text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
  [İNSANOĞLU] Bir varmış bir yokmuş. Bir adam çift sürmeye gidiyormuş. Giderken bir çalıda akrep görmüş. Akrep yanıyormuş. Adam, çalıya su dökmüş, ateşi sündürmüş; akrep, adamın boynuna dolanmış. Adam korkmuş. — Akrep etme eyleme, yanıyordun ben seni kurtardım, sen beni sokma, demiş. Akrep: — Olsun. Ben yine de seni sokacağım, demiş. Adam dayanamamış: — Gel gidelim birine danışalım, demiş. Ta uzaklarda bir hayvan yayılıyormuş. — Ey! Hayvan, bu akrep yanıyordu. Ben kurtardım. Şimdi de beni sokacak oluyor, demiş. Hayvan da: — Ey! İnsanoğlu, biz gençken biniyorlardı, iniyorlardı. Biz kocayınca sırtımıza iki kürek vuruyorlar, deh diyorlar. Akrep, sok da gitsin, demiş.   — Dur etme akrep, eyleme. Bir daha danışalım, demiş. Gide gide gitmişler. Bir inek yayılıyormuş. — Ey İnek, sana bir danışacağım var. Bu akrep yanıyordu. Ben onu kurtardım, şimdi de seni sokacağım diyor, demiş. İnek de: — Bir danışacağına iki danış, demiş. Sonra da: —Ey! İnsanoğlu, biz gençken sağıyorlardı sağıyorlardı, şimdi kocayınca sırtımızın üstüne iki kürek vuruyorlar. Akrep sok da gitsin, demiş.   Gide gide epey yol gitmişler, bir ırmağa varmışlar. — Akrep sen beni sokma, ırmağa danışalım, demiş. — Ey ırmak, bu akrep yanıyordu; ben kurtardım. Şimdi de beni sokmak istiyor, demiş. Irmak da: — Ey! İnsanoğlu, ellerini yüzlerini yıkıyorlar, bir de yüzüme tükürüyorlar. Akrep sok da kaldır, demiş. Gide gide yine epey gitmişler. Bir tilki rast gelmiş. Tilki kaçıyormuş. — Etme, eyleme bir danışacağımız var, demişler. Tilkiye danışmışlar.   O sırada bir çiftçi, çift sürüyormuş. Onun da bir çuvalı varmış. Tilki, akrebe: — Bu çuvalı kaçırabilir misin, içinde türlü yiyecekler var, dermiş. Akrep de: —Elbette, demiş. Akrep çuvalın içine çöreklenmiş, akrebi öldürmüşler. Öldürdükten sonra adam kurtuldu ya, tilkiye: — Akrebi öldürdün. Benim de iki kazım var. Onu keseyim sana yedireyim, demiş. Tilki de: — Yok arkadaş, etme eyleme. — Sen köyün kıyısında dur. Ben kazı hanıma kestiririm, soydururum, pişirtirim, getiririm, demiş. Gelmiş, karısına böyle böyle diye anlatmış. Avrat da: — Hay deli herif, tilkiye kaz yedirilir mi? Tazıyı uydur. Silahı takın. Tilkiyi vur, demiş. Tilki baksa ki, adam tazıyla silahla geliyormuş. Kaça kaça bir dağa varmış. Fakat köylü ateş etmiş. Küçük kurşunlar kuyruğuna, ayağına, gözünün kenarına isabet etmiş. Tilki bununla paçayı kurtardığına sevinmiş. Tilki: —Kuyruk değil ya bir tül, ayak değil ya bir gön parçası, göz değil ya bir berber aynası, demiş. Kendisini teselli etmiş. Sonra iyileşmiş.
İnsanoğlu
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[AZRAİL İLE ODUNCU]  Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir genç yaşarmış. Bu genç evlenmek için ormanda gece gündüz çalışırmış. Bir gün gene böyle çalışırken bir kızıl atlı gelmiş, atından inmiş oduncuyla selam sabah olmuşlar. İyi de anlaşmışlar sohbetleri koyu olmuş. Sonunda gelen kişi oduncuya: — Seni çok beğendim, ahretlik kardeş olalım, demiş. Oduncu da kabul etmiş. Bazen oduncu dinlenirken kızıl atlı gelirmiş öteden beriden konuşup, eğlenirlermiş. Sonra herkes işine gidermiş. Bir gün kızıl atlı oduncuya atını emanet etmiş, gitmiş ama giderken:  —Sakın atıma binme, demiş.  O gittiğinde oduncu dayanamamış, meraklanmış ve arkadaşının atına binmiş. O zaman ahretliğin Azrail olduğunu anlamış. Bu sırada arkadaşı geri dönmüş ve atına bindiğini anlamış. Oduncuya şöyle demiş:  —Allah dileğimi duyarsa, senin canını evlendikten üç gün sonra almak isterim.  Demiş, sonra da oradan kaybolup gitmiş. Bir daha da ona hiç görünmemiş.  Oduncu beş altı yıl sonra evlenme parasını toplamış. Düğününü yapmış. Aradan üç gün geçmiş. Azrail hiç aklında değilmiş. Fakat Azrail gelmiş ve bir kenarda oduncuyu kıstırmış: — Ben canını almaya geldim, demiş oduncu çok korkmuş ve yalvarmaya başlamış bunun üzerine: —Canına can katacak biri varsa, şimdilik bağışlayabilirim, demiş.  Oduncu bunun üzerine hemen evine koşmuş, annesini bulmuş ve olayları anlatıp: —Canıma can kat, benim için ömrünün yarısını ver, demiş. Anası buna razı gelmemiş: — Sen benim yavrumsun, canımsın ama ben de yaşamak isterim, demiş. Oduncu hüsrana uğramış ve hemen babasının yanına gitmiş ona da durumu yalvar yakar anlatmış. Babası oğluna bunu yapamayacağını söylemiş. Mecbur Azrail in yanına gitmiş. Azrail ona:  —Eşinin on yıllık ömrü var, git onun ömrünün yarısını iste, demiş.  Oduncu hemen eşinin yanına gitmiş ve durumu anlatmış. Eşi ağlamaya başlamış ve: — Kurbanın olayım, bütün ömrüm senin olsun, demiş . Allah’a yardım etmesi için yalvarmaya, dua etmeye başlamış.  Telaşla Azrail’in yanına gelen oduncu hanımının dediklerini anlatmış. Bu sırada hâlâ dua edip yakaran eşinin duaları kabul olmuş ve oduncuyla hanımına Allah’ın rahmetiyle daha beşer değil yüzer sene verilmiş. Ve oduncuyla karısı uzun yıllar mutlu mesut yasamışlar.
Azrail ile Oduncu
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
[İNSAN YİYEN DEV]    Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeni evlenmiş genç, güzel bir kadın varmış. Bu kadın karlı bir kış gününde cam kenarında dikiş yapıyormuş. Aniden eline iğne batmış ve eli kanamış. Bu genç kadın içinden şöyle geçirmiş: — Allah’ım şu elimdeki kan gibi kırmızı yanaklı ve dışarıda yağan kar gibi beyaz tenli bir kızım olsun. Aradan bir sene geçmiş ve aynı dilediği gibi kırmızı yanaklı, beyaz tenli bir kızı olmuş. Genç kadın isteğine ulaşmış fakat yavrusuna doyamadan ölmüş. Eşi de karısının ölümüne çok üzülmüş, lakin küçük kızına tek başına bakamayacağı için bir başka kadınla evlenmiş. Bu kadın eşinin gözüne girmek için ilk zamanlarda yetim kıza iyi davranmış. Aradan yıllar geçmiş ve bu yetim kız büyümüş ve çok güzel bir kız olmuş. Üvey annesi kızın güzelliğini çekememiş ve ona eziyet etmeye başlamış.  O sırada kasabada bir söylenti dolaşmaya başlamış. Söylentiye göre ormanın içinde insan eti yiyen bir dev yaşıyormuş. Üvey anne de bu söylentileri duymuş. Kötü kadın bu sıralarda zaten kızdan kurtulmayı düşünüyormuş. Bu söylenti de onun ekmeğine yağ çalmış. Kızı ormana nasıl götüreceğinin planını yapmış. Kızı ormana mantar toplamaya götürüp sonra onu ormanın derinliklerine doğru yönlendirip sonra da kendisi oradan kaçacakmış. Bu planı gerçekleştirmek için kızı yanına çağırmış: — Hadi seninle ormana mantar toplamaya gidelim, demiş. Kız gitmek istememiş fakat üvey annesi çok ısrar edince gitmek zorunda kalmış. Sonunda ormana gitmişler. Kadın kıza daha çok mantar bulması için ormanın derinliklerine gitmesi gerektiğini söylemiş. Bu sırada kızla mesafesini de açmış. Kız gözden kaybolunca kadın evine dönmüş. Kız bir süre sonra üvey annesinin arkasında olmadığını fark edip oradan oraya koşturup kaybolmuş. Biraz daha ilerleyince karşısına kocaman, simsiyah bir ev çıkmış. Korkarak da olsa bu korkunç eve girmiş. İçeride camın kenarında duran bir sandık varmış. Kız bu sandığın içine saklanmış. Bir süre sonra eve dev gelmiş: — Bu evde insan kokusu var, demiş fakat buna ihtimal olamayacağından inanmamış. Kız sandığın içinde tir tir titriyormuş. Aradan biraz zaman geçmiş ve dev evden çıkmış. Kız bunu fırsat bilip sandıktan çıkmış. Bir bakmış ki camda bir güvercin var. Kız hemen babasına not yazmış ve güvercinin ayağına bağlamış. Güvercine bunu evine götürmesini söylemiş. Evde telaşla bekleyen babası notu alıp kızını kurtarmanın yollarını araştırmaya başlamış. Bir bilgeye danışmış. Bilge: — Kırk tane atın sırtına sönmemiş kireç bağlayın, bunları devin evine salın. Dev bu atları yiyince ve ardından su içince patlar ve ölür, demiş.  Adam bunları harfiyen uygulamış ve dev ölmüş. Kızını ve bütün kasabayı bu illetten kurtarmış. Kötü karısını da boşamış. Kadın sefil duruma düşmüş. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine…
[Dev]
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
  Bir memlekette falcı hocayla karısı yaşarmış. Bunlar çok fakirlermiş. Falcı, karısını karşısına alıp: — Bu memleketten başka yerlere göçelim, rızkımızı orada arayalım, demiş. Karısı: — Tamam, demiş, başka memlekete göçmüşler. Kadın o memleketin padişahının sarayına hizmetçi olarak girmiş. Adam da bir dükkân açıp falcılık yapıyormuş. Karısı bir gün sarayın hamamını temizlerken padişahın hanımının yüzüğünü bulmuş. Yüzüğü alıp kocasına getirmiş. Padişah, hanımının yüzüğünün yerini söyleyene bir teneke altın vereceğini tellalla duyurmuş. Falcı bu haberi duyunca yüzüğü bir hamurun içine koyup bir hindiye yutturmuş. Sonra falcı, padişaha gidip yüzüğün yerini söylemiş. Padişahın adamları gidip hindiyi bulup kesmişler. Hindinin karnından yüzüğü çıkarmışlar. Padişah bir teneke altını falcıya vermiş. Günler sonra padişahın hazinesini üç hırsız çalar. Padişah hırsızları arar ama bulamaz, falcıya başvurur. Falcı bu hırsızlıktan haberi olmadığı için padişahtan üç gün izin ister. Falcı kara kara düşünürken hazineyi çalan hırsızlar falcıyı bacadan gözetliyormuş. Birinci günün sonunda falcı: — Günün biri geçti, der. Hırsızlar bunu, hırsızın biri geçti diye yanlış anlarlar ve korkup telaşa kapılırlar. Gidip falcıya yalvarırlar: — Ne olur, bizi padişaha söyleme sana altınların yerini söyleriz, derler. Falcı halinden memnun: — Tamam, der; altınların yerini öğrenir. Falcı, padişaha: — Hırsızları bulamadım ama altınların yerini kitabımdan öğrendim, der. Gidip altınları bulurlar ve falcıya çokça altın verirler. Falcı, karısına: — Artık zengin olduk, memlekete gidebiliriz, der ama bunu padişaha nasıl anlatmalıyız ki bize izin versin diye düşünürler. Yine bir plan kurup sarayın altına bomba koyarlar. Padişahın yanına gidip: — Padişahım bugün kitabıma baktım, saat üçte sarayınız havaya uçacak, der. Padişah hemen başka bir saraya taşınır. Falcının dediği gibi saat üçte saray havaya uçar. Padişah hayatını kurtardığı için falcıya bir sandık altın verir. Falcı, padişah artık kitabında yazılanlara inanır diye padişahın yanına gider. Padişaha: — Padişahım, bugün kitabıma baktım. Eğer bu memleketten gitmezsem başıma büyük felaketler geleceğini kitabımda gördüm, demiş. Padişah da: — Senin bana çok iyiliğin oldu başına kötü bir şey gelmesini istemem, istediğini yap. Fakat şu kitabı merak ettim. Bir de ben görmek isterim, der. Falcı kitabı gösteremeyince padişah bundan şüphelenir. Sorgulatır. Sorgu sırasında falcı yaptığı hileleri anlatır. Padişah da bunu duyunca mahkemeyi kurdurup falcıya ve karısına cezasını verir. Onlar da yaptıkları hilenin cezasını çekerler.
Yalancı Falcı
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[KELOĞLAN İLE ARAP DUDAK] Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir Keloğlan yaşarmış. Küçücük kulübelerinde annesiyle tek başına yaşarmış. O zamana kadar çok mutluymuşlar. Keloğlan, günün birinde ülkenin padişahının kızını evine giderken alırken görür ve ona âşık olur. Ne yapıp ne ettiyse kızı padişahtan alamaz. Şarkılar söyler, türlü hokkabazlıklar yapar ama padişahın bir türlü gözüne giremez.  Padişahın kızını seven ve padişaha türlü işkenceler çektiren biri daha vardır. Adına Arap Dudak derlermiş. Bu Arap Dudak, Keloğlan’ın kızı sevdiğini öğrenince deliye döner. Keloğlan’ı bulup öldürmek için yola koyulur. Bu arada padişah da: — Halkına ve kendisine işkenceler eden Arap Dudak’ı kim yakalarsa onu büyük ödüllerle ödüllendireceğim, diye duyuru yaptırır. Bu arada Arap Dudak uzun bir zaman yol aldıktan sonra bir marangozun orada durur. Keloğlan da bu marangozda çalışmakta ve ekmek parasını çıkarmaktadır. Keloğlan, Arap Dudak’ı görünce onu tanır. Ama kendisinin Keloğlan olduğunu söylemez. O sırada Keloğlan bir tabut yapmaktadır. Arap Dudak yanına gelip ne yaptığını soruyor. Keloğlan da: — Buralarda bir Keloğlan yaşıyormuş, onu öldürüp bu tabutun içine koyacağım. O yüzden ona bu tabutu kendi ellerimle yapıyorum, der. Bunu duyan Arap Dudak zevkten dört köşe olur. Keloğlan’a: — Seninle düşmanımız aynı, gel, beraber yapalım şu tabutu da öldürüp koyalım şu yer faresini, der. Beraber tabutu yaparlar. Keloğlan, Arap Dudak’a dönerek: — Hele sen şu tabutun içine gir de bir bak bakalım, hiç hava giren yer var mı? Orayı da kapatalım ki Keloğlan denilen o herif iyice işkence çeksin, der. Bunu duyan Arap Dudak durur mu? Hemen girer tabutun içine. Nerden hava geliyorsa Keloğlana söyler. O da hemen oraya bir çivi çakar. En sonunda Arap dudağı hiç nefes alamayacak kadar içerde çaresiz kalır. Keloğlan tabutu alıp yola koyulur. Padişahın huzuruna vardığında Arap Dudak’ı yakaladığını söyler. Bunu duyan padişah önce inanmaz. Keloğlan’dan göstermesini ister. Keloğlan da büyük bir gururla bütün halkın ve padişahın önünde tabutu açar. Arap Dudak’ı baygın hâlde görenler sevinç çığlıkları atarlar. Sonra padişah Arap Dudak’ı hapse attırır. Padişah ülkede şenlik ilan eder. Daha sonra kızını da Keloğlana verir. Kırk gün kırk gece düğün ederler. Mutlu bir şekilde yaşayıp giderler.
[Keloğlan ile Kara Dudak]
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
DIBIR İLE DEV  Vakti zamanında bir Dıbır* varmış. Bu Dıbır gitmiş, bir ağaca çıkmış. Oralarda da bir dev yaşarmış. Dev ağacın dibine gelmiş: — Dıbır, bana bir elma at, yiyeyim, demiş. Dıbır bir elma atmış. Dev: — Bu çamura düştü. Bir elma daha at, demiş. Dıbır atmış. Dev bu defa da: — Bu suya düştü. Bir elma daha at. Dıbır bir elma daha atmış. Dev bu defa da: —Bu da çöpe düştü. Dıbır eğil de elmayı öyle ver!  Dıbır eğildiği zaman dev onu tutmasıyla sokmuş torbasına. Almış götürmüş. Giderken devin çişi gelmiş. Torbayı bırakıp ihtiyacını görmeye gittiğinde, Dıbır torbadan çıkıp torbanın içini taşla tikenle ne bulduysa doldurmuş devin evine doğru gitmiş.  Gidip devin evinin çatısına çıkmış. Bu sırada olanlardan habersiz dev evine gelmiş. Karısına: — Hatun ben Dıbır’ı getirdim. Torbanın içinde, fırını yak, pişir. Ben ormana gidiyorum, demiş. Kadın fırını yakmış. Bu sırada Dıbır evin çatısından: —Ne yapıyorsun nine? Kadın da: —Fırını yakıyorum, Dıbır’ı pişireceğim. Dıbır da nineye: —Nine, gel seni şu fırın küreğinin üstüne koyup ısıtayım da beni öyle pişir. Zaten Dıbır benim.  Peki deyip kadın çıkmış küreğin üstüne. Dıbır bunu itmesiyle fırının içine sokmuş. Kadını pişirmiş. Pişen kadını fırından çıkarıp masanın üstüne koymuş. Çıkmış yine evin çatısına. Bir de bu sırada dev gelmiş. — Ohh! Ne güzel et kokuyor, demiş. Eti yemeye başladığı sırada, Dıbır evin çatısında:  — Önce bir bak bakalım pişen ne! Dev: — Amanın! Dıbır sen misin oradaki, demiş, dev.  — Oraya nasıl çıktın?  — Kap kap üzerine koyup çıktım, demiş, Dıbır. Dev ne kadar kap kacak varsa koymuş üst üste evin çatısına çıkarken düşmüş bacağını kırmış. Dev Dıbır’a dönüp: — Dıbır, nasıl çıktın oraya, diye tekrar sormuş. Dıbır:  — Masa masa üstüne koyup çıktım, demiş.  Dev ne kadar masa varsa bu defa da onları toplayıp, üst üste yığıp çıkamaya başlamış. Bu defada düşüp ayağını, bacağını kırmış dev.  Dıbır da evin çatısından inip dev ile karısını gerisinde bırakmış, varmış evine. Daha sonra yemiş, içmiş, yatmış gününü gün etmiş. *dılbır: Dıbır: tıfıl, küçük çocuk
Dıbır ile Dev
Giresun
Karadeniz Bölgesi
[SÜPÜRGE İLE OKLAVA İLİ]  Zamanın birinde bir padişah, bu padişahın da bir oğlu varmış. Padişah ölünce anası sürekli oğlunu evlendirmek istemiş. Oğlan ise bir türlü evlenmezmiş. Oğlan: — Ana, ben evlenmem, dermiş.  O zamanlar bir de koca karı varmış. Onun da dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kızın sihirli bir postu varmış ve hep onu giyermiş. Kazanı koluna takar çeşmeye çamaşır yıkamaya gidermiş. Oraya varınca postunu çıkarıp çamaşırını yıkarmış. Yine öyle bir gün kız postunu çıkardığında padişahın oğlu bu kızı görüp göz koymuş.  Padişahın oğlu bir koca karıya gidip:  — Eğer bu kızın ayağının ölçüsünü alırsan sana ne istersen vereceğim. Koca karı: — Alırım, alırım, demiş.  Koca karı kara sakızı alıp bir ağaca yapıştırmış. Kız da oradan geçerken bilmeyerek bu sakızlı ağaca basmış. Koca karı kızın ayağının kalıbını alıp oğlana vermiş. Oğlan da buna uygun olarak bir çift terlik yaptırmış. Anasına götürüp: — Bu terlik kimin ayağına uyarsa o kızı alacağım, bulamazsan başka kızı almam, demiş.  Orayı burayı gezdirmişler ama terlik kimsenin ayağına olmamış. Yalnız bir kızın ayağına tam gelmiş. Kızı alıp eve gelin getirmişler. Gel gör ki kaynana gelini sevememiş. Gelin süpürge süpürecekken kaynana alır, süpürgeyi gelinin başına vururmuş, hamur açacakken de alıp oklavayı başına vururmuş.  Günlerin birinde de bir düğün olmuş. Düğüne önce kaynana gitmiş. Gelin de postunu çıkarıp gitmiş. Kaynanası postunu çıkarınca gelinini tanımamış. Kaynana tanımadığı gelinine:  — Anam, yavrum hangi köydensin sen? Gelin de:  — Anne, oklava ilindenim. Kaynana:  — Anam, babam, yavrum neredensin sen? Gelin:  — Anne, süpürge ilindenim. Ondan sonra akşam olmuş eve dönmüşler. Kaynana: — Ah! Oğlum, Ah! Gittin de bir sevimsiz kıza gönül verdin, onu aldın. Bugün yanıma dünyalar güzeli bir gelin geldi, onun gibi bir kızı alsaydın öldüğüme vah demezdim ah! ah, demiş.  Oğlan da anasına öfkelenmiş. Daha sonra karısının onu çirkin gösteren sihirli postunu yok etmiş. Böylece gelinin güzelliği ortaya çıkmış. Kaynana da düğünde konuştuğu güzel kızın gelini olduğunu anlamış, çok utanmış. Sonrasında mutlu bir hayat sürmüşler.
