçeriye girerler bakarlar ki, içeride kimse yok. Ocakta bir tencere et, dolapta da ekmek var. İyice acıkan kardeşler bunları yemeye başlarlar. Derken devlerin uğultuları duyulur. Hemen dolaplara saklanırlar. Devler gelir yerler içerler, aralarında konuşmaya başlarlar. Devin başı: — Görüp geçirdiğinizi anlatsanıza, der. Devlerden biri anlatmaya başlar: — Falan yerdeki harman yerinin altında altın var. İnsanoğlu onu bilip kazmıyor. Öbür dev söze devam eder: — Falan değirmenin altında bir çuval altın var. İnsanoğlu bulup çıkarmıyor. Kardeşler, konuşulanları duyar. Devler uyuduğu zaman, hor hor horlarmış. Dururken devlerin horultusu çoğalıp uykuları koyulaşınca dışarı çıkarlar. Hemen oradan usulca kaçışırlar. Devlerin haberi olur, arkalarından yetişip onları yakalarlar. Devlerin başı, üç kardeşlere: — Bakın benim arpa var, onu biçin sizi salayım, der. Hiç durmadan çalışıp biçerler. Küçükleri yorulup uyuyuverir. — Kalk, uyuma çabuk bitirip gidelim, deyip küçüğü uyandırırlar. Çalışmaya devam ederler. Devin bir de kızı varmış. Çalışırken devin kızı gelip oğlanları uyarır: — Siz bu arpayı bitiremezsiniz, hemen buradan kaçın. Babam gelince sizi öldürüp yiyecek. Hemen oradan kaçarlar. Gide gide devin söylediği harman yerine varırlar. Orayı kazıp altını çıkarırlar. Birinin donunun paçalarını bağlayıp içine doldururlar. Yüklenip yola çıkarlar. Giderken: — Değirmenin altındaki hazineyi de alalım, diye karar verirler. Neyse değirmene gelirler bakarlar ki, değirmenci de orada. Değirmenciye: — Amca sen, bu değirmeni kaldır. Değirmenin bedelinin iki katını verelim, derler. Değirmenci: — Bu benim ekmek teknem, diye kabul etmez. O gece orada yatıp yola devam etmeye karar verirler. Büyük oğlanla, ortanca oğlan: — Bizim küçük oğlan yolda bize muzır olur. Hem de altınlara ortak olur. Biz bunu bırakıp kaçalım, diye düşünürler. Küçüklerinden kurtulmak için bir yol bulurlar. Gece büyük oğlanla, ortanca oğlan su dökmek için dışarı çıkar. Kardeşlerini bırakıp, başka memleketlere kaçıp giderler. Oralarda ikisi altınları bölüşürler. Gezerler, tozarlar; yerler, içerler; eğlenirler. Altınları çok ya... Onlar gezedursun. Bizim küçük oğlan sabah uyanır. Bakar ki, kardeşleri de altınlar da yok. Oralara bir bakınır, arar tarar; ama bulamaz. Küçük oğlan anlar ki, kardeşleri çoktan gitmiş. Değirmenci neler olduğunu merak edip sorar. Küçük oğlan, baslarına geleni böyle böyle anlatır. Değirmenin altında da bir çuval altın olduğunu söyler. Değirmeni birlikte kaldırırlar. Bir çuval altını bulurlar. Değirmenci ile aralarında pay ederler. Değirmencinin de güzel bir kızı varmış. Değirmenci oğlanı beğenip kızını da ona verir. Atlara bindirip oğlanın memleketine uğurlar. Oğlan memleketine varır, kardeşlerini orada da bulamaz. Küçük oğlan köyüne yerleşir. Kendine saray gibi bir ev yaptırır. Çoluk çocuğu olur. Bağlar, bahçeler davarlar kazanır. Memleketin ağası olur. Böyle böyle aradan yirmi sene geçer. Öbür kardeşleri oralarda gezerken tozarken altınları bitirir. Aç sefil kalıp: — Bari memleketimize gidelim, diye yola düşerler. Küçük oğlan bir gün evinin sofasında otururken garip, yaslı, rezil iki kişinin geldiğini görür. Hizmetçilerine emir verir: — Alın su garipleri içeri de yiyip, içirin karınlarını doyurun! Nereden gelip nereye gittiklerini sorun. Hizmetçiler, bunları içeriye alıp yedirip içirirler. Nerden gelip nereye gittiklerini sorarlar. Gelenler anlatmaya baslar. Küçük oğlan da: — Şunlara bir ‘Hoş geldiniz’, diyeyim. Her geleni Hızır bilmeli, nedir ne değildir, diye yanlarına gelir. Anlatılanları o da dinler dinler, sonunda gelenlerin ağabeyleri olduğunu anlar. — Kardeşlerim, ben sizin küçük kardeşinizim. Siz beni koyup gittikten sonra böyle böyle oldu, diye o da basından geçenleri anlatır. Büyük kardeşleri mahcup olurlar, af dilerler. — Biz senin kapına uşak duralım, diye yalvarırlar. Küçük oğlan, üç beş altın verip onları gönderir. Onlar da el katarına katılırlar. Üç kardeş bundan sonra mutlu yaşarlar.
Üç Kardeş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanda... Bir padişah varmış. Padişahın bahçesinde, bir tek nar ağacı varmış. Bu ağaçta, her sene bir tek nar bitermiş. Bunu da bu gün erecek, yarın erecek derken bir dev gelir, alır gidermiş. Padişah, bahçesindeki tek bir narı devin yemesine kızarmış; ama elinden bir şey de gelmezmiş. Zamanla padişahın oğlanları yetişir. Büyük oğlan: — Baba, bana müsaade et. Bu devi ben öldüreyim, der. Padişah, büyük oğlunu gönderir. Oğlan, devi öldüreyim diye bahçeye varıp, beklemeye başlar. Dururken her tarafından ateş püsküren, yedi başlı devi görür. Oğlan bunu görünce elindeki oku, yayı bırakıp kaçıp gelir. Ertesi yıl ortanca oğlan: — Baba, kardeşimin öldüremediği devi, ben öldüreyim, der. Padişah: — Haydi, bakalım, bir de sen git, deyip gönderir. O da, ağabeyi gibi kaçıp gelir. Ertesi yıl küçük oğlan gider. Bu, Kuranı Kerim’i alır eline, okumaya başlar. Okurken okurken dev gelir. Tam narı alıp da götüreceğinde, oku bir fırlatır ok deve isabet eder. Dev yaralı bir vaziyette gider. Küçük oğlan gelir; durumu kardeşlerine anlatır: — Kardeşlerim, ben devi yaraladım; yalnız öldüremedim. Narı bıraktı gitti. İşte narı getirdim. Beraber gidelim, kanından izini bulalım, devi öldürelim. Üç kardeş bir olup, devin kanını izleye izleye bir in deliğine varırlar. Devin buraya girdiğini düşünürler. Büyük kardeş: — Kardeşlerim, ben aşağıya gireyim. Devi öldürüp geleyim, der. Bunu urganla aşağıya salarlar. İnerken inerken bağırmaya başlar: — Üşüdüm!.. Üşüdüm!.. Çekin beni yukarıya!..Çekip, çıkarırlar. Kardeşlerine: — Aşağıda bir soğuk var, bir soğuk var. Girilecek gibi değil, diye anlatır. Ortanca kardeş: — Beni sallayın. Ben soğuğa dayanırım. Bir de ben uğraşayım. ‘Dondum, üşüdüm’, dersem bile çekmeyin. Sallamaya devam edin, der. Bu sefer onu, aşağıya sallarlar sallarlar... Dururken: — Üşüdüm! Üşüdüm, diye bağırmaya başlar. Bunu biraz daha sallarlar. Bu sefer: — Yandım!... Çekin beni yandım,diye bağırmaya başlar. Kardeşleri: — Bu yandım diye bağırıyor. Kardeşimiz yanar gider. Çekelim sunu. Diyerek ortanca oğlanı çekip çıkarırlar. O da: — Dayanılacak gibi değil. Çok sıcak! Çok sıcak, diye anlatır. Küçük kardeşleri: — Bu sefer de beni sallayın. Bir de ben deneyeyim. Yalnız, ben ‘Üşüdüm’, dedikçe de sallayın. ‘Yandım’, dedikçe de sallayın. Ben bağırdıkça sallayın. Çıkarmayın, diye tembih eder. Küçük kardeşi de aşağıya sallarlar. “Üşüdüm!”, dedikçe sallarlar. “Yandım!..”, dedikçe sallarlar. Dururken sesi kesilir. Oğlan deliğin dibine inip ipini çözer. Delikte biraz gittikten sonra yaralı devi bulup keser, öldürür. Deliğin dibindeki odaları bir bir gezer. Odaların insan dolu olduğunu görür. İçlerinden, üç tane kız ayırır. Kızlardan birini ipe bağlar: — Bu büyük kardeşimin nasibi! Çekin yukarıya, diye bağırır. Çeke çeke çekerler. Allah vergisi güzel bir kız... Büyük oğlan sevinerek: — Bak, kardeşim bana ne güzel bir hediye yolladı, der. Tekrar ipi sallarlar. Oradan kızın birini daha bağlar: — Bu da ortanca kardeşimin nasibi, çekin, diye bağırır. Çeke çeke çekerler, yine güzel bir kız çıkar, onu da çözerler. Ortanca kardeşi de sevinir. Bir yol, kendi nasibine sıra gelir. Onu takıp yukarıya salacak ya. Kız: — Şimdi beni takıp yukarı salarsan, kardeşlerin beni kıskanır. Evvela sen çık ondan sonra ben çıkayım, dediyse de dinletemez. Oğlan: — Hayır, benim kardeşlerim, katiyen kıskançlık yapmaz. Ben seni burada bırakıp, yukarıya gitmem, diye ısrar eder. Giderdin, gitmezdin derken kız önce çıkmaya razı olur. Oğlana başından iki kılı verip: — Şayet seni, kardeşlerin delikte bırakırsa, kılları birbirine çak. Çaktığında bir siyah, bir de beyaz koç gelir. Koçlar geldiğinde, sakın siyah koça binme! Beyaz koça bin. O koç seni yeryüzüne çıkarır, diye tembih eder. Bir yol o kızı da bağlar: — Bu da, benim nasibim, çekin, diye bağırır. Çeke çeke çekerler. Baksalar ki, o ondan güzel, o ondan güzel, bu kız hepsinden de güzel. — Demek ki, kardeşimiz kızların çirkinlerini bize ayırmış. En güzelini kendine ayırmış. Biz bunu delikte bırakalım, deyip kızları alıp giderler. Oğlan, yukarıdan ip sallanacak diye öte bekler, beri bekler. İp de yok, bir şey de. Deliğin dibinde kalınca kızın verdiği kıllar aklına gelir. Kılları birbirine bir çakar. Bir siyah, bir de beyaz koç gelir. Beyaz koça bineceğim derken, siyah koca biniverir. Haydi bakalım! Yedi kat yerin dibine gider. Orada giderken bir memlekete varır. Bir koca karıya: — Anacığım ben susadım. Bana bir su ver, der. Kadıncağız: — Veririm; amma biz burada su kıtlığındayız. Suyun basında bir dev var. Her sene yemek için bir kız alır. Bu kızı yiyesiye, herkes ne kadar su alabilirse onunla kalır, diye anlatır. Meğer o memlekette bir dev varmış. O dev suyu beklermiş. Ona her yıl bir kız verirlermiş. Dev suyu salarmış. O kızı yiyesiye, herkes suyunu ne alabilirse alırmış. İnsanı yiyip bitirince, suyun ağzını yeniden kapatırmış. O gün de oranın padişahının kızına sıra gelmiş. Deve onu vereceklermiş. Neyse, kadın tasla suyu verir. Oğlan bakar ki, suyun içi öylece kurt dolu. Öyle ya, bekleye bekleye su kurtlanmış tabii. Oğlan: — Ana bu kuyu nerede? Ben bu devi bulup öldüreceğim, der. Koca karı kuyunun olduğu yeri gösterir. Oğlan, varıp kuyunun başına oturur; okumaya başlar. Okurken okurken dev gelir. Dev gelirken hem oğlanı görür, hem de kızı görür: — Ooo!... Bu gün benim, kısmet bir iken iki olmuş. Bunların ikisiyle, bir karıncığımı doyurayım, diyerek gelir. Tam kızı yiyeceğinde, oğlan oku bir fırlatır. Devi vurup öldürür. Padişahın kızı, ne olduğunu anlayamaz. Devin kanına elini batırıp, oğlanın sırtına vurur. Oğlanın sırtına iz bırakır. Oğlan döner, su içtiği koca karının yanına sığınır. Kurtulan padişahın kızı da dönüp eve gelir. Padişah kızını karşısında görünce: — Kızım sen niye geldin? Devleti milleti susuz bırakacaksın. Dev suyu kesecek, diye çıkışır. Kız: — Baba, devi bir delikanlı gelip öldürdü, diye anlatır. Padişah hemen kuyunun başına gider. Bir bakar ki dev ölmüş, su şarıl şarıl akıp durur. Padişah sevinir tabii. Devi öldüren delikanlıyı bulup ödüllendirmek ister. Kızına sorar: — Sen bu delikanlıyı görsen bilir misin? — Bilirim. Kız, oğlan devi öldürdüğünde, devin kanına beş parmağını batırıp oğlanın arkasına, vurdu ya. Ondan: — Bilirim, der. Neyse, padişah devi öldüren genci bulmak için: — Bu memleketin bütün ahalisi, padişahın sarayının önünden geçecek, diye emir verir. Böylece memleketin ahalisi, sarayın önünden geçmeye başlar. Padişahın kızı da, o genci bulmak için; geçenlere bakar. Ahali, geçedursun. Oğlan koca karının evinde oturur. Koca karı: — Oğlum, sen de geçsen de, bahşişi alsan ya, diye ısrar eder. Bunun üzerine, oğlan da oradan geçer. Kız arkasındaki kan izinden oğlanı tanır. Oğlan padişahın huzuruna çıkarılır: — Oğlum, benden ne dileğin var? — Padişahım, ben senin sağlığını isterim. — Oğlum, benden ne dilersen dile. Her dilediğini vereceğim. Oğlan yine: — Sağlığını dilerim padişahım, diye tekrarlar. Padişah, üçüncü kez sorduğunda: — Padişahım, beni yeryüzüne çıkarmanı dilerim, der. Padişah: — Bu biraz zor; ama bir uğraşayım,  diyerek bir hafta müsaade ister. Oğlan, bu zamanda el üstünde tutulur. Sarayda misafir edilir. Neyse bir gün sarayın bahçesinde gezerken, bir ejderhayı ağacın başına ağıp* giderken görür. Okunu bir fırlatır, o karayılanı öldürür. Yılanı bir kenara atar, kendisi de ağacın altına uzanıp yatar. Meğer o ağacın başında Zümrüdü Anka diye bir kuşun yuvası varmış. Bu kuş, her sene bir yavru yaparmış. Bu yavruyu da bir ejderha yermiş. Zümrüdü Anka kuşu gelip, bakar ki orada bir adam yatıp durur. — İste, benim yavrularımı yiyen bu, diye düşünür. Öte yana varır, kocaman bir taş alıp, getirir. Taşı tam oğlanın üzerine salacağında yuvadaki yavru dile gelir: — Aman anne, sen ne yapıyorsun? Sen yerdeki ejderhayı görmedin mi? Beni o yiyecekti, bu oğlan kurtardı. Ejderhayı öldürdü, der. Bunu duyan Zümrüdü Anka, taşı başka bir yere bırakıp, gelir. Yavrusunu kurtaran oğlanı, güneşten korumak için; üzerine kanadını gerer. Ona gölge yaparak öylece bekler. Üstünde böyle dururken oğlan uyanır. Zümrüdü Anka, oğlanın yanına iner. — Sen benim yavrumu kurtardın. Benden ne dilersin? — Beni, yeryüzüne çıkarmanı isterim. Zümrüdü Anka kuşu biraz düşündükten sonra, oğlana: — Ben seni yeryüzüne çıkaracağım, der. Oğlan: — Nasıl çıkaracaksın, diye sorunca; — Bana, kırk ton et bulacaksın. Kırk fıçı şarap bulacaksın. Ben, seni o zaman yeryüzüne çıkarırım, der. Oğlan, doğru padişaha gelir. — Padişahım, ben senden kırk ton et, kırk fıçı da şarap istiyorum, der. Padişah: — Bunlar kolay, deyip, hemen kırk ton etle, kırk fıçı şarabı hazırlatıp getirtir. Oğlan, Zümrüdü Anka kuşuna gelir: — Tamam, senin dediklerini buldum. Haydi, bakalım, nasıl çıkaracaksan çıkar, der. İkisi birlikte saraya gelirler. Zümrüdü Anka: — Sen, kırk ton etle, kırk fıçı şarabı benim üzerime yığ; kendin de onun üzerine bin, der. Oğlan, kuşun dediklerini yapar. Kuş, oğlana: — Giderken ‘gak!’, dediğimde et, ‘guk!’, dediğimde şarap vereceksin, diye tembihler. Zümrüdü Anka havalanır. oğlan, kusa “gak”, dediğinde et, “guk”, dediğinde şarap verir; böylece gak guk, gak guk epey bir yol alırlar. Tam yeryüzüne yaklaşınca et biter. Kuş “Gak”, dediğinde, oğlan baldır etini kesip kuşa verir. Kuş, bunun insan eti olduğunu bilir. Bu eti, damağının altına saklar. Neyse yeryüzüne çıkarlar. Kuş oğlana: — Kalk git, der. Oğlan kuşa: — Kalk git, der. İkisi de kalkıp gidemez. — Sen git. Ben sonra gidecegim. Öteki: — Sen git. Ben sonra gideceğim, der. Bir türlü ayrılamazlar. Kuş: — Sen, bana bir insan eti verdin. Onu nerden aldın, diye sorar. Oğlan bacağını göstererek: — İşte buradan aldım, der. Kuş sorar: — Niye aldın? — Yolda et bitti. Sen “gak”, deyince, mecbur kaldım; buradan eti koparıp verdim. Kuş, hemen dilinin altındaki eti çıkarıp, oğlanın bacağına yapıştırır. Allah tarafından, oğlan sapasağlam olur. Oradan ayrılırlar. Oğlan memleketine doğru yol alır. Tam o sırada küçük oğlundan ümidi kesen padişah da, oğlanlarına düğün hazırlıklarına baslar. Küçük oğlanın “Benim hakkım.”, diye gönderdiği kızın, katiyen gönlü olmaz. Olmayacak şeyler ister: — Bana bir elbise yapacaksınız. Bu elbise fıstık kabuğunun içine sığacak. Padişah, bütün terzileri çağırıp: — Bana bir elbise yapacaksınız, ama fıstık kabuğunun içine sığacak. Yapamazsanız, hepinizi keserim, der. Terziler merak içinde saraydan ayrılırlar. Ne yapacaklarını düşüne düşüne, evlerinin yolunu tutarlar. Neyse, oğlan da, gide gide memleketine çekip varır. Yolda düşünceli düşünceli giden bir terziyle karşılaşır. Ona üzüntüsünün sebebini sorar. Terzi de, olanları bir bir anlatır. Oğlan da: — Beni yanına çırak alırsan, bu elbiseyi ben yaparım, der. — Nasıl yaparsın? — Bana kırk mum, kırk da fıstık alın yeter. Kırk mumla, kırk fıstık bir şey mi, hemen alıp gelirler. Bunları oğlan alır, bir dolaba girer. Orada mumları yakıp, fıstığı yerken; kızın verdiği kılları hatırlar. Kılları birbirine bir çakar. Hemen bir Arap gelir. Ona ne istediğini sorar. Oğlan da: — Bana fıstık kabuğunun içine sığacak bir elbise getir.” diye isteğini bildirir. Arap, oğlanın istediği elbiseyi yapıp getirir. oğlan, kırkıncı gün dolaptan çıkar. Terzi sorar: — Ne oldu? Hani elbise? — Dolaba bak! Terzi dolaba bir bakar, elbise orada. Sevinerek elbiseyi götürüp padişaha verir. Padişah, terziye hediyeler verip uğurlar. Kıza da elbiseyi verip, düğünü başlatır. Elbiseyi alan kız, oğlanın dünya yüzüne çıktığını anlar. Onun yolunu gözlemeye baslar. Terzi hediyeleri alıp eve gelir. Çırağına: — Düğün başladı. Padişah oğlanlarını everiyor. Sen de gitsene, der. Oğlan: — Benim ne işim var orada. Bana bir sopa vurup öldürürler. Gitmem, der. Neyse terzi, oğlanı ikna edip, düğüne götürür. Düğünde at yarısı baslar. Oğlan kılları bir daha çakar, Arap yine gelir. — Bana yel gibi bir at getireceksin, diye emir verir. Hemen at gelir. Oğlan, bu ata biner, at yarısına katılır. Atıyla, yetiştiğini bir muşmakla* yere düşürür. Yarışa katılanlar: — Bu da ne? Yabancı biri gelmiş. Bizi vurup düşürüyor, vurup düşürüyor. Ele geçecek gibi değil, diye içlerini bir korku sarar. Yarış, bir gün böyle, iki gün böyle sürer. Korkudan kimse yarışa çıkamaz. Oğlan atının basını çekip bir kenarda dururken; hemen yakalayıp padişaha götürürler. — İşte, günlerdir bizim atımızı, kendimizi vurup yıkan adam bu, diye şikâyet ederler. Oğlunu tanıyamayan padişah: — Hemen bunu cellât edeceksiniz, diye emir verir. Oğlan söz alıp: — E baba, sen de mi bana düşman idin? Kardeşlerim, beni devin deliğinde bıraktılar, kaçtılar. Şimdi ben, yeryüzüne çıktım. Sen de, beni öldürmeye kalktın, deyince babası ve kardeşleri onu tanır. Ağabeyleri yaptıklarına çoktan pişman olup, kardeşiyle sarmaş dolaş olurlar. Kırk gün, kırk gece düğün yapılır. Her oğlan, kendi nasibi olan kızla evlenir. Herkes muradına erer.   *ağmak: Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. *muşmak: Yumruk
Zümrüdü Anka Kuşu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı; derken, çok uzun zaman önce bir nene kadınla tilki baba varmış. Nene kadın yaylaya çıkar, ineklerini sağar, süt ile tutar, yağ ve peynir yaparmış. Yayla dönüşü tilki baba nene kadının yanına gitmiş. Nene kadın tilki babaya yemek vermiş. Tilki baba da nene kadına dönüşte yardım etmiş. Yağ kovasını almış ve yola koyulmuşlar.  Yol ikiye ayrılmış. Nene kadın bir yoldan, tilki baba bir yoldan gitmiş. Tilki baba yolda yağı yemiş ve içine başka şeyler koymuş. Eve varmışlar, nene kadın, tilki babaya: — Yağda kırılmış yumurta yapayım, demiş. Tilki baba: — Yok, demiş. Kıvranmış, kaçmaya çalışırken nene kadın şark etmiş* ve kapıyı kapatmış. Tilki babanın kuyruğu kapı arasında kalmış ve kopmuş. Tilki baba kaçmış. Tilki babaya yolda gülmüşler: — Kuyruksuz tilki mi olur, demişler. Tilki baba, nene kadına gitmiş yalvarmış, kuyruğunu istemiş. Nene kadın yağını getirirse vereceğini söylemiş. Tilki baba önce: — Kimse bana yağ vermez, demiş. Ancak yaşlı kadın, kuyruk karşılığında yağını istemiş. Tilki baba kabul etmiş ve yola çıkmış. Tilki gitmiş, bir keçi bulmuş. Ondan bir okka yağ istemiş. Keçi, tilki babaya: — Bir şartım var. Bana karşıdaki ağaçtan dallar getir, demiş. Tilki baba ağaca gitmiş ve dal istemiş. Ağaç, tilki babaya: — Bir şartım var. Şu kuyu suyunu benim üzerime bırakın, demiş. Tilki baba kuyuya gitmiş. Suyunu ağacın üzerine bırakmasını istemiş. Kuyu, tilki babaya: — Bir şartım var, kızlar gelsin etrafımda halay çeksin, demiş. Kızlar: — Ayakkabılarımız yırtık, önce bunları tamir ettir, demişler. Tilki baba, ayakkabı tamircisine kızların ayakkabısını götürmüş. Ayakkabıcı, tavukları için bir çuval buğday istemiş. Tilki baba gece gitmiş, bir tarladan bir çuval buğday uçurmuş. Getirmiş adama vermiş. Adam kızların ayakkabılarını dikmiş. Kızlar kuyunun etrafında halay çekmişler. Kuyu, suyunu ağaca dökmüş. Ağaç da dallarını tilkiye vermiş. Tilki dalları keçiye vermiş. Keçi dalları yemiş, bir kova süt vermiş. Tilki baba yağı yaşlı kadına vermiş. Kadın da ona kuyruğunu vermiş. Tilkinin arkadaşları onun kuyruğunu çok beğenmişler. Nereden getirdiğini sormuşlar. Kurnaz tilki baba: — Şu gölün dibinde buldum. Siz de dalın, orada çok var, demiş. Bütün arkadaşları göle dalmışlar. Hepsini de su sürükleyip götürmüş. *şark etmek: Şark diye ses çıkarmak
Nene Kadınla Tilki Baba
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Günün birinde yaşlı bir kadın yaşarmış. Eşi de çocukları yokmuş. Bu kadının eşi öldükten sonra bir ineği ve iki tane de keçisi varmış bunlara bakmakla meşgulmüş. Evi eski olduğu için bir de bu eski evlerde bacalar varmış. Tilkinin biri gelip her gün o bacadan içeri girip kadının ürettiği gıdaları yiyip içip gidermiş. Bir gün, iki gün bu şekilde epey sürmüş bu süreç ve tilki bunu alışkanlık haline getirmiş. Bir gün kadın demiş: -Ben ne yapacağım? Nasıl bir çare bulacağım, demiş. Gitmiş bir gün bilenlere danışmış. Bilenler buna: -Öyle bir tuzak kur ki tilki içeri geldiğinde dışarı geri çıkamasın, demiş. Kadın demiş: -Nasıl bir tuzak kuracağım? Kadına tuzağın şeklini falan söylemişler. Kadın gitmiş tuzağı kurmuş. Ondan bir sonraki gün bu süreçte de Tilki arkadaşları arasında çok kıskanılan bir hayvanmış. Arkadaşları bunu çok kıskanırmış. Hep köyden bir şeyler getirip ikram edermiş. Yaşlı nenelerden çaldığı şeyleri getirip dağıtırmış. Yaşlı nene uyanık tilkiye bu tuzağı kurmuş ve tilkinin kuyruğunu tuzağa kıstırmış. Kadın tilkinin kuyruğunu çekmiş tilki de kendini çekmiş, sürekli ve kuyruk kopmuş. Tilki bakmış ki kuyruğu yok. Sonra tilki de kaçıp gitmiş. Herkes tilkiyle dalga geçmeye başlamış ve ona kısa kuyruk demeye başlamışlar.   Tabi tilkinin eski keyfi kaçmış. Sonra gelmiş nene bu kuyruğu süslemiş püslemiş odasının duvarına asmış. Sonra tilki bir gün gelip: -Nene ben bir hata yaptım gel bana bu kuyruğu ver ben sana ne istersen vereceğim, demiş. Kadın da: - Benim şartlarımı yerine getirirsen veririm, demiş. Tilkiye, - Bana kara bir keçiden süt sağıp getireceksin, demiş. Tilki kara keçinin yanına gitmiş bana biraz sütünden ver ve kendi derdini anlatmış. Keçi de: - Benim şartlarım var demiş yoksa sütü sana veremem, demiş. Tilki: - Şartların ne? demiş. O da:  - Meşe ağacından yaprak koparıp bana getireceksin, demiş. Tilki gitmiş meşe ağacının yanına. Meşe ağacından rica etmiş. Demiş ki: - Bana biraz yaprağından ver kara keçiye götürmem lazım. Keçi de: - Bana süt verecek onu da neneye götürmem lazım, demiş. O şekilde kuyruğumu geri alabilirim diye derdini anlatmış. Meşe ağacı:  - Benim de şartlarım var yoksa vermem, demiş. Uzak bir çeşmeden bana biraz su getireceksin o da kabul etmiş gitmiş. Çeşmeye varmış. Sonra çeşmeden rica etmiş: - Ben çok susadım bana biraz su ver, demiş. - Susamışsan burası tüm hayvanlara açık alabilirsin, demiş. Tilki suyu almış götürmüş meşe ağacına, ondan yaprağı almış keçiye götürmüş, kara keçiden de sütü almış götürmüş neneye vermiş. Nene de ona kuyruğunu getirmiş. Süslü püslü kuyruğu orijinali gibi tilkiye yapıştırmış. Daha sonraki zamanlarda tilki bundan sonraki hayatında süslü kuyruğuyla daha güzel bir hayat sürdürmeye başlamıştır.