Süpürge ile Oklava İli
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
[ZENGİN KARDEŞ İLE YOKSUL KARDEŞ] Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde biri zengin biri yoksul olan iki kardeş varmış. Yoksul kardeş zengin kardeşinden para istemiş. Zengin olan: — Defol, ne yaparsan yap paranı kendin kazan, demiş. Fakir olan: — Bari gideyim de bir hal çaresine bakayım, demiş. Giderken çok yorulduğu için dinlenmek istemiş. Biraz sonra kırk tane dev önünden geçmiş. Adam devlerin nereye gittiğini öğrenmek için onları takip etmiş. Bir bakmış ki devler bir taşa “çanga” diye sesleniyor ve taş ikiye yarılıp açılıyor. Sonra devler “çunga” diyerek kapıyı kapatıyorlar. Adam bu olayı görünce beklemeye karar vermiş. Sabah olunca devler kapıyı “çanga” deyip açmış “çunga” deyip kapatmış ve sonra oradan uzaklaşmışlar. Fakir adam: — Ben de aynı şeyleri söylesem kapı açılıp kapanır mı, diye düşünmüş ve “çanga” demiş. Adamın çanga demesiyle birlikte taş ikiye ayrılıp açılmış. Fakir adam hemen içeriye girmiş sonra “çunga” deyip kapıyı kapatmış ve mağaranın içinde dolaşmaya başlamış. Gördüğü bütün odalarda çeşit çeşit değerli eşyalar varmış. Bir odada yakut, bir odada zümrüt diğer odada altın… Adamcağız bu değerli eşyalardan alarak ceplerini doldurmuş. Sonra taşın önüne gelmiş “çanga” deyip dışarıya çıkmış sonra da “çunga” deyip taşı kapatmış. Evinin yolunu tutmuş. Bu değerli eşyalar sayesinde zengin olmuş. Tabii kıskanç kardeşi de: — Nasıl böyle zengin oldun, diye sormuş. Kardeşi her şeyi anlatmış. Bunun üzerine adam “Acaba ben de gitsem mücevherlerden alabilir miyim?” diye düşünmüş. Kardeşi iyice tembihlemiş: — Çanga ve çunga demeyi unutma, demiş. Adam mağaranın yolunu tutmuş. Mağaraya gelince “çanga” deyip taşı açmış ve içeriye girmiş. “Çunga” deyip taşı kapatmış. Sonra odaları tek tek dolaşmış ve bir sürü mücevheri çuvalına doldurmuş. Gitmek için mağaranın kapısındaki taşa doğru yönelmiş fakat kapıyı açmak için söylenmesi gereken “çanga” sözünü unutmuş. Devlerin gelmesi yaklaştığında adamı korku sarmış ve mağarada bir yere saklanmış. Bir süre sonra devler büyük bir gürültüyle gelmişler. “Çanga” deyip taşı açmışlar “çunga “deyip kapatmışlar. İçeriye giren devler mağaradaki insan kokusunu almışlar ve her yeri aramışlar kim var diye. Sonra bu açgözlü adamı bulmuşlar. Adama: — Senin burada ne işin var, diye sormuşlar. Adam korkudan titreyerek olan biteni anlatmış. Devler: — Senin zaten paran var, aç gözlülük yapıp malına mal katmak için buraya gelmişsin. Ama kardeşin kısmetini burada bulmuş, derler ve adamın elinden mallarını alırlar ve cezasını da veriler.
Zengin Kardeş ile Yoksul Kardeş
Muğla
Ege Bölgesi
[KOCAMAN İLE KOCAKARI] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yaşlı bir kar koca yaşarmış. Bu yaşlı karı kocanın bir ineği, bir de öküzleri varmış. Bir gün kadın kocasına: — Bey gel biz bu öküzü keselim, bende bu öküze bakacak derman kalmadı, demiş. Kocaman da kadına: — Öküzün butlarından aşağı yağlar akmadığı sürece ben bu öküzü kesmem, demiş. Bir müddet sonra artık kadının canına tak demiş. Biraz tereyağı eritip öküzün butlarından aşağıya dökmüş. Yağ donunca kadın koşa koşa Kocaman'ın yanına gidip: — Bey bey öküzün butlarından aşağı yağlar akıyor, demiş. Kocaman koşarak ahıra gelmiş ki gerçekten de öküzün butlarından aşağı yağlar akıyor. Hemen öküzü kesmiş. İşkembesini çıkarıp, kadına vermiş:  — Bunu git çeşmenin altında yıka, pişir akşama yeriz, demiş. Kadın çeşmenin altında işkembeyi yıkarken bir doğan gelip işkembeyi alıp ağacın dalına konmuş. Kadın: — Doğanım, doğanım işkembeyi bana ver, akşama Kocaman beni öldürür, demiş. Doğan: — Sen bana hiç civciv verdin de mi işkembeyi istiyorsun, demiş. Kadın koşa koşa kuluçkanın yanına gidip: — Kuluçkam kuluçkam bana bir civciv ver, civcivi doğana vereyim, doğandan işkembeyi alayım, akşama yemek yapmazsam Kocaman beni öldürür, demiş. Kuluçka: —Sen bana hiç mısır verdin de mi civciv istiyorsun, demiş. Kadın, koşa koşa harmana gidip:  — Harmanım harmanım bana biraz mısır ver de, mısırı kuluçkaya vereyim, kuluçkadan civcivi alayım, civcivi doğana vereyim, doğandan işkembeyi alayım, akşama yemek yapmazsam Kocaman beni öldürür, demiş. Harman: — Sen bana hiç çubuk vurdun da mı mısır istiyorsun, demiş. Kadın koşa koşa ormana gidip: — Ormanım ormanım bana bir çubuk ver de, çubuğu harmana vurayım, harmandan mısır alayım, mısırı kuluçkayaya vereyim, kuluçkadan civciv alayım, civcivi doğana vereyim, doğandan işkembeyi alayım, akşama yemek yapmazsam Kocaman beni öldürür, demiş. Orman: — Sen bana hiç orak vurdun da mı çubuk istiyorsun, demiş. Kadın, koşa koşa demirciye gitmiş: — Demircim demircim bana bir orak ver de, orağı ormana vereyim, ormandan bir çubuk alayım, çubuğu harmana vurayım, harmandan mısır alayım, mısırı kuluçkaya vereyim, kuluçkadan civciv alayım, civcivi doğana vereyim doğandan işkembeyi alayım, akşama yemek yapamazsam Kocaman beni öldürür, demiş. Demirci: —Sen bana hiçbir bakraç yoğurt getirdin de mi orak istiyorsun, demiş. Kadın koşa koşa ineğinin yanına gitmiş: — İneğim ineğim bana biraz süt ver de, sütü yoğurt yapayım, yoğurdu demirciye vereyim, demirciden orak alayım, orağı ormana vurayım, ormandan çubuk alayım, çubuğu harmana vurayım, harmandan mısır alayım, mısırı kuluçkaya vereyim, kuluçkadan civciv alayım, civcivi doğana vereyim, doğandan işkembeyi alayım, akşama yemek yapmazsam Kocaman beni öldürür, demiş. İnek: — Sen bana hiçbir bağ ot verdin de mi süt istiyorsun, demiş. Kadın koşa koşa kocamanın yaptığı otlardan bir bağ alıp ineğin önüne koymuş. İnekten aldığı sütü pişirip yoğurt yapmış. Yoğurdu demirciye götürmüş. Demirciden orağı alıp ormana gitmiş. Ormanı biraz seyreklemiş. Ormandan çubuğu almış. Harmana gitmiş. Harmanı bir güzel çubukladıktan sonra, harmandan mısırı almış. Mısırı kuluçkaya götürmüş, kuluçkadan civcivi almış. Civcivi doğana götürmüş, doğandan işkembeyi almış. İşkembeyi pişirip akşama yaşlı kocasıyla afiyetle yemişler.
[Kocaman ile Kocakarı]
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
[KORKMAZ AHMET] Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde adı hiç duyulmamış ülkelerin birinde bir delikanlı ve onun ablası yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde minicik evlerinde güzel günler ve geceler geçirirlermiş. Baba ve anneleri onlar küçükken ölmüşler. O vakitten beri kardeş ağabey beraber kalmışlar. Bunların evlerinin önünde minicik bahçeleri varmış. Bu bahçeyi ekip dikerler, onun sayesinde karınları doyarmış. Bu Ahmet hayatta korku nedir bilmezmiş. Güneşin pırıl pırıl olduğu bir günün gecesinde Ahmet ve kardeşi Ayşe otururken susamışlar. Suyu eve getirmeyi unutan Ayşe korkarak ağabeyine: — Ben bugün su almayı unuttum, demiş. Ahmet: — Tamam şimdi git al gel, demiş. Ayşe bunun üzerine: — Hava karardı bu saatten sora gidemem. Ben korkuyorum, demiş. Ahmet: — Korku da neyin nesiymiş ben varıp bulacağım bu korkunun ne olduğunu, demiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de karşısına kocaman bir mezarlık çıkmış. Korku nedir bilmeyen Ahmet: — Gidip şu ölülere sorayım neymiş bu korku diye, demiş. Eline, ölüler kokusuna gelsin diye helva alıp mezarlığa dalmış. Kokuyu alan mevtalar Korkmaz Ahmet’in üstüne doğru gelmeye başlamış. Her gelene bir kere kepçeyle vurmuş, onları yanından uzaklaştırmış. Burada da korkmayan Ahmet yola devam etmiş. Köylerden geçmiş, bir kasabada tüm insanların giremediği bir hamam varmış. Bu hamama girenden bir daha haber alınamamış. Bunu duyan Ahmet buraya gitmeye karar vermiş. Belki burada korkuyu bulurum diye düşünmüş. Hamama gitmiş, kimsecikler yok. Tam taşa uzanmış, tam arkasında kocaman beyaz entarili birisi ona doğru geliyormuş. Hemen yerden aldığı taşı kafasına setçe vurmuş. Oradan uzaklaşmış. Hâlâ bulamadığı Korkuyu daha da merak eder olmuş. Yeniden yollara koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Yorgunluktan bitap düştüğü sırada tam karşısına kocaman bir saray çıkmış: — Belki buradakiler bilir Korku neymiş bir de bunlara sorayım, demiş. Saraydan içeri adımını atınca karşısına güzeller güzeli üç kız çıkmış. Bu kızlara da durumu anlatmış. Kızlardan biri: — Ben sana göstereceğim korku ne diye, demiş. Korkmaz Ahmet’ten birkaç gün mühlet istemiş. Akşam olunca sofralar kurulmuş. Kız tüm yemekleri ağzı kapalı taslara koydurmuş. Korkmaz Ahmet’e de: — Tüm yemeklerin kapağını sen açacaksın, demiş. Ahmet de tabii mecburen kabul etmiş. İlk önüne koyulan yemeğin kapağını açmış. İçinden kocaman bir kuş pır pır ederek çıkmış. Korkmaz Ahmet birden karşısına çıkan bu kuşun sesinden korkmuş. Korkunun ne olduğunu da böylece anlamış. Korkunun ne olduğunu bulmasına yardım eden bu kızla evlenmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Korkmaz Ahmet
Giresun
Karadeniz Bölgesi
  [ŞAH İSMAİL İLE GÜLİZAR]   Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir padişah varmış. Bu padişahın hiç mi hiç oğlu olmazmış. Bu durum padişah ile karısını çok hüzünlendirir, durmadan kederlenirlermiş. Günlerden bir gün bu padişah demiş ki: — Ben ülkeme bir gezi yapacağım. Bu işin pirini bulacağım. Bu durumu ona danışacağım. Bize bulsa bulsa o çare bulur. Padişah, atına atlamış. Memlekete bir gezi yapmış. Tabi bu arada tebdil-i kıyafet yapmış ki kimse bunu tanımasın diye. Atla birlikte epey bir yol aldıktan sonra bir yere varmış O yerde konaklamaya karar vermiş. Konakladığı yerde de yemek yemeye başlamış. O sırada bu padişahın yanına ak sakallı bir pîr-i fani gelmiş. Pîr-i fâni selam verip yanına gelmiş. Nerden nereye gidersin diye sormuş. Padişah da durumu anlatmış: — Böyle böyle, benim hiç oğlum olmuyor. Bu işin pîrini bulup ona soracağım. Bana yardım etse etse ancak o yardım eder diyor. Ak sakallı pir-i fâni ile epey bir hoşbeş etmişler. En son, ayrılacağı vakit ihtiyar, cebinden bir elma çıkartıp bu padişaha vermiş. Demiş ki: — Bu elmanın kabuğunu soyacaksın. Kabuklarını ata yedireceksin. Elmanın yarısını sen yiyeceksin, yarısını da hanımına yedireceksin. Padişah, ak sakallı pîr-i fâninin dediği gibi yapmış. Elmanın kabuklarını atına yedirmiş. Elmanın yarısını kendisi yemiş, yarısını da hanımına yedirmiş. Aradan günler aylar geçmiş. Bu padişahın bir oğlu dünyaya gelmiş. Padişah, bu oğlunun doğumu için bütün memlekete kırk gün kırk gece ziyafet vermiş. Herkese yedirmiş, içirmiş, şenlikler düzenlemiş. Oğlunun doğumunu kutlamış. Bu oğlanın adını Şah İsmail koymuşlar. Elmanın kabuğunu verdikleri atın da bir sene sonra bir tayı olmuş. Bu tayın adını da Kamertay koymuşlar. Aradan günler geçmiş, zaman ilerlemiş. Bir yandan tay büyümüş, bir yandan da Şah İsmail büyümüş. Şah İsmail’i babası eğitmiş, büyük ustalardan dersler aldırmış. Şah İsmail de tahtın tek vârisi imiş. Aradan yıllar geçmiş. Şah İsmail iyice büyüyüp serpilmiş. Bunun evlenme çağı gelmiş. Tabi babası demiş ki: — Oğlum gel seni evlendirelim. Bu tahtın tek varisi sensin. Babası her ne kadar Şah İsmail’in evlenmesi için çabalasa da Şah İsmail sürekli bunu reddedermiş: — Evlenmeyeceğim, dermiş. Şah İsmail de ava çok merak sararmış. Sürekli ava çıkar, uzun süre eve dönmezmiş. Atına biner, ava çıkar, günlerce eve dönmezmiş. Yine bir gün arkadaşlarıyla beraber bir ava çıkmışlar. Atlarla birlikte uzun bir yol aldıktan sonra bir obaya rast gelmişler. Çadırlar kurulmuş, göçmenler orada konaklamış. Şah İsmail, arkadaşları ile beraber oraya varmışlar. Selam verip içeri girmişler. Tabi bunları bir çadıra konuk etmişler. Bunlara yedirmişler, içirmişler. İzzet ve ikramda bulunmuşlar. Aralarında konuşurlarken Şah İsmail’e soruyorlar ki sen necisin, nerelisin. Şah İsmail de: — Ben padişahım oğluyum, demiş. Orada da Gülizar isminde güzel mi güzel bir kız ekmek pişirirmiş. Tabii Şah İsmail Gülizar’ı görünce buna vurulmuş. Gülizar da Şah İsmail’e vurulmuş. Bunlar birbirlerine âşık olmuşlar. Şah İsmail de toy bir delikanlı o zamanlar. Bunlar orada konuşup anlaşmışlar. Kız demiş ki: — Biz buradan bir hafta sonra ayrılacağız. Gideceğimiz yerin adını ben yazar, filan taşın altına koyarım. Sen oradan alır nereye gittiğimizi öğrenirsin. Tabii Şah İsmail ile arkadaşları oradan ayrılıp evlerine dönmüşler. Aradan bir hafta geçmiş. Şah İsmail arkadaşları ile birlikte yine aynı tarafa avlanmaya çıkmışlar. Aynı obaya varmışlar ki çadırlar kalkmış. Göçmenler oradan gitmişler. Şah İsmail, Gülizar’ın dediklerini hatırlamış. Gidiyor, dediği taşın altına bakıyor ki bir mektup. O mektupta Yemen’e gittikleri yazılıymış. Beni bulmak istersen ancak Yemen’de bulabilirsin yazılmış, kağıda. Şah İsmail hemen yanına bir arkadaşını alarak doğru Yemen’in yolunu tutmuş. Yemen’e giderlerken bir yere gelmişler ki kocaman bir sur. O suru aşıp yola devam etmeleri gerekmektedir. Fakat geçmenin hiçbir imkânı yokmuş. Surun yanında da bir kaya dururmuş. Şah İsmail, kayaya kılıçla bir vurmuş, kaya ikiye ayrılmış. Kayanın içinden dünya güzeli bir kız çıkmış. Tabi Şah İsmail şaşırmış. Sormuş ki: — Sen ins misin, cin misin? Kız demiş ki: — Ne insim ne cinim. Seni beni yaradan Allah’ın kuluyum. — Burada ne arıyorsun, diye sormuş Şah İsmail. Kız demiş ki: — Kardeşlerim benim için savaşa gittiler. Ben de buraya saklandım. Buraya gelirlerse seni de öldürürler. Filan yerde savaşıyorlar. Şah İsmail ile arkadaşı hemen onların yanına gitmişler. Varmış bakmışlar ki kızın kardeşleri üç kişi ama karşı taraf çok kalabalık. Hemen kızın kardeşlerinin yanında savaşa girmişler. Karşı tarafı bozguna uğratmışlar. Savaş bitince bunlar eve dönmüşler. Aralarında fısıltı ile konuşurlarmış. Şah İsmail demiş ki: — Fısıltı ev yıkar. Açıkta söyleyin de biz de duyalım. Onlar da demiş ki: — Bize yardım eden delikanlıya ne hediye edelim diye aramızda konuşuyorduk. En sonunda sana kız kardeşimizi vermeyi kararlaştırdık, demişler. Şah İsmail durumu anlatmış: — Eğer kardeşiniz ikinci ailem olmayı kabul ederse alırım, demiş. Onlar da bunu kabul etmişler. Şah İsmail bu kızı almış. Varmışlar Arap ellerine. Bunlar bir çeşmenin başına varıp yatmışlar. Tabi askerler hemen etraflarını çevirmişler. Bu arada da hemen padişaha haber göndermişler. Padişah: — Alın buraya gelin, demiş. Bunu Şah İsmail’e demişler. Şah İsmail demiş ki: — Ben kimsenin ayağına gitmem. Padişahınız benim ayağıma gelsin. Şah İsmail’in bu sözlerini padişaha demişler. Padişah atına atlamış, bunların yanına varıyor. Selam veriyor. Soruyor: — İns misin, cin misin? Necisin? Şah İsmail de demiş ki: — Ne insim ne cinim. Seni beni yaratan Allah’ın kuluyum. Arap da çok yiğit ve iyi kılıç kullanan birisiymiş. Bunu hiç kimse yenemezmiş. Fakat yüzünü hiç kimseye göstermezmiş. Bu padişah, Şah İsmail’e demiş ki: — Eğer beni yenmeyi başarırsan canının bağışlarım. Tabii Şah İsmail atına binmiş. Silahını kuşanmış. Zorlu bir mücadele olmuş. Şah İsmail vurmuş, Arap vurmuş. En son Şah İsmail Arap’ı attan düşürmüş. Attan düşürür düşürmez kılıcı hemen boğazına dayamış. Arap demiş ki: — Beni şimdiye kadar attan düşürmeyi kimse başaramadı. Ben seninim. O sırada yüzünü açmış ki padişah güzel mi güzel bir kadınmış. Şah İsmail ona da durumu anlatmış. Eğer üçüncü ailem olmayı kabul edersen seni de alırım demiş. Arap da bunu kabul etmiş. Şah İsmail onu da almış. Bunlar hep beraber Arap ülkesine gitmişler. Yemişler, içmişler, eğlenmişler. Daha sonra bunlar yola düşmüşler. Varmışlar Yemen’e. Yemen’e varınca bir davul sesi duymuşlar. Bu davul sesinin ne olduğunu bize ancak bir kocakarı bildirir demişler. Varmışlar kocakarının yanına: — Bu davul sesi de nedir, diye sormuşlar. Kocakarı demiş ki: — Hiç sormayın, bir Gülizar vardır. Dünya güzeli. Onu zorla evlendiriyorlar. Gülizar’ın da gönlü başkasındaymış. Şah İsmail ile Gülizar ilk karşılaştığında Gülizar, Şah İsmail’e bir yüzük vermişmiş. Şah İsmail bu kocakarıya demiş ki: — Bu yüzüğü alıp Gülizar’a gösterirsen sana şu kadar altın. Kocakarı kabul etmiş. Varıyor gelinin evine: — Geri çeklin geri çekilin, kızımı son kez bir daha göreyim, demiş. O sırada Gülizar’a yüzüğü göstermiş. Gülizar hemen anlamış: — Buraya niye gelmedi, demiş. Kocakarı da durumu anlatmış. Gülizar, yarın kadın kılığında onları al, buraya getir, demiş. Sabah olmuş, Şah İsmail’e kadın elbisesi giydirmişler. Bu şekilde Güzlizar’ın yanına girmeyi başarmışlar. Bunlar orada kaçmaya karar veriyorlar: — Yarın has bahçede herkes kına telaşındayken sen alır, beni kaçırırsın, diyor. Ertesi gün herkes kına için has bahçede toplanmış. Tabi etraf çok kalabalık ve herkes telaş içindeymiş. Kına ile, çerez ile bunlar uğraşırlarken Şah İsmail ile Arap, Gülizar’ı alıp kaçırmışlar. Epey bir zaman gitmişler. Bir yerde dinlenmek için durmuşlar. Gülizar, yorgunluktan Şah İsmail’in dizinde uykuya dalmış, dinlenmiş. Bunlar yine epey bir yol kat ettikten sonra Arap ülkesine varmışlar. Arap, eşyalarını almış. Ülkeyi vezirlerine emanet etmiş. Varıyorlar üçüncü ailenin yanına. Bu üçüncü kızın da bir kitabı ile küçük bir köpeği varmış. Bunlar sihirliymiş. Şah İsmail: — Kızla birlikte bu kitabı ve köpeği de verirseniz kardeşinizi alırım, yoksa almam, demiş. Bunlar razı olmuşlar. Dönüp gelmişler kendi ülkelerine. Bunlar sihirli kitaba bakmışlar. Hemen padişahın sarayının karşısına geceleyin bir saray yaptırmışlar. Sabah olup da herkes kalkınca bakmışlar ki sarayın karşısında bir saray. — Bunu yapsa yapsa Şah İsmail yapar, demişler. Şah İsmail’in yanına tüm komşular hoş geldin etmeye gitmişler. Arap kızını görünce korkuyorlar, peri kızını görünce ürküyorlar, Gülizar’ı görünce bayılıyorlarmış. Şah İsmail’in annesi de gelmiş. Annesine kızları göstermiş Şah İsmail. Şah İsmail’in annesi olan biteni padişaha anlatmış. Bunun üzerine padişah: — Bir de ben göreyim şunları, demiş. Padişah, Gülizar’ı görünce bayılmış. Tabi bunlara bir tuzak kurmaya çalışmışlar. Bunları saraya yemeğe davet etmiş. Ama yemeklerin hepsine zehir koydurmuş. Tabii Şah İsmail’e peri kızı demiş ki: — Şu yüzüğü al, tüm yemeklerin üstünden gezdir. Zehirleri kalkar. Şah İsmail saraya varmış. Tabi yemekleri hazırlanmış, sofralar kurulmuş. Şah İsmail hemen yüzüğü yemeklerin üstünden gezdirmiş. Yiyebildiği kadar yemiş. Padişah bakmış ki hiçbir şey olmuyor. Bunda başarılı olamamış. İkinci sefer tuzak kurmaya başlamış. Kendi kapısından Şah İsmail’in kapısına kadar kuyu kazdırmış. Kuyunun da üzerini hafif bir şey ile örttürmüş. Güya Şah İsmail’i kuyuya düşürtüp öldürecekmiş. Peri kızı hemen kitaba bakıyor. Diyor ki: — Böyle böyle baban kuyu kazdırdı. Seni yine davet edecek. Önden köpek gitsin. O nerelere basarsa sen de oralara bas. Tabii babaları yine Şah İsmail’i davet etmiş. Şah İsmail peri kızın dediği gibi önden köpeği göndermiş. O nereye basarsa o da oraya basıyormuş. Varmışlar saraya. Babası şaşırmış. Demiş ki: — Allah Allah, bu köpeğin sarayda ne işi var yahu? Şah İsmail: — Köpeği almazsan ben de gelmem, demiş. O zaman kabul etmişler. Babası, Şah İsmail’e demiş ki: — Bir oyun oynayalım, kim kazanırsa o diğerinin gözünü oyacak. İkisi de kabul etmişler. Oynamaya başlamışlar. Her seferinde Şah İsmail kazanmasına rağmen babasının gözünün oymuyormuş. Bir seferinde de bilerek yeniliyim, babam gözümü oyacak mı diye düşünmüş. Bir sefer de bilerek yenilmiş. Babası hemen bunun gözlerini oydurmuş. Gözlerini cebine koyup daha sonra da Şah İsmail’i götürüyor bir dağın başına atmışlar. Bu arada peri kızı sihirli kitaba bakmış. Şah İsmail’in durumunu görmüş. Şah İsmail’in yanına da dağda bir kuş gelir gidermiş. Şah İsmail kuş dilinden anlarmış. Bu kuştan, cebinden gözleri çıkartıp takmasını istemiş. Fakat kuş, gözleri yanlış takmış. Sağ gözü sola, sol gözü sağa takmış. Şah İsmail şaşı olmuş. Bu arada da padişah, Gülizar’ı Arap ile peri kızından istiyormuş. Şah İsmail oradan gelmiş. Memlekete yakın yerde bir çiftçiye rastlamış. Selam vermiş. Çiftçiden tüm durumları öğrenmiş. O sırada da memlekette savaş oluyormuş. Sırayla herkes savaşa gidermiş. Şah İsmail, çiftçiye: — Atın var mı, diye sormuş. — Bir topal atım var, demiş çiftçi de. Hemen o topal atı almış. — Yarın savaşa gitme sırası bende, demiş çiftçi. Şah İsmail de: — Sen dur, senin yerine ben giderim, demiş. Şah İsmail ata binip de yola düşünce peri kızının sihirli kitabı kırk yarılmış ki Şah İsmail ata binip de geliyor diye. Bu arada da meydana padişahın bir adamı çıkmış. Şah İsmail ata binip onun karşısına meydana çıkmış. Sağa sola hamle yapmış. Şah İsmail bu adam ile önceden anlaşmışmış. Adam hamle yapıp güya Şah İsmail’i attan düşürmüş. Adam Şah İsmail’in boğazına kılıcı dayamış ve numaradan: — Padişahım koş, düşmanını kendi ellerinle öldür diye feryat etmiş. Padişah oraya gelince Şah İsmail ile anlaşmalı olan bu adam, bir kılıçla padişahı öldürmüş. Yerine Şah İsmail geçmiş. Annesini kendisine yardım eden çiftçiye vermiş. O çiftçiye mal mülk de vermiş. Kendisi de peri kızıyla, Arap ile Gülizar ile kırk gün kırk gece eğlence yapmışlar, düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
ŞAH İSMAİL İLE GÜLİZAR
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
[AĞLAYAN AYVA, GÜLEN NAR] Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın otuz kızı varmış, karısı yeniden hamile kalmış. Padişah karısına demiş ki: — Eğer bu da kız olursa senin başını vurdururum. Çocuk doğmuş, bakmışlar ki yine kız. Padişaha bir oğlun oldu diye haber etmişler. Kadın bu çocuğu oğlan gibi giydirip oğlan gibi yetiştirmiş. Aradan zaman geçmiş, padişah: — Bizim oğlan büyüdü, sünnet olma zamanı geldi, demiş. Bu lafı karısı duyunca kara kara düşünmeye başlamış. Kız gelip anasına demiş ki: — Ana ben babama varır, baba sünnet olmadan önce gezmek istiyorum derim, demiş. Kız dediğini yapmış. Babasına varıp böyle böyle anlatmış. Babası da kabul etmiş. Kız deveye binmiş, az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına bir cin çıkmış. Kız, derdini cine anlatmış. Cin, kıza demiş ki: —Ben sana iki tane kıl vereceğim, eğer başın derde düşerse bu kılları birbirine değdir, ben hemen baş ucunda olurum, demiş. Kız yine yola devam etmiş. Bir ülkeye varmış ki o memlekette yılda bir defa bir canavar ortaya çıkar, önüne çıkanı yermiş. Kız, cinden aldığı iki kılı birbirine değdirmiş. Cin hemen gelmiş. Cine demiş ki: — Bana öyle bir keskin kılıç yaptır ki bu canavarın bir vuruşta kellesini uçurayım, demiş. Cin hemen bir kılıç bulmuş, gelmiş. Canavar ortaya çıkınca kız bir vuruşta canavarın başını kesmiş. O memleketin padişahı “Canavarın başını kim uçurduysa yanıma gelsin.” diye haber yollamış. Herkes ben öldürdüm diye padişahın huzuruna varıyormuş. Kız da varınca oradakiler gülüşmüşler: — Koca canavarı vura vura şu çelimsiz mi vuracak, demişler. Kız, padişaha: — Devin kulaklarını kestim, işte cebimde, deyip cebinden kulakları çıkartmış. Padişah da kıza: — Dile benden ne dilersen, demiş. Kız: — Sağlığını isterim, demiş. Padişah da o zaman: — Ben sana kızımı vereceğim demiş. Oğlan kabul etmiş. Oğlana devlerin inine varıp devlerin aynasını getirmesini istemiş. Oğlan da iki kılı yine birbirine değdirip cini çağırmış. Cin, oğlana bir uçan at vermiş. Bir de demiş ki: — İne vardığında bak, eğer devlerin gözü açıksa aynayı al. Eğer devlerin gözü kapalıysa sakın yanlarına varma, demiş. Çünkü devler gözü açıkken görürlermiş ama bir şey yapamazlarmış. Gözü yumukken ise adamı tutması ile yemesi bir olurmuş. Oğlan yola çıkmış, devlerin inine varmış. İçeri girmiş ki devlerin gözü açık. Hemen aynayı kaptığı gibi kıza getirmiş. Kız demiş ki: — Ben aynayı ne yapayım, tarak olmadıktan sonra. Bana devlerin tarağını da getir, demiş. Oğlan yine gitmiş ki devlerin gözü açık. Taraklarını almış gelmiş. Devler demişler ki: — Bizim aynamızı aldı, tarağımızı da aldı. Bu eğer oğlansa kız, kız ise oğlan olsun.” demişler. Aslında kız olan bu oğlan, bu sefer sahiden oğlan olmuş. Bu arada kız, padişahın ordusundaki sevdiği oğlana demiş ki: — En zor şeyleri istedim, hepsini getirdi. Bu oğlandan nasıl kurtulacağız? Oğlan da: — Sen ondan ağlayan ayva, gülen nar ağacından bir dal koparmasını söyle. Ben askerimle bu ağacın arkasına gizlenirim. O gelince, onu öldürürüm, demiş. Kız, oğlanı yanına çağırmış: — Senden son bir dileğim var. Bana ağlayan elma ile gülen nar ağacından bir dal koparıp getirirsen sana varacağım, demiş. Oğlan uçan atına binip oradan uzaklaşmış. Bir bakmış ki aşağıda askerler pusu kurmuşlar. Atına demiş ki: — Sen beni uzak bir yere indir, sonra sen uçmaya devam et. Onları üzerine çek. Ben dalı koparınca seni çağırırım. At, oğlanı uzak bir yere bırakıp kendi de askerlerin yakınlarına inmiş. At kişneyince askerler ata doğru sinsi sinsi yaklaşmaya başlamışlar. Bu arada oğlan ağacın dalından tutunca kökünden sökmüş, atına bir ıslık çalmış. At havalanıp oğlanın yanına varmış. Oğlan, ata binip kızın yanına varmış. Padişah, oğlanı yanına çağırıp: — Artık düğün hazırlıklarına başlayın., demiş. Oğlan da padişaha: — Benim babam da padişah, söyleyelim o da gelsin, hep beraber düğün yapalım ki iki ülkeyi birleştirelim, demiş. Oğlanın babası da gelmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, muratlarına ermişler.
[Ağlayan Ayva Gülen Nar]
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 [KELOĞLAN VE KÖSE] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan’ın bir de babası varmış. İhtiyar adamcağız son günlerini yaşıyormuş. Bir gün oğlunu karşısına alarak: — Sakın köselerle alışveriş etme! Bu benim sana ilk ve son öğüdüm olsun, demiş. Birkaç ay sonra adamcağız ölmüş. Babası öldükten sonra evin işlerini idare etme görevi Keloğlan’a düşmüş. Günlerden birinde Keloğlan on kilo buğdayı hayvana yükleyerek değirmene öğütmeye gitmiş. Köye en yakın olan değirmene varmış. Bakmış ki sahibi köse. Oradan vazgeçerek daha aşağıdakine gitmiş. İkinci değirmenin sahibinin de köse olduğunu görünce başka bir değirmene gitmek için yola koyulmuş. Gitmiş, gitmiş, yol çok uzadığı için daha fazla yorulmak istememiş, geri dönerek kösenin değirmenine gelmiş. Hâlbuki en aşağıdaki değirmenci köse değilmiş. Keloğlan kösenin değirmeninde buğdayları öğütmeye başlamış. Bu sırada konuşmaya koyulmuşlar. Köse söz arasında Keloğlan’a dönerek: — Oğulcuğum, benim karnım çok aç. Şu senin unun birazını alıp da ekmek yapalım, olmaz mı? Keloğlan razı olmuş, köse de unu yoğurmaya başlamış. Köse evvela unun suyunu fazla kaçırmış, un koymuş. Katı olmuş su koymuş, sulu olmuş. Böyle yapa yapa on kilo unu da yoğurmuş. Ekmeğe ateşe koyarak pişirmeye başlamış. Köse, Keloğlan’a: — Ekmek pişinceye kadar istersen birer masal anlatalım. Kimin masalı güzel olursa, ekmek de onun olsun, demiş. Keloğlan buna razı olmuş. Önce köse masalını anlatmaya başlamış: — Vaktiyle bir adam varmış, bu adamın bir karısı, karısının da üç tane hovardası varmış. Adam bir gün sokağa çıkmış, karısı da hovardalarını eve almış... Köse burada uzun bir nefes aldıktan sonra masalını anlatmaya devam etmiş: — Adamcağız işini erken bitirip eve dönmüş. Karısı pencereden kocasının geldiğini görünce hovardalarından birini ocağın bacasına, diğerini ambara, üçüncüsünü de ahıra saklamış. Kocasına kapıyı açmış. Adam köşe başından evi gözetlediği için, hovardaların eve girdiklerini görmüşmüş. Karısından bir değnek isteyerek ocağın çok kurumlu olan bacasını temizleyeceğini söylemiş. Bacaya sopayı sokunca herif pat diye aşağı düşmüş, ölmüş. Gürültüyü duyan ötekiler arkadaşlarını kurtarmak için dışarı çıkmışlar. Bir tanesi eşeğin semerini almış, dama çıkmış. Bacadan semeri atarak adamı öldürmek istemiş. Fakat semerin ipi ayağına takılarak bacadan aşağı kendi de semerle beraber düşmüş, ölmüş. En sona kalan hovardayı da karı koca bir olup öldürmüş. Onlar ermiş muradına....” Kösenin masalı burada bitmiş, sıra Keloğlan’a gelmiş. Masalını anlatmaya başlamış: — Bir vardı, bir yoktu. Evvel zamanda bizim bir topal peteğimiz vardı. Bu petek bir gün kayboldu. Aradık, taradık bulamadık. Bir horozumuz vardı, horozun sırtına bindik, peteğimizi aramaya gittik. Bir dağın tepesine çıktık. Baktık bizim petekle bir adam çift sürüyor. Hemen yanına giderek: “Bu peteğe sen niçin çift sürdürüyorsun?” diye sorduk. Adam bizi doğru yaklaştı ve: “Bu petek sizindir. Dün benim öküzümü yaraladı. Öküzüm hasta olduğundan onun yerine bunu koştum.” diye cevap verdi. Biz de peteği alarak eve geldik. Fakat horozun sırtı yara olduğundan bunu nasıl iyi edelim diye sorduk soruşturduk. Bize “Hindistan cevizi iyi eder” dediler. Babam yedi sene evvel Hindistan cevizi yemişti. Fakat o sırada sağ olmadığı için düşünmeye başladık. Nihayet on beş kişi babamın mezarına gittik. Tam yedi sene eştik. Mezarı açtıktan sonra bir tane Hindistan cevizi bulabildik. Akşam Hindistan cevizini horozun üzerine sürdük. Sabah olunca ne görsek beğenirsin? Horozun sırtında kocaman bir Hindistan cevizi ağacı çıkmamış mı? Hemen ağacın üzerine çıktık. Cevizleri toplamaya başladık. O sırada gözümüze bir şey ilişti. Ağacın üzerinde kocaman bir buğday tarlası vardı... Bir orak alarak tarlayı biçmeye başladık. O sırada bir tavşan çıktı. Kaçmaya başladı. Hemen orağı alarak tavşanın arkasından koşmaya başladım. Orak buğdayları biçti, halt eyleme köse, kardeşlik peteği Keloğlan’a düştü...” diyerek masalını bitirmiş. Ekmekleri alarak evine gitmiş. Onlara kömür.... Bizlere ömür...
Keloğlan ve Köse
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
AKILLI ŞEHZADE Bir varmış bir yokmuş Allah’ın kulu pek çokmuş, çok söylemesi günahmış. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde gökyüzünde bir ülke varmış. Bu ülke de insanlar çok mutlu yaşarlarmış. Bu ülkenin çok akıllı bir padişahı varmış. Bu padişah çok adaletli ve dürüstmüş. Halk padişahı çok severmiş, fakat padişah çok yaşlıymış. Hastalanmış ve günden güne kötüye gidiyormuş. Padişahın üç tane oğlu bir tane de kızı varmış. Çocuklarını yanına çağırıp onlara bir soru sormuş. — Evlatlarım benim durumum kötü, yakın bir zamanda öleceğim. Size çok güzel bir ülke bırakıyorum, demiş. Çocukları çok üzülmüş. Padişah sözüne devam etmiş. — Sevgili çocuklarım. Sizlere bir soru soracağım. Dünyadaki en kıymetli hazine nedir? En büyük oğlu: — Bizim ülkemizdeki altınlar ve elmaslardır, demiş. Ortanca çocuğu ise: —Ülkemizdeki ağaçlar ve ormanlar, diye cevap vermiş. Kızı ise babacığım en güzel hazine bana bıraktığın ipekli, altınlı kumaşlar, aynalar, elmas taraklar, diye cevap vermiş. En küçük oğlu ise: — Baba bana uzak ülkelerden getirdiğin öğretmenler, kitaplar en değerli hazinedir. Ben onlar sayesinde ilim öğrendim. Onlarla dünyayı tanıdım, demiş. Padişah kitap okumayı çok severmiş. Küçük oğlunun verdiği yanıt çok hoşuna gitmiş ve oğlum böyle düşünmen ne kadar güzel, ben de senin gibi düşünüyorum. Benim vasiyetim ben öldükten sonra senin tahta geçmendir, demiş. Babalarının en küçük kardeşini tahta geçirmek istediğini duyan ağabeyleri kardeşlerini öldürüp ülkeyi beraber yönetelim diye konuşmuşlar. Konuşmalarını duyan kız kardeşleri ise bunu hemen küçük şehzadeye söylemiş: — Kardeşim buralardan kaç, seni öldürecekler. Çok uzaklara kaç, demiş. Bu sırada padişah ölmüş. Şehzade ise atını alarak saraydan kaçmış. Ağabeyleri onu aramışlar ama şehzade çoktan ülkeden gitmiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş… Sonunda rahat edeceği bir ülkeye ulaşmış. Öyle çok yorulmuş ki artık atın üzerinde duracak hâli kalmamış. Şehre vardığında tepe kenarında ilk evin kapısına vurmuş. Kapıyı yaşlı bir adam açmış. Oğlan şehzade olduğunu söylememiş. Gariban olduğunu, bu memleketin yabancısı olduğunu onu Tanrı misafiri olarak eve almasını istemiş. Zaten ihtiyar ninenin de kimi kimsesi yokmuş. Bir can yoldaşı geldi diye sevinmiş, hatta onu evlatlığa kabul etmiş. İhtiyar nine, şehzadeye yemek hazırlamış. Yemeğini yiyen genç adam, gidip elini, ayağını yıkamış. Atını da yemlemiş. Bu işler bitince ihtiyar ninenin hazırladığı yatakta bir güzel uyumuş. Sabah olduğunda ise dışarıdan sesler geliyormuş, şehzade sormuş: — Nene, herkes böyle nereye gidiyor? Şenlik düğün filan mı var? — Düğün değil oğlum, bugün padişahımızı seçecekler. Talih kuşunu uçuracaklar. Bu sefer şehzade: — Ne olur nene, gidip izleyelim, demiş. İhtiyar nene evlatlığını kıramamış. Kalkıp giyinerek büyük meydana gitmişler. Herkes toplandıktan sonra talih kuşunu uçurmuşlar. Herkes benim başıma konsun diye bakıyormuş. Kuş dönmüş dolaşmış bizim şehzadenin kafasına konmuş. Halk kabul etmemiş yabancı diye. Bir kez daha uçurmuşlar. Kuş yine dönüp dolaşıp şehzadeye konmuş. Yine kabul etmemişler: — Allah’ın hakkı üçtür, demişler. Kuş yine şehzadeye konmuş ve bu sefer itiraz edememişler. Küçük şehzade padişah olmuş. Bir yandan da kardeşlerini merak ediyormuş. Elçilerine haber verip kardeşlerini yemeğe davet etmiş. Çok zengin sofralar hazırlatmış. Kardeşleri geldiğinde önce onu tanıyamamışlar sakal bırakmış, değişmiş. Daha sonra sofraya geçmişler. Yemek yemişler. Şehzade dayanamayıp sormuş: — Ülkeyi kim yönetiyor şimdi, demiş. Ağabeyleri bir anda: — Ben, diye cevap vermişler. Sonra büyük ağabeyi: — Ben yönetiyorum, kardeşim yardım ediyor, demiş. Bunu duyan şehzade ise çok üzülmüş: — Biz de ülkeyi beraber yönetebilirdik, ama siz beni öldürmek istediniz, demiş. Bunu duyan ağabeyleri şaşırmış. Kardeşleri karşılarında tek başına padişah olarak duruyormuş. Yaptığı hatayı anlayan ağabeyleri şehzadeye sarılmışlar ve özür dilemişler. Üç kardeş yine barış içinde mutlu yaşamışlar. Bu masal da burada bitmiş.
Akıllı Şehzade
Tokat
Karadeniz Bölgesi
ECİR SABIR KUTUSU Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken sallar iken ip koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Zor attım kendimi dışarı... Derken düştüm bir masalın içine. Çok eskilerde bir konak varmış. Bu konakta zengin mi zengin mutlu mu mutlu bir aile yaşarmış. Konakta çok güzel bir kız yaşarmış, bu kız; ay kadar güzel, güneş kadar sıcakmış. Bu güzel kız, her gün konağın avlusuna dolaşmaya çıkarmış. Bir karga ise bu kızı hep rahatsız edermiş. Bir gün karga “cak cak cak, kız başına ne gelecek” diye bağırmış. Kargadan kaçan kız konağın içine girmiş. Fakat karga kızın peşini bırakmıyormuş. Kız dışarı her çıktığında kargada yanına gelip bağırıyormuş. Bundan bıkan kız annesine; — Anne lütfen bu konaktan gidelim, başka bir yere gidelim, demiş. Annesi bu olayı kocasına anlatmış. Kocası da: — Tamam, kızım düzelecekse gidelim, demiş ve çok büyük bir konağa gitmişler . Burada fakirlere yemek dağıtılmış. Konakta kırk tane oda varmış. Güzel kız konağın içinde büyük bir kapı görmüş ve bu kapıyı açmış. Tam o sırada karga yine gelmiş ve bağırmış, kanadıyla da kapıyı çarpmış. Ve kız içerde kalmış. Kız kapıyı açmaya çalışmış fakat içerde kalmış. Bağırmış, ağlamış, sesini kimseye duyuramamış. Kız biraz yorulmuş, uykuya dalmış. Sabah olduğunda bir ses duymuş ve evin içine girdiğinde koskocaman bir bey yatıyormuş. Bu bey çok güçlü zengin ve yakışıklıymış. Genç kız bu beye tam kırk gün bakmış, evini temizlemiş. Bir gün evin balkonuna çıkmış. Aşağıdan Çingeneler geçiyormuş. O sırada bir Çingene kızı görmüş. Balkondan bağırmış ve kızı kendine yardımcı almak için aşağıya bir ip sarkıtmış ve altın vermiş.  Çingene kızını yanına arkadaş olarak almış, onunla sohbet etmiş. Onu güzelce giydirip temizlemiş. Bir gün genç kız, Çingene kızına: — Birkaç saat balkona hava almaya çıkacağım sen biraz beye bak ben geleceğim, demiş. Biraz sonra bey uykudan uyanmış. İlk bakışta yanında Çingene kızını görmüş. Bana sen mi baktın kırk gün boyunca diye, sormuş. Çingene kızı ise: — Evet, ben baktım sana, evini temizledim. Sana da baktım, demiş. Bey, Çingene kızına altın bilezikler vermiş, ipek kumaşlar getirmiş. Biraz sonra güzel kız gelmiş ve beyin uyandığını görmüş. Çingene kızı, beye o kız benim yardımcım, ben aldım, diye yalan söylemiş. Beye âşık olan güzel kız ise bu duruma çok içlenmiş. Her gün ağlarmış. Bey ise merak etmiş: — Neden sürekli ağlıyorsun, demiş. Genç kız ise anlatamamış.: — Ailemi özledim, onlardan çok uzağım, demiş. Bey ise: — Ben birkaç gün sonra şehre gideceğim, sana ne getiriyim, demiş. Genç kız ise: — Ecir sabır kutusu getir, demiş. Bey ise o bıçakları neden istediğini anlamamış. Çingene kızına da sormuş: — Sana ne getiriyim, demiş. Çingene kızı ise altınlar ipekler istemiş. Bey şehre inmiş altınları ipekleri almış. Daha sonra aklına ecir sabır kutusu gelmiş. Bıçakçılar çarşısına girip ecir sabır kutusunu almış. Bıçakçıya sormuş: — Bu kutu nedir, demiş. Bıçakçı ise: — Bu kutu; çileleri ve dertleri olanları dinler. Eğer dertleri çok ise patlar, etrafa bıçaklar saçılır, demiş. Bunu duyan bey konağa gitmiş. Çingene kızına aldığı hediyeleri verdikten sonra güzel kızın odasına gitmiş ve kutuyu vermiş. Daha sonra kapının arkasından kızı dinlemiş. Kız başına gelenleri birer birer anlatmış: — Ben bir bey kızıydım. Bir karga geldi, beni buraya hapsetti. Beyi gördüm, ona âşık oldum, baktım. Sonra aldığım Çingene kızı yalan söyleyip benim yerime geçti, diye ağlamış. Bu sırada kutudan sesler çıkmaya başlamış. Kutu tam patlayacakken bey içeri girmiş ve kızı kurtarmış. Kutu patlayıp bıçaklar etrafa dağılmış. Bey gerçeği anlamış ve sen çok güzel ve iyi bir kızsın, ben seninle evleneceğim. Aileni de bulacağım. Sen yeter ki benimle evlen, demiş. Daha sonra beyle güzel kız evlenmiş. Ailesi de gelmiş düğününe. Tam kırk gün kırk gece düğün olmuş. Bey ve güzel kız mutlu olmuşlar.