Kısa Kuyruk
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Fetli demek fetli fermanlı demek. Yalancının dolancının biri demek işte. Şimdi bi gün fakirmiş Fetli Ayşe bir şeyi yokmuş. Ondan sona: — Ah gomşucun ben fakirin, demiş. Sen şu tavukcakları güdende bundan bari azıcık ben de güdüverem, demiş. — Eh güdüver gomşum, demiş. Eh gütmüş gelmiş tavıkları. Akşamüzeri durmuş. İki üç gün mühlet etmiş. — Ah gomşucum, demiş. Senin horoz ötüpdurur, demiş. Horoz, “Benim Hanım yoldan çıkık benim hanım yoldan çıkık.” diye ötüpdurur, demiş. Şunu sevdi bunu sevdi diyor, demiş. — Aman gomşum kimselere anma. Adam duyasra beni felaket yapar, demiş. — Tek bir şartla, demiş. — Tavuklar ve horozlar senin olsun, istemiyom. Senin olsun, demiş. Vemiş garı korkudan. Biraz durmuş kendi kendine: — İyi Fetli Ayşe, tavuğu mavuğu aldın eyi emme, demiş. Bi oyun daha düşünsek, demiş. Düşünmüş. Düşünmüş. Köye gitmiş. Ah benim gıymetli gardaşım. Ben ölürsem enişdene var dediydin. Ah senin ağızlarında fal mı vardı. Ah benim gıymatlı gardaşım deye akşama gadar ağlamış. — Aman, demiş ana benim hanımın hiç gardaşı var mıydı? — Bilmiyom hiç gelmedi, demiş. Bütün yara bere içinde ben ölürsem benim yerime var, dediydin. Oğlum, demiş madem garını çok severdin sayardın madem garının gardaşıysa evlen, demiş. Evlenmiş. O garı gocasını bi uğurlamış analığını uğurlamış. Bakmış analığı gözüne batmış. İstemeyecek analığını. Bi gün gocası işe gitmiş vazifeye. Evde galmış o. Tutup analığını bi duvardan bi duvara çarpmış. Gonuşamayacak hâle gelmiş ümüklerine (gırtlağına) ümüklerine sunmuş. Gonuşamazmış gari gadın. Zaten gocasının geleceği zaman da iki tane döşek sermiş. Güzel yasdıklar işlemeli yasdıklar örtmüş. Goymuş böle. — Ah annecim ah ah! Su mu istedin deye başlamış başında ağlamaya. — Ne oldu hanım? — Sen başıma geleni sorma anne anne, demiş. — Ne oldu? demiş kocası. Fetli Ayşe: — Felç mi oldu bilmem, demiş. Yatıyo gonuşmayo, demiş. Kocası: — Anacım ne oldun sen ne ettin? Şimdi anası elini gırtlağına götürüp sıkıyor. Konuşamaz ya eliyle gösteriyormuş. Senin Hanım beni gırtlağımdan tutup bi bu duvara çarptı, bi bu duvara çarptı, beni bu hâle goydu demeye çalışıyomuş. — Anlayamayom anne seni anlayamayom, demiş adam. Fetli Ayşe: — Anlayamayon mu adam? Ben anladım, demiş. Bu ev gelinimin olsun diyo, demiş. Boynumdaki altınlarda gelinimin olsun oğlum deyipduru, demiş. Nine ölmüş. Evleri de almış. Mal mülkü de almış. Altınlarını da almış.
FETLİ AYŞE
Muğla
Ege Bölgesi
YILANLA ADAM  Bir varmiş, bir yohmiş. Allah’in kuli çohmiş. Adamın biri yolda gidiyor, bahıyor ateş bir ormana girmiş, orman yaniyor. İçinde de bir ilan vardır, bağırıyor: “Meni kurtarın, meni kurtarın!” Adam de şevkete geliyor gidiyor ilani kurtariyor. İlan birden onın boynına dolanır: “Seni ısıracağım.” diyor. Adam: “Eman, hevar! Etme, eleme! Sen ateşte yaniyordın, men seni kutardım. Niye meni ısıracahsın?” diyor. İlan: “İmkani yoh, seni ısıracağım” diyor. Adam baher çara yoh der: “O zaman-karşımıza ne çıharsa kim çıharsa- üç kişiden soralım. Onler aramızi bulsın.” İlan: “Teman” der. Giderler okıze ras gelırler. Okıze derler: “Bir şerietımız var.” Ökız diyor: “Söyleyın.” Adam anlatır, der: “Hel mesele bele… Sen ne dersen?” Ökız der: “Men daha buzağken meni anamın altına götırerlerdi, süt içmah için. Daha ağzıma süt gelmedan yüzüme bi tokat vurırlerdi, bırahmırlardi süti içem. İnsana itibar yohtır, hema ısır.” Kaldi iki tene. Gidiyorler bir ata ras gelırler. Ata de eyni hikayeyi izah ediyorler. At, onlara der ki: “Menım sahabım, meni götüriyordi dağa, odın sırtıma yükliyor getiriyordi. Eve gelınce üzerimdeki semeri kaldırır-sırtım hep yara idi- bi ilaç vurmadan salıverırdi. Ahşama keder sinekler meni yerdi…İsır, heç affetme!” Kaldi bi tene. Gidiyorler, gidiyorler bi tıkliye ras geliyorler. Tıkli der: “Her ola, nedır?”  Eyni, tıkliye de durumi izah ederler. Tıkli der : “Şeriat binici olmaz, in aşaği, şeriatınızi yapam.” İlan iniyor. Tıkli adama diyor: “O nedır senın elınde?” Adam diyor: “Deynektır.” Diyor: “Senın önındeki nedır?” Adam diyor: “ilandır.” Diyor o zaman: “Vur, öldır. İlan senın düşmanındır.” Adam, elındeki degnekle vurer, ilani öldırer. Burda da mesele bitiyor… 
Yılanla Adam
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
Şimdi bi adam vamış. Çok iyilik sevemiş hani herkese peki peki, dermiş. Bi gün birisi gelmiş: — Bene senin gızı vesene, demiş. Veresi yok amma adam gene de hayır deyememiş: — Gıza söleyem belki veririm, demiş. O gitmiş. Birisi daha gelmiş: — “Ötekine evet bene hayır mı? Beni nasıl geriye çevirebilirsin?” demiş. Ona da: — Peki, demiş. Ondan sona biri daha gelmiş. —“Sen de mi bene arkanı çevireceksin?” demiş. —Peki emme benim gızım bi tane, demiş. Peki olur, demiş. Kakmış gitmiş. Zaman gelmiş. Evlenecek zaman gelmiş. — “Allah’ım ben hepsine peki, dedim. Ben nasıl yapabilirim şimdi?” demiş. Düşünmüş taşınmış. Bi tane eşek sıpası, bi tane köpek bulmuş. Köpek yavrusu masal bu ya canım. Sabahlara gadar Allah’a dua etmiş: — Allah’ım benim yüzümü gara çıkarma. Hepsine tamam, dedim. Bunlar benim gız gibi gız olsun da hepsine yalancı çıkmayam, demiş. Sabaha gadar da namaz gılmış dua da buyurmuş. Sabah olmuş hemen gızın yanına gitmiş. Hepsi kendi gızı gibi güzel gızlar. Bakmış görmüş. Bu olacak gibi değil bilememiş kendi gızının hangi gız olduğunu. Hepsini evlendirmiş barklandırmış. — Eee hanım, demiş. Biz bunları evlendirdik barklandırdık emme demiş hangisinin bizim gız olduğunu bilemeyom, demiş. Şunu gidem bi ziyareti edem bakam nasıl olacak, demiş. Gitmiş ilk önce birisinin yanına büyük gızının yanına vamış. Gız azıcık kıpırdamaya başlayınca, dışarı çıkınca damadına: — “Evladım, demiş nasıl mutlu musun kızımla?” demiş. — Çok iyi amma, demiş bi huyu var adama köpek gibi yanaşıyo, demiş. —Eyi oğlum, demiş. Bi gün aldın amma on yıl geçinin, demiş. Ondan sona öbürüne gitmiş. — “Nasılsınız iyi misiniz?” demiş —Çok iyiyim, ne desem yapıyo amma bazen eşek gibi surata tükürüyor, demiş. —Tamam, demiş. Bu da eşek soyundan, demiş. Sonra gitmiş öbürünün yanına vamış. Onun bi tek karpuzu vamış. Dokuz aylık da hamileymiş. — Eh hanım demiş baban uzak yoldan geldi, demiş. Bi karpuz al gel de şuna keselim yedirelim , demiş. O da tabi biraz övünmeyi böbürlenmeyi mi seviyo adam nasıl bir şey bilmem. Şimdi gitmiş. Karpuzu getirip gelmiş. Goymuş ortaya. — A ben bunu istemem öbür karpuzu al gel, demiş. Gadın bi daha getirmiş. — A demiş ben ötekini dedim sen bunu mu getirdin, demiş. Dokuz sefer merdivenden indirmiş çıkarmış dokuz aylık hamile gadını. En sonunda kocası: — İşte bu, demiş. Dokuzuncu karpuzu keselim, demiş. Kızın babası: —“Nasılsınız evladım garınla?” demiş. — Benim hanım melek gibi, demiş. Bak bi tek karpuz var başka da karpuz yok amma dokuz kere geldi gitti, demiş. Ya bizim başka karpuzumuz mu var deyip kimseye sırrını da vermez, demiş. Eyi olduk eyiyiz, demiş. — Ha oğlum eyi olun, eyi geçinin, demiş. Adam bu gızın kendi gızı olduğunu anlamış. Masal da burada bitmiş.
[İYİLİK SEVER ADAM]
Muğla
Ege Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde eski hamamcının tası yok, oduncunun baltası yok. Kocakarı hamama gider elinde bohçası yok. Eski zamanların birinde bir tilki varmış. Bir tilki değil iki tilki varmış. İki tilki de ne ki bir tilki sürüsü varmış. Bu tilki sürüsü su içmek üzere bir ırmak kıyısına ulaşmış. Irmak öyle gürültülü akıyormuş ki, tilkilerin içine bir korku düşmüş. “Galiba bize kızıyor” diye düşünmüşler. Hiç birisi eğilip de bir damla su içememiş. Birbirlerini cesaretlendirmek için” “Hayt! Huyt!” Öhö, öhö” demişler. Yine de birisi çıkıp da ırmaktan su içememiş. Fakat koca sürü bu! Tümü de korkak olacak değil ya! Sonunda içlerinden bir kahraman çıkmış: — Amma da korkaksınız ha, Böyle tilkilik olur mu? Siz tilki soyunun yüzkarasısınız. Çekilin kenara yol açın! Bakın su nasıl içilirmiş göstereyim size, diye kızmış diğer tilkilere. Diğer tilkilerin imrenerek bakışları arasında tilki suya eğilmiş. Bir iki yudum su içmiş, içememiş, kendini suların içinde buluvermiş. Akıntıya kapılarak sürüklenmeye başlamış. Çırpınması, kıyıya çıkma çabaları, bir sonuç vermemiş. Tilkilerden birisi seslenmiş: — Hey kahraman arkadaş! Nereye gidiyorsun? Geri dön! İçimizde en akıllı ve kahraman olan sensin. Geri dön nereden su içebileceğimizi söyle. Kahraman tilki bu lafın altında kalmamış: — Olur, demiş. Yalnız şu anda çok önemli bir işim var. Kente gidiyorum, dönüşte söylerim. Böylece düşünmeden kahramanlık taslayan tilki sonu bilinmeyen tehlikeli bir yolculuğa koyulmuş.
Kahraman Tilki
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Bir adamın üç tane oğlu, üç de kızı varmış. Bir gün çocukların babaları çok hastalanır. Ölmeden önce oğullarına: — Bacılarınızı ilk gelen taliplerine verin, diye bir vasiyet eder. Bir süre sonra baba ölür. Günler böylece geçip giderken, bir adam gelip evin en büyük kızını ister. Büyük kızı bu adama verirler. Sonra başka bir adam gelip ortanca kızı ister. Onu da ona verirler. Sonunda bir adam daha gelir, bu adama da en küçük kızı verirler. Babalarının vasiyetini yerine getirdikleri için kız kardeşlerini kimlere verdiklerini hiç araştırmazlar. Aylar sonra erkek kardeşlerden biri, kardeşlerini kimlere verdiklerini merak eder. Onları görmek için yola çıkar. İlk önce büyük kız kardeşinin yanına gelir, halini hatırını sorar: — Kardeşim, biz seni verdik ama nasıl birine verdik, der. Kız kardeşi de: — Siz beni çok efendi birine verdiniz, merak etmeyin. Benim kocam Kurbağalar Padişahı, der. — Kocan, şimdi nerede? — Kara Bakır Harbi’ne gitti. İki kardeş böyle konuşurken saatler geçer ve kızın kocasının eve dönüş vakti gelir. Kız bu sırada abisine bir tokat atar ve abisi de elmaya dönüşür. Kız da elmayı saklar. Abisine kocasının bir kurbağa olduğunu göstermek istemez. Kızın kocası kurbağalarla birlikte sürü halinde eve gelir. Bu kurbağalar bahçedeki havuzu geçince yakışıklı delikanlılara dönüşürler. Kocası eve girince: — Bu evde insan eti kokuyor, der. Karısı da: — Bir şey yok, der fakat kocası insan eti kokuyor diye ısrar eder. Kızı sıkıştırınca dayanamaz: — Buraya kardeşim geldi, diye anlatır. Kocası da: — Kardeşin nerede, diye sorar, onu görmek istediğini söyler. Bunun üzerine kız elmaya bir tokat atar ve elma kardeşine dönüşür. Kızın kardeşi ile kocası gece boyunca yiyip içip konuşurlar. Sabah olunca kızın kocası yine harbe gitmek için hazırlanır. Kardeşi de Kara Bakır Harbi’ne gitmek için eniştesiyle yola çıkar. Diğer erkek kardeş de ortanca kardeşini ziyaret etmek için kardeşinin evine gider. Halini hatırını sorduktan sonra: — Kardeşim biz seni kime verdik, der. Ortanca kız da: — Siz beni Yengeçler Padişah’ına verdiniz ama o şimdi Kara Bakır Harbi’ne gitti, der. İki kardeş konuşurken zaman geçer ve Yengeçler Padişah’ının dönüş vakti gelir. Kız bunu fark edince kardeşine bir tokat atar ve kardeşi elmaya dönüşür. Elmayı da bir yere saklar. Kocası eve gelirken yengeç ordusuyla birlikte havuzdan geçer ve hepsi havuzdan çıkınca yakışıklı birer delikanlıya dönüşürler. Kocası içeri girince: — Bu evde insan eti kokuyor, diye söylenir. Ortanca kız da: — Bu evde insan yok, dediyse de kocasını inandıramaz. Kocası evde insan olduğunu ısrar edince, kız da kardeşinin geldiğini söyler. Kocası da kızın kardeşiyle konuşmak ister. Bunun üzerine kız elmaya bir tokat atar, kardeşi ortaya çıkar. Erkek kardeş eniştesiyle gece boyunca yiyip içip konuşur. Sabah olunca Yengeçler Padişahı, Kara Bakır Harbi’ne gitmek için hazırlanır. Ortanca kardeş de bu yengeçler ordusuna katılır. Diğer erkek kardeş de küçük kız kardeşini ziyaret etmek için evine gelir. Kardeşinin halini hatırını sorduktan sonra: — Kardeşim biz seni kime verdik, der. Küçük kız da: — Siz beni Karıncalar Padişah’ına verdiniz. O şimdi Kara Bakır Harbi’ne gitti, der. Böylece saatler geçer ve Karıncalar Padişah’ının eve dönüş vakti gelir. Bu durumu fark eden kız, kardeşine bir tokat atar ve kardeşi o sırada elmaya dönüşür. Karıncalar Padişahı ve ordusu bahçeden geçince bir anda yakışıklı delikanlılara dönüşür. Karıncalar Padişahı kıza: — Bu evde insan eti kokuyor, der. Kız da kocasının ısrarlarına dayanamaz ve kardeşinin kendisini ziyarete geldiğini söyler. Kocası kardeşini görmek isteyince, kız elmaya bir tokat atar ve kardeşi ortaya çıkar. Kardeşi eniştesiyle gece boyunca yiyip içip konuşur. Sabah olunca Karıncalar Padişahı kara Bakır Harbi’ne gitmek için hazırlanır. Erkek kardeş de eniştesiyle birlikte harbe gider. Böylece Kurbağalar Padişahı, Yengeçler Padişahı, Karıncalar Padişahı, kayınları ve ordularıyla birlikte Kara Bakır denilen yerde toplanırlar. Kara Bakır ile savaşmak için hazırlıklara başlarlar. Bir zamanlar, bir adama, arkadaşı emanet olarak bir sandık vermiş. Bu sandığın içinde ise Kara Bakır isimli bir dev kilitliymiş. Adam bu sandığı emanet ederken: — Sakın bu sandığı açma, diye tembih eder. Fakat adam dayanamaz, sandığın içinde ne olduğunu merak ederek açar. Sandığın kapağını açar açmaz içinden çıkan Kara Bakır isimli dev, adamın güzeller güzeli kızını kaçırarak havalanır. Kızı yüksek bir kulenin içine hapseder. Bu kulenin içine hiçbir şekilde girilmiyormuş. Üç kız kardeşin kocaları senelerce Kara Bakır Harbi’ne gelirlermiş. Amaçları devin tılsımını öğrenip, kızı kurtarmakmış. Karıncalar Padişah’ının ordusundan biri, karıncaya dönüşerek kulenin tasları arasından kızın bulunduğu odaya gelir. Odaya girince bir de ne görsün, içeride ayın on dördü gibi güzeller güzeli bir kız. Karınca kıza, buraya nasıl geldiğini sorar. Kız da devin kendisini nasıl uçurarak buraya kaçırdığını anlatır. Bunun üzerine karınca ile kız, devin tılsımını öğrenmek için plan yaparlar. Devin geleceği sırada karınca bir köseye çekilerek saklanır. Kız deve: — Sen çok iyisin, bana çok iyi bakıyorsun. Ben ne de olsa bu kuleden hiçbir şekilde kaçamam. Senin tılsımın ne, diye sorar. Dev de her gün: — Benim tılsımım tahta, benim tılsımım çalı, benim tılsımım su, diyerek kızı oyalar. Karınca da her gün duyduğu tılsımı karınca, yengeç ve kurbağa ordusuna iletir. Onlar da söylenenleri, işbirliğiyle kulenin içine çıkarırlar, ama bir sonuç elde edemezler. En sonunda dev kıza inanıp, tılsımının bakır olduğunu söyler. Bunu duyan karınca, hemen aşağıdakilere tılsımın bakır olduğunu iletir. Üç ordu, bakırı da bulup kuleye getirirler. Sırrı bozulan Kara Bakır devi yakalayıp, tekrar sandığa kilitleyerek kulede bırakırlar. Bu güzeller güzeli kızı da kuleden alıp, ailesine teslim ederler.
Kara Bakır Harbi
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde zengin bir adam üç oğlu ile birlikte yasarmış. Bu adam, iyice yaşlanır, ölmeden önce oğullarına vasiyette bulunur. Büyük oğluna bir tarla bağışlayıp: — Sen bu tarlayı ek, rızkını temin et, der. Ortanca oğluna, bir sürü bağışlar: — Sen de bu sürülerin neslini devam ettir, rızkını onlardan temin et, der. Sıra küçük oğlana gelir. Babası buna bir ok verip: — Oğlum bu oku al, doğuya doğru son gücünle at; okun düştüğü yerde ne varsa o senin olsun. Ona iyi bak, der. Çok geçmez adam hakkın rahmetine kavuşur. Oğulları vasiyet üzere malları bölüşürler. Küçük oğlan oku alıp, doğuya doğru son gücüyle atar. Merakla okun düştüğü yere koşar, bakar ki bir ‘Göden kurbağa!’. Buna bir anlam veremez ama babasının vasiyetine de uyar. Bu ‘Göden kurbağayı’ alıp evine götürür. Durumu annesine de izah eder. Ona iyi bakmasını öğütler. Bir gün oğlanın annesi yufka açıp ekmek yaparken; kurbağa ekmeği çiğner. Anne de kurbağaya bir oklava vurup, ekmeğin yanından uzaklaştırır. Böyle böyle günler geçerken, bir komşu köyde düğün olur. Oğlanın annesi de bu düğüne gider. Annenin gidişini fırsat bilen göden kurbağa, hemen orada soyunur; üzerindeki kurbağa derisini çıkarır. Ayın on dördü gibi parlayan, peri gibi güzel bir kız oluverir. Annenin gittiği düğüne bu kız da gider. Kız, düğün evinin avlusundan girerken, güzelliğiyle tüm köy halkının dikkatini çeker. Herkes eğlenceyi bırakıp, bu güzel kızla ilgilenmeye baslar. Oğlanın annesi de bu kızı orada görür, güzelliğine hayran kalır. Düğün sahibi, kızla selamlaşıp buyur eder. İzzet ikramdan sora, kıza nereden geldiğini sorar. Kız da: : — Oklava vuran köyden geldim, der. Bu sözleri duyan oğlanın annesi, ürperir hayretini gizleyemez ama ‘oklava vuran köyden’ sözüne de tam bir anlam veremez. Düğün biter bitmez kız herkesten önce eve döner. Evde çıkardığı deriyi giyerek yeniden göden kurbağası olur. Bir zaman sonra oğlanın annesi de düğünden gelip bakar ki kurbağa orada. Yine bir gün oğlanın annesi ekmek açarken, kurbağa ekmeklerin yanına yaklaşır. Bunu gören ana, buna bir şiş vurup oradan uzaklaştırır. Ertesi perşembe günü bir başka komşu köyde düğün vardır. Bu düğüne oğlanın annesi de davetlidir. Gün gelir, kadın düğüne gider. Kurbağa da derisini değiştirir, güzel bir kız olup düğüne gider. Düğünde yine herkesin gözü bu kızın üzerindedir. Aralarında bu güzel kızın, kim olduğu, nereden olduğu konuşulur. Bazıları bu kızı düğünlerde gördüğünü anlatır. Kıza nereli olduğunu sorarlar. Kız: — Şiş vuran köyündenim, der. Bu sözleri işiten oğlanın annesi: — Bu kız, geçen düğünde ‘oklava vuran köyündenim’, dedi. Bu düğünde ‘şiş vuran köyündenim.’, dedi. Bu güzel kız benim evdeki kurbağa olmasın? Ben geçen düğünden önce kurbağaya oklava vurmuştum, bu düğünden önce de şiş vurmuştum, diye içini bir merak sarar. Kadın daha düğün bitmeden evine döner. Evine girip bakar ki odanın ortasında kurbağa derisi yığılı. Hemen bu kurbağa derisini ateşe atıp yakar. Bir kenara saklanıp beklemeye başlar. Dururken bu güzel kız gelir, bakar ki derisi yok. Bunu gören kadın ortaya çıkar. Bu güzel kıza, ‘in mi cin mi?’ olduğunu sorar. Kız da, kendisinde bir büyü olduğunu; derisi yakılınca büyünün bozulduğunu anlatır. Büyüden kurtulan kurbağa artık güzel bir kız olmuştur. Oğlanın anasıyla sarmaş dolaş olurlar. Bu durum oğlana da anlatılır. Oğlan bu kızla evlenir. Böylece, yüz kırk yıl daha mutlu bir ömür sürerler!
Göden Kurbağa
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, taa eskiden... Bir padişah varmış. Bunun çoluk çocuğu olmamış. — Benim neden çocuğum olmuyor, diye üzülür, ağlarmış. — Çocuğum olsun da ne olursa olsun, diye dua edermiş. Bir gün yolda giderken, aksakallı bir adama denk gelir. Aksakallı adama anlatır: — Böyle böyle benim çocuğum olmuyor. Çocuğum olsun da ne olursa olsun. Aksakallı adam: — Allah sana çocuk verecektir, üzülme, der, gider. Aradan az geçer, uz geçer padişahın ailesi hamile kalır. Zaman geçer. Doğum zamanı gelir. Doğum için ebeler çağırırlar. Doğum olur; ama padişahın karısı bir karayılan doğurur. Padişah çocuğunun yılan olduğunu duyunca duası aklına gelir. Yalnız bu karayılanı odanın içinde hiç kimse elde edemez. Bu yılan oraya kimseyi sokmaz. Gelen ebeyi de bu yılan sokup öldürür. — Bunu kim elde edebilir, diye düşünürler. Derken: — Falan yerde bir üvey kız var. Bir de o kızı getirelim. Belki o bu çocuğu, karayılanı, ele geçirebilir, diye onlara bir haberci gönderirler. Bu kız, bir çiftçinin kızıdır. Çiftçinin ailesi doğumda ölür. Bir kız çocuğu dünyaya getirir. Babası çocuğu beslemeye verir. Başkasına baktırır. Orada çocuk bir iki yasına gelir. Bu arada adam da evlenir. Evlenince çocuğu bakıcıdan alıp eve getirir. Yalnız ailesi bu çocuğun eve gelmesine razı olmaz; ama bir şey de diyemez. Yalnız kıza etmediğini koymaz. Kız da ne yapsın? Sabredip çeker!... Haberciler bu kıza varırlar. — Padişah karayılanı ele geçirmen için seni istedi, derler. Padişahın emri bu, mecbur gideceksin... Ya gidersin ya da öleceksin!... Adamlarla birlikte yola düşerler. Yolda aklına annesi gelir. Mezarlıktan geçerken adamlardan izin isteyerek annesinin mezarının basına varır. — Anneciğim, böyle böyle padişahın ailesi doğum yapmış. Bir karayılan doğurmuş. Yalnız bir türlü elde edemiyorlarmış. Varanı sokuyor, varanı sokuyormuş. Ellerinden hiçbir şey gelmiyormuş. Şimdi bu karayılanı elde etmem için beni çağırdılar. Ne yapayım, diye söyleyip ağlar. Annesinin mezarından bir nida gelir: — Yavrum, bir camekândan kafes yaptıracaksın. Dışarıdan içi görünecek.  Bunun içine bir bardak süt koyacaksın. Bu karayılan seni sokmaya geldi mi, hemen bu kafesi yılanın önüne tut. O kafesin içindeki sütü görünce, içmek için hemen oraya girecek. O zaman kafesin kapısını hemen kapatacaksın. Üvey kız padişaha haber yollar: — Böyle böyle bir kafes yaptıracaksın. Ben o zaman geleceğim. Padişah marangozları çağırır; dışarıdan içi görünecek, böyle böyle bir kafes yapmalarını söyler. Uzatmayalım. Kafes yapılır. Üvey kızı çağırırlar. Kız gelir. Karayılanı ele geçirmek için kafesin içine süt koyarak içeriye girer. Yılan kızı sokmaya yönelince kafesi ona doğru tutar. Yılan sütü içmek için kafese giriverir. Kafesin kapağını örter. Böylece yılanı ele geçirir. Tabii bu yılan bir padişah çocuğu, bir şehzade… Tabii ki beslenecek, bakılacak! — Bu işi kimse yapamaz. Yapsa yapsa üvey kız yapar, derler. Bu yılanın bakımını, beslenmesini, bu kıza verirler. Neyse padişah, yükte hafif, pahada ağır ne varsa emeğini verir. Bu kız orada bu yılanın bakımını yapar. Yemeğini yedirir. Öyle ya evlat bu, atmak olmaz! Neyse dururken bu çocuk yedi yaşına gelir. Bu bir padişah evladı şehzade, okutulacak. Cahil duracak değil ya. Padişah hocalar bulup getirir. Kimse bu yılanın yanına yanaşamaz. Yanaşmaya çalışan hocaları da, yılan şehzade kafesten çıkıp sokar. Bunu okutacak bir hoca bulamazlar. Bir çare düşünürler. Vezirlerden birinin aklına yine bu kız gelir. — Padişahım, kim ele geçirdiyse hocası da o olacak, der. Yine kızın kapısına dayanırlar. “Bu karayılanı sen okutacaksın.” derler. Kız tekrar annesinin mezarına varır: — Anneciğim, anneciğim! Şimdi de ‘Padişahın ailesinin doğurmuş olduğu, karayılanı sen okutacaksın.’ dediler. Gitmesem de olmayacak. Ben bunu şimdi nasıl okuturum, diye söyleyip ağlar. Mezardan yine bir nida gelir: — Kızım, gülden kırk değnek yapacaksın. Otuz dokuzunu bir eline, birini bir eline alacaksın. Yılanın kapısını açtığında, seni sokmaya hücum ettiğinde, birini vuracaksın, otuz dokuzuyla da dur yerinde diyeceksin. Kız gelip kırk gül değneğiyle böyle, böyle yılanı okutur. Bir zaman sonra, yılan şehzadenin evlenme çağı gelir. Babasına: — Babacığım ben evleneceğim. Evlenme çağım geldi, der. Padişah, uygun bir gelin arayıp bulur. Getirir karayılan sokar öldürür. Böyle, böyle ne kadar gelin bulunduysa, bir türlü yılana yanaşamazlar. En sonunda, iş yine bu kızcağıza düşer. Kıza dünürler, elçiler gönderirler. — Padişahımız seni oğluna istiyor, diye haber ulaşır. Kız kararsız kalır. Öyle ya padişah gelini olacak; amma bu bir karayılan. Netsin, padişah isteği bu evlenecek tabi. Başka çare yok. Düğünler kurulur. Kız tekrar annesinin mezarına varır: — Anneciğim, o karayılana ‘İlla seni alacağız’ diye padişah diktirdi. Ben şimdi ne yapayım? Ne işleyeyim? Bu karayılan ile nasıl geçineyim? Nasıl hayat süreyim? Benim halim ne olacak? Anacağım, bana bir çare, diye ağlar. Mezardan yine bir nida gelir: — Kızım, gerdek gecesinde o sana ‘Sevgilim soyun’ der. Sen de, ona: ‘Sen, soyunmadıktan sonra ben soyunmam.’ diyeceksin. O zaman o soyunacak. Sen evvelce bir güzel ateşini yakacaksın. O soyunarak üzerindeki deriyi değiştirdiğinde bu deriyi hemen alacaksın, ateşe atıp yakacaksın. Düğün biter. Neyse gerdeğe girerler. — Önce sen soyun! — Yok, sen soyun, derken sonunda karayılan soyunur. Soyunur soyunmaz kız, yılanın soyunduğu deriyi ateşe atar. Dönüp baktığında, karayılan ayın on dördü gibi bembeyaz güzel bir şehzade olur. Yılan, padişaha yakışır, güzel bir delikanlı oğlan olur. O günden bu güne, hayatlarını mesut bir şekilde sürdürüp giderler. Geçenlerde, beni de davet ettiler. Bir vardım çoluk çocuk olmuş. Gelin, damat, torun olmuş. Dünürleri olmuş. Bana da bir çayları kahveleri nasip oldu. Geçinip giderler.
Yılan Şehzade
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Eskiden bir padişahla üç tane veziri varmış. Padişah, bir gün toplantıda vezirlerine der ki: — Bu dünyada Hızır varmış, derler. Bu Hızır gerçekten var mıdır?  — Vardır, padişahım. — Bunu kim bulur, kim görür, kim getirir? Bunu okumuşlar hocalar getirir. Öyleyse bunu bilecek hocayı bulun getirin diye padişah emir verir. Vezirler ülkenin dört bir yanına dağılarak ünlü hocaları toplayıp, getirirler. Padişah, hocalara sorar: — Hızır var mıdır? — Vardır. — Benim vezirler de ‘Hızır vardır, bunu hocalar bilir bulur.’, dediler. Sizi onun için topladık. Hızır’ı bulun, bana bir gösterin. Hocalar aralarında dilleşirler, söyleşirler. Aralarından en velisini: — Bu, bulur, diyerek padişaha gösterirler. Hoca padişahtan kırk gün mühlet ister. Padişah da hocaya kırk gün müsaade verir. Kırk gün olur. Hızır’ı bulup gelecek olan hoca gelmez. Ne Hızır var ne de bir şey. Padişah vezirlerine sorar: — Ne oldu, hoca halen gelmedi? Alın gelin bakalım şu hocayı. Vezirler, hocayı alıp getirirken, arkalarına fesli ve sarıklı, zebil bir çocuk düşer. Giderlerken arkadan: — Aslı hu nesli hu, der. — Aslı hu nesli hu, derken derken hocayla beraber vezirler padişahın huzuruna girer. Hocayı bir sandalyeye oturturlar. O çocuk da kapıya gelip arada bir: — Aslı hu nesli hu, der. Padişah, hocaya sorar: — Ne oldu, hoca? Hoca konuşamaz. Gözlerini göğe dikip boyna titrer. Padişah önceden: — Hızır gelmezse seni öldürürüm, dedi ya.. — Hoca hani Hızır, niye yalan söyledin, diye çıkışır. Hoca korkudan yine konuşamaz. Öyle gözü göğe dikilidir… — E, biz bu adama bir ceza verelim; ama ağır bir ceza verelim,  diyerek padişah vezirlerine sorar. Birinci vezir: — Bunu fırına atalım, orda kaynasın, cayır cayır yansın gitsin, der. Çocuk kapıdan: — Aslı hu nesli hu, der. Padişah, ikinci vezire sorar: — Ne edelim? — Kıyık kıyık kıyalım. Köpeklere yedirelim. Çocuk yine: — Aslı hu nesli hu, der. Ondan sonra sıra üçüncü vezire gelir. — Sen ne dersin üçüncü vezir? — Yahu padişahım, her şey olur. Hızır olmaya varmış; ama o dilediğine görünürmüş. Herkes göremezmiş. Bu adamı affedelim gitsin. Çocuk o esnada yine: — Aslı hu nesli hu, der. Padişah: — Şu çocuk ne der, diye sorunca, çocuk konuşmaya başlar: — Padişahım birinci vezirin babası fırıncıydı, fırında pişirmeyi bilir. İkinci vezirin babası kasaptı, keser, asar, satardı. Kazançları haramdı. Üçüncü vezir ise helâl süt emmiş, helâl lokmayla beslenmiş, Bismillah’la, besmeleyle kazanılmış bir adam evladı. Vezir ararsan üçüncü vezir, Hızır ararsan benim. O arada gözü göğe dikili, titreyip duran hoca, zarpadar ayağa kalkar. Padişah hocanın kalkışına gözünü dikip ona bakarken Hızır o zaman kaybolur. Bunun üzerine padişah, üçüncü veziri baş vezir yapar. Hocaya da bir kese altın verip uğurlar.
Aslı Hû Nesli Hû
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Vaktin birinde… İki gözü kör bir padişah varmış. Bu padişahın aynı yaşlarda Arap bir kölesi, bir de kızı varmış. Çocuklar büyüdükçe birbirleriyle iyi geçinemezlermiş.  Padişahın karısı Sultan Hanım bundan rahatsız olur. Padişaha durumu açar: — Biz ne edelim, bundan nasıl kurtulalım? — Biz, bunu azat edelim. Bir numara ile başımızdan atalım, diye karar verirler. Bir gün padişah Arap’ı huzuruna çağırır: — Bak oğlum, günün doğduğu yerde bir hoca varmış. O bir ilaç bilirmiş. Benim gözüme bu ilacı getiriver,  der. Nasıl olsa güneşin doğduğu yeri bulacak değil ya. Amaç köleyi buradan uzaklaştırmak... Bir kese de altın verir, köleyi uğurlar.  Köle yola çıkar. Bir gün gider, iki gün gider, üç gün gider. Bir ırmak kıyısına gelir. Burada, bir adam balık avlarmış. — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. Günlerce yol aldığı için acıkır tabii. Balıkçıdan ekmek ister. O da: — Irmakta ağ serili. Gel, birlikte toplayalım. Şurada evim var. Oraya gidip karnımızı doyuralım, der. Ağı çekmeye başlarlar. Balıkları çıkarırken çıkarırken, içinden bir balık çıkar. Kafası bir kız görünümünde, güzel mi güzel bir balık. Bunu gören Arap ile balıkçı balığa kıyamaz, ırmağa salıverirler.  İşlerini elbirliği ile bitirip kıyıya çıkarlar. Balıkçı, Arap’ı evinde misafir eder. Yiyip içerler. Sıra hoşbeşe gelince balıkçı: — Yolculuk nereye, diye sorar. Köle: — Böyle böyle… Padişahın bir gözü kör… Günün, doğduğu yere ona ilaç yaptırmaya gidiyorum, der. Balıkçının da, topal bir babası varmış. — Benim de, babamın bacağı topal. Öyleyse bana da bir ilaç getiriver, der. Biraz para falan verip Arap köleyi uğurlar.  Köle yeniden yola düşer. Giderken, giderken, önüne coşkun akan bir çay çıkar. Geçecek bir yer bulamaz, bir yere durup ağlamaya başlar. Bu sırada suyun yüzünden, cızt bir şey gelir. Bakar ki, merhamet edip salıverdikleri balık kız. Karşısına dikilip sorar: — Buyur kardeşim ne istersin? — Karşıya geçeceğim, geçit bulamadım.  — Tamam, ben seni atlatırım. Sen benim canımı kurtardın. Atla sırtıma, diyerek köleyi karşıya atlatır. Köle ayrılacağında balık kız: — Sen nereye gidiyorsun, diye sorar. O da böyle böyle anlatır. Balık kız, Arap köleye yardım etmek için saçından iki tel verir. Yapacaklarını bir bir anlatmaya başlar: “Bu telleri birbirine sürttün mü altı aylık yolu, yarım saatte, bir saatte alırsın. Biraz daha yürüdün mü yine saçları birbirine çalarsın. Yine altı aylık yolu kısa zamanda alırsın. Üçüncü defa kılı çakınca, karşına köğkeden yapılmış, bir çeşme gelecek. O çeşmede, her yerini yıkayacaksın. Her tarafın bembeyaz olacak. İşte orası güneşin doğduğu yerdir, der. Köle Arap kılları alır, yola devam eder. Giderken giderken, bakıyor ki yolun sağında bir elma ağacı var. Elmaları, güzel mi güzelmiş. Elma dile gelir: — Kardeşim, sen nereye gidiyorsun? — Eee,  Böyle böyle falan yere. — Benim meyvemi, kurt kuş, sinek böcek hiçbir şey yemiyor. Öyleyse bana da bir ilaç, muska bir şey alıver gel, der. Arap: — Olur, diyerek yoluna devam eder. Biraz yol alınca, bir armut ağacına daha rastlar. Ona da, sinek bile konmazmış. O da Arap kölenin nereye gittiğini öğrenince: — Bana da bir ilaç, bir muska getiriver, der. Arap oradan da ayrılıp yoluna devam eder. Ha bakalım de bakalım, biraz gider. Kılları çakar, yol alır. Bir daha çakar, yine yola devam eder. Gider üç gün beş gün. Neyse bir daha çakınca çeşmeye varır. Orada yıkanır. Her tarafı bembeyaz olur. Ama karnının orada, el kadar bir yer su değmediği için kapkara kalır. İşte o zaman güneşin doğduğu yere vardığını anlar. Burası balçık bir yermiş. Gidilecek gibi değilmiş tabi.  Biraz ileride bir köşk görür. Varır köşkün kapısını çalar. — Burada bir hoca varmış. Onu arıyorum, der. — Şu köşede oturuyor, diye gösterirler. Varır hocayı bulur: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. — Oğlum senin derdin ne? — Hocam, beni padişahım gönderdi. Böyle böyle… Onun derdinin ilacı nedir? Hoca, üç tane muska yapar: — Bunu ilettiğinde, bunun birini, gözüne sürecek. Birini, kapısının eşiğine koyacak. Birini de, toprağa gömecek, der.  Arap: — Bir de, topal adam var. Onun derdinin ilacı nedir, der. Onun içinde üç muska verir: — Birini dizine sürecek, birini kapının eşiğine, birini de toprağa gömecek. — Bir de, elma ağacı var. Ona ne diyeceğim? — Onun dibinde hazine var. Onu dibinden arıtmayınca, sinek bile konmaz. Onu kaldırtacak. — Ya, o armut ağacına ne diyeyim? — Onun derdinin çaresi de aynı. Dibindeki altınları kaldırtacak. Köle, hocanın elini öper. — Haydi, Allah’a ısmarladık, diyerek yola çıkar. Kılları sürter. Altı aylık yolu bir saatte gelir. Gele gele gelir armut ağacının dibine. Armut ağacına hocanın söylediklerini iletir. Armut: — Kardeşim, bu hazineyi sen kaldır, senin olsun. — Ben, burada kimi bulayım? Nasıl kaldırayım? — Şurada bir köy var. Oraya git. Muhtara söyle. Oradan, insan bulabilirsin. Kazma kürek alırsın. Köye varır: — Buranın muhtarı kim? — Benim. — Muhtar Efendi, şurada bir armut, bir de elma ağacı var. Onların dibinde hazine var. Onu kaldıracağız, diyerek muhtarla anlaşırlar. Köyden on, on beş kişi kürek, kazma, çuval alarak gelirler. Armudun dibini eşip çıkardıkları altınları, çuvallara doldururlar. Tam yirmi bir çuval altın çıkar. Oğlan: — Muhtar, bu altınların, bir çuvalı senin, der. Muhtar: — Ooo! Hazine, diye sevinir. Elmanın dibini kazarlar. Oradan da, yirmi çuval altın çıkarırlar. Oğlan: — Muhtarım, ben bunu ne ile götüreceğim? — Sana yirmi deve verelim. Onunla götürürsün. — Öyleyse, bu develeri bana sat. Ne istersin? — Deve başına on altın. — Al sana iki yüz altın. Develerin parasını da öder. Altınları yükler develere, ‘Haydi, Allah’a ısmarladık’ yola çıkar. Develerle beraber, yol alır. Gele gele gelir, çayın kenarına. Orada o balık kız bekleyip durur. Oğlan: — Geldim. Geriye gideceğim. Balık kız: — Benim üzerime beşer deve binsin. Ben atlatayım.  — Senin çok hakkın geçti. Şimdi ben, senin hakkını nasıl ödeyeyim? — Ne hakkı kardeşim. Sen benim, canımı kurtardın. Bir kuruş bile istemem. Öpüşüp helalleşirler, ayrılırlar. Haydi bakalım, topal adamın yanına varır. Muskaları verir. Birini dizine sürer. Birini kapı eşiğine, birini de toprağa gömer. Adam, anadan doğmuş gibi ayağa kalkar. Haydi bakalım, develerle yürü Allah, yürü Allah… Bir çayırlık yere gelir. Burada konaklar.  Karşıda da, padişahın sarayı varmış. Saraydan, o çayıra konaklayanı, görüp padişaha haber verirler. Padişah jandarmalara emir verir: — Varın gidin. Karşıda, çayırda konaklayan adamı oradan kaldırın. Jandarmalar varır: — Sen kimden izin aldın? Burası devletin malı, burada konaklamak yasak… — Padişah, burayı bana bir aylık kiraya vermez mi? — Onu bilemeyiz. Padişahla görüş, derler. Oğlan, onlarla padişahın huzuruna gelir: — Padişahım, burayı sen bana, bir aylık kiraya verir misin? — Sen, buranın parasını kaldıramazsın, devletin malı. — Hele söyle padişahım, gücüm yeterse veririm. Kaç para? — Yüz sarı lira vereceksin bir aylığına. İki aylık olursa, iki yüz altın. Hiç aşağıya olmaz. — Yap senedini padişahım, deyince padişah şaşırır. — Çok para, bunu bulmak mümkün değil, diye düşünür. Altın kesesi oğlanın yanındaymış. Dolu keseden çıkarıp iki yüz altını sayınca padişah sevinir. Senedi yapıp mühürler. Padişah o gece oğlanı misafir etmek ister. Oğlan: — Orada hizmetkârlarım var. İşim var, kaydım var. Ben gideyim, diye kalmak istemez. Oraya jandarma göndeririz. Sen, bu gece misafirim ol, diye ısrar edince kalmayı kabul eder. Jandarmaları gönderirler: — Ağanız, bugün padişaha misafir, diye haber verirler. Padişah, misafire yedir, içir. Sabah olur. Oğlan padişahı çadırına davet eder. Padişah da memnuniyetle kabul eder. Bu oğlanın neyin nesi olduğunu anlamak ister. Öğleden sonra karısı kızı, hizmetkârları davete varırlar: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. Otururlar; ama oğlanı tanıyamazlar tabi. Arap köle gitmiş, yerine bembeyaz bir oğlan gelmiş. Oğlan, büyük bir çadır çekmiş. Çadırın altında kırk çuval sarı lira sıralı. Oğlan, koyun kesmiş; gelen on, on beş kişiye öyle bir ziyafet çekmiş ki sorma…  Padişah, dışarı çıkarken içeri girerken, çuvalların orada biraz oyalanır. Merakla çuvalın içini eliyle yoklar,  sarı lira dolu. Ötekine, ötekine hep sarı lira…  Yiyip içip dönüp gelirler. Evde padişahla karısı: — Acaba bu deveci Yörük, bekâr mı ki? Bu, bizim kızı versek alır mı ki, diye düşünürler. Oğlana durumu açmaya karar verirler. Oğlanı yeniden saraya davet ederler. Oğlan gelir. Padişah oğlanı bir odaya çeker. — Sen bekâr mısın? — Bekârım. — Sen bizim kızı alır mısın? — Yahu padişahım, sen bir padişahsın. Ben bir deveciyim. Ben senin kızı nasıl alayım? — Yok, ben sana kızımı vereceğim. Tabi orda altın çuvallarını gördü ya. Zenginlik var ya. — Siz hoş görürseniz pekiyi, der kabul eder. Kıza da gösterirler, o da kabul eder. Bunlara kırk gün, kırk gece bir düğün tellalı yaparlar. Kırk gün geçer, düğün biter.  Neyse bunların gerdek gecesinde nikâhı kıyılır. Oğlan, gelini orada bırakıp, padişahın yanına girer. Muskaları çıkarır. Başlar anlatmaya: — Padişahım ben senin kapındaki köle Arap’ım, muskanı getirdim. İşte şunu gözüne süreceksin. Şunu eşiğe koyacaksın. Şunu da toprağa gömeceksin. Padişah, bir bir oğlanın söylediklerini yapınca görmeye başlar. Oğlan geri gelir. Kızla gerdeğe girerler, karı koca olurlar. Yıkanırken kız, oğlanın karnındaki siyahlığı görür. — Yahu sevgilim, senin karnındaki bu siyahlık nedir? — İşte Allah’tan. Giyinirler. Neyse konuşurken, konuşurken oğlan usulca tabakanın ağzını açar: — İşte, sizin kapınızdaki köle Arap benim. Seninle küçükken şurada oynaştık. Burada buluştuk. Şurada şunu ettik, burada bunu ettik. Baban beni hocaya yolladı muska getir diye. Ben onu getirdim. Babana verdim. Babanın gözü açıldı. Ben güneşin doğduğu yerde bir çeşmede yıkanırken acelemden, sevincimden oraya su değmemiş. Oracığım kara kalmış. Geri yerim bembeyaz.  — Vay sen bizim kapımızdaki köle Arap olduktan gayri, ben sana koca demem! Amma ilişkiyi kurdular gelin oldu. Oğlan: — Sen bilirsin, der. Kız rap rap kapıdan çıkar, babasının odasına girer. — Vay babacığım! O, bizim kapımızdaki köle Arap imiş. Ben ona koca demem, diye basar yaygarayı. — Yahu, kızım şu yanı, bu yanı, şöyle zengin, böyle zengin, diye ikna etmeye çalışır. — Ne olursa olsun, diye diretiyor kız. Padişah: — Bak keserim, seni! — Bembeyaz olmuş, oğlan, dediyse de; kız: — Üzerinde el kadar karayı gördüm. Çocukluğumuzdan bu yana, ne varsa bana anlatıverdi, der. Padişah: — Keserim seni, der. Kolundan tutup: — Ebedi iyi geçinin, mesut olun, diyerek kızı oğlanın yanına katar. Neyse sabah olur. Vezirler, hizmetkârlar herkes işinde kaydında… Padişah zengin gayri beş tane devletin parası var adamda. Ona verildi iki yüz sarı lira; amma hazinede yokmuş zaten o kadar para. O yanı bu yanı derken, ben iki sene oldu bir uğradım. İki üç tane çocukları olmuş. Mesutlar, bir iyiler ki o kadar iyiler…
Kör Padişah İle Kölesi Arap
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Zamanın birinde bir bey ile güzel bir kızı varmış. Bunların bir de çobanı varmış.  Bey kızı zamanla büyüyüp daha da güzelleşir. Çobanın da bu kıza gönlü düşer. Kızı alası gelir. Durumu kıza açar. Kız da: — Sen kimsin, ben kimim? Sen bir çobansın, ben bir bey kızıyım, diye çobana yüz vermez. Çoban, bu durumu hazmedemez.  Bir gün: — Beyim senin kızını ben falanla, filanla gördüm, diyerek kıza iftira atar. Beyin de olup bitenden haberi yoktur. Evvelki insanlar zaten bön imiş. Bey, kızına sorgu sual etmeden çobana inanır. Kızgınlıkla bir ip,  bir bıçak alır. Kızını insan çıkamaz bir yere götürür. Orada yerli yaş ağaçlara bağlar, sarar. Kesmek için bıçağı çıkarır; ama evladına kıyamaz. Bıçağını alıp çekip gider.  Öte dururken beri dururken; aç susuz on gün mü geçer, on beş gün mü geçer, kız ölüm menziline gelir. Çobanın biri de, dağ başında bir bölük davarını yitirir. — Davar arsız olur oralara çıktı mı ki, diye her yeri arar. Oraları ararken ararken kızın üstüne çıkagelir. Bakmış ki, güzel bir kız ölü gibi yatar. Çoban kızın yaşayıp yaşamadığını anlamak için eliyle dokunduğunda kızın vücudu bir seğirir. Kızın henüz ölmediğini anlar. Hemen ipi çözer. Koşar evine, bir bulamaç pişirir, bir kaşık alır, su alır, gelir. Azıcık yedirirken, azıcık içirirken, kız canlanmaya homurdanmaya başlar. Yedirirken içirirken ayılır. Kıza sorar: — Sen necisin, bu dağ başında ne işin var? Böyle, böyle çoban bana bir iftira attı. Babam beni kesmek için buraya getirdi. Acıdı kesemedi, bırakıp gitti, diye başından geçenleri bir bir anlatır. — Şimdi ben seni salsam babanın evine gider misin? — Ben babamın evine nasıl varayım? — Öyleyse sen, bana varır mısın? — Sen de Allah’ın kulusun ben de, varırım. Nikâh edip, evlenirler. Dokuz ay on gün sonra bir çocukları olur. Çocuğun adını kadın koymak ister, kocası da izin verir. “Ne İdik” koyar. Üç beş sene geçer, ikinci çocukları olur. Onun adını “Ne Olduk” verir. Birkaç sene geçer, üçüncü çocukları olur. Ona da “Ne Olacağız” adını koyar. Çocuklar böyle böyle büyürler, kocaman kocaman olurlar.  Dururken kızını kesecek olan bey, şehre iner. İşlerini bitirip evinin yolunu tutar. Yolda bir dolu olur, bir tufan olur ki sorma. Vakit de akşama yakındır, hava iyice kararır. Öte gezinirken, beri gezinirken bir dereye varır. Sel bastığı için dereden de geçemez. Öte bakar, beri bakar geçemez. Altında at ile dikilir kalır. Bakar ki, ormanın arasında taşın kökünde bir duman tüter. Bu duman tüten yere bakayım, diye atını çekip varır. — Hey, ev sahibi, diye seslenir. Ev sahibi dışarı çıkar: — Buyurun. — Beni misafirliğe alır mısınız? Bir bakarlar ki, elbiseli bir bey. — Bizim dirliğe kanaat edersen alırız, derler. Neyse içeri alırlar. Çobanın karısı bakar ki, karşısında babası. Çok şaşırır; ama bir şey demez. Bey, kızını tanıyamaz tabii. Beyin atını da bir yere takarlar. Önce misafiri kuruturlar. Sonra yedirip içirirler. Neyse bir ara çobanın karısı çocukları ünler: — Ne İdik, Ne Olduk, Ne Olacağız! — Buyur anne. Adam: — Çok da yaşadım; ama ben böyle isim duymadım. Çocuklarınıza neden bu isimleri koydunuz, diye şaşkınlıkla sorar. Çobanın karısı anlatır: — Bak ‘Ne idik?’ ,sonra ‘Ne Olduk?’, daha ‘Ne Olacağız?’ bakalım. Evvelce neydik? Bir bey kızıydık. Bir iftira yüzünden dağa atılıp sonra çoban karısı olduk. Yarın da ne olacağımız belli değil. Bey,  çobanın karısının kendi kızı olduğunu anlar. Kızını bulmanın sevinciyle secdeye kapanır. Sarmaş dolaş olurlar. Kızını, damadını, torunlarını alarak konağına götürür. Yaşayıp dururlar.