Ecir Sabır Kutusu
İstanbul
Marmara Bölgesi
[NİNENİN EVİ SAZDAN, DEDENİN EVİ TUZDAN] Bir varmış bir yokmuş, köylerden birinde bir nineyle bir dede varmış. Ninenin evi sazdan, dedenin evi tuzdanmış. Bir gün, nine çorba yaparken evde tuz kalmadığını görmüş. Dededen tuz istemeye gitmiş: —Dede, acık tuz versene, çorbama koyayım, demiş. Dede: —Benim tuzum bana zor yetiyor, veremem, demiş. Nine: — Hadi be dede, demiş, yalvarmış yakarmış ama nafile. Dede tuz vermemiş. Nine, çaresiz, çorbasını tuzsuz içmiş. Bir yağmurlar yağmış, bir yağmurlar yağmış; dedenin evi erimiş. Dede hem evsiz kalmış hem de çok acıkmış. Ninenin kapısını tıklatmış: — Nine çok üşüdüm. Acık gelivereyim mi, demiş. Nine: — Olmaz. Sen bana tuz vermedin; ben de seni eve almıyorum, demiş. Dede çok yalvarmış: — Hadi be nine, demiş. Nine dayanamamış: — Sen bana tuz vermediydin ama iyi madem hadi gel, demiş. Dede içeri girmiş. Biraz oturmuş, ocağın başında ısınmış. Biraz sonra çok acıktığını fark etmiş: — Nine, ben çok acıktım. Acık çorbandan versene, demiş. Nine: — Olmaz. Sen bana tuz vermediydin. Ben de sana çorba vermiyom, demiş. Dede: — Hadi be nine. Çok acıktım. Öleyim mi açlıktan? Acık ver şu çorbandan, demiş. Nine yine dayanamamış ve: — Sen bana tuz vermediydin; tuzsuz çorbam var. Al bakam, demiş, dedeye bir tas çorba vermiş. Dede çorbayı da içince uykusu gelmiş. Nine dedeye bir döşek sermiş. Dede de yatmış. Uyuyacak uyumasına ama… Dışarıda yağmur, fırtına… Üşümüş. Bir türlü uyuyamamış. Dede: — Nine çok üşüdüm. Acık yanına gelivereyim mi, demiş. Nine: — Sen bana tuz vermediydin. Ha yat bakalım şimdi soğuk döşekte, demiş. Dede yine yalvarmış: — Hadi be nine. Çok üşüdüm. Acık gelivereyim, demiş. Nine dayanamamış: — Hadi gel bakam, demiş. Dede, ninenin arkasına sokulmuş, uyumuşlar. Mutlu mesut yaşamışlar. Masal da burada bitmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Ninenin Evi Sazdan Dedenin Evi Tuzdan
Bursa
Marmara Bölgesi
[LEYLEK İLE TİLKİNİN DOSTLUĞU] Bir varmış bir yokmuş tilki ile leylek varmış. Bunlar arkadaş olmuşlar ve yiyecekleri kalmadığından bir dağa yiyecek aramaya gitmişler. Tilki: — Leylek arkadaş aynı yöne gitmeyelim, ayrı yönlere gidip arayalım akşama görüşürüz, demiş leylek de kabul etmiş. Ayrı yönlere dağılarak yiyecek aramaya başlamışlar. Tilki bir dedeye rast gelmiş. Dede iki kasa balık toplamış, at arabasına koymuş, pazara satmaya götürüyormuş. Tilki:  — Bu balıkları bir şekilde almalıyım, diye düşünmüş ve dedeyi kandırmaya karar vermiş. Dede gelmeden geçeceği yola yatarak ölü taklidi yapmış. Dede tilkiyi ölü sanmış ve derisini satarım diye düşünerek balık kasalarının üzerine koymuş. Tilki balıkları yavaş yavaş yola saçmaya başlamış, kasalar boşalınca at arabasından inip saçtığı balıkları toplayarak mağarasına dönmüş. Balıkları tavana asmış, leyleğin görmemesi için. Leylek akşam olunca gelmiş ve: — Tilki arkadaş ben bir şey bulamadım, demiş. Tilki de: — Ben de bulamadım leylek arkadaş. Sana bir çorba yapayım da içelim, demiş ve bir tasta çorba yapmış. Leylek içemedeğinden aç kalmış. — Yarın akşam da bana gel, demiş. Tilki kabul etmiş. Leylek de ona derin bir çömlekte çorba yapmış. Bu sefer de tilki aç kalmış ve leylek demiş ki: — Tilki arkadaş, ben bir yerde balık gördüm, o balıkları alabiliriz. Tilki de: — Hemen gidelim arkadaş, demiş. Düşmüşler yola balıkların olduğu yere gelmişler. Leylek: — Ben balıkların sahibini oyalayacağım, sen balıkları taşı demiş. Tilki de kabul etmiş. Leylek sahibini oylamaya çalışmış, fakat pek başarılı olmamış. Tilki balıkların sonuna gelmişken balıkların sahibi tilkiyi, balıkları taşırken görünce tilkiyi yakalayıp kuyruğunu koparmış. Tilki çok üzülmüş ve utanmış. Leylek:  — Tilki arkadaş sen arkadaşını kandırırsan sonun böyle olur. Beni kandırdın, hem kuyruğundan hem de arkadaşından da oldun, demiş.
Leylek ile Tilkinin Dostluğu
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
[DEĞİRMENCİ İLE TİLKİ] Bilinmeyen zamanlarda bir dağ başında bir değirmenci yaşarmış. Bu değirmencinin on beş yirmi kadar da tavuğu varmış. Bir gün tilkinin biri değirmencinin tavuklarına dadanmış. İlk gün iki tanesini, ikinci gün üç tanesini yemiş. Değirmenci de üçüncü gün tuzak kurup tilkiyi yakalamış. Tam tilkiyi öldürecekken tilki: — Beni öldürmezsen sana padişahın kızını alırım, demiş.  O zamanın padişahı da kızını zengin biriyle evlendirmenin hevesindeymiş. Oysa bizim değirmencinin üç beş altınından başka parası yokmuş. Değirmenci tilkiyi öldürmemiş. Tilki doğru padişahın huzuruna çıkmış. Padişahtan altın eleğini istemiş ve padişaha: — Benim zengin bir değirmenci arkadaşım var. Onun altınlarını eleyeceğiz, demiş. Eleği getirdikten bir hafta kadar sonra değirmencinin o üç beş altınını eleğin kenarlarına sıkıştırarak götürmüş. — Af buyurun padişahım işimiz ancak bitti, deyip eleği bırakmış. Padişah da işin bu kadar uzun sürdüğüne göre bu adam çok zengin diye düşünmüş ve tilkiye değirmenciyle tanışmak istediğini söylemiş. Tilki hemen değirmencinin yanına dönüp onu bir güzel giydirmiş, padişahın huzuruna çıkarmış. Padişah değirmenciyi on gün misafir etmiş. Misafirliği boyunca değirmencinin zenginliğini sorup durmuş. Onuncu gün değirmenci padişahtan kızını istemiş. Padişah da çok zengin olduğunu düşündüğü değirmenciye kızını vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Düğünden sonra tilki padişaha saraylarının çok uzak olduğunu ve yollarının üzerinde haramilerin olduğunu söyleyip padişahtan bir tabur asker istemiş. Ertesi gün haramilerin sarayına doğru yola koyulmuşlar. Tilki hep kafileden çok uzakta ve önde gidiyormuş. Saraya yaklaşınca dere kenarında eğlenen haramileri görmüş. Hemen yanlarına gidip padişahın bir tabur askerle gelmekte olduğunu ve onları öldüreceğini söylemiş. Bir tabur askerin geldiğini gören haramiler korkmuşlar. Tilki yine bir kurnazlık edip haramilere: — Siz burada saklanın, diyerek derin bir kör kuyuya sokmuş. Sonra hemen askerlerin yanına koşarak: — Burada kör bir kuyu var, işe yaramıyor şu taşlarla içini dolduralım da kimse düşmesin, demiş. Bir tabur asker iri iri taşları kuyuya atarak doldurmaya başlamış. Kuyunun dibinde kalan haramiler de taşların altında kalmışlar. Tilki de değirmenci ve padişahın kızını haramilerin sarayına götürmüş. Saraya varınca da askerler padişahın yanına geri dönmüş. Değirmenci de tilkiye: — Sayende hem zengin oldum hem de padişahın kızını aldım. Ne dilersen dile benden, demiş. Tilki de: — Ben ölürsem cesedimi bir cam tabutun içine koyup tavana as. Hep beni hatırlarsın, demiş. Değirmenci de: — Tamam, demiş. Aradan zaman geçtikten sonra tilki bir gün ölü numarası yapmış. Karısı değirmenciye ne yapacaklarını sormuş. Değirmenci de — Bir çuvala koyup atarız bir yere, demiş. Bunu duyan tilki hemen gözlerini açmış: — İnsanoğlu değil misiniz? Hemen verdiğiniz sözleri unutuyorsunuz. Zengin olunca geldiğiniz yerleri unutuyorsunuz. Hem benim ne işim olur sarayla altınla, deyip kalkmış: — Burası bana göre değil. Ben kendi doğama gidiyorum, deyip yanlarından ayrılmış…
Değirmenci ile Tilki
Denizli
Ege Bölgesi
[İYİLİK SEVER İHTİYAR] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok eski zamanlarda bir ihtiyar yaşarmış. Bu ihtiyar, beyaz sakallı, yüzü nurlu imiş. Lâkin bu adam halk gözünde pek sevilmezmiş. Eve her zaman bir kutu şarap ve kadınlarla gidermiş de o yüzden. Arkasından herkes: —Bre sarhoş! Bre namussuz! ...  diye konuşur dururmuş. Parasını son kuruşa kadar bunlara harcar, kenara bir şey koymazmış. Bir gün hastalanmış, yataklara düşmüş. Karısı: —Bak kenara bir kuruş bile ayırmadın. Senin cenaze masrafını ben nereden karşılayacağım, diye söylenir dururmuş. İhtiyar da hep: — Dert etme, benim cenazemin masrafını padişah karşılayacak, der susarmış. Karısı son günlerinde aklını yitirmeye başladığını düşünür ses etmezmiş.  Bir ay sonra ihtiyar evinde son nefesini vermiş. Padişahın da o gece rüyasına Hızır girmiş. Hızır: — Bugün bir ihtiyar ölecek, onun yakınlarına yardım edeceksin, diye emretmiş. Padişah uykudan uyanınca hemen vezirine, bu rüyasını anlatır ve: — Bana bugün ölen civardaki birini araştırın, der. O gün ölen sadece bizim ihtiyarmış. Vezir, ihtiyarla ilgili çevreden bilgi toplamış. Fakat duyduklarına inanamamış. Hemen gidip padişaha iletmiş. Padişah da şaşırmış: — Hızır bana bir şarapçı, bir namussuz adamın cenaze masraflarını mı karşıla, dedi yani. Çok garip, diye düşünmüş. — Son olarak bir de en yakını olan karısına soralım, diyerek ihtiyarın evinin kapısına gelmiş. İhtiyarla ilgili her ayrıntıyı dinlemiş. Meğer sarhoş bildikleri ihtiyar, parasının bir bölümüyle şarapları satın alıp içindekileri boşaltıyor; diğer bölümüyle ise evine getirdiği kadınlara para verip onları kötü yoldan uzaklaştırıyormuş. Bunları işiten padişah hemen cenaze işleri için muhafızlarını görevlendirmiş. Kendisi de cenazeye bizzat katılıp tabutunu taşımış. Bu büyük zatın arkasından bolca dua etmiş.  O günden sonra bu hikâye dilden dile dolaşmış. Herkes o ihtiyarı örnek almış. Artık ihtiyarın adı, “sarhoş ihtiyar” değil “iyiliksever ihtiyar” olarak anılmış…
İyiliksever İhtiyar
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
    [KAPININ KÖLESİ] Bir zamanlar bir ülkede bir padişah yaşarmış. Bir gün padişahın hanımı padişaha, kızını birine vermeyi düşündüğünü söyler. Padişah bunun kim olduğunu sorar. Bunun üzerine hanımı, padişaha: —Geçen bir dede gelmişti. Senin kızın bir yaşlı zenci adamla evlenecek. Bu nasip, dedi. Ben kızımı kapının kölesine vermeyi düşünüyorum, der. Padişah öfkelenerek: —Nasıl olur da kapımın kölesi benim kızımı alabilir, der. Sonra bir kâğıt yazar ve zenci köleye verir: —Git! Burada yazılanın çevirisini getir bana, der. Kâğıtta eski yazıdan bir şeyler yazıyordur. Yani Allah’ın mührünü istemektedir padişah. Köle saraydan ayrılır ve bir süre yol alır. Sonra ebemkuşağı doğan bir yere varır. Köle oradakilere kâğıdı gösterir. Onlar da yüz bir yaşında olan bir yaşlı hocayı göstererek ondan yardım istemesini söylerler. Köle, hocadan kağıtta yazanı ister. Hoca da Kelime-i Tevhit getirir ve kâğıtta yazılan şeyi verir: —Biz Allah mührünü Allah’tan başka kimseye veremeyiz. Ama sen al, götür, der. Köle oradan ayrılıp bir tane çeşmeye varır. Çeşmenin içinde yeşil yeşil taşlar vardır. Köle ellerini daldırıp taşlardan birkaçını alınca taşlar bembeyaz olur. Bir torba taş alır. O sırada Allah mührünü basar ve adam bembeyaz olur. O sırada devesiyle bir adam gelir. Gelen adam mübarek insanlardan biridir. Köle adamdan ekmek ister. Adam da der ki: —O taşları bana verirsen ben de sana devemi veririm, der. Köle kabul eder ve deveyi aldığı gibi padişahın çayırına salıverir. Padişah bakar ki çayırında bir deve otluyor. Padişah derhal adamlarını çağırarak: — Kimmiş benim çayırımda devesini otlatan? Tez o adamı kellesini alın, der. Adamları gider, ancak silahları ellerinden düşer. Durumu padişaha anlatırlar. Bu sefer padişah gider. Onun da silahı elinden düşer. Padişah onun büyüklüğünü kabul eder. —Benim misafirim olur musun, der. Köle de kabul eder. O sırada padişahın karısı gelir. Onun eski köle olduğunu anlar ve gülümser. Padişah ona sofra kurdurur. Yemekte padişah, köleye: —Bir kızım var, evlenir misin? diye sorar. Köle: —İki başın da razılığı olursa elbette isterim, der. Bu sırada zaten köleyi tanımış olan kız, babasına: — Baba tanımadın mı? diye sorar. Babası: —Hayır, cevabını verince, bunun üzerine kız: — Baba bu bizim köledir, der. Köle soyunur, bakarlar ki Allah’ın bastığı mühür duruyordur. Oradan padişah çobanın köle olduğunu anlar. Nasipten kaçılamayacağı anlaşılır. Padişah eski köleye kızını verir. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar.
KAPININ KÖLESİ
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
    [ALTIN TOP] Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişah zengin mi zenginmiş. Hanları sarayları, kısacası her şeyi varmış. Bir tek çocuğu yokmuş. Padişah o kadar varlığa rağmen bir türlü mutlu değilmiş. Bu padişahın da karı koca bir hizmetçisi varmış. Bu karı koca çok fakir olmasına rağmen oldukça mutlularmış. Bir gün padişah bu karı kocanın kapılarının önünden geçerken gülüşme sesleri, mutluluk çığlıkları duymuş. Bundan sonra ne zaman kapılarının yanından geçse bu sesleri hep duymuş. Bir gün yatakta yatarken karısına: — Hanım! Şu fakir hizmetçiler ekmek versem yerler, vermezsem aç kalırlar. Ben bu kadar zenginlikle bir türlü mutlu olamıyorum da onlar o fakirlikle nasıl mutlu olabiliyorlar? Git, sor, der. Padişahın karısı hizmetçilerin odasının kapsına gelir. Kapıyı vurur. Kapıyı bayan hizmetçi açar. Padişahın karısı: —Padişahımız sizin neden bu kadar mutlu olduğunuzu merak ediyor, diye sorar. Bayan hizmetçi ise: —Padişahımız bizim altın topumuzu hiç görmedi mi? Bizim bir altın topumuz var. Ben kocama atarım, o neşelenir. O bana atar, ben neşelenirim, der. Bunun üzerine padişahın karısı padişahın yanına döner ve hizmetçinin ona söylediklerini padişaha aktarır. Padişah da: —Nasıl olur ya? Onlar bu fakirlikle nasıl olur da altın top alabilirler? Hadi aldılar diyelim, altın topla mutlu mu olunur, der ve yatar. Ertesi gün çarşıya iner. Bir tane altın top alır ve saraya döner. Topu karısına atar, karısının bir tarafı yarılır. Karsısı padişaha atar bu sefer padişahın bir tarafı yarılır. Bunun üzerine padişah karısına: —Ben sana attım, sen ağladın; sen bana attın, ben ağladım. Altın topsa işte altın top… Bu işte bir iş var hanım. Zaten ben onların altın top alabileceklerine inanmıyorum. Fakat git, bir daha sor bakalım bu işin aslı neymiş, der. Padişahın karısı bunun üzerine tekrardan hizmetçinin kapısına gelir. Kapıyı vurur. Kapıyı yine hizmetçi kadın açar. Padişahın karısı hizmetçiye: —Sizin nasıl bir altın topunuz var? Bugün padişahımız bir altın top aldı. O bana attı, ben ağladım; ben ona attım, o ağladı. Bu işin aslını padişahımız öğrenmek ister, der. Bunun üzerine hizmetçi kadın gülümseyerek: —Siz altın top deyince bunu mu anladınız? Altın top dediğim işte şu bebeğimizdir. Sadece mal mülkle mi zengin olunurmuş? Bizim tüm servetimiz, dünyalar tatlısı bebeğimizdir. Altın topumuz da budur, der. Bunun üzerine padişahın karısı padişahın yanına döner ve ona: —Bey! Bey! Şimdiye kadar biz boş yaşamışız. Altın top onların evlatlarıymış. Biz mal mülkle zengin, mutlu olunur sanıyormuşuz. Hâlbuki çocuk evin meyvesi, gülüymüş, der. Bunun üzerine padişah: —Eyvah! Eyvah! Ben dünyaya boş geldim boş gidiyorum, der.
Altın Top
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
      [GİZEMLİ MİSAFİRHANE] Zamanın birinde bir köyün tek odalı bir misafirhanesi varmış. Orada bir misafir kaldığında ertesi güne köylüler gelip bakarlarmış ki kalan kişi simsiyah kül olmuş ve ölmüş. Ondan bu misafirhanede kimse kalmazmış.  Aradan yıllar geçer. Bir gün bu köye bir Tanrı misafiri gelir. Bu adam misafirhanede kalmak ister. Ancak köylüler buna yanaşmaz. Adam köylülere nedenini sorar. Bunun üzerine köylüler ona: —Burada devler var. Kim burada kalsa ertesi gün onun cesediyle karşılaşıyoruz. Sakın, burada kalma, derler. Adam ise: —Ben Allah’ın izniyle burada yatarım, der. Köylüler ise: — Sen yatarsan bizden günah gitti. Biz buraya misafir almıyorduk, derler.  Adam gece orada yatmaya başlar. Bir süre sonra gümbür gümbür sesler duymaya başlar. Sonra adam döner bakar ki karşısında beş altı metre büyüklüğünde simsiyah acayip şekilli bir dev duruyor. Dev, adama: — Sana demediler mi? Buradan adam sağ çıkmaz, Adam, deve: — Söylediler de sana Allah’ın iki ayetini okuyunca seni yıkacağımı söylemediler mi, der. Dev gülerek: — Hadi o zaman başlayalım, der. Dev hemen adamı tutar boğmaya başlar. Bunun üzerine adam da Ayetel Kürsi’yi okumaya başlar. En sonun da adam: —Ya Hayyum, ya Kayyum, der. Bunun üzerine Dev, adama: —Ne olur artık okuma. Sen okumayı bırakırsan ben de senin yedi sülalene dokunmam, diye yalvarır. Bunun üzerine adam, deve: —Ya kâfir! Değil yedi sülaleme ilişmek, ben bütün Müslümanlara bu âyeti ezberleterek seni ve senin tayfanı yıkacağım, der ve okumaya devam eder. Bunun üzerine dev yıkılır ve simsiyah bir kül oluverir.  Sabahleyin köylüler köy meydanında toplanırlar. Kendi aralarında: — Bugün bir adam daha gitti. Gidelim bakalım, diye konuşurlar. Gidip misafirhaneye bakarlar ki, adam yatağında oturuyor. Köşeye de bakarlar ki dev kül olup gitmiş. Bunun üzerine köylüler çok şaşırırlar. Hemen adama: —Bu nasıl olabilir, diye sorarlar. Bunun üzerine adam köylülere: —Siz hiç Ayetel Kürsi’yi duymadınız mı? Bu ayet bütün kâfirlerin hakkından gelir. Eğer duymadıysanız bunu belleyin ve tüm Müslümanlara da belletin, der.
GİZEMLİ MİSAFİRHANE
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
  [BAŞ AĞRISI, SITMA VE AZRAİL] Bir gün baş ağrısı, sıtma ve Azrail arkadaş olmuş gidiyorlarmış. Yolun aşağısında bakmışlar ki bir çoban koyun otlatıyormuş. Azrail, baş ağrısına: — Acıktık. Git de şu çobandan bir koyun iste de ziyafet yapalım, demiş. Baş ağrısı çobanın yanına gitmiş. Çobandan bir koyun istemiş. Çoban baş ağrısına: — Sen kim oluyorsun, diye sormuş. Baş ağrısı: —Ben baş ağrısıyım. Başına girersem seni inim inim inletirim, demiş. Bunun üzerine çoban başına bir azık çıkısını bağlamış ve: —Haydi bakalım! Şimdi gir nasıl girebiliyorsan, demiş. Baş ağrısı uğraşmış bir türlü girememiş. Çaresiz geri dönmüş. Azrail: — Ne oldu, demiş. O da olanları anlatmış. Sonra sıtma çobanın yanına gitmiş. Çobandan bir koyun istemiş. Çoban: —Sen kim oluyorsun, diye sormuş. Sırma: —Ben sıtmayım. Vücuduna girersem seni tir tir titretirim, demiş. Bunun üzerine çoban hemen yanındaki göle atlamış. Çoban: —Hadi gir bakalım nasıl girebiliyorsan, demiş. Sıtma uğraşmış bir türlü girememiş. Çaresiz geri dönmüş. Olanları anlatmış. Bunun üzerine Azrail bembeyaz atının üzerinde çobanın yanına varmış. Çobandan bir koyun istemiş. Çoban: —Sen kim oluyorsun, diye sormuş. Azrail: — Ben Azrail’im, demiş. Çoban: —Tamam. Yalnız koyunu sen seç. Ben sana layık koyun bulamam, demiş. Azrail atından inmiş ve çobana: — Şu atımı tut da ben koyun seçeyim. Sakın atın üzerine binme, demiş ve koyun seçmeye koyulmuş. Adam hemen atın üzerine binmiş. Bir de bakmış ki buğday yığınları var. Kimisi bir avuç, kimisi üç dört tane, kimisi tepe kadar. Bir tanesi de dağ kadarmış. Sora hemen attan inmiş. Azrail elinde bir koyun ile çıkagelmiş. Çobana: —Ata bindin değil mi, demiş. O da: —Evet, demiş. Azrail: —Peki ne gördün, diye sormuş. Çoban: —Buğday yığınları, demiş. Azrail: —İşte onlar insanoğlunun kısmeti. Onları yiyip bitirince gideri canını alırım. Üç dört tane buğdayı kalan kişinin canını birazdan gidip alacağım, demiş. Çoban: — Benimki hangisiydi, diye sormuş. Azrail: — Şu dağ gibi olandı, demiş. Çoban: —Kısmetim bitmeden canımı almayacak mısın, diye sormuş. Azrail: — Hayır, demiş. Çoban: — O zaman ver bakalım koyunumu, demiş ve koyununu almış. Böylece Azrail de eli boş dönmüş.
Baş Ağrısı, Sıtma ve Azrail
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
  [HANIM BİZİM KIZ ACABA HANGİSİ?]     Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir ülkede yaşlı bir hoca yaşarmış. Bu hocanın bir hanımı bir de kızı varmış. Ayrıca hocanın kapısında evini bekleyecek bir iti ile yükünü taşıyacak bir de eşeği varmış. Bir gün hocanın komşularından birisi kızına dünür olmuş ve Allah’ın emri demiş. Hoca da tamam demiş ve kızını adama vermiş. Adam gittikten sonra bir başka komşusu gelmiş ve o da kıza dünür olmuş. Hoca kızını bu komşusuna da vermiş. Ardından hocanın üçüncü bir komşusu daha kızı istemeye gelmiş. Hoca yine aynı şekilde son gelen komşusuna da kızını söz vermiş. Bunu gören hocanın hanımı ise yalnız kaldıklarında dayanamamış ve hocaya:   —Herif sen ne yaptın? Bizim bir kızımız var ama sen üç kişiye evet dedin. Ne yapacağız biz şimdi, diye sormuş. Hoca:   —Allah varken kederim yok. Hanım, dur bakalım hele, demiş. Daha sonra vakit gece epeyce ilerlemiş ve herkes odasına gidip yatmış. Hoca ile hanımı sabah kalktıklarında bir de bakmışlar ki evin içinde aynı yüz, aynı tip, aynı kıyafet, üç tane kız dolaşıyor. İkisi de çok şaşırmış bir vaziyette, neyin ne olduğunu anlayamamış ve gerçek kızlarının hangisi olduğunu bilememişler. İşin ilgi çekici yanı ise aynı gün hocanın kapısındaki iti ile eşeği de kaybolmuş. Meğer o gece it ile eşek ilahi bir güç tarafından hocanın kızının kılığına bürünmüş. Bir müddet sonra da hoca ile hanımı kızların üçünü de gelin ettikten beş on gün sonra, gerçek kızlarının nerede olduğunu anlamak için, hısımlarını teker teker ziyaret etmeye karar vermişler. Önce kızın birine varmışlar. Kız gelen misafirlere bir şeyler hazırlamak için diğer odaya geçince hoca hısımına:   —Hısım! Geçiminiz nasıl? Kızdan memnun musun, hürmeti falan nasıl, diye sormuş. Adam:   —Çok güzel, çok hareketli, çok iyi, çalışkan ama ah bir de insana çemkirmese, demiş. İşin aslını anlayan hoca, yavaşça hanımının kulağına:   —Hanım bizim sarı köpek burada herhalde, demiş. Sonra oradan ayrılıp öbür kızın evine gitmişler. Burada da kız yine misafirler gelince hizmet etmek için diğer odaya geçmiş ve bu sırada hoca:   —Nasıl hısım, kızdan memnun musun, diye sormuş. Adam:   —Memnunum hısım, çok güzel de ah bir de inat olmasa, demiş. Hoca yine hanımının kulağına eğilerek:   —Hanım bizim kara eşek de burada herhalde, diyerek fısıldamış. Biraz oturduktan sonra müsaade istemişler ve son olarak da diğer kızın evine gitmişler. Tabii biraz sohbet ettikten sonra hoca karşısında çok iyi, çok saygılı, çok terbiyeli bir kız görünce gerçek kızlarının bu kız olduğunu anlamış ve hısımından da kız ile geçimlerinin nasıl olduğunu sormaya gerek görmemiş. Böylece Hoca ile hanımı sonunda gerçek kızlarının hangisi olduğunu öğrenmişler.  
Hanım Bizim Kız Acaba Hangisi?
Aksaray
İç Anadolu Bölgesi
  [AYI, APALAK VE TOPALAK] Bir varmış, bir yokmuş, bir adamla karısı ve çocukları varmış. Karısı bir gün kocasına: —Çocukların çamaşırları kirlendi, gidip derede yıkayım, demiş. Kocası da: —Hava dumanlı, seni ayı götürür, demiş. Karısı, kocasına: —Olsun, ben gidip yıkayım, temiz giyinsinler, demiş. Karı laftan anlamamış. Kazanı ve çamaşırları almış, derenin yolunu tutmuş. Kazanı kurmuş, ateşi yakmış. Çamaşırları yıkarken ayı gelmiş, kadını almış ve inine götürmüş. Adam karısını gözlemiş gözlemiş, karısı gelmemiş. Merak etmiş ve dereye gitmiş. Sağ sola bakmış, karısını görememiş, evine dönmüş. Kadın da aynın ininde: —Ne yapsam ne etsem de kocama haber salsam, diye düşünüyormuş. Aradan bir süre geçmiş ve kadının iki oğlu olmuş. Birisi Apalak birisi de Topalak imiş. Bir gün kadın: —Allah’ım ne yapsam da kocama burada olduğumu haber etsem, diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. İnden bir yumak atmış, ardından: — Allah’ım bu yumak kocamın evine ulaşsın, kocam da bu iple benim yerimi bulsun, diye yalvarmış. Yumak varmış damdan kocasının odasına düşmüş. Kocası ipi sara sara ayının inine varmış. Varsa ki karısı ayının inindeymiş. Karısı böyle böyle oldu diye her şeyi kocasına anlatmış. Adam biraz çabaladıysa da ine girememiş. Kadın, kocasına: —Ayının gelme zamanı geliyor, sen git, seni görmesin, demiş. Ayı gelmiş ve kadına: —Burada insanoğlu eti kokuyor, senin etini yerim, demiş. Kadın, ayıya: —Yok, herif Apalak’ım ve Topalak’ım var. İnsanoğlunu alır mıyım buraya, demiş. Ayı yiyecek getirmeye gitmiş. Giderken de inin önüne içeri kimse girmesin diye büyük bir kaya bırakırmış. Ayı gidince adam tekrar inin önene gelmiş ve karası ile konuşmuş. Karısı: —Sen ses etme ben Apalak’ıma ve Topalak’ıma derim, kapıyı açarlar, demiş. Sonra çocuklarına dönerek: —Haydi, Apalak’ım ve Topalak’ım kapıyı açın, demiş. Apalak ve Topalak kadına: —Ya açalım da bizi böylece yalnız bırak git, demiş. Kadın Apalak’ını ve Topalak’ını birer sefer öpmüş ve kapıyı açtırmış. Kadın kocası ile ata binmiş ve eve dönmüş. Ayı gelmiş: —Apalak’ım ve Topalak’ım anneniz nerede, demiş. Apalak ve Topalak: —Atlı geldi, götürdü, atlı geldi götürdü, diye tekrarlamışlar. Kadının evdeki çocukları perişan haldeymiş. Kadın çocuklarına hamur yoğurmuş ve ekmek yapmaya gitmiş. Giderken kocasına sıkı sıkıya tembih etmiş: —Ayı gelirse kılıcını al, bir kere vur, bir daha vurma yoksa ölmez, demiş. Kadın ekmek ederken, ayı damdan sallanmış, kadının yanına gelmiş ve kadına: —Sen burada şakır şukur ekmek ederken Apalak’ım ile Topalak’ım ağlıyor, demiş. Kadın, kocasına bağırarak: —Kılıcını al, ayıya bir kere vur, ayı ikinci defa vurmanı söyler. Fakat sen vurma. Bir kere vur, yoksa ölmez, demiş. Adam ayıya kılıcı ile bir kere vurmuş. Ayı: —Ey insanoğlu bir kere daha vur, demiş. Adam vurmamış, ayı oracıkta ölmüş. Ayıyı götürüp atmışlar ve mutlu mesut hayatlarını sürdürmüşler.
AYI, APALAK VE TOPALAK
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
[YILAN OĞLAN VE ÖKSÜZ KIZ] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken küçük bir köyle fakir bir aile varmış. Bu ailenin güzel bir kızı varmış. Bu kız bir gün annesini kaybetmiş. Üvey ana gelmiş. Bu üvey ana kızı çok kıskanmış. Ona hep eziyet etmiş. Kız her gün annesinin mezarını ziyaret eder, sıkıntılarını anlatırmış. Günler böyle geçmiş. Köyün bağlı olduğu bir sultanlık varmış. Bu sultanın yılan bir oğlu doğmuş. Bir büyük kazan süt içinde yaşarmış. Her gün bu sütü içermiş. Gün olmuş yılan oğlan büyümüş, evlilik zamanı gelmiş. Hanlıkta ne kadar kız varsa her birini sultanın oğluyla evlendiriyorlarmış. Sabah olunca gelini yılan sokup öldürüyormuş. Hanlıkta kız kalmamış sultanın oğluyla evlenecek. Köylere haber salmışlar. Öksüz kızın köyüne de haber gelmiş. Üvey ana: — Şu kızı verip kurtulayım, demiş. Zorla kızı vermiş. Kız koşarak annesinin mezarının başına gitmiş. Annesine ağlamış, mezar başında uykuya dalmış. Uykusunda annesi demiş ki: — İp iste, kırk tane kazak ör. Korkma! O sana soyun dediği zaman sen soyun da ben de soyunayım de, demiş. Kız uyanmış bakmış ki annesinin mezarında. İstemeye gelen sultanın adamlarına bir şart koşmuş: — Bana kırk kazaklık ip alın, bana biraz zaman tanıyın, demiş. Adamlar yünü alıp gelmişler. Kız gizli gizli kazakları örmüş. Gün gelmiş, adamlar gelip kızı götürmüşler. Üvey ana: — Oh kurtuldum bu kızdan, yarın ölü haberini alırız, demiş. Kıza düğün, yemekler, eğlenceler yapılmış. Akşam gerdeğe girmişler. Kız kırk kazağı üzerine giyinmiş. Yılan sütün içinden çıkmış. İçeri girince: — Soyun kız, demiş ve üzerine atlamış, iğnesini çıkarmış ama kızı sokamamış. Kız: — Sen soyun, ben de soyunayım, demiş. Yılan bakmış ki kızı sokamıyor. Bir kat kız soyunmuş, bir kat yılan oğlan soyunmuş. Kırk kat örgü giysi bitmiş. Bir de kız ne görsün, yılan oğlan yakışıklı mı yakışıklı biri olmuş. Uykuya dalmışlar. Kız uyuyamamış, oğlan uyuyunca kalkıp kazanı devirmiş, sütü dökmüş. Yılan oğlan sabah süt kazanına girmesin diye. Herkes suyu hazırlamış, sabah cenazeyi yıkamak için. Beklemişler, sabah olunca anası babası oğluna bakmaya gelmiş. Kapıyı açıp bakmış. Güzel bir gelin, yakışıklı bir oğlan var. Orada sevinçten dilleri tutulmuş, çok sevinmişler. Aylar geçmiş, yılan oğlan ile öksüz kızın nur topu gibi bir kızları olmuş. Ailece mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
YILAN OĞLAN VE ÖKSÜZ KIZ
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
[TOMBUL BÖCEK İLE SAĞIR SÜLEYMAN] Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken küçük bir köyde yaşayan tombul böcek varmış. Bir gün tombul böcek bahçede çalışırken yorulmuş, ceviz ağacının altına uzanıp yatmış. Tam uykuya dalacağı sırada başına bir yaprak düşmüş, birden sıçramış: — Aman Allah’ım, Allah’tan başıma taş düştü, demiş. Kalkmış ağacın altından başlamış koşmaya… Korku ve talaş içinde söylene söylene yürüyormuş, bir de bakmış ki karşıdan çoban geliyor. Çoban: — Tombul böcek ne bu telaş, nereye gidiyorsun? Tombul böcek: — Ah ah, sorma. Tombul tombul tona gidiyorum, altmış iki şana gidiyorum, Allah’tan başıma taş düştü, er aramaya gidiyorum. Çoban: — Bana gelir misin ? Tombul böcek: — Ne ile döversin? Çoban: — Elimdeki sopam ile. Tombul böcek: — Ben sana varamam da varamam. Canımı çıkartırsın, demiş. Hemen oracıktan uzaklaşmış. Gitmiş gitmiş. Nefes nefese kalmış ki tam o sırada fare ile karşılaşmış. Fare sormuş: — Bu ne telaş Tombul böcek, nereye gidiyorsun? Tombul böcek: — Tombul tombul tona gidiyorum, altmış iki şana gidiyorum, Allah’tan başıma taş düştü, er aramaya gidiyorum. Fare: — Bana gelir misin? Tombul böcek: — Ne ile döversin? Sağır sultan: — Kuyruğum ile. Tombul böcek: — Ben de sana vardım, gittim. İkisi el ele tutuşmuş, farenin evine doğru yola çıkmışlar. Gitmişler gitmişler, bir değirmenin kuytu köşesindeki farenin evine varmışlar. Mutlu bir yaşam başlamış. Güle oynaya yaşarken, zaman gelmiş evde yiyecek azalmaya başlamış. Sağır sultan: — Yarenim, tombulum, yiyeceğimiz azaldı, gideyim de yiyecek getireyim değirmenden olur mu? Tombul böcek: — Olur, sultanım ben de gideyim çamaşırları yıkayayım çeşmede. Fare değirmenin, tombul böcek de elinde çamaşır sepetiyle çeşmenin yolunu tutmuş. Gitmiş gitmiş, çeşmenin önüne gelmiş. O da ne her yer çukur olmuş. Hayvanların ayakları nasıl da çukurlaştırmış. Şuradan atlayayım da çeşmenin yanına varayım derken birden elindeki çamaşır sepeti dengesini bozmuş. Tombul böcek kendini çukurda bulmuş. Başlamış bağırmaya: — İmdat, imdat! Kimse yok mu? Tam bu sırada bir grup atlı geçiyormuş oradan. Tombul böcek sesini duyurmak için var gücüyle bağırmaya başlamış: — Atlılar, atlılar, şakırtısı tatlılar, söylen Sağır Süleyman’a, avradın çamura çöktü. Atlılar şaşkın şaşkın etraflarına bakmışlar, bu ses nereden geliyor diye ama görememişler. Tombul böcek bağırmaya devam etmiş. Atlılar atlarını sulayıp değirmene varmışlar. Değirmenciyle hoşsohbetten sonra birisi demiş ki: — Ya arkadaş, çeşmenin orada birisi bize: — Atlılar atlılar, şakırtısı tatlılar, söylen Sağır Süleyman’a, avradın çamura çöktü, diye bağırıyordu. Tam o sırada değirmenden un çalan fare sözü duyunca heyecanla un torbasını bırakıp: — Bu benim tombulum, demiş. Çeşmenin başına koşmuş, koşmuş, kan ter içinde varmış. Bu sırada tombul böcek bağırmaktan hâlsiz düşmüş, çok beklemiş, çabuk gelmedi diye üzülmüş, ağlamış, çok da kızmış. Bu sırada Sağır Süleyman’ın sesini duymuş. — Ver elini tombulum. Tombul böcek kızgın kızgın bakmış: — Ben sana küseneç! Sağır Süleyman: — Ver elini sultanım. Tombul böcek: — Ben sana küseneç! Sağır Süleyman kızmaya başlamış: — Ver elini çekenek! Tombul böcek yine: — Ben sana küseneç! Sağır Süleyman: — Ben de seni basanaç da basanaç, demiş. Masalımız da burada bitmiş. Fazla nazın ve inadın sonu böyle olurmuş. Sakın siz böyle olmayın.
Tombul Böcek ile Sağır Süleyman
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
[NENE İLE OĞUL]   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir yerde nene ile oğul yaşarmış. Kullandığımız tuza “hiç” derlermiş. Nene yemek yapacakmış. Bir de bakmış ki tuz bitmiş. Oğluna gidip hiç almasını söylemiş. Oğlu; —Anne ben unuturum ne alacağımı. —Hiç, hiç, hiç diye sürekli söyleyerek gidersen unutmazsın oğlum.  Oğul hiç, hiç diye giderken bir cenaze ile karşılaşmış. Cenazeyi götürenlerden biri bunun hiç, hiç demesine darlanmış ve oğlana iyi bir sopa çekmiş. Adam: —Yanından cenaze giderken hiç, hiç diye söylenilir mi? —Peki ne diyeyim? — Allah rahmet etsin, deyiver. Oğul Allah rahmet etsin, diye diye giderken bir köpek ölüsünün bacağına ip bağlayıp sürükleyen adam ile karşılaşmış. Adam, Allah rahmet etsin, diyen çocuğu görünce sinirlenip tokatlamış. Adam: —Köpeğe Allah rahmet etsin, denir mi hiç! —Peki ne diyeyim? — Püf! Ne kötü kokuyor, deyiver. Çocuk böyle diye diye giderken karşıdan üç tane güzel kokulu, yağlar sürmüş hanımların geldiğini görmüş. Hanımlar çocuğun söylediğini duyunca çok sinirlenmişler. Bunlar da çocuğa vurmuşlar. Oğul: —Peki ben ne diyeyim o zaman? — Uf! Ne hoşuma gitti, deyiver. Uf! Ne hoşuma gitti, diye diye giden oğul bir de ne görsün. İki tane cami hocası çekişiyorlar. Çocuğun tekrarladığı sözleri duyan hocalar birbirlerini bırakıp çocuğa sataşmışlar. Ona vurmuşlar. Oğul: — Eeee! Ben ne diyeyim! — Etme mollalar, etme softalar, deyiver.  Oğul yine etme mollalar, etme softalar, diye diye yoluna devam etmeye başlamış. İki tane köpeğin koştuğunu görmüş. Tabi söylediklerini tekrar ediyormuş. Bunu duyan, köpekleri boğuşturan adam çocuğa tokat atıp: —Köpeklere hiç molla denir mi? —Ne diyeyim? — Hoşt! Çekme yırtarsın, de. Oğul böyle diye diye giderken bir ayakkabıcı ile karşılaşmış. Ayakkabıcı ayakkabı yapmak için deriyi bir yandan tutuyor, bir yandan da dişleriyle çekiyormuş. Çocuğun hoşt çekme yırtarsın, dediğini duyunca sinirlenmiş bir tane de patlatmış. Çocuk da çok sinirlenmiş: —Nedir benim bugün çektiğim? Gelen vuruyor, giden vuruyor. Ben ne diyeyim ki? Ayakkabıcı: —Hiçbir şey deme. Ayakkabıcı “hiç” deyince oğlun aklına hiç alması gerektiği gelmiş. Neneyi daha fazla meraklandırmamak için hemen bakkaldan hiç alıp eve dönmüş. Yemeklerini yapıp yemişler. Mutlu bir hayat sürmüşler.