Ne İdik, Ne Olduk, Ne Olacağız?
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Vaktin birinde bir karı koca varmış. Bunlar kendi hallerinde geçinip giderlermiş. Bunların yakın zamanda bir de çocukları olacakmış. Kadın da hamileymiş.  Bir gün bu karı koca hükümette mahkemeye giderler. Mahkemede ne olduysa olur. Kasabadan az çok harç görürler. Köye doğru yola düşerler. Dönüş yolunda çocuğun ağrısı tutar: — Şimdi nereye gidelim, diye telaşa düşerler. Bir kenara ormanın içine giderler. Orada kadın doğum yapar. Bir oğlan çocukları olur. Çok sevinirler. Çocuğu beleyip sararlar. Kucaklarına alıp, yola devam ederler.  Yolda karşılarına bir kara adam çıkar. Bu adamın elinde bir kalem ile defter varmış. Hiç başını kaldırmadan öyle ona bir şeyler yazarmış. Kavuşuverirler: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. — Nereden geliyorsunuz? — Mahkememiz vardı. Oraya gittik. Dönerken doğum yaptık yolda, oradan geliyoruz. — Sen nereden geliyorsun? — Ben öleni siliyorum, doğanı yazıyorum. — Öyleyse bizim çocuğu da yaz, derler. Kara adamdan ayrılarak yollarına devam ederler. Şöyle biraz yürüyünce çocuğun doğduğu yerde bir şey unuttuklarını fark ederler. Adam karısına: — Ben varıp alıp geleyim, sen burada dur, diye tembih eder. Varır oraya. O kara adam tam çocuğun doğduğu yerde, oturup durur. Yine yazıp dururmuş. Adam unuttuğunu oradan alıp sorar: — Bizim çocuğu da yazdın mı? — Yazdım da sizin çocuğun işi iyi değil. Sonunda seni öldürecek. Anasını alacak. Adam telaşla hemen karısının yanına gelir. Böyle böyle anlatır: — Karı, götürmeyelim bu çocuğu, buraya koyalım gidelim. Buradan, birçok çocuksuz insan geçer. Onlar alırlarsa alırlar. Almazlarsa ne çare ölür gider,der. Düşünürler taşınırlar. Sonunda çocuğu bırakmaya karar verirler. Böyle bir yazgı yaşamak istemezler tabii. Çocuğu oraya koyup giderler. Çocuk uyur, uyanır, ağlar. Dururken bir adam gelir: — Heey, çocuk sahibi diye ünler bağırır. Kimse yok. Bu adamın da çocuğu yoktur. Bu sahipsiz çocuğun dağ başında öleceğini düşünür. Çocuğu alıp evine götürür. Besleyip büyütür. Neyse çocuk on sekiz, yirmi yaşlarına gelir. İş aramaya çıkar. Böyle iş ararken bir bahçecinin işçi aradığını duyar. Bahçecinin yanına varır: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. — Amca, ben iş arıyorum. Senin işçi aradığını duydum. Çalışmaya geldim. — Sen benim eve oturup bu bahçeyi bekler misin? — Beklerim. — Amma bahçemde bir insan görürsen, diri çıkarma ölü çıkar!diye de iyice tembih eder. Anlaşırlar. Bahçe sahibi: — Şunu çapala, burayı sula, diye yapılacakları gösterir. Başka bir yerdeki evine göçer gider. Oğlan bahçe sahibinin söylediklerini bir bir yapmaya başlar. Böyle böyle bir zaman geçer. Bir gün yine bahçede çalışırken bir çıtırtı duyar. Bakar ki, eğile eğile bir şey arayan bir adam. — Bana ağam ne dedi, diye düşünür. — Öldür, diye tembih etti ya. Bir tüfek sıkıverip, öldürür adamı. Meğer ölen adamı komşular tanırmış. Toplanırlar kabre koyarlar. Aradan biraz zaman geçer. Olanlar, ölenler unutulur. Komşular toplanıp ölen adamın karısına: — Gel, sen bu ocağı söndürme. Bu oğlana var, derler. Öte anlatırlar, beri yalvarırlar kadını ikna ederler. Sonunda kadını oğlanla nikâhlarlar, varıp giderler.  Gerdek gecesi kadının iki göğsünden de sel gibi süt patlar. Kadın komşuya koşar. — Böyle böyle, anlatır. Komşular bu işe bir anlam veremez. Varıp oğlana sorarlar: — Sen nerelisin, kimin oğlusun, anan baban kim? — Ben anamı babamı tanımam. Onlar beni bir yolun içine koyuvermişler. Bir çocuksuz adam denk gelmiş. Beni oradan almış, beslemiş büyütmüş. İş aramaya çıktım. Burada iş buldum. Böyle böyle oldu, diye anlatır. O zaman kadın kendi oğluyla evlendiğini, kara adamın söylediklerinden kaçış olmadığını anlar. Aklı başından gider.
Karı Koca İle Kara Adam
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Zamanın birinde, Kader ile Tecelli arkadaş olmuşlar. Bir gün Tecelli, Kader’e: — Sen bir dur. Ben şu demirciye yardım edeceğim, der. Demirci, günlük çalışır çalışır, bir sarı lira kazanır; akşam getirir,  hamına verirmiş. Ertesi gün: — Çok çalışacağım. İki sarı lira getireceğim, der. Çalışır, iki sarı lira kazanır, eve gelir. Evde hanım yok. Alıp sarı liraları tencerenin içine koyar. Adam: — Hanım komşuya gitmiştir. Varıp çağırayım, deyip komşunun yolunu tutar. Bu sırada karısı da başka bir yoldan eve gelir. Karşılaşamazlar.  Adam komşuya varıp sorar: — Komşu, bizim hanım sizde mi? — Az önce eve gitti. Adam karısını araya dursun evlerine komşularından biri gelir. — Abla, bana bir tencere lazım, der. Karısı kapaklı tencereyi, komşuya verir. — Al işini gör de getir, der. Derken adam, har har eve gelir: — Karı, bugün kazandığım iki altını şuradaki tencerenin içine koymuştum. Onu nereye kaldırdın, diye sorar. — Ulan şaşkın adam, komşu geldi. Tencere istedi. Ben de tencereyi ona verdim. — Eyvah! Gitti paralar. Kadın: — Adam, beni kandırma. Bir yanlışın var galiba, diyerek adama inanmaz, gidip komşuya sorar. Komşusu: — Hayır,  tencerede para mara yok, der. Kadın kocasına söylenmeye başlayınca adam: — Bak Hanım, yarın üç sarı lira kazanacağım. Gözlerine sokacağım, der. Ertesi gün sabah erkenden gider. Geç zamana kadar çat pat çalışır çalışır üç tane sarı lira kazanır. Adam paraları avucuna alıp köyün yolunu tutar. Köyün ortasından çay akarmış, üstünden köprüyle geçerlermiş. Adam koşarak eve giderken köprünün ortasında ayağı takılıp düşer. Paralar “cup” çayın içene gider. — Eyvah! Gitti paralar, deyip boynu bükük eve gelir. Hanımı sorar: — Hani paralar adam? — Ah hanım, böyle böyle oldu. Paraları elime alıp geliyordum. Köprüde ayağım takıldı düştüm. Paraları çaya düşürdüm. Kadın: — Ulan şaşkın adam, beni mi kandırıyorsun, diyerek yine kocasına inanmaz. Adam: — Hanım işte böyle oldu. Takdir böyleymiş.diye karısına dil döker; ama nafile. Adam iyice hırslanıp: — Bak hanım, yarın dört sarı lira kazanacağım. Sana, şunları bunları alacağım, der. — Haydi, bakalım pek de umamıyorum ya. Yarın adam yine çalışır, çalışır dört sarı lira kazanır. Gelirken: — Çocuklar bir haftadır etsiz. Bir kilo et alayım, diye kasaba uğrar. Eti alıp mendilin içine sarar. Mendilin ucuna da, kalan paraları bağlar. Eti götürürken, yolda su dökesi gelir. Eti oraya koyup bir çalının ardına gider. Bu sırada, yukarıdan bir karga gelip, et mendilini kapıp gider.  Kader, Tecelli’ye: — Dur! Adamın canına tak dedirttin, artık ben yardım edeceğim, der. Adam, eve gelir: — Hanım böyle şöyle oldu, dediyse de hanımını inandıramaz. Karısı: — Halen kandırırsın beni. Karşındaki çocuk mu, diye çıkışır. Adam bir gün daha çalışır. Kazandığıyla bir balta, bir urgan, bir de merkep alıp gelir. — Kadın, ben demir işini bıraktım. Yarın oduna gideceğim. Odunculuk yapacağım, der. Ertesi gün ormana gider. Bir meşe ağacını beğenir. — Bundan on yük odun çıkar. Birer liradan, on sarı lira, diye düşünüp kesmeye başlar. Pat küt çat meşeyi devirir. Ağacı odun ederken,  ucuna doğru geldiğinde kargaya kaptırdığı mendilini görür. Bir baksa ki, mendilin içindeki etleri karga yemiş, mendil parayla sallanıp durur. — Şansa bak, yahu diye sevinerek paraları alır. Odunu merkebe yükleyip köyün yolunu tutar. Gelirken pazara uğrar. Pazardan üç balık alıp eve gelir. Hayata odunları yıkıp karısına seslenir: — Hanım, hani ben bir et aldım, paraları da mendilin ucuna sardım demiştim ya. Bu gün onu buldum. Eti kargalar yemiş. Mendil, kestiğim meşenin ucunda takılı kalmış parada ucunda çıkılı. İşte paralar. Kadın gözlerine inanamaz, — Doğruymuş yahu, diye de sevinir. — Hanım, gelirken üç balık aldım. Temizle de çocuklara pişirelim, der. Kadın balıkları temizlerken karınlarını yarar. Bakar ki, üç sarı lira. Haa, adamın dediği doğruymuş. — Bak düşen paraları bu balıklar yutmuş, diye kocasına haber verir. O sırada tencereyi alan komşu gelir: — Komşu işim bitti. Kusura bakma, bu paralar tencerenin içindeymiş, deyip tencereyi verir. Kadın kocasına yaptıklarından utanır. Adamın kazandıklarıyla mutlu mutlu yaşarlar. Kader, adama böyle yardım etmiş, Tecelliye kalsa, adam yandı.
Kader İle Tecelli
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Eski zaman içinde, kalbur saman içinde, çok eski zamanlarda... Bir padişah varmış. Padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız pek kıymetliymiş.  Kız beş yaşına basar. Bunu yetiştirip, büyütmek için hizmetçi tutmak isterler. Tellallar çağırtılır. Herkes bu işe talip olur; ama aralarından güngörmüş bir nine seçilir. Bu nine padişahın kızını el bebek gül bebek büyütmeye başlar. Sarayda günler böyle geçerken nine boş kaldığında elini başına koyar düşünürmüş. Hep düşünceli bir hali varmış. Kız büyüyüp aklı erdikçe ninedeki bu durumu sezer. Bu halin sebebini sorar: — Nineciğim, sen niye düşünüyorsun? Ben seni her zaman düşünceli görüyorum? — Kızım benim ‘tasam’ var. — Nine, tasa neye derler bana bir anlat. — Bu bir kuştur. Bu meraktan falan ileri gelen bir şey değildir. — Nineciğim, sen bana bu kuşu alıp gelir misin? — Getiririm kızım; amma seni çok tasalara düşürür. — Hayır, nineciğim illa bu kuşu bana getir, diye diretir. Nine gider. Bu kız çocuğuna kuşu alıp getirir. Kuşun da nine gibi düşünceli bir hali vardır. Bu kuşu kafese koyarlar. Burada durdukça durdukça aradan birkaç sene geçer. Bir gün Tasa kuşu dile gelir: — Ablacığım, ben de dışarıdaki kuşlar gibi uçsam, ötsem, dağlara taşlara gitsem olmaz mı? Ne olur beni salıver, diye yalvarır. Kız kuşun dileğine dayanamaz. Kafesten salıverir.  Aradan az geçer, uz geçer, bir zaman sonra kuş geri gelir. Padişahın kızını uyurken alıp götürür. Kız bir zaman sonra uyanır. Kendisini bir dağın başında bulur. Tasa kuşu: — Bacı, işte öğren ‘tasa’ diye buna derler. Daha ileride senin başına ne tasalar getireceğim, deyip uçar gider. Kız orada yapayalnız kalır. Orda dururken, dururken akşam olur. Kız korkmaya başlar. Ne kadar olsa dağda bir kız çocuğu. Dağda taşta vahşi hayvanlar, kurtlar kuşlar uluşmaya bağrışmaya başlar. Bir çeşme başına gelir. Oradaki ağacın başına çıkar.  Orada uyur kalır. Neyse sabahleyin, bir padişahın oğlu şehzade ava çıkar. Gezerken bu çeşmenin başına varır. Fakat oğlanın atı çeşmeye yanaşmaz, ürküp su içmez. — Acaba bu hayvan niye yanaşmıyor, diye çevresine bakar. Bir de ne görsün, ağacın başında yetişkin güzel bir kız. Şehzade, kızı görür görmez âşık olur. Buna sorar: — İn misin, cin misin? — Hayır, in de değilim, cin de değilim. Sizin gibi bir insanım. Şehzade, kızı ağaçtan indirir. Alıp memleketine götürür. Bununla evlenir. Aradan az geçer, uz geçer… Üç çocukları olur. Böyle mutlu mutlu geçinip giderken bu kuş bir gece yine gelir. Bunlar uyurken çocukları alır, bir yere götürüp bırakır. Kızın ağzına da bir kan çalıverir. Kızı uyandırır: — Bacım ‘tasa’ diye buna derler, deyip uçup gider. Neyse sabah olur. Kalktıklarında şehzade bir bakar ki, karısının ağzı kanlı… Çocukları bir ararlar, çocuklar yok. — Bu çocukları bu karı yemiş galiba, ağzında da kanı var, diye düşünür. Şehzade telaşla anasının, babasının yanına varır. — Anneciğim, gelinin bu gece çocukları yemiş, der. Annesi, babası: — Sen, ne diyorsun oğlum? Hiç Âdemoğlu çocuğunu yer mi? Olmaz böyle şey, diye çıkışırlar. — Hayır, yemiş. Çünkü ağzında kanı var, deyince: — Sen bunu, nereden bulduydun? Nereden aldıydın? Nereden getirdiydin, diye sorarlar. Bir dağ başından getirdiğini öğrenince: — Öyleyse bu vahşi bir insan, bir hayvan, derler. Bir hayvandan olmuş sanırlar. — Sen bunu nereden bulduysan, nereden aldıysan oraya götür. Başından at, derler. Neyse şehzade karısını bir mecine dağın başına alır götürür. Sırtını başını da soyup, çırılçıplak salıverir. Kadıncağız, oralarda dolaşırken, dolaşırken, üstü başı da yok... Oralarda bir yere de varamaz. Oralarda dolaşırken bir çobana denk gelir. Çobandan çamaşır ister.  Çobana: — Kardeşim, ne olur üstündeki çamaşırların bir kısmını bana versen. Ben giysem olmaz mı, diye yalvarır. Neyse çoban, kızın haline acır. Üzerinden biraz çamaşırı soyunup kadına verir. Kadın bunu giyer, olur bir oğlan. Gide gide gider, bir şehre varır. Öyle ya başıboş, karnı aç, bir iş yeri açılmayınca olmayacak... Bir terziye varır: — Amca, beni yanına çırak almaz mısın? Karın tokluğuna çalışırım. Senden para pul istemem; yalnız karnımı duyuruvereceksin. Terzi: — Olur, alalım, der. Neyse terzi dükkânına çırak durur. Oğlan kalacak yeri olmadığından geceleri dükkânda yatar.  Bir gece bu Tasa kuşu buraya da çıkar gelir. Oğlan uykudayken bu kuş orada ne kadar kumaş varsa hepsini yırtar, ele alınmaz bir hale koyar. Oğlanı kaldırır. Dükkânın halini göstererek: — Bak, ‘tasa’ diye buna derler, deyip pencereden uçup gider. — Hey Yarabbi! Ben patrona ne cevap vereceğim, diye düşünürken sabah olur. Dururken patron gelir. Bakar ki, dükkânda yırtılmadık dağılmadık hiçbir şey kalmamış. Oğlanı eline alıp bir güzel döver. — Sen bana yaramazsın, deyip oğlanı kovar. Oğlan yeni bir iş bulmak için yola düşer. Öyle ya karın doyacak… Giderken giderken bir cam dükkânına varır. — Amca, beni çırak olarak almaz mısın, diye sorar. Ne bilsin her zaman bu Tasa kuşunun gelip gelip başına bela olacağını! Camcı oğlana acıyarak yanına çırak alır. Camcıda çalışmaya koyulur. Oğlan geceleri dükkânda yatar.  Böyle camcıda çalışırken çalışırken bu Tasa kuşu bir gece yine gelir. Çırak orada uyurken içeride ne kadar cam varsa hepsini kırıp şırkar. Çırağı kaldırıp: — Bacı, işte ‘tasa’ dedikleri budur. Daha ben sana ne tasalar getireceğim, deyip uçup gider. Sabahleyin patron gelir, dükkânda camların hepsi kırık, ayak basacak yer yok. Oğlanı bir güzel döver. Oradan kovar aşırır. Padişahın kızı, elini başına koyar şimdi ne yapacağını düşünür. Çaresizlik içinde gezerken yorulur bir yerde uyuyakalır. Kız uykudayken Tasa kuşu gelip kızı uyandırır: — Bacım, şimdiye kadar sana çok tasalar ukbalar getirdim. Artık sen ‘tasa neye derler?’ öğrendin. Şimdiden sonra senin kulun kölen olacağım, diyerek bunu alıp götürür. Bir şehirde büyük bir apartmana indirir. Oradaki çocuklarını gösterir. Sarmaş dolaş olurlar. Şehzadenin de yolu buralara düşer. Orada karısı ve çocuklarına tesadüf edince aklı suya erer. Yaptıklarına pişman olur. Kavuşmanın mutluluğuyla şehzade, karısını çocuklarını bağrına basar.  Tasa kuşu da bunlara o apartmanı verip vedalaşıp ayrılır.  Şimdi orada yaşayıp dururlar.
Tasa Kuşu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Eskiden bir çiftçi varmış. Adamın bir oğlu bir de kızı varmış. Rençberlik yaparak geçinip giderlermiş.  Derken harman zamanı olur. Harmanda düven sürerken çiftçi yorulup su ister. Testide de su bitmiştir. Çeşmeye su doldurmaya, oğlan: — Ben gideceğim.  Kız: — Ben, diye didişip dururlar. Babaları: — Oğlum, sen gitme. Bahçeden elma yiyeceğim derken gelemezsin, dediyse de dinletemez. Oğlan: — Ben çabuk gelirim, elma falan yemem, diyerek suya gider. Oğlan çeşmeye varır. Su doldururken, ağacın başındaki elmaları görür. Nefsi çeker, elma yemek için ağacın başına çıkar. O arada bir heybetli bir dev karısı gelir.  Dev karısı oğlanı görür: — Oğlum, bana ak elinle bir elma verir misin, der. — Oğlan bir elma atar. — O yere düştü, der. — Bir daha atar. — O çamura düştü, der. Bir daha atar. — O eşek satırına düştü, der. Dev karısının maksadı oğlanı yakalayıp yemekmiş. Dev: — Oğlum, elmayı ak elinle bana uzat. Ben oradan alayım, der. Oğlan elmayı uzatıverince elinden tutup indirir. Bunu bir çuvala katar, çuvalı da arkasına yüklenir, yola düşerler. Giderken, giderken... Dev karısının su dökesi gelir. Çuvalı bir kenara koyup bir çalının ardına gider. Çocuğun cebinde bıçak tılsımı vardır. Dev karısının ayrılmasını fırsat bilip onunla çuvalı keser. Çuvalın içine biraz çaltı dikeni doldurur, oradan uzaklaşır. Dev karısı geri dönüp çuvalı yüklenir. Eve giderken, çaltının dikenleri sırtına batar. — Ak oğlum güzel oğlum cimcikleme, der. Böyle böyle eve gelip çuvala bir bakar ki içi çaltı dikeni dolu.  Hemen geri dönüp, çeşmenin başına gelir. Bakar ki, çocuk da Ben dev karısını atlattım, diye yine elma ağacının başında elma yiyip durur. Dev karısı başka bir kılıkta görünerek, çocuktan elma ister: — Ak oğlum güzel oğlum, bana bir elma atı versene.  Oğlan atar. O çamura düştü diğeri pisliğe düştü derken: — Ak oğlum, şunu ak elinle uzatıver de oradan bari alayım, der. Çocuk uzatıverince çocuğun elini tutup çeker, yere indirir. Çuvala katar evine götürür. Evindeki odalardan birine bunu koyup kilitler.  Dev karısının bir kızı varmış. Kızına: — Bu oğlanı yarın yatıracaksın ‘Başındaki bitine bakıvereyim.’ derken keseceksin. Ben gelinceye kadar pişireceksin. — Organlarını da kapıya as. Ben geldiğimde ‘Haap’, deyiverip yiyeceğim, diye tembih eder. — Tamam mı? — Tamam. Dev karısı yine gezmeye gider.  Bu konuşmaları oğlan yan odadan duyar. Kıza bir oyun düşünür. Kız annesinin dediklerini bir bir yapmaya başlar. Önce bıçağını, satırını hazırlar. Sonra oğlana: — Gel senin başına bitine bakıvereyim. Başında bit vardır, onu temizleyeyim. — Dur! Önce ben seninkine bakıvereyim. Sonra sen benimkine bak.  Kız oğlana inanıp kafasını yere uzattığında, kızı kesip atar. Etlerini bir tencereye doldurup ocağa koyar. Memelerini de kapının arkasına asar. Dev karısı akşam olunca gelir. Bakar ki organlar kapının arkasında asılı. — Haap, deyip yutuverir. İçeri girip bakar ki, kızı yok, ocakta bir tencere kaynayıp durur. Tencereye bakar, kızı orada pişmekte. Oğlan ortalıkta yok.  Dev karısı öfkelenir.  Oğlanı bulmak için hemen yola çıkar. Oğlana yetişir. Oğlan önde o arkada kaç bakalım, kovala bakalım... Oğlan yorulur, büyük bir kavak ağacının başına çıkar. Dev karısı oğlanı oraya sıkıştırır. Oğlanı yakalayıp öldürecek. Oğlana: — Oğlum hastayım yardım et. Gel yemek yiyelim, şöyle böyle bir şeyler der; ama oğlanı aşağıya indiremez. — Oğlum oraya ben de çıkayım sen nasıl çıktın, diye sorar. Oğlan: — Ben bir demiri kızdırdım arkama koydum hoplayıp çıkıverdim, der. Ahmak dev oğlana kanar da söylediklerini yapmaya başlar. Demiri kızdırır kızdırır da arkasına koyup bir hoplar... Demir deve çakılıp kalır. Dev ölür, oğlan da kurtulur.  O rençper de oğlunu aramaya çıkmış. Geç vakit oğlu önünden gelmiş...
Dev Karısı İle Oğlan
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Çok uzun yıllar önce bir yörede Ahmet adında çok fakir bir adam yaşarmış. Ahmet’in üç tavuğu varmış. Bu üç tavuğun yumurtasını satar, çoluğunun çocuğunun geçimini kıt kanaat sağlamaya çalışırmış. Böyle böyle geçinmeleri gün geçtikçe zorlaşır. Bunun üzerine Ahmet Varıp gurbete gideyim. Biraz para kazanayım diye gurbetin yolunu tutar. Giderken giderken tabi yolda susar. Yol kenarında bir çeşmeden su içer. Orada bir kama bıçak görür. Kamayı alır bakar ki üzerinde ‘Doksan dokuz kanlı’, yazılı kama bıçağı alıp, çayıra saplar. Kendisi de oraya uzanıp yatar. Oranın yakınlarında devler varmış. Bu devler içeceği suyu bu çeşmeden büyük meşinlere doldurur giderlermiş. Devin birisi yine meşini alır su doldurmaya gelir. Bakar ki biri orada yatar, yanında bir kama bıçak çakılı üzerinde “Doksan dokuz kanlı” yazıyı görünce korkar. Tam o sırada devin kığıştısına adam uyanır. Bakar ki görülmedik bir şey korkuyla: — Allah, Allah, Allah diye yerinden doğrulur. Dev de bunun büyük bir yiğit olduğunu sanarak. Ona burada ne aradığını sorar. O da çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için para kazanmaya çıktığını anlatır. Dev de: — Gel sen bizimle çalış sana kazandığın paranın iki katını verelim, deyince adam sevinir. Beraber devlerin yaşadığı mağaraya varırlar. Orada bir dev daha vardır. Bunlar beraber yaşamaya başlarlar. Bir iki gün geçer. Ahmet Ağa: — Bugün suyu ben getireyim, diye teklif eder. Devler de: — Sen bu kocaman meşini nasıl taşırsın, olmaz falan dedilerse de Ahmet Ağa inat eder. — Getiririm, deyince meşini verirler suya gönderirler. Ahmet Ağa yüz elli iki yüz kiloluk suyu nereden taşısın? Meşinin içine beş on kilo su doldurup getirir.  Devler: — Len arkadaş hani getirdiğin su, diye sorunca Ahmet Ağa: — Ulan arkadaşlar siz bununla nasıl geçim yürütürsünüz? Yolun yarısına gelince susadım bir içtim işte meşinde bu kadar su kaldı, der. — Devler birbirlerine bir bakışırlar. — Bu bizden de beter bir içmede meşindeki suyu bitirmiş diye düşünürler. Ertesi gün oduna gidecekler. Ahmet Ağa: — Bugün oduna ben de gideyim diye onlara katılır. Birlikte urganları alıp, yakındaki bir koruluğa varırlar. Ahmet Ağa: — Her gün böyle odun taşımayla baş mı olur? Siz bir durun, deyip urganı alır orada kurumuş bir meşe kütüğüne urganın bir ucunu bağlar, büyük bir koruluğu urganla çevirir öbür ucunu da oradaki bir kuru kütüğe bağlar. Durumu gören devler: —  Arkadaş ne yaparsın sen böyle, diye sorunca Ahmet Ağa: — Koruluğu eve götüreceğim, deyip urganı bir asılır. Urganın iki ucundaki kuru kütükler çatır çatır göçer. Devler korkarlar: — Aman arkadaş dur, deyip elinden urganı alırlar. — Bu koru bize her zaman lazım, deyip biraz odun yükleyip inlerine dönerler. Akşam olup yatarlar. Devler bir yere çekilip: — Arkadaş bu adam beter bir adam, biz bununla baş edemeyiz. Bak bir meşin suyu bir seferde içti. Elinden almasak koruluğu götürecekti. Biz buna yeterince altın verip başımızdan savalım, diye kararlaştırırlar. Sabah olunca Ahmet Ağa’ya: — Ahmet Ağa sağ ol bizim işimizi gördün. Bizim işimiz bitti. Al sana bir torba altın. Bunu götür çoluğunla çocuğunla ye, derler. Bir torba altını gören Ahmet Ağa sevinir. İçinden de: — Yaptığım planların da çok faydası oldu, diye düşünmüş. Ahmet Ağa bir torba altını alıp çıkaracağında: — Ağalar siz de Pazar gün gelin de, size bir tavuk vereyim. Hediyem olsun, diyerek ayrılır. Gele gele evine gelir: — Ooo! Ahmet Ağa hoş geldin beş gittin; artık zengin biri olarak yaşamaya başlar. Neyse Pazar gün olur. Devlerden biri Ahmet Ağa’dan tavuk almak için yola çıkar. Giderken yolda bir çobana rast gelir.  Ahmet Ağa’nın orada ne yapacağından korkan dev, bu çobanı yanına arkadaş almayı düşünür. Çobana: — Arkadaş burada bizim Ahmet Ağa var ya bana arkadaş ol da oraya gidelim, deyince çoban: — İşte Ahmet Ağa’nın evi şurası, diye gösterir. Dev: — Aman arkadaş ben bu adamdan korkuyorum gel birlikte gidelim, diyince çoban içinden: — Kocaman dev Ahmet Ağa’dan neden korksun ki, diye düşünerek birlikte giderken, dev belindeki urganın bir ucuna da çobanı belinden bağlar. Çoban: — Ulan arkadaş sen hiç korkma o bizim memleketin en korkak adamıdır, dediyse de dev inanmaz. — Ulan arkadaş senin bildiğin gibi değil. O bizim bir meşin suyu bir içmede bitirdi. Koyuversek koca koruyu alıp götürecekti, diye çobana yalvarır. Çoban da onu kıramaz, Ahmet Ağa’nın evine gelirler. Ahmet Ağa devin geleceğini bildiği için evin damına bir el değirmeni kurar evin damında beklemektedir. Gelip Ahmet Ağa’ya: — Leyn Ahmet Ağa! Misafirin var. Arkadaşa söz vermişsin, tavuk almaya geldi, deyince değirmenin başında hazır duran Ahmet Ağa: — Be hey anasını… tavuğunu, deyip değirmeni kayır kayır çevirmeye başlar. Bunu duyan dev: — Allah Allah, deyip çobanı da belinde urganla sürüyerek kaçar. Tabii koca devin ardında sürünen çoban ölür. Dev har soluk mağaraya iner. Arkasından küt çobanın cesedi düşer. Bunu gören öbür dev: — Bu da ne arkadaş, diye sorar. — Arkadaş korktuğumuz başımıza geldi. Oraya vardım. İşte bu çobanı da yanına arkadaş olarak aldım. Hatta kaçar falan diye belinden urganı bağladım. Ahmet Ağa’nın evine vardık. Çoban “Leyn Ahmet Ağa misafirin var” deyince Ahmet Ağa “Be hey anasını tavuğunu, deyip başladı dişlerini çatırdatmaya. Ben de hemen kaçtım. Elinden zor kurtuldum. Kaçmasam beni yiyecekti, der. Dün oradan geçtim. İkisi geçinip gider. Yazık çobancağız ölmüş.
Devleri Korkutan Korkak
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, sivrisinek imam, deve berber iken, ben anamın beşiğini çıngır mıngır sallar iken... Böyle duymuştum.  Bir ihtiyar kocakarı ile bir de oğlu varmış. Oğlu cahil, benim gibi saf biriymiş. Kadın çaresizlik içinde öte beri başvurur: — Bu çocuğu ne yapayım, nasıl yetiştireyim, nasıl okutayım, diye düşünür. Bir türlü bir çare bulamaz.  Biri: — Abla, sen bu çocuğu Of dağına götüreceksin. Off of, diye bağıracaksın. Dağ yarılacak. Oradan bir Arap çıkacak. O Arap’ a teslim et, çocuğun okur, diye bir yol gösterir. Kadın söylenenleri bir bir yapmaya başlar. Gide gide Of dağına varır. — Off of, diye bağırır. Dağ yarılır. Bir Arap çıkıp: — Ne istiyorsun kadın sen, diye sorar. — İşte, oğlum! Okutmak için getirdim. — Teslim et çocuğu bize. Kadın çocuğu teslim eder: — Çocuğu ne zaman alabilirim? — Kırk gün sonra gel al, der Arap. Dağın yarılan yerinden içeri girerler. Dağ kapanır. Varsa ki, kocaman bir ova, ovada birçok at çakılı. Ortada yetişkin bir kız çocuğu oynuyor. Varırken o kız: — Ulan insanoğlu, babam seni de mi aldı geldi, der. Çakılı atları işaret ederek: — Bak gördün mü? Bunların hepsi senin gibi insandı. Babam sana, ne öğretirse öğretsin, sorarsa ‘Öğrenmedim’ diyeceksin. Döver, söver; ama yine de öğrenmedim de. Öğrendim, dersen bunlar gibi at olursun, diye tembih eder. Arap çocuğu okutmaya başlar. Çocuk, bu nasihati her ne kadar tutmaya çalıştıysa da, bir gün: — Öğrendim deyiverir. Der demez de at olup oraya çakılır. Arap’ın kızı gelip sorar: — Neden böyle oldu? Nettin sen? — İşte oldu. Dövmeye, sövmeye dayanamadım. Oğlanın bu haline acıyan kız bir çare düşünür: — O zaman, benim yakın zamanda düğünüm var, evleneceğim. Düğünde illa sana bineceğimi söylerim. Falan nehri geçerken, sen su içmek için kafanı eğ aşağıya, ben gemi gevşetivereceğim. O zaman, sen ne marifetin varsa göster kurtul. Bir daha ele geçme. Bir gün düğün kurulur. Arap’ın kızı söylediği gibi: — Ben, falan ata bineceğim, diye tutturur. Arap: — Kızım o at delidir, yenidir; o ata binilmez, dediyse de, kızı: — İlla da ben bu ata bineceğim, diye ısrar eder. Sonunda getirirler, ata biner, yola çıkarlar. Düğün alayı nehre varır. Tabii suyun içinden geçtikleri için, atın gemini kıza verirler: — Kızım, geme iyi sahip ol. Gemi hiç gevşetme. Suyun ortasına varınca, vur ata kırbacı çabucak geç, diye de tembih ederler. Suyun ortasına varınca, at su içmek için eğilir; kız da gemi gevşetiverir. O zaman at olan oğlan da ne marifeti varsa göstermeye başlar. Bir balık olup dalar denize.  Arap arkasından, bir yılan balık olup atlar. Bir zaman kovalamaca sürer. Yakalanacağı anda, güvercin olup uçar. Bu esnada, Arap da, bir şahin olup kalkar. Güvercin, bir sarmaşık olur. Bir ağaca sarılır. O da bir balta olup, başlar kesmeye. Tekrar bir güvercin olup yine uçar. Arap da şahin olup, başlar kovalamaya. Güvercin gide gide gider. Padişahın sarayının üstüne varınca, bir gül olup, bacadan aşağıya atar kendini.  O da arkasından, gülün sahibi sıfatında, saraya girer. Bakar ki, padişahla, kızı oturup dururmuş. — Padişahım, kızınız gülümü aldı. Koynuna koydu versin, der. Kız: — Hayır, almadım, dediyse de dinletemez. — Aldın, almadım, diye tartışırlar. Derken padişah araya girip kızına sorar: — Kızım gülü aldın mı? — Almadım. — Kızım aldığını söylüyor. Bak, bakayım şu koynuna! Kız, elini koynuna soktuğu zaman, gül bir avuç darı olup, yere dökülür. Arap bu ara, bir gurk tavuk olup, başlar darıları toplamaya. Padişah: — Bakalım acaba ne olacak, diye bir tane darının üstüne ayağını basar. Padişahın ayağı sallanmaya, gıdıklanmaya başlar. Ne var diye ayağını kaldırdığında, darı bir tilki olur. Orada tavuğu yer, kurtulur. Tilki genç, yakışıklı bir delikanlı olarak eski haline döner. Padişahın kızı da, oğlanı görür görmez âşık olur. Padişah kızını, bu delikanlıya verir. Kırk gün kırk gece düğün yaparak iki genci evlendirir. Darısı diğer delikanlıların başına...
Ali Cengiz Oyunu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Çok eskiden bir ailenin bir kız çocuğu varmış.  Bu kızın her gün penceresine bir kuş gelir: — Sen kırk gün cenaze bekleyeceksin, kırk birinci gün muradına ereceksin, der der gider. Kız: — Acaba, ‘Kırk gün cenaze bekleyeceksin, kırk birinci gün muradına ereceksin’ demenin manası nedir, diye düşünür durur. Neyse bir gece bu kuş gelir, kızı alıp denizin ortasında bir binaya götürür. Binanın içinde bir yatır vardır. Yatırın üzerindeki örtüyü bir kaldırır bakar ki, altında cenaze. Üzerini yine örter: — Bu, benim talihimmiş. Bir kuş bana böyle böyle diyordu. Kırk gün bekleyeyim. Bakayım, bunun sonunda ne murat var, diye düşünüp cenazeyi beklemeye başlar. Bu cenazeyi beklerken beklerken denizin ortasında günler böyle geçip gider. Kırkıncı gün binanın yakınından bir gemi geçer. Gemiye el edip durdurur. Öyle ya kırk gündür yalnız başına kalmaktan sıkılır. Gemidekilere: — Bana bir köle satar mısınız, der. — Parayla değil mi köle çok. — Satarız, derler. Onlardan bir cariye alır. Bu cariyeye: — Bacı,  ben kırk gündür cenaze bekliyorum. Üstüm başım koktu, temizlenip geleyim. Ben dönünceye kadar bu cenazeyi sen bekle, der. Cariye cenazenin başını beklemeye başlar.  Kız cenazenin başından ayrıldığında ölü uyanır, ayağa kalkar. Başında cariyeyi görünce sorar: — Kırk gündür beni sen mi bekledin? — Evet, ben bekledim. — Demek ki seni, bana Allah yolladı. Ben, seninle evleneceğim. Oğlan cariyenin sözlerine inanır. Kırk gün kırk gece düğün edip, evlenirler. Kız, bunların hizmetçisi olur.  Bunlar böyle yaşayıp giderlerken oğlan gurbete çıkmak ister. Yola çıkarken sorar: — Karıcığım, ben gittiğim yerden sana ne getireyim? — Bana kırk katır, kırk satır getiriver. Gemiye bineceğinde hizmetçileri olan kızla karşılaşır. — Sana ne getireyim? — Bana sabır taşı getiriver. Adam yola çıkar. Gemiyle giderken: — Acaba bu kız, sabır taşını ne edecek, diye düşünür. Adam işlerini bitirir,  ısmarlananları da alıp geri döner. Dönüşünde kırk katır, kırk satır ile sabır taşını getirip verir. Acaba bu taşı ne edecek, diye kızı takip eder. Kız sabır taşlarını alıp, odaya girer. Sabır taşlarını bir, bir eline, bir öteki eline koyar. Anlatmaya başlar: — Ey sabır taşı! Benim pencereme bir kuş geldi. ‘Kırk gün bir cenaze bekleyeceksin, kırk birinci gün muradına ereceksin’, dedi. Beni buraya getirdi. Ben bunun sonu ne olacak diye bu cenazeyi kırk gün bekledim. Kırkıncı gün cariyeyi cenazenin başına bıraktım. Çamaşırımı değiştirmeye gittim. Döndüğümde bu cenazeyi bir delikanlı olarak buldum. Cariye de onun hanımı olmuş. Delikanlı kırk gün kırk gece düğün etti onunla evlendi. Ben buna nasıl sabredeyim? Buna sabır olur mu, diyerek sabır taşına dert yanar. Sabır taşı kız dert yandıkça, dert yandıkça, başlamış her tarafından çatlamaya. Sabır taşı elden ele geçtikçe, çatladıkça, çatladıkça... Taş parçalanı. — Ya, sabır taşı! Bak sen bir saat bile dayanamadın. Ben nasıl dayanırım buna, diye söylenirken oğlan da, bunları anahtar deliğinden izler. Hani, sabır taşını kız ne edecek diye merak ediyor ya. Taşın çatlayıp patladığını, kızın dert yandığını duyup; görür. Böylece oğlan işin aslını öğrenir. Kırk katırı birbirine bağlar. Karı diye aldığı cariyeyi de katırların kuyruğuna bağlar. Katırlara da basmış, satır dedikleri de sopayı. Katırlar haydi bakalım... Cariye ezilip bozulup gider. Böylece cezasını görür. Oğlan sabreden kızla evlenir. Kız böylece sabrının muradına erer. Onunla geçinip dururlar.