Nene ile Oğul
Artvin
Karadeniz Bölgesi
[KELOĞLAN]    Bir varmış bir yokmuş, eski zamanlarda bir Keloğlan varmış. Bir anası, bir de kendisi…. Birlikte yaşayıp giderlermiş. Bunlar çok fakirmiş. Keloğlan çalışmaya gidermiş, fakat hep eli boş gelirmiş. Çalışmaya gidermiş, boş gelirmiş. En sonunda anası buna bir torba buğday vermiş. Keloğlan değirmene bunu öğütmeye gidiyor. Geri gelirken birazını eşkıya alıyor elinden, birazını da döküyor. Eve geliyor, anası ona soruyor. Tabii un yok, çuval yok. Anası kovuyor bunu evden. Keloğlan çamaşırını bohçasına koyuyor, değneğine takıyor ve yola çıkıyor. Kaçıyor evden: —Bir daha görüşemeyiz, diyor yola doğru giderken. Giderken bir adama çatıyor. Adam da padişahın kızını öğrenmeye gidermiş veyahut padişahı öğrenmeye gidermiş. Beraber gidiyorlar. Yolda azıkları tükeniyor.  Bir tavşan avlıyorlar, kızartıp yiyorlar. Böylece padişahın bölgesine ulaşıyorlar. Orda bir tellal bağırırmış: — Padişahın kızı hasta, her kim padişahın kızını iyi eder, uyandırırsa kızını ona verecek. Aklı kesen gelsin, diye ilan yapılıyor. Böylece Keloğlan da gidiyor bu sıraya. Kızı kimse iyi edemiyor. Dünyada ne kadar hacı, hoca, doktor varsa geliyor, iyi edemiyorlar. Yalnız kıza talip olan vezir, yemeğine devamlı uyku ilacı katıp kızı uyutuyor. Yoksa kız hasta falan değil. Uyutuyor. Vezir bir gün bunu bir arkadaşına sır ediyor. Keloğlan da duvarın kenarında imiş, dinlemiş konuşmaları. Bunu dinledikten sonra: — Ben bunu iyi ederim, diyor kendi kendine. Hocalar sıraya giriyor. Ama kızı iyileştiremiyorlar. En sonunda Keloğlan kalıyor. Keloğlan diyor ki: —Ben iyi ederim bunu. — Buyur, diyor padişah. Keloğlan kaval ile kıza “Uyan uyan uyan uyan…” diye bir türkü söylüyor, fakat yine uyandıramıyor. Sonra aklına tarhana çorbası geliyor. Güzelce bir tarhana çorbasını yapıyor. Bu arada Keloğlan tazelemek için getirdikleri uyku ilacını kıza yedirtmiyor. Kendi tarhana çorbasını yedirtiyor. Bu arada kız bir ara uyanıyor. Vezir durumu anlıyor, kızı iyi etti diye Keloğlan’ı hapsediyor.  Hapsederken hizmetlinin bir tanesinin cebinden uyku ilacı şişesi düşüyor. Şu uyku ilacı var ya şişeyi düşürüyorlar. Keloğlan şişeyi alıp cebine atıyor. Cebinde gidiyor zindana. Zindanda, tabii orda kellesi vurulacağını kız duyuyor. Keloğlan kaval çalarmış. Kavalın sesini, kız uyurken dinlediği kavalın sesini işittiği gibi: —Bu kim? Bu ses nereden geliyor, diyor. —Keloğlan. Zindana attı baban. Böyle böyle oldu, diyorlar. Anlatıyorlar. Kız kalkıp gidiyor zindana. Görüşüyor: — Tarhana çorbasını sen mi yaptın? — Ben yaptım. —Sen benim aradığım adamsın, senden başkasına varmam. Seni zindandan çıkarttıracağım. Fakat babamın şartları olur. Bunları yapacaksın. Babam sizi huzura çağırır. Kendini savunacaksın. Keloğlan’ın tek güvendiği bir nokta daha var: Zehir şişesi. Keloğlan’ın elinde. Kız da babasına gösterecek, sonuçta meydana böyle çıkacak. Kız gelip babasına durumu anlatıyor. Keloğlanı çıkartıyorlar. Vezir de huzurda. Padişah bu arada kıza verilen ilaçların şişesini bulmuş ama hangisinin uyku ilacı olduğunu tespit edememiş. Masaya zehirli zehirsiz ilaçtan dört tane şişe, dört de bardak koymuş. Vezire ve ilaç yapanlara soruyor. İlacı nasıl yaptıklarını. Sıradan soruyorlar. Söylemeyenin kellesini katıracak vurduruyor. Keloğlan’a sıra geldiği gibi Keloğlan iki şişeyi bir bardağı koyuyor, içindekileri birbirine karıştırıyor: — İşte zehir bu, diyor. Böylece davayı oradan kazanmış oluyor. Vezir itiraz ediyor. Ama nafile. Keloğlan sonunda davayı kazanıyor. Padişahın kızını alıyor, alıp anasının yanına geliyor. Mesut oluyorlar, böyle yaşayıp gidiyorlar.
KELOĞLAN
Ordu
Karadeniz Bölgesi
AK KIZ Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış, az söylemesi sevapmış. Bir annenin, bir babanın tek bir kızları varmış. Bu kızın adı Ak Kız imiş. Bu kız her gün çeşmenin başına su doldurmaya gidermiş. Bir kuş da sürekli o çeşmenin başına gelir: — Ak Kız sana yazık, vah kız sana yazık, Ak Kız sana yazık, vah kız sana yazık, diye ötermiş. Kızın buna kafası takılmış, annesiyle babasına söylemiş bunu. Onlar da: — Kızım! Kuşa bir sor bakalım, neden böyle diyormuş, demişler. Kız gitmiş, kuşa sormuş: — Sen neden sürekli bana öyle diyorsun, demiş — Kırk gün kırk gece bir ölünün başını bekleyip ayağını gıdıklayacaksın, demiş kuş. Ak Kız ve ailesi bunu duyunca yaşadıkları yeri terk etmeye karar vermişler. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, varmışlar bir dağ başına. Bu dağın başında bir ev varmış. Evin kapısı demirdenmiş. Annesi itmiş, kapıyı açamamış; babası itmiş, kapıyı açamamış, kız itince kapı açılmış. Kız içeri girer girmez kapı geri kapanmış, kız içeride kalmış. Kız bakıyor ki içeride bir delikanlı ölmüş yatıyor, annesine: — Anne bu benim kaderimmiş, ölü burada yatıyor, diyor. Kızın annesi ile babası dönüp dolaşıyorlar, ağlaşıp sızlaşıyorlar ama bir türlü alamıyorlar kızı içeriden… Kız her gün abdestini alıyor, namazını kılıyor ölünün ayağını gıdıklıyor. Böyle günlerce aynı şeyi yapıyor. Birkaç gün kala evin önünden çingeneler geçiyor. Ak Kız, çingenelere: — Şu kızınızı bana verin, size ağırlığınca altın vereyim, diyor. Çingeneler kızlarından birini veriyorlar, kapı açılıyor çingene içeri giriyor, geri kapı kapanıyor. Otuz dokuz gün bitiyor, kırkıncı gün Ak Kız, çingene kızına: — Sen bunun ayağını gıdıkla, ben bir suya gidip geleyim, diyor Çingene kızı ayağını gıdıklarken delikanlı uyanıyor. Hemen çingene kızının kolundan tutuyor: — İns misin, cin misin, diyor. — Ne insim ne de cinim, seni beni yaradan Allah’ın kuluyum, diyor. Ben burada kırk gündür senin başını bekliyorum, diyor yalandan. Bunlar konuşurken Ak Kız geliyor, oğlan: — Bu da kim, diyor. Çingene kızı: — Bu da benim hizmetçim, diyor. Delikanlı, çingene kızı ile evleniyor. Ak Kız bu duruma çok üzülüyor. Günlerden bir gün delikanlı ile çingene çarşıya eksik görmeye gidiyorlar. Ak Kız, oğlana: — Bana da bir sabır taşı ile keskin bir bıçak al, almazsan yoluna boz duman çöke, diyor. Delikanlı ile çingene kendi ihtiyaçlarını alıyorlar ama Ak Kız’ın dediklerini almıyorlar. Bunlar geri dönerken bakıyorlar yola, boz duman çökmüş. Yol görünmüyor, bunlar da gelemiyor. Oğlan: — Hizmetçi kız böyle demişti, gideyim de onun dediklerini de alayım bakalım, yolumuz açılır belki, diyor… Delikanlı sabır taşı ile bıçağı alıyor, kıza veriyor. Kendi kendine: — Bu ne yapacak acaba taşla, bıçakla. Şuna bir bakayım, diyor. Ak Kız taşı önüne alıyor, bıçağı da eline alıyor: — Bak sabır taşı! Sen dayanırsan ben de dayanacağım bu işe, diyor. Tek tek olan olayları anlatıyor, taş ortadan ikiye ayrılıyor. Kız da tam bıçağı kendine vuracağı zaman oğlan yetişip kızı tutuyor. — Madem benim başımı kırkı gün sen bekledin, neden bana söylemedin, diyor. Ak Kızı da alıp çingene kızının yanına geliyor: — Ben her şeyi öğrendim, bana niye yalan söyledin. Yağlı kurşun mu istersin, kır atla sektire sektire mi gidersin, diyor. — Kır ata binerim, sektire sektire babam evine giderim, diyor çingene kızı. Delikanlı çingene kızını kır atın kuyruğuna bağlıyor, kır at bunu alıp götürüyor. Ak Kız ile oğlan da evleniyor, muradına geçiyorlar.
Ak Kız
Amasya
Karadeniz Bölgesi
[ALTI ÇOCUK İLE DEV KARISI] Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde bir fakir aile varmış. Altı tane çocuğu varmış. Bunlar git giden fakirleşmişler. Çocukların karnını doyuramamışlar. Aç kalmışlar. Bunlar gözlerimizin önünde acından ölecekler diye babaları demiş ki: —Gelin kızlarım, sizin ile dağa gidelim, dağdan odun kıralım, getirelim diyerekten bunları almış götürmüşler. Kızların en büyükleri bayağı akıllıymış. Demiş ki: — Giderken yanımıza bir torba ekmek ufağı alalım, düze düze gidelim, gelirken de o ekmek parçalarına bakarak gelelim, demiş ve yola çıkmışlar. Getirmişler, şu dağdan odun etmişler, bu dağdan odun etmişler. Derken babaları bunları kaybediyor, kaçıp köyüne geliyor. Köye gelince bu altı tane kız dağda kalıyor. Arıyorlar arıyorlar, ekmek ufaklarını bulamıyorlar ki evlerine geri döneler. Ondan sonra dağdan geliyorlar, karanlıkta geliyorlar, diyorlar ki: —Burada bir tütün tüten yer var, bir ışık yanan yer var. Diyorlar ki: —Işık yanan yere gidelim. Gidiyorlar ışık yanan yere. Kapıyı vuruyorlar. İçerdeki: — Kimsiniz? diyor. —Biz dağda kaldık teyze, kimsemiz yok, dağda kaldık. Bizi bu günlük misafir eder misin, diyorlar. Kadın: —Hay hay! Ederim, diyor, içeriye alıyor. Bunların karnını doyuruyor, yatırıyor. Büyük ablaları uyumuyor. Gidiyor geliyor kadın diyor ki: —Kızım niye uyumuyorsun? —Yok uyuyordum, diyor gene uyumuyor. Annem çay yapardı, diyor. Kadın yapıyor, getiriyor, gene uyumuyor. — İşte benim annem bana yemek yapardı, çay yapardı, diyor. Kadın yapıyor, getiriyor gene uyumuyor. Korkuyor kızcağız. Oradan da diyor ki: —Kızım gel seni bir yere götüreyim, diyor. Götürüyor. —Aha şu fırına eğil de bak, hele yanıyor mu? Yeni yaktım da, diyor. Kız: — Yok teyze, ben yetişemem bakamam ona. Ben fırına nasıl bakıyım, diyor. O zaman diyor: — Şu taşı ayağının altına al, yetişirsin, diyor kadın. —Yok teyze, sen bir bak. Sen baktığın zaman ben de öğrenirim, ben de bakarım sonra, diyor. Kadın fırına uzanır uzanmaz hemen arkasından itene kadar fırının içine düşürüyor. Diyor ki: —Oh! Kurtulduk, diyor. Hemen bacılarına: —Hazırlanın kardeşlerim, hemen gidiyoruz, diyor. Oradan bir kuş: — Beni de alın der gibi, cik cik cik ötüyormuş. Kuşu da alıyorlar yanlarına, gidiyorlar. Ama nere gittiklerini bilmiyorlar. Gidiyorlar dere tepe, dümdüz gidiyorlar. Bir amcaya rastlıyorlar. Amca, kızlara: —Kızım! Siz buralarda ne geziyorsunuz, dağlarda, diye soruyor. —Bizim babamız acımızdan öldürüyordu. Açlıktan ölmeyelim diye babam bizi dağlarda bıraktı, gitti. Biz de yolumuzu kaybettik. Bu dağlarda kaldık, diyorlar. Hikâye bu ya, adamın da oğulları varmış. Diyor ki adam: —Benim altı tane oğlum var, altısını da altınız ile evlendiririm, diyor. Kızlar ilk önce adama güvenemiyorlar ama başka çareleri de olmadığı için kabul ediyorlar. Köye gelince hazırlıklar başlıyor. Bu arada yanlarında getirdikleri kuş, onlara sürekli altın taşıyormuş. Yedi gün yedi gece düğün ediliyor. Muratlarına eriyorlar. Altı kardeşin kaderi de böyle yazılmış oluyor.
Altı Çocuk ile Dev Karısı
Van
Doğu Anadolu Bölgesi
[HACELİ ÂŞIK İLE GÜLİZAR] Bir varmış bir yokmuş, köyün birinde Haceli Âşık ve padişahın kızı olan Gülizar adında çok güzel bir kız yaşarmış. Haceli Âşık ve Gülizar birbirlerini çok seviyorlarmış ama babası, kızını Haceli Âşık’a vermemiş. Kızı için çok başlık parası istediğini ve başlık parasını Haceli Âşık’ın veremeyeceğini düşündüğünü söylemiş. Bunun üzerine Haceli Âşık, başlık parası kazanmaya gitmiş. Türkmen kızı olan Gülizar ve ailesi, Haceli’nin yokluğunda yaylaya çıkmış. Gülizar’ın yedi tane erkek kardeşi varmış. Haceli Âşık başlık parasını bulmuş, gelmiş. Geldiğini kızın kardeşleri duymuş. Bu haberi alınca çadırlarını yıkıp başka bir yaylaya gitmişler. Gitmeden önce Gülizar iki satır mektup yazmış. Ocak taşının altına koymuş. Biz filan yere gidiyoruz sen gel, beni bul, diye. Gideceği yeri bu şekilde Haceli Âşık’a haber vermek istemiş. Oradan ayrılmışlar. Haceli Âşık kızın yanına varmak üzere yaylaya gitmiş. Yaylaya varınca oradan göçtüklerini görmüş. Orada deli gibi dolanırken ocak taşının yanına varmış. Ocak başında mektubu bulmuş ve şu türküyü söylemiş: — Sana derim ey ocak taşı,  Gözümden akıttın kan ile yaşı,  Ettiğim işlere olurum pişman,  Gülizar’ım geçtiyse söyle bana,  Güllerde benzemez Gülizar’ıma, demiş. Kızı kaçırmadığına pişman olmuş. Oradan yollara düşmüş, uzun süre yürüdükten sonra bir sarı dağa rastlamış. Orada oturmuş, atına yem bağlamış. Atına yem bağlarken birkaç mısra türkü daha söylemiş: — Sana da derim ey Hisarkaya,  Cemalin benziyor doğan şu aya,  Ettiğim işlere olurum pişman,  Gülizar’ım geçtiyse söyleyin bana,  Güllerde benzemez Gülizar’ıma, demiş. Oradan da gitmek üzere kalkmış. Giderken bir kayalık meşeliğe varmış. Orada oturmuş. Atına arpa takmış. Bir birkaç mısra de orada söylemiş: — Sana derim sana ey kara meşin,  Kudretten çekinmiş karadır kaşın  Ettiğim işlere olurum pişman  Gülizar’ım geçtiyse söyle bana  Güllerde benzemez Gülizar’ıma, demiş. Oradan da gitmek üzere kalkmış. Giderken bir köye varmış. O köyde iki çocuğun aşık oynadığını görmüş. Köyde de davul dövülmekteymiş. Orada durup çocuklara bakmış. Çocuklar kendi aralarında konuşuyorlarmış: — Padişah, Gülizar ile evlenecekmiş, derlermiş. O zaman Haceli Âşık çok üzülmüş. Çocuklara yalvarmış. Gülizar’a nasıl ulaşacağını sormuş. Onlar söylemek istememişler. Bunun üzerine Haceli Âşık size para veririm demiş. Çocuklar da: — Bizim dediğimizi padişaha söylemezsen sana söyleriz, demişler. — Tamam, söylemem, demiş ve çocuklar da Gülizar’ın bulunduğu konağı göstermişler. Ona arka kapıdan girebilirsin, demişler. Oradan da Gülizar’ı bulursun demişler. Gülizar da bir tas zehir hazırlamış ve gerdek gecesine kadar Haceli Âşık gelmezse içerim diye düşünmüş. Haceli Âşık içeri girince padişahın korumaları onu hemen yakalamışlar. Tam o sırada Haceli Âşık: — Gülizar’ım ben geldim, diye bağırmış. Gülizar korumalara: — Bırakın gelsin, demiş. Haceli Âşık hemen varmış, sarılmışlar, oradan da padişaha haber gitmiş. Padişahtan karşılığında haber gecikmemiş. Haceli Âşık: — Gülizar benim yedi senelik nişanlım, onu kimselere vermem, demiş. Bu arada padişah Gülizar için para değeri koymuş: — Bu parayı kim verirse Gülizar’ı o alır, demiş. Haceli Âşık’ın parası olduğu için parayı padişahın önüne koymuş. Gülizar zehir dolu tası dökmüş. Haceli Âşık davul tutmuş, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Halka yemekler yedirmiş. Gülizar ile evlenmiş ve gönlünce yaşayarak muradına ermiş.
HACELİ ÂŞIK İLE GÜLİZAR
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [İBİBİK KIZI] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir bey oğlu varmış. Yolda bir yaşlı kadınla karşılaşmış, onun elindeki testileri kırmış. Yaşlı kadın ona: —İbibik kızına hasret gidesin, demiş. O da merak edip İbibik kızını aramaya başlamış. Sonra bir ağacın dalında İbibik kızını görmüş ve onu götürmek için at ya da araba almaya gitmiş. İbibik kızının yanına Karakınak adında bir kız gelmiş. Elinde testi varmış. İbibik kızı, Karakınak kıza demiş ki: —Benim kafamda bir kıymık var, o çıkarsa ben kuş olurum, buradan uçar giderim. Aman ona dokunma, demiş. Karakınak kızı, İbibik kızının kafasındaki kıymığı çıkarmış ve yerine geçmiş. Beyoğlu, İbibik kızını evine götürmek için geri gelmiş. Ağacın dalındaki kızı alıp evine götürmüş. Köydeki insanlar, bey oğluna: — Yedi gün davul, yedi gün düğüne aldığın kız bu mu, demişler. Bir süre sonra bey oğluyla Karakınak kızının bir oğulları olmuş. Bir gün bahçelerine bir kuş gelmiş: —Oğlu evlendi mi? Karakınak kızı gelin oldu mu, diye söylenip duruyormuş. Karakınak kızı, bey oğluna, kuşu öldürmesini ve etini yemek istediğini söylemiş. Bey oğlu kuşu öldürünce oraya bir damla kan damlamış ve orada kavak ağacı bitmiş. Karakınak bu ağacı kesip kapısına eşik, oğluna beşik yapmış. Eşik kendini, beşik de oğlunu sıkıyormuş. Hem eşiği hem de beşiği yakıp kül etmiş. Bir yaşlı kadın gelmiş, eşik ile beşiğin külünü istemiş. Külü alınca içinden kıymık çıkmış. Kıymığı duvara sokmuş. Bu kıymık yaşlı kadın gidince İbibik kızı olmuş. Yaşlı kadın gelince tekrar kıymık oluyormuş. Bir gün yaşlı kadın kızı yakalamış, kıza: —Benim kızım ol, demiş. Bey oğlu beslemeleri için köylülere at dağıtıyormuş. İbibik kızı yaşlı kadına: — Sen de at al, demiş. Ata, İbibik kızı bakıyormuş. Kafasından dökülen su çayır oluyormuş, at da onu yiyormuş. Yaz gelmiş, bey oğlu atları geri topluyormuş. Köylüler yaşlı kadının kızında da at olduğunu söylemişler. Bey oğlu atı almaya gitmiş. Atı almış, fakat at durmayınca kızı çağırmışlar. Bey oğlu, İbibik kızından inci mercan dizmesini istemiş. Karakınak gelip bozmuş. İbibik kızı: —Evimi aldın, erimi aldın, şimdi de işimi bozuyorsun, demiş. Bey oğlu İbibik kızından gerçekleri öğrenmiş. Karakınak kızı atın arkasına bağlamış ve at sürüklemiş götürmüş. Bey oğlu İbibik kızı ile evlenmiş. Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
İbibik Kızı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
  PERİLİ KIZ   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde iki kardeş varmış. Bunlardan biri hamileymiş. Bu hamile kadın hamamda doğum yaparken periler gelmiş, bu kıza: — Gülerken yüzünde güller açılsın, ağlarken gözünden inci mercanlar saçılsın, demişler. Bu kız büyümüş, gülerken kızın yüzünden güller açarmış, ağlarken gözünden inci mercanlar saçılmış. Kız çok güzelleşmiş.  Bir gün padişahın oğlu bu kızı görmüş ve âşık olmuş. Annesini gönderip kızı istetmiş. Kızı vermişler. Ata bindirmişler, yola koyulmuşlar. Padişahın yanına doğru yol almaya başlamış. Kızın yanında teyzesi de varmış. Kızın teyzesi çok kötü niyetliymiş. Yolda giderken hile yapmış ve kızın gözlerini kör etmiş. Yüzündeki gülleri almış, atmış. Kendi kızını padişaha götürmüş. Padişahın oğlu kızı görünce çok şaşırmış: — Benim sevdiğim kız değil bu, demiş. Ama inandıramamış. Çaresiz bu kız ile evlenmeye razı olmuş. Bu perili kızı yolda bir adam bulmuş, yanına almış. Kızın gözlerini tedavi ettirmiş. Kızın yine gülünce yüzünde güller açmış, ağlayınca gözünden inci mercanlar saçılmış. Padişahın oğlu bir haber göndermiş: — Köyde bir ay sonra bir yarışma var, en iyi atı besleyene bin tane altın, demiş. Kız da bunu duyunca at beslemiş.  Bir ay boyunca ata o kadar iyi bakmış ki at kocaman olmuş. Padişaha götürmüş. Orada padişahın oğlu, kızı görünce tanımış:  — Sen benim sevdiğim kızsın, nerelerdeydin demiş. Kız da teyzesinin ona yaptıklarını anlatmış. Padişahın oğlu kadını cezalandırmış. Onlar ermişler muradına, biz çıkalım kerevetine…
Perili Kız
Adana
Akdeniz Bölgesi
[KARA BÖCEK İLE İNCİ DİŞ SIÇAN] Bir varmış, bir yokmuş, vakti zamanında bir kara böcük ile kocası inci diş sıçan varmış. Sıçan ile kara böcük dillere destan bir düğünle evlenerek, mutlu bir hayat sürüyorlarmış. İnci diş sıçan bir sabah uyanmış, karısı kara böcüke: — İnci dişlim, sırma saçlım köyde bir düğün varmış, ben bugün oraya gidiyorum, bakalım inci dişlerine göre bir şeyler bulabilecek miyim? Sen evimizde beni bekle, demiş. Kara böcük yöresinde güzeller güzeli olarak bilinir, tanınırmış. Günlerden bir bahar günü süslenmiş, püslenmiş, elini eline vurmuş, eteğini beline vurmuş. Bir koluna bir su kabı, öbür koluna da diğer su kabını alıp düşmüş köy çeşmesinin yoluna. Yolda salına salına yürüyor, bir o yana, bir bu yana bakınıyormuş. Köyün bütün gençleri ağzı açık onu seyrediyorlarmış. Tam çeşmeye yaklaştığında köy çeşmesinin önü taşan, sudan balçık halinde olduğundan bir anda çamura batmış. Debeleniyor, debeleniyor, bir türlü balçıktan çıkamıyor, debelendikçe daha çok batıyormuş. Bu sırada padişahın yakışıklı güzeller güzeli oğlu, arkasında bir sürü atlı ile köye düğüne geliyormuş. Ancak kara böcükü çamurun içinde göremediklerinden süratle geçip düğün evine doğru ilerlerken, derinden bir sesle irkilmişler:  Hey atlılar, atlılar,  Gümbürtüsü tatlılar,  Sıçan beye varasınız,  Ballı kaymak yiyesiniz,  Sarı saçlı sümbül hatun,  Çamura çöktü diyesiniz.. Atlılar durmuşlar, bir o yana bakıyorlar, bir bu yana bakıyorlar, sesin nereden geldiğini bir türlü bulamıyorlarmış. Sonunda: — Sesirgedik* herhâlde, yolumuza devam edelim, deyip tekrar sürmüşler atlarını düğün evine doğru. Düğün evine gelmişler, oturmuşlar. Hoş beşten sonra, padişahın oğlu, düğün sahibine dönerek: — Yahu gelirken çok ilginç bir şey oldu, tam köy çeşmesinin önünde derinden bir ses duyduk. Düğün sahibi merakla: — Hayırdır beyim, neydi ki o, demiş. Padişahın oğlu, valla bir ses: Hey atlılar atlılar, Gümbürtüsü tatlılar, Sıçan beye varasınız, Ballı kaymak yiyesini,z Sarı saçlı sümbül hatun, Çamura çöktü diyesiniz …. diye bağırıyordu. Ancak baktık, baktık, bir türlü sesin kimden geldiğini bulamadık demiş. O sırada bizim sıçan bey düğün evinin mutfağında, tam iş üstündeymiş. Bu konuşmayı duyar duymaz: — Eyvah bu bizim kara böcük, hemen yetişip, onu kurtarmalıyım diyerek, bir duluğuna peynir, bir duluğuna bal doldurup kuyruğunu omuzladığı gibi düşmüş yola. Çeşmenin önüne gelmiş ki ne görsün, kara böcük çamurun içinde, bir koluyla bir çift gözü dışarıda, debelenip duruyor. Hemen ağzındakileri bir kenara koyup yetişmiş, kara böcükün yanına ve seslenmiş. Sıçan: — Eliği bağa ver esine. Kara Böcük: — Giiit, ben saa küstü de Sıçan (2.tekrar): — Eliği bağa ver esine. Kara Böcük : — Giiit, ben saa küstü de, Sıçan (3.tekrar) : — Eliği bağa ver esine. Kara Böcük yine : — Giiit, ben saa küstü de. Diye cevap verince, sıçan iyice sinirlenmiş, başlamış kara böcükün üstünde tepinerek: — Ben de senin canığa pırtı da pırtı da, demiş. Kara böcüğü çamurun içine iyice gömmüş. Sıçan bakmış ki kara böcük çamurun içinde kayboldu gitti, öldü. — Çelerdi hanım, çelerdi, iki gözleri birden belerdi, diyerek orayı terk etmiş. *sesirgemek: Ses duyar gibi olmak.
Kara Böcek ile İnci Diş Sıçan
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
[KÖR OLAN ADAM] İki arkadaş yolda giderlerken acıkmış. İkisinin de yanında öğle yemekleri varmış. Adamlardan biri yemeğini çıkartmış ve ikisi birlikte yemişler. Biraz sonra tekrar açıkmışlar. Yemeğini ikram eden adam, arkadaşına şimdi de sen yemeğini çıkart birlikte yiyelim, demiş. Diğer adam da bu teklifi kabul etmemiş: —Gözünü çıkartıp verirsen yemeği yiyebiliriz, demiş. Adamcağız da çaresiz bir gözünü çıkartıp veriyor ve yemeklerini yiyorlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir süre sonra bu adamcağız tekrar acıkmış ve arkadaşından yemek istemiş. Arkadaşı da: —Diğer gözünü de çıkartıp verirsen yemek yeriz, demiş. Zavallı adamcağız çaresizce diğer gözünü de vermiş. İki gözü de görmez olunca arkadaşı onu bir ağacın altında bırakıp gitmiş. Gözleri olmadan bir başına ormanda kalan adamcağız hissediyor ki uzaktan cinler gelmekte. Korkusundan yanındaki sakız ağacına tırmanıp oturmuş. Cinler ağaçtaki adamdan habersiz kendi aralarında konuşuyormuş: —Gözleri görmeyen bir insan bu ağacın yapraklarından koparıp gözlerine sürerse gözleri tekrar görmeye başlar. Filanca yerde bir tepe var, oradaki taşı kaldırırsa oradan çıkan su bir şehre yeter, demişler. Konuşulanları ağaçtan dinleyen adam hemen bir yaprak koparıp gözlerine sürmüş ve gözleri görmeye başlamış. Bu duruma çok sevinmiş ve geceyi o ağacın tepesinde geçirmiş. Sabah olup etraf aydınlanınca da şehre gitmek üzere yola çıkmış. Şehre varınca, şehir halkına demiş ki: — Eğer ben bu şehre su getirirsem bana ödül olarak ne verirsiniz? Bu habere çok heyecanlanan halk, eğer bize suyu getirirsen seni padişahımız yaparız, demişler. Bunun üzerine adam cinlerden duyduğu gibi taşı kaldırıp şehre suyu getirmiş ve oraya padişah olmuş. Bir gün tahtında otururken bir de bakmış ki gözünü çıkartıp kendini terk eden vefasız arkadaşı yanına gelmiş. Ona: —Ben o gözünü çıkarttığın arkadaşınım, demiş. Korkudan ne diyeceğini bilemeyen arkadaşı, bunun nasıl olduğunu sormuş. O da başından geçenleri bir bir anlatmış. Açgözlü arkadaşı bunları duyunca hemen o ağacın altına gitmiş ve ağaca çıkıp cinlerin gelmesini beklemiş. Meğer cinler de padişah olan adamcağızın hikayesini duymuşlar ve kendi bilgilerini gizlice dinleyen adamı arıyorlarmış. Tekrar aynı ağacın altına gelmişler. Bir de bakmışlar ki bir adam ağacın tepesinde kendilerini dinliyor. Cinler, adamı yakalayıp bir top hamur etmişler. Adam da böylece cezasını bulmuş.
KÖR OLAN ADAM
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
[CÖMERT İLE KISMIK]   Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir Cömert ile bir Kısmık varmış. Bir gün Cömert ile Kısmık yola çıkmış. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, acıkmışlar. Kısmık, Cömert’e: — Kardeş! Acıktık senin azığını yiyelim, demiş. Beraber Cömert’in azığını yemişler. Yine az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler tekrar acıkmışlar. Cömert, Kısmık’a: — Yine acıktık, şimdi de senin azığını yiyelim, demiş. Kısmık: — Yok, ben azığımı sana yedirmem. Sen de bana yedirtmeseydin, demiş. Cömert’i bırakıp gitmiş. Cömert, acından yürüyemez olmuş ve yakında bulunan bir değirmene varmış. Değirmendeki unlardan yiyecek yapıp yemiş. Akşam olmuş, değirmenin bir köşesine yatmış. Gece yarısı olunca, cinler toplanıp gelmiş. Cinlerin başı da topal bir cinmiş. Bu topal cine de Topal Ağa derlermiş. Cinler: — Topal Ağa gelmedi, diye söylenirken, Topal Ağa gelmiş. Cinler Topal Ağa’ya: — Neden geç geldin, diye sormuş. Topal Ağa: — Bir padişahın kızının gözleri kör olmuş. Padişahın sarayının bahçesinde de iki tane gül bitmiş. Bunlardan birisi ak, birisi sarı. O gülleri kızın gözlerine koyduğunda, kızın gözleri açılır. Sarayın yanında da bir kulübe var. Kulübenin yanındaki ağacın dibinde de bir küp altın var, demiş. Bütün bu konuşmaları Cömert duymuş. Sabah olup horoz ötünce cinler dağılmış. Cömert, padişahın yanına gitmiş. Padişaha: — Padişahım, bir kızınız varmış, gözleri körmüş. Ben onun gözlerini açarım, demiş. Padişah: — Oğlum eğer kızımın gözlerini açarsan, dile benden ne dilersen, demiş. Cömert: — Padişahım, sarayınızın yanındaki kulübeyi isterim, demiş. Padişah kabul etmiş. Cömert, gitmiş bahçedeki iki gülü koparmış. Ak gülü padişahın kızının sağ gözüne, sarı gülü sol gözüne koymuş. Padişahın kızının gözleri ayna gibi olmuş. Padişah da kulübeyi Cömert’e vermiş. Cömert kulübenin yanında bulunan ağacın dibindeki bir küp altını çıkartmış ve zengin olmuş. Aradan hayli zaman geçmiş. Cömert, Kısmık ile karşılaşmış. Kısmık çok şaşırmış. Cömert’e: — Ben seni aç bir halde yolda bırakmıştım, nasıl oldu da böyle zengin oldun, demiş. Cömert de başından geçen her şeyi Kısmık’a anlatmış. Cömert’ten her şeyi öğrenen Kısmık: — Bende zengin olurum, diyerek Cömert’in gittiği değirmene gitmiş. Değirmenin bir köşesine yatmış. Gece olunca. Cinler toplanıp gelmiş. Cinler: — Topal Ağa gelmedi, derken Topal Ağa yüzü kırk kat olmuş bir halde gelmiş. Cinler: — Ne oldu, diye sormuş. Topal Ağa: — Padişahın kızının gözleri açılmış, kulübenin yanında bulunan ağacın dibindeki altınlar da alınmış. Belli ki bizi bir insanoğlu dinlemiş. Bakın bakalım etrafta bir insanoğlu var mı, demiş. Bakmışlar ki Kısmık orada. Bunun üzerine Kısmık’ı suya atmışlar.
Cömert ile Kısmık
Adana
Akdeniz Bölgesi
[PADİŞAHIN KIZI] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde cinler cirit oynuyor eski hamam içinde. Ülkenin birinde bir padişah varmış. Padişahın da bir kızı varmış. Bir gün bu padişah bir tahta kenesini* bir şişe geçirmiş: — Eğer, kim bunun tahta kenesi olduğunu bilirse kızımı ona vereceğim, demiş. Herkes gelmiş, tahta kenesi olduğunu kimse bilememiş. Günlerden bir gün saraya bir ihtiyar gelmiş. Padişah, ihtiyara da sormuş. İhtiyar: — Bu tahta kenesi, demiş. Padişah: — Söz verdim, ihtiyar da olsa kızımı vereceğim, demiş. Padişah kızını bu ihtiyara vermiş. İhtiyar da aslında yedi başlı devmiş. Padişahın sarayına kılık değiştirip ihtiyar kılığında gelmiş. Gel zaman olmuş, kızın devden üç tane çocuğu olmuş. Dev, kızı sınamak için babasının kılığına girip kızın yanına gelmiş. Kıza: — Kızım! Seni meğer bir deve vermişim. Gel, gidelim, demiş. Kız: — Yok ben devden memnunum gelmem, demiş. Bu defa dev en yakın arkadaşının kılığına girip kızın yanına gelmiş. Kız, arkadaşına: — Arkadaşım! Dev kimini ayağından asıp yiyor, kimini saçının telinden asıp yiyor. Şu oda adam kellesiyle dolu. Şu odada da birini saçının telinden asmış, yiyecek. Ama kurtaramadım, demiş. Dev kızın söylediklerini duyunca gözlerinden ateş çıkmış. Bir çırpınmış tekrar deve dönüşmüş. Dev, kıza: — Sen benim yaptıklarımı nasıl anlatırsın, seni de yiyeceğim, demiş. Kız: — İki rekât namaz kılayım da beni öyle ye, demiş. Kız namaz kılmaya gidince bir fırsatını bulup kaçmış. Yorgun bir hâlde bir pınarın başında uyuyakalmış. Bir beyin oğlu keçi güdermiş. Keçileri pınara sürmüş. Ama keçiler bir türlü pınardan gelmemiş. Oğlan pınara varmış ki ayın on dördü gibi bir kız pınarın başında uyuyor. Kızı uyandırmış. Kıza: — İns misin cin misin, demiş. Kız: — Ne insim ne cinim. Seni yaradan Allah’ın kuluyum, demiş. Oğlan kızı evine götürmüş. Kızla evlenmiş. Gel zaman olmuş, dev kızın yerini öğrenmiş. Dev keçi kılığına girmiş. Keçilerin arasına karışıp kızın evine gelmiş. Kız, keçiyi görünce gözlerinden dev olduğunu anlamış. Çünkü devin gözleri ateş gibi parlıyormuş. Kız her şeyi eşine anlatmış. Dev, oğlanın yanına varmış. Oğlanın canını alıp bir şişenin içine koymuş. Sonra kızın yanına varıp kıza: — Sen iğnenin deliğine de girsen seni bulurum. Artık seni yeme zamanım geldi, demiş. Kız, yine namaz kılmak istemiş. Namaza durmuş ki tam eğilirken bir melek gelmiş. Melek: — Namazdan doğrulurken şişeyi devir ve kır. Kocanın canı şişenin içinde, demiş. Kız, doğrulurken şişeyi devirip kırmış. Kocası kalkıp deve bir vurmuş ki dev ortadan ikiye ayrılmış. Kız ile oğlan da yiyip içip muratlarına ermişler. *kene: Koyun, köpek, at vb. hayvanların veya insanların derisinde asalak olarak yaşayan, bulaşıcı hastalıklara neden olan böceklerin genel adı, sakırga
Padişahın Kızı
Adana
Akdeniz Bölgesi
[GÜL İLE SİNAN PADİŞAHI]   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde cinler cirit oynuyor eski hamam içinde. Tam da o zamanlar ülkenin birinde üç kardeş yaşarmış. Günlerden bir gün üç kardeş eşlerini de alıp bir yere gitmiş. Bir dağın yamacına üç çadır kurmuşlar. Yatmış uyumuşlar. Sabah olmuş ki ne göreler! Bir kara yılan, canavar gibi olmuş, küçük oğlanın çadırının yanına gelmiş. Kardeşleri korkmuş, atını alan kaçmış. Çadırda sadece küçük oğlan ile eşi kalmış. Herkes gidince yılan dile gelmiş. Oğlana: — Gül Sinan’a ne etti, Sinan Gül’e ne etti, diye sormuş. Oğlan: — Ben Gül’ü de Sinan’ı da bilmem, tanımam, demiş. Yılan, oğlana: — Ben bu cihanı hep gezdim, senden cesurunu bulamadım. Ben Gül’üm, Sinan da filan memleketin padişahıdır. Sinan padişahını bulup sorduğum soruyu cevap verirsen eşini bırakırım, demiş. Oğlan eşini yılanın elinde bırakmış. Sinan padişahını aramaya gitmiş. Ülkenin birinde bir padişah varmış. Padişahın da üç tane bacısı varmış. Padişah bacılarının birini devlerin padişahına, birini kurtların kuşların padişahına, birini de canlının cinlinin padişahına vermiş. Oğlan padişaha gelip Sinan padişahının yerini sormuş. Padişah: — Ben Sinan padişahını bilmem; ama kurtların kuşların padişahı olan eniştemi çağırayım, o bilir, demiş. Padişah eniştesini çağırtmış. Kurtların kuşların padişahı: — Sinan padişahının yerini bir Zümrütüanka kuşu var, o bilir, demiş. Zümrütüanka kuşu gelmiş. Zümrütüanka kuşuna Sinan padişahının yerini sormuşlar. Zümrütüanka kuşu: — Bana kırk tuluk su, kırk tuluk et bul… Gak deyince et ver, guk deyince su ver, seni Sinan padişahının sarayına götüreyim, demiş. Oğlan Zümrütüanka kuşuna gak dedikçe et, guk dedikçe su vermiş. Oğlanı, Sinan padişahının sarayına götürmüş. Sinan padişahının surları adam kellesindenmiş. Padişah, oğlana: — Oğlum gelirken adam kellelerini görmedin mi, nasıl cesaret ettin de sarayıma geldin, demiş. Oğlan, padişaha başından geçen her şeyi anlatmış. Padişah: — Oğlum o yılan bir zamanlar benim eşimdi. Bir beni öldürmek istedi, sebebini sorunca bana bir değnek vurdu. Üç yıl eşek oldum. Üç yıl sonra sihri bozuldu insan oldum. Bu sefer de ben ona vurdum. Değneği eşime vururken de: — Yılan olasın da bağrın üzerine sürünesin, dedim. Yılan oldu, dokuz yıldır bağrıyla sürünüyor. İşte Gül bana bundan yaptı, ben de Gül’e bunları yaptım, demiş. Oğlan, yılanın sorduğu sorunun cevabını öğrenmiş. Oğlan, Sinan padişahın sarayından çıkarken Zümrütüanka kuşu gelmiş, oğlanı kanadının üstüne alıp çadırına götürmüş. Yılan oğlanı görünce: — Öğrendin mi, demiş. Oğlan öğrendiklerini yılana anlatmış. Oğlan anlatınca yılan çırpınıvermiş ki ayın on dördü gibi on beş yaşında bir kız olmuş. Oğlana: — Sihirim bozuldu, benimle evlen, demiş. Tövbe etmiş. Sonra da kırk gün kırk gece düğün edip muratlarına ermişler.
GÜL İLE SİNAN PADİŞAHI
Adana
Akdeniz Bölgesi
[İKİ KARDEŞ]   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde iki kardeş varmış. Bir gün iki kardeş bir ev yaptırmışlar. Büyük kardeş, küçük kardeşe: — Eski evi mi alırsın, yeni evi mi alırsın, demiş. Küçük kardeş: — Yeni evi alırım, demiş. Akşam olmuş bütün sığırlar eski eve gelmiş. İçlerinden sadece bir tanesi yeni eve gitmiş. Küçük kardeş, yeni eve gelen sığırı bağlayıp otlatmaya gitmiş. Bir taşın içinden bir kertiş* çıkmış. Küçük kardeş, kertişin kendisine selam verdiğini sanmış. Kertişe: — Sen bu sığıra mukayyet ol, ben birazdan gelirim, demiş. Kertiş kafasını sallamış. Küçük kardeş gelmiş ki ne görsün, danasını kurtlar yemiş. Küçük kardeş kertişe çok kızmış. Taşı kırıp kertişi bulmak için balyoz getirmiş. Taşı kırmış. Taşın içinden bir küp altın çıkmış. Büyük kardeş, küçük kardeşin bir küp altın bulduğundan haberi olmuş. Küçük kardeş, yeni evin kapısını penceresini sökmüş, oradan kaçmış. Küçük kardeş bir süre gittikten sonra bir çınarın başına çıkmış. Çınarın dibine de bir kervan konmuş. Küçük kardeşin elindeki kapı, pencere yere düşmüş. Kervandakiler gök üstümüze düşüyor sanmışlar. Oradan kaçmışlar. Kervandakilerin neyi var, neyi yoksa küçük kardeşe kalmış. *kertiş: kertenkele
İki Kardeş
Adana
Akdeniz Bölgesi
  [YALANCI İLE PADİŞAH] Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlu dağdan taştan, çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, eşek berber iken, pire pehlivan iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir ülkede eğlenceyi seven bir padişah varmış. Bu padişah yalancı adamların sözünü dinlemek ve eğlenmek için bir ilan yapmış. — Kim duyulmamış üç yalan söylerse ben ona istediği mükâfatı vereceğim. Fakat kim duyulmuş yalan söylerse onun kellesini keseceğim, diye ilan etmiş. Yalancılar padişahtan nasıl olsa bir şey koparırız diye toplanıyorlar. On tane, yirmi tane toplanıp gelmişler. O zamanki en ileri gelen yalancılar padişahın huzuruna geliyorlar. Bunların başkanı padişahın huzuruna geçiyor, vezir vüzera da toplanıyor. Padişah: — Söyle bakalım oğlum bir duyulmamış yalan söyle, diyor. — Padişahım! Babam çok zengindi. Yumurtayı değirmenin teknelerine koyardık, değirmen döndüğü zaman bir taraftan horoz, bir taraftan ferik* çıkardı. Her taraf tavukla doldu. Padişah, vezir vüzeraya soruyor: — Bu yalanları daha önce hiç duydunuz mu, diye sormuş. Vezirler: — Hayır padişahım, hiç duymadık, diyorlar. Yalancı devam ediyor. — Babam, her taraf tavukla cücük doldu. Mesleği değiştirelim, dedi. Bu defa biz köylerden yün topladık, yünü develer ile getirdik, değirmenin teknelerine koyduk. Değirmen döndüğü zaman bir taraftan halı, bir taraftan kilim çıkıyordu, diyor. Padişah, vezir vüzeraya soruyor: — Peki bu yalanları daha önce hiç duydunuz mu, diye sormuş. Vezirler: — Hayır padişahım, hiç duymadık, diyorlar. Yalancı gittikten sonra padişah, vezire vüzeraya diyor ki: —Bu yalancı beni yenecek. Siz ne söylerse söylesin duyduk deyin, diyor. Toplanıyor bütün vezir vüzera: — Oğlum gel bakalım bu son yalanı da söyle, diyor padişah. —Padişahım! Senin baban öyle perişan duruma düşmüştü ki geldi babamgilden iki deve yükü altın götürdü. Baban o borcunu geri ödemeden öldü, diyor. Padişah vezir vüzeraya: —Bunu daha önce duydunuz mu, diyor. Hepsi: — Duyduk padişahım, diyorlar. Yalancı o zaman: — Padişahım o zaman ben o altınları geri istiyorum, demiş. Böylece yalancı kellesi kesilmekten kurtulmuş. Yalancıların hikâyesi de böyle.