Sabır Taşı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
                                                                                              DİV (DEV) Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Ülkenin birinde üç gardeş varmış. Bunların babalarından galan bi elma tarlaları varmış. Bu aile böylece bu elma tarlasından geçinip gidelermiş. Günlerden bi gün bu elma tarlasına bi div gelmiş. Bunların elma tarlalarına zarar vermeye başlamış. Bunlar divi öldürmeye karar vermişler. Büyük oğlan: — Siz durun, ben divi furen* gelen, demiş. Neyse büyük oğlan ertesi gün gitmiş, div elmaları yerken görmüş. Divin yanına varınca korkup geri dönmüş. Gardeşlerine: — Yok, ben divden korktum, divi furamadan geldim, demiş. Ortanca oğlan: — Ben, onu fururum, demiş. Bu da gitmiş, korkup geri gelmiş. Sıra gelmiş güççük oğlana! Güççük oğlan: — Onu, ben fururum, demiş. Gardeşleri bunun yapacağına inanmamışlar. Ama ertesi gün güççük oğlan gitmiş. Elma tarlasında divi beklemeye başlamış. Saklanmış, iyiyce gizlenmiş. Div gelince uygun anı gözletmeye başlamış. Div elmaları yerken bi furmuş, onu fena yaralamış. Div yaralı yaralı oradan kaçmaya başlamış. Sonunda yaralı div bi guyuya saklanmış. Güççük gardeş hemen diğer gardeşlerine haba verip hep beraba guyunun başına gelmişler. Div bi biçimde guyunun aşasında duruyomuş. Kim guyuya incek derken güççük oğlan: — Ben inerin, demiş. Bunu ipnen aşaya sallamışlar. Güççük oğlan divin yanına varınca div: — Fur, canımı al gari, demiş. Oğlan da: — Ben bi sefe fururum, başka furmam, deyince divin canı çıkıvemiş. Sonra nasıl olduysa guyunun içinden bi kapı açılmış. Bi bakmış içerde dünya gözeli bi gız. Güççük oğlan: — Bu, en büyük abimin, demiş. Sonra onu ipnen yukarı yollamış. Sonra ilerlemiş, bi kapı daha açılmış, orda da ötekinden daha gözel bi gız: — Bu da ortanca abimin olsun, demiş. Onu da ipnen yukarı yollamış. Tekrar ilerlemiş. Bu sefe bi kapı daha açılmış. Ordaki gız hepiciğinden daha gözelmiş, dünyalar gözeliymiş. — Aha, bu da benim oluvesin gari, demiş. Onu da yukarı çıkarmışlar. Emme kendi tam yukarı çıkarkene ağabeyleri ipi kesivemiş. Oğlan guyuya düşmüş, orda galmış. Sonra oğlan ne yapsın. Bi yol bulmuş, kapılardan geçerek ilerlemiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Ne kadar yol gittiğini, ne kadar zaman geçtiğini kendi de bilememiş. Neyse bi ülkeye gelmiş en sonunda. Güççük oğlanın geldiği bu ülke o kadar gözelmiş ki cennet gibiymiş. Yemyeşil tepeler, dağlar, ağaçlar, ormanlar… Gürül gürül akan çaylar, dereler, ırmaklar… Sonra oğlan bi ağacın altına gelmiş. — Dur, bu ağacın altında güççük dinnenem, uyuyem, demiş. Tam uyucakken ağaçta guş yavrularının çığırtısını, bağırtısını duymuş. Guş yavruları çıyak çıyak ediyomuş. Bi bakmış, yılanın biri guşları yimeye gidiyo. Kalkmış, usulca yılana yaklaşmış. Yılanın kafasını ezip, öldürüvemiş. Bi zaman sonra guşların anası gelmiş. Nasıl alduysa Allah, guşların yavrularına dil vermiş, yavrular konuşmaya başlamış. Yavrular annelerine: — Ana! Bu oğlan, yılan yiyecekken bizi yılandan kurtardı, demişler. Ana guş: — Her sene benim yavrularımı bu yılan yirdi, şimdi dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan bu arada yerin yedi kat altında olduğunu öğrenmiş. Bu durum karşısında oğlan guşa: — Yerin bu yedi kat altından kurtulmak dilerim, demiş. Guş, oğlanın yeryüzüne çıkma isteğini kabul etmiş. Ancak bunun için: — Yedi gova et ve yedi gova su gerekli, demiş. Genç de: —Tamam, diyerek oradan ayrılmış. Gide gide bi çeşmenin yanına varmış. Çeşmenin başına varınca ne görsün! Divin biri bi gızı kaçırıyo. Gız feryat ediyomuş, gız divin elinden kurtulamıyomuş. Sonra genç, divin üzerine atlamış, gızı divin elinden kurtarmış. Sonra gız, oğlanı babasının yanına götürmüş. Adam, ülkenin varlıklılarındanmış. Oğlanın bu davranışına çok sevinmiş ve ona: — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da yedi gova su ile yedi gova et istemiş. Adam hemen istediklerini vermiş ve oğlan elindekilerle guşun yanına gelmiş. Guşun sağ kanadına yedi gova eti, sol kanadına yedi kova suyu koymuş, üstüne de kendisi oturmuş. Oğlanla guşun yolculuğu başlamış. Yeryüzüne doğru yolculuk ederkene oğlan guşun ağzına bi et veriyomuş bi su, tam yedinci kata çıkarken et tükenivemiş. Oğlan hemen bacağının arkasından bi parça et koparıp guşun ağzına vemiş. Guş bunu anlamış, o eti yimemiş, ağzında tutmuş ve oğlanı yeryüzüne çıkarmış. Oğlan yeryüzüne çıkınca yürümeye başlamış emme yürüyememiş. Ayakları uyuşmuşmuş. Bu arada guş ağzındaki parçayı da geri yapıştırmış. Ayak eskisinden daha sağlam olmuş. Oğlan, ülkesine varınca bi bakmış, kendisi için ayırdığı gızı başkasına düğün ediyolar. Yalnız bu arada o bi sarrafın yanına çırak olarak girmiş. Bi ara ustasından izin isteyip dükkândan ayrılmış. Düğün yapılırken bi anda düğün yerini atlı bi oğlan birbirine gatmış, ortalığı dağıtmış, gelini de kaçırmış. Herkes bu işe çok şaşırmış. Bunu yapanın kim olduğunu bilememişler. Sonra az gittikten sonra oğlan dükkâna geri gelmiş. Ustası da: — Ya oğlum, sen yokken burda neler oldu biliyon mu? Ortalığı genç bi oğlan savaş meydanına çevirdi, gızı da kaçırdı, demiş. Oğlan gülerek: — O bendim usta, demiş. Ustası da: — Hadi oğlum hadi, işine bak, demiş. Sonra oğlan işten ayrılmış ve sevdiği gızı da alıp çok uzaklara gitmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… *furen: Vurayım (Kaynak Kişi: Fadime GÖKBOYA, 1920 Kula/Manisa doğumlu, ümmî (okuyazar değil), Manisa’nın Kula ilçesi Güvercinlik köyünde yaşıyor, masalı büyüklerinden öğrenmiş, masal 2005’te derlendi.)
Div (Dev)
Manisa
Ege Bölgesi
Varmış yokmuş, bir padişah varmış. Vakti zamanında padişahlar devriye gezerlermiş. Bu padişah da lalasıyla beraber bir zenginin evine misafir olmuş. Ev sahibinin de çok telaşı varmış; içeri gider gelir, bir taraftan da bunlara hizmet eder. Padişah sorar: -Oğlum, nedir senin telaşın? Bu kadar çok gidip geliyorsun. -Hocam, benim işim var. -Nasıl işin? -Böyle böyle... Kölen doğum yapıyor. Gidip ona hizmet ediyorum. -Pekala evladım, çok iyi. Çocuk doğar. Bu padişah remil atar, bakar; bu çocuğu evlendiği gece kurt yiyecek. Bu padişah der ki: -Biz seninle kardeş olalım. Sen bu oğlanı hemen everme, everdiğin zaman da bana haber ver. -Peki kardeş. Bunlar kardeş olurlar. Padişah kalkar gider. Bu çocuk da gel zaman git zaman büyür. Askerliğini yapar. Sürü sahibi tabii et yer, süt içer, yoğurt yer, kaymak yer, tezce büyür. Çocuk askerden dönünce annesi der ki: "Bu çocuğumuzu artik everelim." -Everelim Kız isterler. Hazırlanırlar. Padişaha da haber verirler. Bu padişah, iki alay asker alır gelir. Evin etrafını askerler çevirir. Eve lamba asarlar ki, kurt gelip çocuğu yemesin. Bu çocuk gerdeğe girer. Cebinden bir elma çıkarır, keser, yer, ortasını yere atar. Yere atar atmaz içinden bir kurt çıkar, hemen büyür, bu çocuğu yer. Askerler bütün gece dışarıda beklerler. Sabah olunca kapıyı açar bakarlar; öküz kadar bir kurt çocuğu yemiş, orada bekliyor. Ellerini dizlerine çarparlar: -Biz bu kadar masraf ettik, bu kadar emek çektik; elmanın içindeki kurt büyüdü, çocuğu yedi". Cenabı Allah’ın yazısı değişmedi. Yedi içti, muradına geçti.  
Elma Kurdu
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, Gül ve Sinan diye iki insan varmış, bunlar evlenmişler. Az geçinmişler, uz geçinmişler. Derken bir gün araları açılmış. Araları açılınca, Gül’ün bir tılsımı varmış. Asayı birbirine çakmış: — Yarabbi benim erkeğim köpek olsun, demiş. Allah ecrini vermiş. Sinan köpek olmuş. Kadın, kocasını köpek olarak evde beslermiş. Evde beslerken beslerken, bir gün Sinan asayı ele geçirmiş. Bu asayı birbirine çaktığında, kendisi adam;  ailesi köpek olmuş...  Bu hikâye böyle giderken, ‘Gül Sinan’a neylemiş? Sinan, Gül’e ne etmiş?’, bilen kimse kalmaz. Öyle ya bu hikâye, çok eski bir zaman hikâyesi. Belki dokuz yüz senelik, bin senelik bir hikâye. Adamın biri: — Acaba ‘Gül Sinan’a neylemiş, Sinan, Gül’e ne etmiş’ bilen var mı öğreneyim, diye merak etmiş. — Bunu bilse bilse, memleketin en yaşlı adamları bilir, diyerek yola çıkmış. Memleket memleket, dolaşa dolaşa… Yaşlı kim vardır ararken, biri: — Filan memlekette, yaşlı bir adam var. İki yüz yaşında. Sen gideceksin, bu adamı bulacaksın. Gül Sinan’a neylemiş, Sinan Gül’e ne etmiş? Belki bu adam bilir. Ondan öğreneceksin, diye yol göstermiş. Adam, tarif edilen yere varıp; iki yüz yaşındaki adamı bulmuş. Kır saçlı, sakalı uzun, biri… — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. Adama: — Amca, eski zamanda Gül ve Sinan diye iki insan varmış. Bunlar karı kocaymış. Bunlar birbirlerine tılsım yapmışlar. Bunların ne yaptıklarını, nasıl yaptıklarını, bir bilen yok. Sen, bunu duymadın mı? İşitmedin mi, Gül Sinan’a neylemiş, Sinan Gül’e ne etmiş? Bunlar ne etmiş de böyle derler, diye sormuş. Kır saçlı adam, karısına: — Karı, kalkıver bakayım. Şurada benim kitabım vardır. O kitabı getiriver. Kadın kalkmış, dolaptan, bir kitap alıp gelmiş. İki yüz yaşındaki adam bir bakmış: — Hanım, benim istediğim kitap bu değil. Öteki kitabı getir, demiş. Kadın: — Ben senin maskaran değilim. Ben bilip, bulamayacağım. Kalkıver, hangisiyse al, bak, diye adamı azarlamış. İki yüz yaşındaki adam: — Neyse kardeş, ben bilemeyeceğim. Memlekette, benim büyük kardeşim var. Dört yüz yaşında. Git ondan öğren, diyerek göndermiş. Adam gitmiş, o memlekete de varmış. Oradakilere: — Burada dört yüz yaşında bir dede varmış. Kimdir bu, diye sormuş. — Filan adam, diyerek adamı, yanına iletmişler. Bakar ki, bu adam iki yüz yaşındaki kardeşinden daha genç. — Allah Allah! ‘Ben iki yüz yaşındayım’ diyen adam, saçı sakalı ağarmış, yaşlı bir dedeydi. ‘Benim büyük kardeşim’ dediği dört yüz yaşındaki adam, ondan daha genç, bu nasıl olur, diye düşünmüş. Bu dedeye de sormuş: — Amca, Gül, Sinan’a neyledi? Sinan, Gül’e ne etti? Dört yüz yaşındaki adam da: — Hanım, benim kitabı al da gel, bakalım, demiş. Hanımı bir kitap alıp gelmiş, kocasının önüne koymuş. — Hayır, bu kitap değil, başka bir kitap olacak. Kadın gitmiş. Başka bir kitap alıp getirmiş. — Hayır, bu da değil. Başka kitap al da gel. Bunu üç beş sefer tekrarlayınca, kadın yüzünü çevirmiş: — Ben bilemeyeceğim, kalkıver öyleyse kendin bul, demiş. Bu adam da: — Bunu ben bilemeyeceğim, diyerek altı yüz yaşındaki, kardeşine havale etmiş. Adam, oradan da ayrılmış. Araya araya altı yüz yaşındaki adamı bulmuş. Bu adam delikanlı, daha yenice bıyıcağı terlemiş; on sekiz, yirmi yaşında bir genç gibidir. Adam şaşırmış: — Allah Allah!.. İki yüz yaşındakinden, dört yüz yaşındaki kardeşi daha genç. Altı yüz yaşındaki kardeşimiz’ dedikleri bir delikanlı. Bu nasıl olur, diye düşünmüş. Bu adama da sormuş: — Gül, Sinan’a neyledi? Sinan, Gül’e ne etti? Altı yüz yaşındaki adam da: — Hanım, kalkıver, dolaptan kitabı alıver. Karısı kitabı alıp gelmiş. — Bu değil, öbürünü getir. Karısı başka bir kitap getirmiş. Götür getir, götür getir, götür getir… Kadın saatlerce getirip götürmüş, ama kaşını bile karartmamış. Altı yüz yaşındaki adam: — Bunu ben de bilemeyeceğim, deyip adamı memleketine uğurlamış. Bu arada adam: — İki yüz yaşındaki adamı karısı iki sefer söyleyince tersledi. Dört yüz yaşındakinin karısı, bundan biraz iyiydi. Üç beş sefer sonra tersledi. Altı yüz yaşındaki adamın karısı ise bir boy getirip götürdü. Kızmak terslemek yok!... İki yüz yaşındakinden, dört yüz yaşındaki kardeşi daha genç. ‘Altı yüz yaşındaki kardeşimiz’ dedikleri bir delikanlıydı, diye düşünmüş. Sonunda Gül, ‘Sinan’a neyledi? Sinan, Gül’e ne etti’,  anlamış. — Ha, adamı kocatan karısıymış, deyip memleketinin yolunu tutmuş. Erkeğin hayatı, kadının elindedir. Siz bana ‘Sen yengeye bakmamışsın!’, dediniz. Beni genç gördünüz. Benim karım da iyi bir kadın olmalı…
Gül Sinan’a Neyledi, Sinan Gül’e Ne Etti?
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Vaktin birinde üç erkek,  üç kız çocuğu olan bir adam varmış. Bu adam, ölümü yaklaştığında oğlanlarını toplayıp, onlara vasiyet eder: — Kızlarımı,  kim gelip isterse ona verin. Geriye çevirmeyin. Sonra huzuru mahşerde sizi yanıma getirtmem, der. Adam bir gün ölür.  Neyse bu arada bir gün kapı çalınır. Kapıda bir dev selam verip büyük bacılarını ister. — Size beş dakika müsaade bana cevap verin… Evde kardeşler toplanıp durumu değerlendirirler. Büyük oğlanlar kız kardeşlerini vermek istemezler; ama küçük oğlan babalarının vasiyetini hatırlatır.  İş uzayınca, dev odaya girip: — Ne oldu verecekseniz verin, yoksa hepinizi yiyeceğim, der. Neyse büyük kızı küçük oğlanın isteğiyle verirler. Dev kızı alır gider, onlar da ağlaşarak kalırlar. Aradan üç ay mı geçti beş ay mı geçti?  Kapıda bir dev daha… O da önceki dev gibi: — Ben de ortanca kız kardeşinizi almaya geldim, der. Tekrar düşünürler. Bu bacılarını da bir deve vermek istemezler ama ne çare, ellerinden bir şey gelmez. Babaları vasiyet etmiştir bir kere. Bu kız kardeşlerini de deve verirler. Dev alıp götürür.  Yine aradan üç ay mı, altı ay mı geçer.  Kapıda bir dev daha… O da küçük kız kardeşi ister. Çaresiz ona da küçük kız kardeşlerini verirler. Dev alıp gider.  Gel zaman git zaman iki oğlan kardeş de evlenir.  Gelelim küçük oğlana. O evlenmemiş, kahveden gelir kahveye gidermiş, çok hüzünlü ve düşünceli bir hali varmış. Kardeşleri, bunun ne yaptığını merak edip kahveciye sorarlar: — Bu kardeşimiz burada ne yapar? — Duvardaki şu resme bakar bakar gider, başka bir işi yoktur. Kardeşleri küçük oğlanı yine kahveye gittiği bir gün resme bakarken bulurlar. Bu halinin sebebini sorarlar. Küçük oğlan anlatmaya başlar: — Ben bu resimdeki kıza âşık oldum. Bunu bana alırsanız alın, almazsanız ya kaybolur giderim, ya da intihar ederim, der. — Bana bunu isteyin, diye de tutturur. Kardeşleri: — Can kardeş, duvardaki bu resim Benli Gelin’indir. Bu gelin Kafdağı’nın ardındadır. Oranın kralıdır. Biz orayı nasıl bulacağız? Hangi güçle Kafdağı kralını isteyeceğiz? Bu iş olmaz, diye çıkışırlar. Bunun üzerine, oğlan bir gün Benli Gelin’i bulmak için evden biraz azık alıp yola çıkar. Kimseye de haber vermez. Kafdağı’na ulaşmak için aç susuz, yata kalka günlerce yol alır. Bu arada saç sakal birbirine karışır, tanınmaz bir hal alır. Kafdağı’na giderken bir dağ kenarında akşam olur. Dağın bir yerinden bir duman tüter. Oraya sığınmak için varıp kapıya tak tak vurur. Bir de ne görsün, kapıda büyük bacısı… Birbirini tanırlar, sarmaş dolaş olurlar. Kardeşi oğlana, burada ne aradığını sorar. Oğlan: — Kafdağı’na gideceğim. Orada Kafdağı kralı Benli Gelin’i bulacağım, der. Büyük kız: — Dur kardeşim, şimdi dev enişten gelirse seni yer. Ben seni süpürge yapayım. Enişten gelince ben olanları anlatırım. Seni misafir kabul ederse tekrar insan yaparım. Eski haline çeviririm, der. Oğlanı süpürgeye çevirir. Dururken dev gelir: — Burnuma kan koktu” diyerek içeride birisi olduğunu anlayınca kadın sorar: — E, kardeşlerimden birisi gelse ne yaparsın? — Büyük kardeşinle, ortanca kardeşin gelse onlara biraz eziyet ederim. Onlar bana seni verme konusunda biraz zahmet verdiler. — Ya küçük kardeşim gelse ne yaparsın? — Ona bir kötülük yapmam. Devden söz alınca, kadın işaret parmaklarının tırnaklarını birleştirerek sırrı bozar. Süpürge olan oğlan eski haline gelir. Dev oğlanın gözlerinden öper. Nereden gelip nereye gittiğini sorar. Oğlan da:  — Kafdağı’na gidiyorum. Orada Benli Gelin’i bulacağım, der. Ak kardeşim, bizim dedemize Kasır dev, derlerdi. Onu bile Kafdağı’nda öldürdüler. Sana bu konuda bir çere olamayız. Ama yolda bir zorda kalırsan, biz üç kardeşiz, sonunda ölüm de olsa sana koşarız. Yerler içerler yatarlar. Sabah — Haydi Allah’a ısmarladık, der; oğlan yola çıkar. Dev, oğlan gitmeden, belindeki bıçağı alır: — Senin başına bir iş gelirse zorda kalırsan bıçağın ucundan kan damlar. Biz de senin durumunu bundan anlarız, der oğlanı uğurlar. Yoluna devam ederken yine bir dağda duman tüttüğünü görür. Oranın da kapısını çalar. Orada da ortanca kardeşi ile karşılaşır. Büyük bacısının orada yaşadıklarını tekrar yaşar. Orada oğlan bir kürek şekline getirilir. Devin karısı, devle anlaşıp sırrı bozar. Kürek olan oğlan eski haline döner. Sarmaş dolaş olup, yiyip içmeden sonra sabah olur. Oğlan yola çıkamadan durumu anlatır. Bu dev de ondan tespihini alır. Zorda olduğunu o tespihten bilecek. Uğurlar… Birkaç gün sonra yine bir akşamüstü, bir dağda gördüğü duman tüten yere gelir. Kapıyı çalar. Oradan da küçük kız kardeşi çıkar. Orada da önceki kardeşlerinin yanında yaşadıklarını yaşar. Orada da bir odun olur. Sır bozulur eski haline gelir. Oğlanı uğurlarken göyneğinden bir parça alırlar. — Zorda kalırsan biz bundan anlarız, der yolcu ederler. Oğlan, Kafdağı’nı bulmak, orada Benli Gelin’e kavuşmak için yoluna devam eder. Üç gün, beş gün on gün gider, bir kaleye gelir. Bu kale Kafdağı’nın kalesiymiş. Yetmiş tane silahlı kılıçlı nöbetçi varmış. İçeriye kuş uçurtmazlarmış. Ama oğlanı göremezler. Bir yel gibi kimseye görünmeden kaleyi geçer, içeriye girer. İçeride yürürken bir çobana rastlar. Çoban: — Ey insanoğlu sen nereden gelirsin? Buraya nereden geçtin? — Şu kale kapısından geçtim. — Seni nöbetçiler nasıl görmedi? Sen nereye gidiyorsun böyle, der çoban. Oğlan da, Kafdağı’na gittiğini orada Benli Gelin’i bulacağını söyler. Çoban, akıllı mı akıllı ve de tecrübeli bir çobanmış. Çoban: — E, kardeşim Kafdağı burası. Ben Benli Gelin’in çobanıyım. Sana Benli Gelin’i göstereyim. Yalnız ben koyunu keseceğim, postunu yüzüp sana giydireceğim. Sen dört ayaklı bir koyun olarak, sürünün içinde ahıra gireceksin. Ahırda Benli Gelin’in bir atı vardır. Onun yanına gideceksin. Hayvanın torbası varsa onu çıkarıp, su kovasını koyacaksın. Su kovası varsa, başına torbayı asacaksın. O zaman at kişner. Benli Gelin’in haberi olur, ahıra iner. Benli Gelin öyle güzeldir ki on iki arşın saçı vardır. Altısı belinde dolalıdır, altısı yerde sürünür. O indiğinde kendine hâkim ol, sakin ol, sakın bayılma, diye tembih eder. Neyse koyun postuyla ahıra giren oğlan, atın önünden su kovasını alır; torbayı asar. At kişnemeye başlar. Oğlan Benli Gelin’i iyi görebileceği, ata yakın bir yerde koyun kılığıyla bekler. Dururken Benli Gelin ahıra iner. Atın yanına gelir. Atın başından torbayı çıkarıp kovayı koyar. Oğlan, Benli Gelin’in cemalini görür görmez: — Ah, diye bir ses çıkarır. Kendinden geçer. Benli Gelin yukarıya çıkar. Oğlan ayılıp torbayı tekrar değiştirir. At tekrar kişner. Benli Gelin tekrar iner. Atın torbasını değiştirip dönüverdiğinde, gelinin yerde sürünen saçına oğlan basar. Gelin: — Düldülüm, ayağını saçımın üstünden çek, der. At çatır çatır ayaklarını kaldırır. Gelin yine kurtulamayınca saçını tuta tuta gelir. Görse ki bir oğlanın elinde saçları sarılı… — Necisin sen? — İnsanoğluyum. — Sen nereden geldin buraya? Ne için geldin, diye sorar. Oğlan: — Falan yerden seni görmeye geldim. — Ya! Seni kimse görmedi mi? — Görmedi. Allah tarafından bunu nöbetçiler görmemiş. Hadi bakalım, düş arkama; yukarıya çıkarlar. Hizmetçiler varmış. Onlara emir verir: — Bunu götürün, yuyup yıkayın, temiz urbalar giydirin, der. Oğlan temizlenir, tıraş yapılır, temiz urbalar giydirilir, Benli Gelin’e getirilir. Benli Gelin oğlanı beğenir. Onunla, Düldül atına binerler, çevreyi dolaşıp, avlanırlar gelirler. Bu böyle devam ededursun… Bu arada, Çin Kralının biricik oğlu da Benli Gelin’e resminden âşıktır. Babasına durumu açar: — Bana Benli Gelin’i bulursan bul, bulmazsan intihar ederim, der. Çin Kralı bir sandal yaptırır. İçine bir cadı koyup Benli Gelin’i getirmesi için görevlendirir. Cadı, üç beş gün sandalla denizde yol alıp Kafdağı’nın kıyısına yanaşır. Sandalı oraya saklar. Benli Gelin nöbetçileri kıyıdan çektiği için saraya rahatça girer. Benli Gelin’in kapısına gelip: — Yatacak bir yerim yok, falan der. Yatmak için yatak verilir. Merdivenin altına yatar. Sabah Benli Gelin’e durumu açınca o da nişanlı olduğunu söyler. Cadı Benli Gelin’ i almak için, nişanlısını öldürmeye karar verir. Cadı: — Sor bakalım nişanlın olacak oğlanın bir sırrı var mıymış, der. Benli Gelin akşam olunca oğlana: — Sevgilim, senin bir sırrın var mı, diye sorar. O da: — Var, der. — Süpürgeyi üç öğün üstümden atlatırlarsa ben ölürüm, diye sırrını açıklar. Bu sırrı Benli Gelin cadıya anlatır. Oğlan uyuyunca, cadı üstünden üç defa süpürgeyi atlatır. Sabah olunca cadı bakar ki, oğlan sapasağlam ölmemiş. Meğer cadı süpürgeyi üç öğün yerine üç defa atlatmış. Cadı, Benli Gelin’e: — Bu oğlanın başka bir sırrı var mıymış onu öğren, diye tembih eder. Benli Gelin oğlana: — Senin başka bir sırrın var mı, diye sorar. O da: — Şu bıçağın sapını bir kuyuya, tımlısını bir denize atarsanız ben üç günde ölürüm, diye ikinci sırrını da açıklar. Benli Gelin, gelip cadıya yine sırrı söyler. Cadı karısı, bıçağı kırıp sapını bir deliğe demirini de bir denize atar.  Yatarlar, sabah kalkınca her gün olduğu gibi çevreyi gezip avlanacaklardır. Ancak Benli Gelin oğlanın derin uykusuna kıyamaz, yalnız gider.  Cariyelerine de: — Aman nişanlımı kaldırmayın, o kendisi uyansın, diye emir verir. Benli Gelin oralarda gezerken, oğlan uykudayken devlere belgizar bırakılan emanetlerden kan damlamaya başlar. Devler oğlanın zorda olduğunu anlar, hepsi yola koyulur. Kafdağı’na gelip kaleden içeriye girerler. — Benli Gelin nerede, diye sorarlar. — O ava gitti. Nişanlısı var, uyuyor. ‘Sakın kaldırmayın’ diye bizi öğütledi, derler. O atılan bıçağın sapı ile tımlısı bulunamazsa, üç gün içinde oğlan ölürmüş. Devlerden biri denizleri sömürürmüş. O gelip denizin suyunu sömürür, tımlıyı bulur. Birisi de, dağları taşları kemirip yermiş. O dev de, bıçağın sapını taşları kemirip yiyerek delikten bulur. Sapı ile tımlıyı birbirine takarlar. Dururken oğlan canlanır.  Devler: — Geçmiş olsun, kardeşim, derler. Dururken Benli Gelin de gelir, hoş beş… — Biz sana yaptık iyiliği sıkıntını defettik. Biz gidiyoruz, derler, giderler. Cadı karısı Benli Gelin’i şöyle bir gezelim, diye kıyıya götürür. Cadı güçlüymüş, Benli Gelin’i tuttuğu gibi sandala atar, açılırlar denize. Bir zaman sonra Çin’e ulaşırlar. Benli Gelin’i Çin Kralının huzuruna çıkarıp gösterir. Gelini sarayın bir odasına koyarlar.  Kırk gün kırk gece sürecek düğün başlar. Devlerin yine haberi olur. Devler yine gelir, durumu oğlana haber ederler. — Sen durma. Düldüle bin hemen git, derler. Cebine bir kese sarı lira koyarlar. Oğlan, Düldüle biner: — Haydi Düldülüm,  deyince Düldül, denizin üstünden uçar gibi gider. Oğlan, Çin Kralının sarayının yanına çıkar. Atı, Düldül’ü, oraya çalıların içine saklar. — Düldülüm ben şimdi geleceğim, sen ses çıkarma, deyip ayrılır. Saraya gelirken yolda bir kocakarı görür. — Anne beni misafir alır mısın? — Kocam evde yok,  diye almak istemez. Oğlan: — Sen benim annem ol, deyip beş sarı lira verince, kadın oğlanı misafir eder. Oğlan, — Buralarda ne var ne yok, diye sorar. Kadın; Çin Kralı’nın oğlunun düğünü olduğunu, Benli Gelin’i alacağını, düğünün kırk gün kırk gece süreceğini anlatır. Oğlan: — Sen bu Benli Gelin’le görüşebilir misin? — Görüşürüm. Oğlan bu cevabı duyunca, sevinerek kocakarıya parmağındaki yüzüğü verir. Kocakarı saraya gidip, Benli Gelin’e bu yüzüğü gösterir. Benli Gelin nişanlısının geldiğini anlar. Kocakarının gözlerinden öper.  Kocakarı eve dönüp oğlana bunları anlatır. Ertesi günü kocakarıya beş sarı lira daha verip saraya tekrar gönderir: — Benli Gelin’e söyle bir fırsatını bulup deniz kıyısına gelsin. Ben onu Düldül ile orada bekliyorum, diye haber yollar. Benli Gelin haberi alınca dışarı çıkar. Oralarda gezinirken deniz kıyısına inmek için bir fırsat kollar. Ama ne mümkün,  her nöbetçinin gözü onun üstünde… Tabi gelinin üzerinden kuş uçurtmak yok.  Bir ara Benli Gelin, oğlanın saklandığı yeri, oğlanın işaretini görür. Oraya doğru saçlarını toplayıp koşarak kıyıya yaklaşır.  Nöbetçiler: — Gelin kendini denize atacak, diye ardından koşarlar. Onlar gelinceye kadar orada hazır bulunan Düldül ata Benli Gelin biner. Terkisine de oğlanı alıp denize açılırlar. Yıldırım gibi denizi geçerler. Kafdağı’na gelirler. Bunlar ilan verip kırk gün kırk gece düğüne başlarlar. Ama Çin Kralı durur mu? Cadıyı bu sefer erkek kılığında yeniden gönderir. Cadı kıyıya çıkar. Orada çocuklar eğlenip oynuyorlarmış. Cadı oraya ayakyoluna oturur. Nasılsa çocuklardan biri, bunun kadın olduğunu görür. Eve gelip babasına: — Baba şu kıyıya çıkan adam var ya, o adam değil kadın. Biz onu ayakyoluna oturduğunda deniz kıyısında gördük, der. Çocuğun babası çıkıp Benli Gelin’e haber verir. Benli Gelin kıyıya çıkan adamı yanına çağırtır. Baksa ki onu Çin’e kaçıran cadı karısının kendisi… Benli Gelin cemiyetlerini biriktirir. — Cadıyı kesin, diye emir verir. Cadı’yı kesip yok ederler. Kıyıda saklı bulunan sandalını bulup, onu da kırıp dağıtırlar.  Ondan sonra, artık bunlar kırk gün kırk gece düğünlerini yaparlar. Yedi düvele de haber ulaşır.  Yiyip, içip, eğlenip evlenirler… Geçen gün onların yanından geldim. Çoluk çocuğa karışmışlar, mutlulukları yerinde yaşayıp giderler…                                                 *tımlı: Sapsız bıçak
Benli Gelin
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş... Bir Bey oğlu varmış. Çaydan üç karpuz akmış. Tutmuş biri kara çıkmış, tutmuş biri sarı çıkmış, tutmuş biri dünya güzeli gibi çıkmış. O sırada bunu alır, bir mivtav* giydirir. Bir iç donu verir, kafasına bir eşarp verir, suya salar. Kız kavağın dalına “Eğil kavağım eğil.” der, kavak eğilir. “Doğrul kavağım doğrul.” der kavak doğrulur. Kız kavağın dalına çıkar. Bey oğlunun bir halayığı varmış. O sırada su doldurmaya gelmiş. Bu halayık su doldurmaya gelince kızın şavkı suya vuruyor ya testiyi kırmış. Halayık suda şavkı görünce: “Kadınus benden güzel, ben kadınusdan güzelim. Niye ben kadınusa halayık olayım. Hııh...” der testileri yere vurur, geri gelir. Ötesi gün yine gelir. O sırada kız kavağın dalından çığırır: “A kız, kara kız, o şavk senin değil benimdir.” Kopar gelir: —Aman! Bacım bacım beni de çıkar yanına. Kız “Eğil kavağım eğil.” der, kavak eğilir. “Doğrul kavağım doğrul.” der, kavak doğrulur. Halayık kıza sorar: —Bacım sen buraya nereden geldin? Nasıl dünya güzelisin bacım. —Üç karpuz akıyordu. Beyin oğlu beni tuttu. Bana köy düğünü tutup götürüp gidecek. —Bacım, senin ölümün neden? —Benim ölümüm neden olacak? Kafamda bir ak tüy var. Onu çektin mi ak güvercin olup uçar, giderim. Senin ölümün neden bacım? —Bana da Allah’tan bir hastalık gelir, ölürüm. Hoca yur yıkar, kor bacım. O sırada halayık kıza der ki: —Bir kafamıza bakışsak bacım. —Bakalım. İlk önce kız halayığın kafasına bakar. Kafası bir böcülenmiş, bit sarmış. Kız bunları öldürür. Halayık kıza der ki: —Bir de ben senin kafana bakayım bacım. —Tamam bak. Halayık kızın kafasına bakar. Meğer ak tüyü ararmış. Ak tüyü bulup çekiverir. Kız ak güvercin olup uçar, gider. Bey oğlu bir düğün tutar, köy düğünü, alır, giderler kara halayığı. O kız varır bahçelerine konar. Bahçıvana seslenir: —Bahçacı... —Buyur. —Bey oğlu n’örür*? —Uyur. —Bal ile yağ gibi uyusun. Kara halayık n’örür? —Uyur. —Kan katran uyusun. Bu dediklerini Bey oğluna demezsen gayri konduğum dallar kurusun. Bahçıvan kızın dediklerini Bey oğluna iletmez. Kızın konduğu dallar kurur. Ötesi gün yine gelir. Bahçıvana Bey oğlu der ki: —Bahçacı... —Buyur. —Bey oğlu n’örür? —Uyur. —Bal ile yağ gibi uyusun. Kara halayık n’örür? —Uyur. —Kan katran uyusun. Dediğimi demezsen bu konduğum dallar kurusun.” der ve gider. Bey oğlu bahçeye gelir. Bahçıvana sorar: —Yav bu dallar niye kuruyor? —Beyim, bir ak güvercin geliyor. ‘Bahçacı Bey oğlu n’örür?’ der. Ben de ‘Uyur.’ diyorum. O da ‘Bal ile yağ uyusun.’ diyor. ‘Kara halayık n’örür?’ der. Ben de ‘Uyur.’ diyorum. O da ‘Kan katran uyusun. Bu cevaplarımı Bey oğluna demezsen konduğum dallar kurusun’ diyor. Dallar bu yüzden kurudu. —O kuşu vur. Bahçıvan gelir. Derken kuşu vurur. Bey oğlu “Kanını damlatmadan götür.” der. Ama kan kapının önüne damlar bahçenin. Öyle bir gül açar amma Bey oğlu geldi mi nevir nevir* açar. Kara halayık geldi mi elini yüzünü yolarmış, çalı olurmuş. Halayık: “Çalıyı kes.” der. Çalıyı keser, çalı büyür böyle orman gibi. Halayık “Ata eşik yap, çocuğa beşik yap.” der. Bey oğlu ata bir eşik yapar, çocuğa bir beşik yapar. At eşikte çatlar, çocuk beşikte çatlar Karahalağın. Bir kocakarı varmış. Bizim anne gibi. Bey oğlu “Teyze, şunu bir al da bu kamkaları* sepetine doldur. Götür yak.” der. Kocakarı kamkaları doldururken ak kız çuvaldız olur, ak güvercin çuvaldız olur, şuraya sokar. Çıralığa koyar. O kız orda yine kız olmuş. Ak güvercin abdestini alırmış, namazını kılarmış. Abdest aldığı yerde çayır çimen büyürmüş, yeşillik olurmuş. Ondan sonra Bey oğlu at dağıtıyormuş. Kız, ana karıya: —Ana karı bir atta bana getir. —Yavrum samanımız yok, besleyemeyiz. —Ana karı, ben abdest alırım, benim abdest aldığım yerdeki çayır çimen ona yeter. Ana karı gider, bir atta kendisi alır getirir. Herkesin atı ölür. Onun atı kalır. Zaman geçince Bey oğlu “Varayım, ana karıdan atın derisini alayım.” der. Ana karıya gelir: —Ana karı atın derisini ver. —Yok, yavrum, at daha ahırda. Kız ata demiş ki: —Arkana geleni tep, önüne geleni pat. Benden başka kimseyi yanına yaklaştırma. Bey oğlu ana karıya der ki: —Ana karı eğleniyor musun? Herkese verilen ölüyor da seninki niye kalıyor. Bana itiraz etme. —Yavrum, daha ahırda bak. Oğlan ahıra gider. Böyle sıyaşlanıverince* at bir tepik sallar oğlana. Önüne salmaya varır, ıstırır*. Ana karıya: —Ana karı bunu kim salıyor. Sen buna nasıl saman veriyorsun? —Şurda bir kötü kızım var, o baktı. Kötü kız iner. Dünya güzeli gibiymiş. Kız ata “Dur mübarek, sahibinden ne hayır gördüm ki senden göreyim.” der. Sahibi almadı ya gayri. Oğlana döner “Al kardaşım, tez hayrını gör.” der. Atı oğlana verir. O sırada kızın sözü bunun içine koyar. Kendi kendine “Benden ne hayır görecek bu kız.” der. Atı kapıya bağlar, geri gelir. Kıza der ki: —Bacım, senin lafın bana çok koydu. Niye öyle dedin? Benden ne hayır göreceksin. Ben senin yüzünü görmedim. —Sen benim yüzümü gördün. Ben Akkavak kızıyım. Suyun içinde tutup da kavağın dalına çıkardığın ben değil miyim? Oğlan şöyle kızın yüzüne cayır cayır* bakar. Kız başından geçenleri oğlana anlatır: —Karahalayığı saldın suya destileri kırdı. O şavk senin şavkın değil, benim şavkım dedim, yanıma çıkardım. ‘Ölümün neden?’ dedi. Ak tüyden dedim. Kafama bakarak ak tüyü çekti, ak güvercin oldum uçtum gittim. Yine bilmedin. Bahçıvana ‘Bey oğlu n’örür?’ dedim. O bana ‘Uyur.’ dedi. ‘Bal ile yağ uyusun.’ dedim. Yine bilmedin. Sonra bahçıvan beni vurdu. Kanım bahçaya damladı. Gül oldum. Kestin atın eşikte çatladı, çocuğun beşikte çatladı. Kamkaları ana karıya verdin. Çuvaldız oldum. Ana karının kızı oldum. Ata ben baktım. Oğlan atı salar. Kıza der ki: —Akşam olunca benim eve gel. —Hıncak* gidecem. Kız gelir, böyle anlatır. Yedi sekiz kız metel* anlatır. “Benim başıma şu geldi, başımdan şu geçti.” diye böyle anlatırlar. Benim gibi aynı. Halayık “Sus.” demiş. Beyin oğlu duyar diye bunlara girişi girişiverirmiş. Beyin oğlu bunları önceden biliyor ya. Bey oğlu halayığa “Çık kız kapıya.” der. İner gelir. “Atı çıkar.” der. Atı çıkarır. Ata halayığı bindirir. Atın götüne bir teneke bağlar, götüne bir kamçı vurur. Her bir dağda birer çimçiğini* koyar kızın. At çıkar gelir. Bunlar yedi gece yedi gündüz bir düğün tutarlar. Aynı o kızı alır. Muradına erer. *mitav: Gömlek, elbise *n’örür: Ne yapıyor *nevir nevir: Çeşit çeşit *kamka: Odun parçası, kıymık *sıyaşlamak: Sıvazlamak, okşamak  *ıstırmak: Isırmak *cayır cayır: Hayran hayran bakmak *hıncak:Şimdi *metel: Masal *çimçik: En küçük parça    
Akkavak Kızı
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
AKIL SATAN ADAM Çok esgi zamanlarda, adamın birisi, mahalleye çıkmış: -Ben, akıl dağıtıyom, ben akıl dağıtıyom, demiş. Birisi de gelmiş: -Bana, bir akıl ver bakîm, demiş. -Bir lira ver de (madeni lira, o günün bahrında), verim, demiş. Adam, bir lira vermiş, öteki adam: -Kakacân yere oturma, demiş. Adam, bundan bişey annamamış. Yârin olmuş, gene adam halakaya* çıkmış: -Ben, akıl dağıtıyom, ben akıl dağıtıyom, demiş. Önceki adam: -Bana, bir akıl daha ver, demiş. -Bir lira ver de verim, demiş. -Al sana bir lira. Adam, bir lirasını daha almış: -Üsdüne alzem* olmayan sözü söyleme, demiş. Getmiş adam, gene bundan bişe annamamış. Bir gün, adam varmış padişahın böğrüne oturmuş, akıl alan adam. Böyük adamlar varıp, padişahın yanma otururkan otururkan, adam, "papıçlığa*" inmiş. Padişah, bir garpız getiddirmiş. Demiş ki: -Bana bir bıçak verin de şu garpızı kesîm, demiş. Bu, akıl alan adamın da bir bıçâ varımış. Bunu çıkarıp, padişahın önüne fildırıverince, bıçak varır padişahın önüne saplanagalır. Padişah: -Sen , benim elimi kesdin. Ben seni, yârin idam edecâm, der akıl alan adama. Adam, yârin asılacak. Sıkışır, gelir akıl aldığı adama: -Beni yârin padişah idam edecek. Benim hâlim ne olacak? Akıl veren adam: -Sen, burada otur, der. Akıl veren adamın, bir aralaması* varımış. Orda da bir merkep bağlıyımış. Adam oraya varır, eline de bir zopa alır, merkebi dövmeye başlar. Bir kere vurur: -Sana kalkâcan yere oturma demedim mi eşşek? Eyi dîne eşşek, eyidîne. Üsdüne alzem olmayan sözü söyleme demedim mi sana eşşek? der, adam eşşâne"pat" bir daha vurur. Gene: -Seni, yârin asacaklar eşşek, eyi dîne eşşek. 'Şu tarihte, benim babam öldüyüdü, onu bıçakladılarıdı. Demek ki, benim babamı bıçaklayan şenmişsin ki, bu bıçak senin eline kakıldı, benim babamın ganim ver,' de padişaha, emi eşşek?' der adam, eşşâne bir daha vurur. Bu, gene devam eder: -Eyi dîne eşşek, darağacı guruldu, asacaklar; 'Benim babamı öldüren senmişsin, ver bakalım benim babamın ganim,' de. Vezirleri çağırır padişah, der ki: "Şuna bir gatır yükü altın verin de gitsin,' der.Sana, bir gatır yükü altın verirler eşşek, sakın alma. İyi dîne eşşek, bir gatır yükü daha verirler, gene alma eşşek. Eşşek, üç gatır yükü verirler, o zaman al. Benim söylediğimi de kimseye söyleme eşşek, der, eşşâ iyice döver. Yârin olunca, akıl alan adam, onun söyledikleri gimi yapar. Üç gatır yükü altın verirler, adam alıp gelir.   *alzem: lüzumlu, lâzım olan. *aralama: evlerin ara duvarı. *halaka: çevre,dışarı. *papıçlık: ayakkabılık
AKIL SATAN ADAM
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
AYI İLE TİLKİ Bir gün, bir ayînen, bir dilki arkadaş olmuşlar. Bunnar, gece yerler, gündüz yatarlarmış; gündüz yerler gece yatarlarmış. Bir gün, ayı demişkine: - Artık osandım ben gedîm de bir av alîm de gelîm. Bir geçi dutîm de yiyek, demiş. Dilki de: - Olur, demiş. Ayı getmiş. Ayı gedişin, dilki acıkmış. Bu ayının da yedi tene eniği varımış. Ayı getmiş, iki üç gün gelmemiş. Dilki, bu ayının yedi eniğnin yedisini de yemiş, guyruklarmı bile goymamış. Ondan sonra ayı gelmiş, oruya buraya bakmış yok! Ayının çocukları, enikleri yok! Bu sefer, ayı arkadaşına dönmüş: - Dilki, niyetdin benim malaklarımı? demiş. - Acıkdım, yedim. Nediyin gelmediğin sen de gaç gündür? demiş. - Ulan, neyleyedin, benim malaklarımı*? - Yedim işde, acıkdım yedim. - Dur, ben de seni yiyem de gör! Bu dilki, gaçıvermiş, orda bir pencere varımış, o pencereden çıkıp gaçmış. Ayı, arkasından goşmuş amma dilkiyi dutamamış. Bu dilki, gaçarkan gaçarkan, bir dârmene* varmış. Ardından da ayı varmışkine ne görsün? Dilki, dürmen üğüdüyor! Ayı galan, yavaşça, bunun yanına yaklaşmış: - Aman dilki gardaş, şu dârmen üğütmiye bana bellet*, demiş. Ayı: - Haydi, şu guyruğunu daşın altına guyda belledim, demiş. Ayı, guyruğunu goymuşumuş, dilki un yerine ayının guyruğunu çekmeye başlamış. Ayı: - Dur, ben de senin anacığını ağlatırım yavaş, demiş. Dilki, gene gaçmış ordan. Gene bir yere getmiş. Ayı da peşinden varmış. Orada, dilki acıkmış. Başlamış hamır yunurmaya. Kömbe* edip de yiyecekmiş. Ayı, yanına yaklaşıp, demişki: - Niyediyon böyle, dilki gardaş? demiş. Acıkdım, kömbe edip de, yiyecâm. - Eee, bana da bellet o zaman. - Olur. Sen burada hamırı yunuru dur. Ben de şuraya, damın başına çıkîm, oradan bakîm, demiş. Bu dilki, damın başına çıkmış, ayı hamırı yuğururken, bunun üsdüne oradan birteneke kül atmış. Gaçmış şimdi bu. Ayı da gözünü üfeliyep niyederken, bakmış ki dilki heç yok! Dilki, başını gene guıtarmış, varmış bir suyun gırağına*... Dilki, bu suyun gırağına varmış, orada sebet örmiye başlamış. Ayı, gene buna yaklaşmış: - Ulan dilki gardaş, ne var şu sebet örmesini bana da bellet, demiş. - Olur , bellediyim. - Öyliyese hadi bellet, nasıl belledeceksen, demiş ayı. Gayrı bunnar çıbığı kesmişler, şöyle bir tarafa düzmüşler. Sepedi örmiye başlamışlar. Aççık örüşün, dilki ayıya demişkine: - Şuraya, içine otur da nasıl olmuş bakîm?" - Eeee... üsdünü örüp de bana çıkacak delik gomazsan nolacak? - Ben sana, çıkacak deliği goyarım. Ondan sonra ayı, sepedin içine oturmuş. Dilki de başlamış, sepedin üsdünü örmeye. Örmüş, örmüş, örmüş, heç delik goymamış. Ayı, sepedin içinde galmış. Aşşâda da avratlar, yunak yıkıyorlanmış. Orada iki-üç tene avrat varımış. Bu dilki, sepedi almış, gayamn başına varmış, onnara el etmiş, sonra da ayıyı, bunnara doğru kürelemiş: -Varıyor haaa, varıyor haaa, varıyor haaa.... Avratlardan tokacı* çeken yörümüş, tokacı çeken yörümüş. Hepiciği, sepedin başına varmışlar. Vururken, vururken, vururken ayıyı oracık da öldürü vermişler. Dilki de, yemiş içmiş, murazına geçmiş.   *malak: ayı yavrusu. *dârmen: değirmen. *bellet- : öğretmek. *kömbe: iki saç arasında pişirilen ve mayalı hamurdan yapılan bir çörek. *gırak: kenar, uç, kıyı, çevre. *tokaç: büyük çamaşırları, vurararak yıkamak için kullanılan ağaçtan yapılmış alet.
Ayı ile Tilki
Adana
Akdeniz Bölgesi
AYNI KIZI SEVEN ÜÇ KARDEŞ Bir varımış, bir yoğumuş, iki gardaş varımış. Bu gardaşlardan birinin üç oğlu varımış, ötekinin de bir gizi varımış. Bu, üç gardaşın üçü de, bu gıza müşderiyimiş. Adam, hangısına versin gizim? Amcaları diyorkine: -Size, biner lira para veririm, hanginiz tez gazancını getirirse, ben gizimi ona veririm, diyor. -Tamam. Amcaları, biner lira para vermiş, bu üç gardaşa. Üç tarafa da birer taş atmış. Bu gardaşlar, daşın düşdüğü yerlerden ayrılıp, yola düşmüşler. Böyük oğlan, bir yere varmışki, birisi: -Halı, halı, halı, diye diye halı satıyor. -Gaçaveriyon, gardaş bunu? -Bin liraya veriyom. -Aman gardaş, bin liraya bir halı olur mu? -Marifeti var gardaş, demiş. -Marifeti neci? -Burdan halıya bindin mi, üsdüne de bir çıbık vurdun mu, seni istediğin yere götürür, demiş. Bu oğlan, bin lirasını, halıcıya verip, halıyı almış. Öteki oğlan da, geldiği yerde bakıyor ki, bir adam ayna satıyor! -Gardaş, gaça veriyon bu aynayı? -Bin liraya. -Gardaş, bir ayna, bin lira olur mu? -Olur, bunun marifeti var. -Marifeti neci? -Bu ayniye bakınca, nerede kim ölüyor, hemen görsedir. Tamam, diyor. Bu aynayı da oğlan alıyor. Güççük oğlan da gederken bakıyor ki, birisi yolda alma satıyor! -Bir almayı gaça veriyon gardaş? -Bin liraya. -Gardaş, bir elma, bin lira olur mu ? -Olur. Bu almalardan birini, bir ölüye yedirdin miyidi , o ölü hemen geri dirilir. -O zaman , bu almiye bana sat, diyor oğlan. Şimdi, halıyı alan da, aynayı alan da, almayı alan da, üç gardaşm üçü de yol çatma geliyorlar. Bunnar, birbirlerine başlarından geçenneri annadıyorlar. Böyük gardaşları: -Ben, bir halı aldım. -Halının marifeti neyimiş? -Üsdüne bindin miydi, haydiiii... istediğin yere geder. Bu keleş, ortancıya soruyorlar: -Seninki neci gardaş? -Beniyi de nolucu gardaş bir ayna. Bu ayniye, nereden bakarsan bak, ölen adamı hemen görsediyor. Ben de onun uçun aldım. Güççük oğlana sıra geliyor. Buna soruyorlar: -Sen ne aldın gardaş? -Ben de, bir alma aldım gardaşlarım. -Amma, bir almaya bin lira verilir mi? -Marifeti var. -Marifeti neyimiş? -Bu almayı, ölen ölünün ağzına sokdun mu, genegeri cannanır. Bunnar yola çıkıyorlar. Biri diyor ki: -Şu aynaya, bir bakak bakim. Aynaya bakıyorlar ki, gendilerinin istediği, emmilerinin gızları soluk, can çekişiyor! Giz ölmek üzere! Bunnar, hemen halıya biniyorlar amma, eve varıyorlar. Varıyorlar ki, emmilerinin gizinin soluğu çıkdı, çıkmak üzere. Hemen, almayı gizin ağzına depiyorîar, gıza yediriyorlar. Giz, genegeri* direliyor. Emmileri, bunnara diyor ki: -Ben şimdi, bu gizimi hangınıza verim? Halıyı getiren: -Giz, benim hakgım. Halı olmasaydı, nasıl yetişecekdik de gizi gurtaracakdık? Aynayı getiren: -Yok gizi ben alırım. Benim aynaya bakmasaydık, gızm Öldüğünü nereden görecekdik? demiş. Almayı getiren de: -Benim alma olmasaydı, giz şimdi ölürdü. O, benim almamı yedi. Haydi gedin de almamı bulun bakîm, demiş. Emmileri: -Gizi, sana verdim oğlum. Çünkü, senin elindeki alma bitdi. Amma, ağbileriyin halısı da, aynası da duruyor. Senin elinde bir şey galmadı. Hepisini, gizim uçun harcadığından, gizimi sana veriyom, diyor. Güççük oğlan gizi alıyor. Yiyep, içip, muratlarına geçiyorlar. *genegeri: yeniden, tekrar.  
Aynı Kızı Seven Üç Kardeş
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Bir varımış, bir yokmuş, bir adam varmış. Bu adamın, bir de garısı varmış. Gü­nün birinde, bu adamın garısı ölünce, adam tekrar evlenmek isdemiş. Oğluna: — Ben, bir daha evlenmek isdiyom. Falanca gadınınan evlenecâm, demiş. Adamın oğlu da o gadını biliyorumuş. Bu canavar mıymış, dev miymiş işde öyle bir şeyimiş. Oğlan: — Baba, o gadını alma da kimi alırsan al, demiş. Babası: — Olur, demiş. Amma babası, gene de bundan vazgeçmemiş. Aradan, biraz zaman geçince: — Oğlum, ben o gadını alacağım, demiş. — Yok baba, onu alma, demiş oğlan. Babası, oğlunu dinlememiş, gedip gadın isdemiş. Oğlu da, babası o gadını alıyor diye küsmüş: — Bana bir at ver, ben burdan gedecâm, demiş. — Aman oğlum, getme, falan demiş babası. Fakat, oğlan babasını dinlememiş, atına binip getmiş. Epeyice getdikden sonra yorulmuş, atından inip oturmuş. Bakmış ki, garşıdan bir ev görünüyor: — Acaba, burada bir oturan mı var? demiş. Kalkmış, o eve doğru irellemiş*. Bakmış ki, bir yaşlı gadın, durmadan dikiş dikiyor. Oğlan, yanına varmış: — Golay gelsin, ne yapıyon? demiş. Gadın da, buna yapdıklarını annatmış: — Benim bir anamınan nenem var, dikiş dikerek geçimimizi sağlıyok, demiş. Oğlan da, başından geçenleri, babasının yapdıklarını, gıza annatmış. Giz, buna bir gutu vermiş: — Eğer, darda galırsan, bu gutuyu aç, at. O, sana yardım eder, demiş. Oğlan, gutuyu almış, hâbesine* koymuş. Epeyce bir yol getmiş, gene bir ihtiyara rastlamış. Adamın beli bükülmüş amma, devamlı ağaç dikermiş. Oğlan: — Golay gelsin amca? demiş. Oğlan bunun ağaç dikmesine yardım etmiş. O da oğlana, bir darak vermiş: — Darda galdığın zama, bunu fırlat, bu sana yardım eder, demiş. Oğlan, darağını aldıkdan sonra, tekrar getmiş. Bu, getmiş getmiş, yine bir ihdiyara rastlamış. Oğlan, ihdiyara, başından geçenneri annatmış. — Böyle böyle, annem ölünce, babam, dev gadın ile evlenmek istedi. Ben de, atıma binip evi terkettim, demiş. — Haydi oğlum, yolun açık olsun, demiş. — Darda galırsan, benim yardımım olur, demiş. Oğlan getmiş getmiş, bir uçsuz, bucaksız depeye raslamış. O depeye oturmuş, torbasında neyi varışa çıkarıp yemiş. Babasının yapdıkları aklına gelmiş, başlamış ağlamaya. Sonra, gözünü açıp, bir bakmış ki, garşısında, dünya güzeli bir gız! Gız demiş ki: — Niye ağlıyorsun? — Böyle böyle, babam benim sözümü dinelmedi, bir dev garısıyla evlenecek oldu. Ben de, evi bırakıp geldim. Şimdi de ortada galdım. Ne gedecek yerim var, ne de bir evim. Gız: — Gel, az ileride bizim sarayımız var. Ben, falanca padişahın gızıyım. Ben, babama söyliyeyim, eğer kabul ederse, sen de bizimle al, oğlumuz ol, demiş. Gız, getmiş söylemiş. Padişah da gabul etmiş, oğlanı yanına çağırmış. Oğlan da başından geçenneri, padişaha annatmış. Padişah: — Tamam oğlum, sen bizim oğlumuz ol. Bundan sonra, yanımızda gal, demiş. Oğlan, saraya yerleşmiş. Sarayın bahçesinde çalışıyormuş. Oralara ağaç dikiliyormuş, havuz yapıyormuş, ağaçların guru dallarını kesiyormuş.  Günler böyle gelip geçmiş. Bir gün, oğlan ağlıyormuş. Padişah, bunun ağladı­ğını görmüş, yanına varıp sormuş: — Oğlum, getme, demiş. Amma, oğlan, ısrar edince dayanamayıp, izin vermişler. Buna bir at vermişler, yiyecek sarmışlar, çeşit çeşit hediyeler bırakmışlar. Oğlan, babasının evinin yolu­nu dutmuş. Oğlan, yolda gederken, yardım etdiği ihdiyara raslamış. Birine çıkarmış, bir avuç elma vermiş, ötekine bir avuç armut vermiş, ötekine daha başga şeyler ver­miş. Hepsinin gönlünü almış. Sonra, babasının köyüne varmış ki, köyde kimse gal- mamış. Orada, sadece babasının bacası tütüyor. Onun dışında, ses seda yok. O sı­rada, oğlanın yanma bir demirci gelmiş: — Vallâ senin baban, bir dev garısıyla evlendi. Dev garısı köyde, kimseyi goymadı,herkesi yedi. Getme, seni de yer, demiş. Oğlan, bunun sözlerini dînememiş, varmış evlerine; "tak tak" gapıyı çalmış. Dev gadın, gapıyı açmış. Oğlan: — Babam nerde? demiş. — Hele gel, bir yokarı çık da, ondan sonra gonuşak, demiş. Oğlan, yokarı çıkınca, gene babasını sormuş. Dev gadın: — Aman yavrum, köye bir bulaşıcı hasdalık geldi, herkes bu hasdalığa yakalan­dı. Baban da yakalandı, hepiciği öldüler, demiş. Oğlan, gadının söylediklerine inanmamış. Gadının yediğini annamış. Gerçekden de, bu bir devimiş, oğlanı görünce sevinmiş: — Av, ayağıma geldi, demiş. Hemen içeri girmiş, dişlerini yülemiş, oğlan da arkasından bir bakmış ki, dev gadın dişlerini yülüyor! Gadının gendisini yiyeceğini annamış. Hemen ayakkabı­sını aldığıyınan gaçmış. Dev garısı bakmış ki, oğlan gaçıyor, o da hemen arkasın­dan goşmuş. Oğlan ata binmiş, gaçmaya başlamış. Bu dev gadının da bir uçan te­razisi varımış. Terazisine binmiş. O gaçmış, bu guvalamış, o gaçmış, bu guvalamış. Gede gede, ilk yardım etdiği gıza raslamış. Giz: — N'oldu, niye gaçıyon, demiş. — Babamın evlendiği gadın dev imiş, beni yiyecek, arkamdan geliyor, demiş. — Gutuyu at, demiş kız. Oğlan, gutuyu açınca, arkası ağaçlık oluyor, bu gene gaçıyor. Gadın orda galıyor. Daha sonra, dev garısı, gene yetişiyor. Bu sefer de, oğlana diğer ihdiyarlar yardım ediyor. Oğlan gaçıp gurtuluyor. Oğlan, gede gede saraya yetişiyor. Sarayın penceresinden içeri giriyor. Bu arada, dev garısı da, terazisiyinen uçarak geliyor. Bu, bir gayanın başına oturuyor. Dev garısını, orada gören, padişah ile gızı çıkıyorlar. Bunu içeri alıyorlar. Padişah: — Sizi, teraziye otuddaracağım. Hanginiz ağır gelirse, o yenecek, diyor. Bunnar, oğlanın oturacağı yere, bez falan dolduruyorlar, iyice ağırlaştırıyorlar. Diğer tarafa da dev garısını otudduruyorlar. Oğlan, ağır yere oturunca, (bunnar da, bir uçurumun başındaymış), dev garısının olduğu yer hafif olduğu için, havaya kalkıyor ve uçurumdan aşşâ düşüyor. Böylece, dev garısı cezasını bulmuş oluyor. Padişahın gızıyla da oğlan evleniyorlar. Yiyip içip, muradlarına geçiyorlar.   *irelle- : İlerlemek.  *hâbe: Heybe. *yüle: Bilemek; balta, keser, bıçak gibi aletlerin ağzını bilemek. 
Dev Garısı
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Eski zamanda bir ülkede üç kız kardeş yaşarmış. Bu kızların hepsi de padişahla evlenmek istermiş.  Üç kardeşten büyük olanı bir gün padişahın yanına gelir. Padişaha: — Senin askerlerinin hepsinin üstüne oturabileceği bir halı dokusam, benimle evlenir misin, diye sorar. Padişah da verdiği sözü tutması şartıyla, büyük kızla evlenir. Günler geçer, ama kız halıyı dokumaya başlamaz. Padişah, kızdan halıyı dokumasını ister. Kız: — Ben bu halıyı dokusam, padişah hanımının halı dokuması senin şanına sığar mı, der. Bu söz üzerine padişah büyük kızı evden kovar. Bir gün ortanca kardeş de padişaha gelir: — Ben, senin bütün askerlerine yetecek kadar pilav pişirsem. Bütün askerler bu pilavdan yese, biraz da pilavdan artsa; benimle evlenir misin, diye sorar. Bu sözü tutması şartıyla padişah ortanca kızla evlenir. Günler geçer fakat kız verdiği sözü tutmaz. Padişah pilavı yapmasını ister. Kız da bunun üzerine: — Padişahım ben bu pilavı yapsam, sizin şanınıza, şöhretinize sığar mı, der. Padişah onu da kovar. En küçük kardeş de, padişaha gelir. — Ben seninle evlensem, Allah bana bir ikiz verse; biri ağlasa gül açılsa, biri ağlasa inci saçılsa benimle evlenir misin, diye sorar. Padişah evet der gibi başını sallayınca, hemen ekler: — Ama bunlar ancak Allah verirse olur, yoksa benim elimden bir şey gelmez. Padişah bu en küçük kardeş ile de evlenir. Bir süre sonra kız hamile kalır. Ay geçer, gün gelir, ikiz çocukları dünyaya gelir. Fakat ablaları bu durumdan hiç memnun değildir. Ablaları çocuklar doğar doğmaz alırlar, yerine iki tane köpek yavrusu koyarlar. Bu iki kardeş hemen padişahın yanına gelip: — Müjde, müjde! Hanımın iki tane köpek yavrusu doğurdu, diye haber verirler. Bu durum Padişahın hoşuna gitmez. Kölelerine: — Gözüm onu görmesin! Yola bir kuyu kazın o kadını da beline kadar gömün, yoldan gelip geçenler ona tükürsün ve onu taşlasın, diye görevlendirir. Köleler de hemen padişahın emrini yerine getirerek, zavallı kadını beline kadar gömerler. İki kardeş bebekleri sandığa koyup bir dereye salarlar. Derenin kenarında odun toplayan bir ihtiyar bakar ki dereden aşağıya doğru bir sandık geliyor. Sandığı tutup, kapağını açar, bir de ne görsün iki tane küçük bebek. Biri ağlıyor gül açılıyor. Biri ağlıyor inci saçılıyor.  İhtiyar, çocukları kucağına alıp: — Ben bu çocukları ne yapayım ne edeyim, derken bir geyik gelir. İhtiyar adam bu geyiği de alıp bebeklerle birlikte evine getirir. Geyiğin sütüyle de çocukları besler. Aylar geçer, yıllar geçer çocuklar büyür. Çocuklardan birine Bey Böyrek ismini verir. Artık ihtiyarın ölme vakti yaklaşır. Ölmeden önce oğullarına “Benli Top” isminde bir tay alır. Ellerine biraz da para verir. Oğullarına: — Bu ata binin, atın götürdüğü yere kadar gidin. Vardığınız yerde, ‘Bey Böyrek buraya bir ev yapacak!’diye tellal edin, der. Bunlar ata binip giderler. Vardıkları yerde babalarının söylediklerini yerine getirirler. Allah bu iki çocuğa çok kısmet verir, buraya ev yaparlar. Teyzeler, çocukları çekemez. Çocukları kandırıp, birbirini öldürtmeye çalışırlar; ama muvaffak olamazlar. Bey Böyrek ile kardeşi teyzelerinin oyunlarına gelmezler. İki kardeş zamanla çok zengin olurlar. Bey Böyrek çevre padişahlardan birinin kızını ister. Padişah da kızını, Bey Böyrek’e vermeyi kabul eder. Kızın babası çevre padişahlar da olmak üzere bütün ülkeye: — Bey Böyrek mevlit okutuyor, herkes davetlidir, diye haber salar. Bey Böyrek, Padişah olan kendi babasını da davet eder.  Mevlit günü herkesin önüne altın çanak ve gümüş kaşık konulur. Altlarına da halı serilir. Fakat Bey Böyrek’in babasının altına çul serilir, önüne de bir saksı ile bir bakır kaşık konulur. Padişah da: — Ben ne yaptım da bana böyle koydular, diye mevlit boyunca düşünür. Mevlit bittikten sonra herkes altın çanağı, gümüş kaşığı ve halıyı alıp evine döner. Padişah da çulu, saksıyı ve kaşığı alıp giderken; kızın babası: — Dur bakalım, sana bir şeyler soracağım, deyip durdurur. Bey Böyrek, kardeşi, babaları ve kızın babası bir araya gelip konuşmaya başlarlar. Bey Böyrek’in babası, başından geçenlerin hepsini birer birer anlatır. — Ben üç kardeşi aldım, ikisini boşadım, biriyle evli kaldım. O da bana iki tane köpek yavrusu verdi. Ben de ceza olarak onu köpek yavrularıyla birlikte, yolun kenarına, beline kadar gömdüm, diye anlatırken, ikiz kardeşlerden birinin gülümsediğini görüp azarlar. Ağlamaya başlayan oğlanın gözünden inci saçılır. Padişah, ağlayan kardeşini susturmaya çalışan kardeşi de azarlar. Onun da yüzünden güller saçılır. Bunları gören padişah, bu çocukların kendisinin olduğunu anlar. Çocukların annesini hemen kuyudan çıkartır. Sarayına tekrar getirir, çocuklarıyla birlikte mutlu bir şekilde yaşarlar. Teyzelerine de: — Kırk katır mı istersiniz, kırk satır mı, diye sorar. Katırların ardına bağlatıp salıverir. Sadece teyzelerden birinin şu sözleri kulaklarda kalır: — Ben gideyim vur oduna, sen er muradına!
Bey Böyrek
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde bir karı koca varmış. Bunların bir de kız çocukları varmış. Bunlar çok zenginmiş. Kendi hallerinde yaşayıp giderlermiş.  Günlerden bir gün evin karısı hastalanır. Hastalığa bir çare bulamazlar. Gün geçtikçe, kadın devasız bir hastalığa düştüğünü anlar. Kocasına parmağındaki yüzüğü vererek: — Benim ölümüm yakındır. Ben ölünce bu yüzük kimin parmağına denk gelirse, onunla evlen, diye vasiyet eder. Neyse aradan zaman geçer, kadın ölür. Karının kocası, gezer dolaşır yüzük kimsenin parmağına denk gelmez. Evleneceği birini bulamaz. Dönüp eve gelir. Kızına: — Bak kızım bu yüzük annenin yüzüğü. Annenin vasiyeti var. ‘Bu yüzük kimin parmağına uyarsa onunla evlen.’, dedi. Gezdim, dolaştım ama bu yüzük kimsenin parmağına denk gelmedi, diye anlatır. Kız yüzüğü alır: — Ah anacığımın yüzüğü, diyerek parmağına takar. Yüzük kızın parmağına tıpa tıp denk gelir. Bunu gören baba: — Kızım yüzük senin parmağına denk geldi. Ben seninle evleneceğim, der. Kızı: — Hiç öyle şey olur mu, adam kızıyla evlenir mi? Etme, gitme, dediyse de laf anlatamaz. Babası: — Seninle evleneceğim, diye tutturur. Babasının bu durumunu anlayan kızı: — Ben seninle evlenirim ama bana bir altın direk yaptıracaksın, der. Nasıl bir direk yaptıracağını babasına tarif eder. Babası gider bir ustaya, kızının istediği altın direği ısmarlar. Kızı altın direği yapacak ustayı bulup: Bu direğe öyle bir kapı koy ki dışarıdan hiç belli olmasın, diye tembihler. Neyse direk yapılır. Baba direği getirip evin bir kenarına koyar. Babası evde yokken, kız biraz yiyecek içecek alarak altın direğin kapısını açıp, içeriye girer. Kapıyı arkadan kilitler. Baba gelir bakar ki kızı yok. Öte arar, beri arar bulamaz. Kız da altın direk içine aldığı yiyeceklerle içeceklerle gününü geçirir. Böyle, böyle günler geçerken, baba: — Karıyı kaybettik, kızı da kaybettik, diyerek altın direği satılığa çıkarır. Altın direği alıp, pazara götürür. Pazarda buna bir bey oğlu müşteri çıkar, satın alır. Beyoğlu altın direği götürüp, evinin bir köşesine koyar. Bey oğlunun bir âdeti varmış. Yemekleri ayağına getirilir. O istediği zaman odasına çekilip, yemeğini yermiş. Böyle, böyle günler geçerken kızın yiyecekleri biter. Dışarıya çıkmak zorunda kalır. Kız dışarıya çıkıp bakar ki, bir sofrada türlü türlü yemekler. Yemeklerin üzerinden biraz yer, tekrar altın direğin içine girer. Beyoğlu yemek, yemek için geldiğinde bakar ki yemeklerin üzeri bozulmuş. Yemeği getirenlere kızar bağırır… Onlar da: — Biz bozuk getirmedik, diye söylerler. Kız, her gün yemek odaya konduğunda çıkar; biraz yer tekrar direğin içine girer. Bir gün böyle, iki gün böyle… Beyoğlu bundan şüphelenir. — Acaba bu yemekler neden böyle oluyor, diye bir kenara saklanıp, takip etmeye başlar. Yine yemekler gelir. Kız direğin içinden çıkar, yemekleri yemeye başlar. Beyoğlu meydana çıkıp: — Sen necisin, in misin cin misin, diye sorar. Kız da: — Ben in de değilim, cin de değilim. Ben bir insanoğluyum, diyerek başından geçenleri bey oğluna bir bir anlatır. Beyoğlu kıza âşık olur ama teyzesinin kızıyla da nişanlıdır. Böyle böyle, kimsenin haberi olmadan günler geçer. Beyoğlu’nun askerliği gelir. Hizmetçilerine: — Ben askerde iken de yemeklerimi aynı şekilde odama getirin, diye sıkı sıkı tembihler. Kıza da parmağındaki yüzüğü verir. Neyse Beyoğlu askere gider. Yine yemekler getirilip odaya konur. Kız altın direk içinden çıkar; yemekleri yer, tekrar yerine girer. Hizmetçiler bu duruma şaşırırlar. Beyoğlu’nun nişanlısına durumu anlatırlar. Durumdan şüphelenen nişanlısı gelip, odayı izlemeye başlar. Bakar ki bir kız yemekleri yiyip durur. Hemen içeriye girer. Kızı ele alıverir, döve döve kızı bayıltır. — Bu öldü, diye götürüp bir çöplüğe atar. Bir ninecik, o çöplüğün yanından geçerken, çöplükte bir inilti duyar. Varıp bakar ki bir kız. Kızı çuvala katar, arkasına yüklenip evine getirir. Nine evinde kıza bakar, yedirir içirir, yaralarını sarar, kız iyileşir. Nineye arkadaş olur, birlikte yaşamaya başlarlar.  Böyle böyle yaşayıp dururken, bey oğlunun askerliği biter, evine döner. Bakar ki evde bıraktığı kız kaybolmuş. Kimseye haber vermeden öte arar, beri arar ama kızı bir türlü bulamaz. — Kızın başına bir iş geldiğini, buradan onun atıldığını, düşünür. Kızı bulabilmek için: — Memleketin bütün evlerinden, fakir zengin kim varsa birer tas çorba getirecek, diye emir verir. Beyoğlu’na çorbalar pişirilip gelmektedir. Bu haberi duyan ninenin yanındaki kız da: — Nine bir tas çorba da biz pişirip gönderelim, der. Nine de: — A kızım biz fakiriz. Beyoğlu bizim çorbamızı beğenmez, der. Kızın ısrarına dayanamayan nine teklifi kabul eder. Kız bir çorba yapar, bir tasa koyar; çorbanın içine bey oğlunun verdiği yüzüğü de koyar. Çorbayı Beyoğlu’na gönderirler. Beyoğlu bu çorbayı içerken, kaşığın içinden kıza verdiği yüzük çıkar: — Aradığımı buldum, diye sevinerek bu çorbanın kimden geldiğini öğrenir. Nineyi yanına çağırtır. Ninecik korkarak gelir. Beyoğlu: — Nine, bana gönderdiğin çorbanın içinden bu yüzük çıktı. Sen bunu nereden buldun, diye sorar. Nine de kendisinin koymadığını, böyle böyle bir kız bulduğunu, onun koyabileceğini anlatır. Beyoğlu kızı da getirtir. Bakar ki yüzüğü verdiği kız. Bu kızla, bey oğlu evlenir. Bunlardan bir çocuk olur. Beyoğlu avcıdır. Yine bir gün ava giderken, karısına: — Bak hanım bu gün kötü kötü rüyalar gördüm. Sakın ola çocuğu koyup bir yere falan çıkma, diye tembihler. Neyse dururken bir dilenci gelir. Dilenci kılığındaki adam kızın babasıdır. Babası kızını tanır, ama kız babasını tanıyamaz. Dilenci bir şeyler ister. Kız da dilencinin istediklerinden bir şeyler vermek için odadan çıkar. Bunu fırsat bilen dilenci baba, beşikte yatan çocuğun kellesini keser. Kızının verdiğini alıp hemen oradan ayrılır. O sırada bey oğlu avdan döner. Çocuğunu sevmek için beşiği bir açar ki ne görsün çocuğunun boynu kesik. Buna üzülen baba, öfkeyle karısını döver çarpar; başı kesik çocuğu da arkasına yükler, kovar aşırır. Kız çaresiz sırtında çocukla yola düşer. Giderken giderken, duman tüten bir yer görür. Sığınmak için oraya varır. Oradaki eve girer, bakar içeride kimse yok. Kız sırtındaki kesik başlı çocukla, orada bulunan bir dolaba saklanır. Dolabın içinde de bal, yağ tulukları vardır. Onlardan çocuğun boynuna sürer, ağlamasın diye ağzına bal verir. Dururken çocuğun boynu iyileşir, yeniden canlanır. Bu sırada dışarıdan bir ses duyulur. Kız bir delikten bakar ki güçlü kuvvetli bir maymun görür. Meğer burası maymunların eviymiş. Maymun, ineklerini sağıp gelmiş de bir kazanda süt kaynatırmış. Ocakta bir arkasını ısıtır, bir önünü ısıtır: — Bal yemem, yağ yemem, insan eti yerim, diye söylenir. Bunu duyan kız çok korkar. — Bu beni nasıl olsa yiyecek, diye düşünür. Uygun bir fırsatta dolaptan çıkar; maymunu ocakta kaynayan süt kazanının içine kaktırır. Maymun oracıkta ölür. Maymunun evi de o kıza kalır. Neyse orada çocuğuyla yaşamaya başlar. Çocuğuna bir salıncak falan kurar. Böyle böyle zamanları geçerken, çocuk büyür, oralarda oynamaya başlar. Bir gün avcılar oralarda avlanırken çocuğu görürler: — Oğlum, evde annen baban var mı, diye sorarlar. Çocuk da: — Benim babam yok. Evde yalnız annem var, der. Avcılar: — Acaba annen misafir kabul eder mi? Çocuk gelip annesine sorar. Kadın da: — Kabul ederiz gelsinler, der. Avcılar kadının evine gelirler. Onlar gelirken kadın bakar ki, avcılardan biri onun kocası olan Beyoğlu. Kadın bunlara yemek hazırlar. Oğlu ile yemeği sofraya gönderir. Kaşıklardan birinin başını kırar, sapını bey oğlunun önüne; diğer avcılara da normal kaşıkları koydurur. Kadın, oğluna: — Oğlum eğer o amca soracak olursa, ona amca başsız çocuk da böyle olur de, diye tembih eder. Beyoğlu önünde başsız kaşık sapını görünce: — Oğlum bu ne, diye sorar. Çocuk da: — Amca başsız çocuk da böyle olur, der. Bu sırada kadın da kapıya gelir. Beyoğlu, kapıda karısını görünce şaşırır. Karısına neler olduğunu sorar. Karısı da başından geçenleri bir bir anlatır. Böylece birbirlerine kavuşup muratlarına ererler. Hayatlarını sürdürüp giderler.
Altın Direk
Isparta
Akdeniz Bölgesi