Yalancı ile Padişah
Adana
Akdeniz Bölgesi
  [SABIR TAŞI] Bir köyde çocukları olmayan bir karı koca yaşarmış. Çocukları olması için her gün dua ederlermiş. Gel zaman git zaman bir kızları olmuş. Kızlarını elden esirgemişler, günden esirgemişler, gözlerinden bile sakınmışlar. Bir gün kadın, bir kedinin kızına bakarak yalandığını görmüş. Hemen kocasına söylemiş: —Bu kedi bizim tek kızımızı yiyecek, buradan göçelim, demiş. Kızlarını alıp yola koyulmuşlar. Üç gün üç gece yürüdükten sonra havuzlu bir yere gelmişler. Etrafı demir kapılarla çevriliymiş. Karı koca kızlarına havuzdan su getirmesini söylemişler. Kız su almaya gittiğinde kapılar kapanmış, açılmamış. Anne baba kızlarına içerde ne olduğunu sormuşlar. Kız, içerde bir sürü hayvan, altın olduğunu söylemiş. Bir süre beklemişler, kapı açılmamış. Kız: — Bu bizim kaderimiz, demiş ve içerden altın alıp anne babasına vermiş. Karı koca gitmiş, kızları orada kalmış. Kız, buradaki evi dolaşmış. Evde birinin yattığını görmüş. Çok yakışıklı bir gençmiş. Bu gencin başında yedi sene beklemiş. Kız, bir gün pencereye çıktığında çingenelerin göç ettiğini görmüş. Onların içinde de bir kız görmüş. Kızın annesine altın vermiş ve kızının yanında kalmasını, ona arkadaş olmasını istemiş. Çingeneler gitmişler, kızı orada bırakmışlar. Çingene kızı temizlemiş, paklamış, çok güzel bir kız olmuş. Çingene kızına: — Sen burada dur, ben namaz kılmaya çıkayım, demiş. Tam o sırada yedi senedir uyuyan genç uyanmış, karşısında çingene kızı görmüş. Genç, kıza kim olduğunu sormuş. Kız: —Ne insim ne cinim, Allah’ın bir kuluyum. Yedi senedir senin başında bekledim. Yanıma da bir çingene kızı aldım. Çingene kızı evde mi durur, balkonda oturuyor, demiş. Genç, çingene kızını çağırmasını söylemiş. Kız içeri girmiş. Genç, kıza: —Sen bu evin hizmetçisi, o da hanımı olacak, demiş. Kız gerçeği söylememiş. Bunun üzerinden aylar geçmiş. Bir gün genç, pazara gidecekmiş. Karısına ne istediğini sormuş. Karısı altın, inci, kumaş gibi şeyler istemiş. Hizmetçi de sabır taşı ile sabır bıçağı istemiş. — Eğer almazsan yoluna kara bulutlar çöksün, demiş. Genç, pazara gitmiş. Karısının dediklerini almış, hizmetçinin dediklerini almamış. Gelirken yoluna kara bulutlar çökmüş. Genç tekrar dönmüş, sabır taşı ve sabır bıçağı almış. Sabır taşı ile sabır bıçağı aldığı satıcı: — Bunu vereceğin kişiyi gözetle, demiş. Eve dönmüş. Aldıklarını karısına ve hizmetçiye vermiş. Hizmetçi, kazları ve ördekleri önüne katmış, otlamaya götürmüş. Bir kayanın dibinde oturmuş. Sabır taşına başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine sabır taşı çatlamış. Sabır bıçağını kalbine saplayacağı an genç, elini tutmuş. Kızın sabır taşına anlattıklarının hepsini duymuş. Kızın elinden tutup eve gelmiş. Her şeyi öğrendiğini karısına söylemiş. Karısına, yani çingene kızına: — Kırk katır mı, kırk satır mı istiyorsun, demiş. Çingene kızı kırk katır istediğini söylemiş. Çingene kızını saçından kırk katıra bağlamış. Katırlar Çingene kızını alıp uzaklara götürmüşler. Kız ile genç de mutlu mesut yaşamışlar.
Sabır Taşı
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
  AKILSIZ KÖY Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken vakti zamanında bir köy varmış. Bu köyde yaşayanların hepsi akılsız olduğu için köyün adı “Akılsız Köy”müş. Köyden biri bir yere gitse “Akılsız köyün akılsız adamı” derlermiş. Köylüler bu söylentilerden bıkmışlar, bir meclis toplamışlar. Bu meclis akılsız köye akıl getirmek için bir kişiyi seçecekmiş. Kimin gönüllü olduğunu sormuşlar. Kendini akıllı ve kahraman zanneden biri ortaya atılmış. Meclis onun eline bir dağarcık vermiş ve akılsız yola koyulmuş. Herkes akılsız köye akıl gelecek diye sevinmiş. Sevinmenin nasıl olduğunu bilmeyenler kendince ağlamış, kavga etmiş, hayvan kesmiş, şeker yemiş… Türlü türlü işleri seviniyoruz diye yapmışlar. Yola koyulan akılsız az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, cinlerin cirit oynadığı vakit birisine rastlamış. O da bir deliymiş. Akılsıza nereye gittiğini sormuş. Akılsız olup biteni anlatmış: — Dağarcığa akıl dolduracağım, demiş. Deli: — Ben bunları önceden biliyordum, dağarcığı bana ver, ben akıllıyım, demiş. Akılsız inanmış, dağarcığı vermiş. Deli dağarcığı üfleyip hava ile doldurmuş, ağzını bağlayıp akılsızın eline vermiş. Akılsız dağarcığı almış, az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Nihayet köye yaklaşmış. Köye yaklaşınca: — Aklın birazını kendime ayırayım, köylüye dağıtınca bana kalmaz, demiş ve dağarcığın ağzını açmış. Dağarcıktaki hava uçup gitmiş. Akılsız sağa bakmış, sola bakmış, önünden bir tilkinin köye doğru kaçtığını görünce: — Akıl kaçıyor, demiş ve tilkinin peşine düşmüş. Akılsızı gören köylüler de peşine takılmışlar. Tilki kaça kaça bir ağacın kovuğuna girmiş. Akılsız da kafasını zorla kovuğa sokmuş. Tilki kovuktan kaçıp gitmiş. Köylüler adamı kovuktan çıkarmak için çekmişler. Çekerken çekerken adamın kafası kopmuş. Oradan geçen bir bilgin neler olduğunu sormuş. Köylüler olan biteni anlatmışlar. Sonra da: — Yine akılsız kaldık, diye yakınmışlar. Bilgin de: — Siz akılsız değilsiniz. Eğer akılsız olsaydınız aklın önemli olduğunu düşünüp aramaya çıkmazdınız. Akıl zaten sizde var ama fark edememişsiniz, demiş. O günden sonra köyün adı ve insanları akılsız diye anılmış. Köy de bilginin adı ile anılmış.
Akılsız Köy
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
    [MİNTİK KIZ]   Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi pek günahmış. Bir köyde komşu kızları toplanıp madımak toplamaya gidermiş. Komşulardan birinin tek kızı varmış. Adı da Mintik Kız imiş. Mintik Kız çok küçükmüş. Ancak kızların arkası sıra gidebilecek yaştaymış. Bir gün, madımağa giden kızları görünce heveslenmiş: — Anne, ben de gideceğim. Anne, ben de gideceğim, demiş. Annesi: — Kızım, sen küçüksün. Gidemezsin, dolanamazsın, gelemezsin, demiş. Kız: — Yok, anne ben de gideceğim, demiş. Mahalleden aynı yaşta üç küçük kız bir olmuşlar. Anneleri azıklarını vermiş, büyük kızların arasına karışıp gitmişler. O yana, bu yana gitmişler, madımak toplamışlar. Öğlen olmuş. Bir suyun başına varmışlar. Hep beraber, yemeklerini yemişler. Yemekten sonra küçük kızlar uyumuş. Büyük kızlar demişler ki: — Bunlar uyusun. Biz gidip biraz daha madımak toplayalım. Sonra da gelir, bunları buradan alır, köye döneriz. Kızlar gitmekte olsun, küçük kızlar uyanmışlar. O tepe şu yana, bu tepe şu yana… Kızları aramış, bulamamışlar. O arada büyük kızlar da gelip küçüklere bakmışlar. Onlar da küçükleri bulamamışlar. Birbirlerini bulamayınca, büyük kızlar eve gelmiş; küçük kızlar dağa, dereye düşmüşler. Şu yan senin, bu yan benim dolaşırlarken gece olmuş. Bir de yağmur başlamış. Kızlar bir ışık görmüşler: — Şu ışık görünen yere gidelim, misafir olalım. Bize de ekmek verirler, demişler. Işığa yaklaşmışlar. Bir tepede bir pencere görünüyormuş. Yaklaşınca anlamışlar. Görünen şey büyük bir kapısı olan kocaman bir binaymış. O yana dolanmışlar, bu yana dolanmışlar. Girecek yer bulamamışlar. Evvelden binaların pencereleri, duvarlarda değil; yukarıda, bacanın ortasında olurmuş. Işık görünen pencereye tırmanmışlar. Cama vurmuşlar, üstten aşağı… Devin eviymiş orası. Dev: — Kim o, demiş. Mintik Kız: — Ben Mintik Kız’ım. Bunlar da arkadaşlarım. Madımak topluyorduk. Evimizi kaybettik, yolda kaldık, dağda kaldık, demiş. Dev sevinmiş: — Yolunuza kurban olayım. Sizin ayaklarınızı seveyim, demiş ve sevinerek kapıyı açmış. İçeri almış, bunlara bakmış ki kebaplık çocuklar…Dev bunlara, yedirip içirmiş. Mintik Kız öbürlerine: — Kızlar uyumayın. Bu, dev… Bize bir şey eder, bizi yer. Bizi öldürür, demiş. Kızlar, korkularından uyumamışlar. Dev bağırmış: —Kızlar, kim uyuyor? Kim uyanık? Mintik Kız: — Ben uyanığım, demiş. Dev: — Kız, sen niye uyumuyorsun, diye sormuş. Mintik Kız: — Benim anam gece bana makarna keserdi. Onu yerdim taş gibi uyurdum, demiş. Maksadı devi oyalayıp, sabah etmekmiş. Dev kalkıp, bir çuval unla makarna yoğurmuş. Onu kesene kadar da bayağı zaman geçmiş. Kıza yedirip içirmiş, uyusun diye… Uyumalarını bekliyormuş ki çabuk öldürsün… Dev: — Kim uyuyor? Kim uyanık, diye yine sormuş. Mintik Kız: — Ben uyanığım, demiş. Dev: — Kız, Mintik Kız niye uyumuyorsun, demiş. Mintik Kız: — Anam giderdi, halburla pınardan su getirirdi. Ben de içer, uyurdum, demiş. Dev aklı işte… Gitmiş, kalburu pınarın altına tutmuş. Su akıyormuş, akıyormuş kalbur dolmuyormuş: — Kız, Mintik Kız bu dolmuyor, demiş. Mintik Kız: — Toprak al da sıva! Toprakk al da sıva, demiş. Dev sıvamış; ama halbur yine suyu tutmamış. Uğraşırken sabah yaklaşmış. Neyse dev, biraz su getirebilmiş. Kızlar, dev görmeden suyu dökmüşler. Şafak atmış, sabah olmuş. Devin inek sürüsü, davar sürüsü, at sürüsü varmış. Ondan dolayı da orada koyun postları varmış. Mintik Kız: — Kızlar, aman bu saatten sonra deve fırsat vermeyelim. Postların içine girelim, kaybolalım, demiş. Üç kız üç postun içine girip koyun sürüsüne karışmışlar. Dev, davarın içinde kızları aramaya başlamış. Onu kavramış, bunu kavramış… Falan etmiş, filan etmiş… En sonunda bunları bulmuş. Kızları bağlayıp bir çuvala sokmuş. Kendi de odun getirmeye gitmiş: — Odun getirip fırını yakayım. Bunları iyice kızartırım. Sonra da yerim, demiş. Dev oduna gitmekte olsun… Kızlar çuvaldan çıkmışlar. Yerlerine de devin danalarını koymuşlar. Ondan sonra tavana çıkmış ve bir yere gizlenmişler. Dev odundan gelmiş. Dev bu, bir araba odun getirmiş sırtında. Oraya devirip fırını yakmış. Çuvalı da değirmen taşının üstüne koymuş. Dana bağırmış. Dev: — Nasılmış! Beni oyalar mısın? Dana gibi bağırttım ya seni, demiş. Mintik Kız yukarıda sabredememiş: — Hi hi hi, diye gülmüş. Dev: — Kız, Mintik Kız oraya nasıl çıktın? Ne ettin bana söyle de ben de çıkayım, demiş. Mintik Kız: — Yatakları hep birbiri üstüne yığdım, çıktım, demiş. Dev bunun üzerine yatakları birbirinin üstüne yığmış. Yalnız dev çıkamamış. Basınca yataklar devriliyormuş. Bir olmuş, iki olmuş… Dev: — Mintik Kız, ne yaptın da oraya çıktın, diye yine sormuş. Mintik Kız da: — Ne kadar kap kacak, bardak çanak varsa üst üste yığdım, çıktım, demiş. Dev, onu da yapmış. Bütün kap kacağı, bardağı, çanağı hışır etmiş*. Bir de ayağı bacağı kırılmış. Dev yine sormuş: — Mintik Kız, doğru söyle. Daha sana bir şey etmeyeceğim. Mintik Kız inanmamış, — Orada eğiş* var ya, uzun, onu fırına soktum, kızdırdım. Üstüne bastım, çıktım. Dev, eğişi kızgın fırına sokmuş. İyice tunç olunca üstüne basmış. Üstüne basınca yanıp havaya fırlamış, alttan girmiş, üstten çıkmış. Dev canını vermiş. Kızlar aşağı inmişler. Devin eşyalarını atlara yüklemiş, yola düşmüşler. Ama köyde matem varmış. Kızları sabahlara kadar aramışlar, bulamamışlar. Bir de bakmışlar ki Mintik Kızla öbür iki kız, devin evinde ne varsa eşya, at, davar, inek, almışlar, geliyorlar. Kızlar dünyanın malını getirmiş, dev malıyla zengin olmuşlar. Yiyip içip muratlarına geçmişler… *hışır etmek: Hurdaya çevirmek. Bir şeyi küçük parçalara bölmek, kırmak suretiyle kullanılmaz hâle getirmek. *eğiş: Yemiş koparırken dalları çekmeye veya kovandan bal almaya yarayan araç.
Mintik Kız
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [TEK KÖSE İLE ÇİFT KÖSE] Evvel zaman içinde kalbur saman içinde …Bir Tek Köse ile Çift Köse varmış. Bunlar ayrı ayrı köylerde kalırlarmış. Tek Köse çok uyanık ve zekiymiş. Tek Köse ile Çift Köse zaman zaman birbirlerini ziyaret ederlermiş. Günün birinde Tek Köse, Çift Köse’den borç almış. Çift Köse’ye bu borcu üç ay sonra ödeyeceğine söz vermiş. Üç ay sonra Çift Köse Tek Köse’nin yanına gelip almış olduğu borcu ödemesini istemiş. Tek Köse zeki olduğu için parayı vermemeye çalışıyormuş. Çift Köse’ye: — Biraz fasulyem biraz da ekinim var. Hasatımı yapar yapmaz senin paranı vereceğim, der. Çift Köse bunu kabul eder. Tek Köse bu borçtan kurtulmak için bir plan hazırlamaya başlar. Çift Köse tekrar parasını istemeye geldiğinde Tek Köse bir köpeğin kafasına yemek kazanını takar, kıçına bir değnek vurur. Köpek değneği yiyince kaçar gider. Bunu gören Çift Köse, Tek Köse’ye hayretle: — Ya Tek Köse sen ne yapıyorsun? Köpeğin boynuna yemek kazanını taktın, tekmeyi de vurup gönderdin. Nedir bu işin aslı, diye sorar. Sorunca Tek Köse bu köpeğin ırgatlara yemek götürdüğünü söyler. Bunu duyan Çift Köse kulaklarına inanamaz. Aklı biraz az çalıştığı için hemen buna inanır ve Tek Köse’ye der ki: — Sana verdiğim borç paranın bir miktarını almayayım da sen bu tazıyı bana ver.  Tek Köse başta razı olmamış gibi yapar; ancak sonunda Çift Köse ile anlaşır. Tek Köse’nin elinden tazıyı alır ve evine götürür. Bir gün Çift Köse tarlaya gider. Gitmeden evvel karısına öğle yemeğini bu tazıyla birlikte göndermesini söyler. Karısı köpeğe bakar ki köpek çok güzel görünüyor. Kocasının isteğine uyar. Çift Köse, karısına: — Azığı bunun beline saracaksın; kafasına kazanı takacaksın. Kıçına tekmeyi vuracaksın. O da bize yemeği getirecek. Kadın aynen Çift Köse’nin dediği gibi yapar ve köpeği gönderir. Köpek bunun burası ne bilir tarlayı ne bilir azık götürmeyi? Köpek yola düşer, Çift Köse’de tarlada azığı beklemektedir. Ne var ki köpek bir türlü yemeği getirmez. Çift Köse akşam vakti olunca aç bir şekilde evine gelir. Eve gelince öğle vakti köpeği neden göndermediğini sorarak karısına bağırıp çağırır. Karısı, aynen dediği gibi yaptığını, köpeğini gönderdiğini; ancak köpeğin götürmediğini söyler. Çift Köse işin aslını anlar. Gel gör ki kadının yediği azar yanına kar kalır. Çift Köse kendi kendine der ki: — Ulan Tek Köse’nin yaptığı hileye bak, kandırmış beni.  O hırs ile Tek Köse’nin evine varır. Çift Köse oraya varır varmaz Tek Köse kendi hanımına kuvvetlice vurur ve kadını ortaya devirir. Çift Köse bu durumu görünce: — Ya Tek Köse! Ne yaptın sen? Kadını öldürdün.  Tek Köse bunun üzerine kadının ölmediğini ölse de diriltmenin kolay olduğunu söyler. Çift Köse şaşırır kalır ve kadının nasıl canlanacağını sorar. Tabii ki Çift Köse, Tek Köse’nin daha önceden karısını tembihlediğini ve kendine vurunca ölü numarası yapmasını söylediğinden haberi yoktur. Tek Köse eline bir düdük alır ve düdüğü öttürmeye başlar. Bir süre sonra kadın yattığı yerden ayağa kalkar. Durumu gören Çift Köse, bu düdüğü kendisine vermesi için Tek Köse’ye yalvarmaya başlar. Tek Köse yine ilk başta kabul etmek istemez. Bu düdüğün çok değerli olduğunu ve veremeyeceğini söyler. Bunun üzerine Çift Köse alacağı borç paranın bir kısmını daha almayacağını buna karşılık olarak da düdüğü istediğini söyler. Durumdan çok memnun olan Tek Köse, düdüğü Çift Köse’ye satar. Çift Köse, tekrar köydeki evine gelir. İçeri girer girmez karısına şiddetli şekilde vurur ve onu öldürür. Tekrar canlandırmak için düdüğü çalmaya başlar; ancak kadın bir türlü canlanmaz. Çift Köse, Tek Köse’nin yine kendini kandırdığını anlar. Öfkeli bir şekilde Tek Köse’nin bulunduğu köye gelir. Çift Köse’nin öfkeli şekilde geldiğini gören Tek Köse, yine bir plan düşünmeye başlar. Çift Köse eve girince elindeki tavşanın boynuna yemeği takar bu tavşanın tarlaya azık götürdüğünü ve ne söylenirse yaptığını söyler. Çift Köse hayretle: — Ya Tek Köse sen ne yapıyorsun? Tavşan tarlaya azık götürür mü hiç? Tek Köse ise bu tavşanı çok iyi eğittiğini, tavşanın bu azığı alıp tarladakilere teslim edeceğini ve geri geleceğini, söyler. Tavşanın boynuna yemeği takar ve bir tekme vurur. Tavşan kaçar gider. Elbette ki tavşan tarlaya gitmez. Tavşan yola çıktıktan bir süre sonra Tek Köse, başka bir tavşanı sanki o tavşanmış gibi çıkarır ve azığı teslim edip geldiğini söyler. Bir taraftan da tavşana: —Yemeği götürdün mü? Aslanım! diyerek tavşanın sırtını sıvazlar. Bunu gören Çift Köse, Tek Köse’den bu tavşanı kendisine vermesini ister. Tek Köse başta verme taraftarı olmaz bunun üzerine Çift Köse alacağı parayı almayacağını buna karşılık tavşanı ona vermesini Tek Köse’den ister. Tek Köse hem borcundan kurtulmuştur hem de işe yaramaz bir tavşanı satmıştır. Çift Köse tavşanı alır ve evine gider. Tavşanı evin bir köşesine bağlar. Çift Köse yeniden evlenmiştir. Bir gün tarlaya gitmesi gerekir. Yola çıkmadan evvel karısına tavşanın boynuna yemeği takmasını, sırtına ekmeği sarmasını; tavşanında bunu alıp kendine getireceğini söyler. Karısı başta böyle bir şey olamayacağını söyler, ancak sonra duruma razı olur. Öğle vakti olunca kadın tavşanın boynuna yemeği takar, sırtına ekmeği sarar. Tavşan yolları aşarak kaybolur. Çift Köse, tarlada azığın gelmesini bekler; ancak azık bir türlü gelmez. Akşam olunca Çift Köse evine gelir. Karısına neden tavşanla azığı göndermediğini sorar. Karısını bir güzel döver sonra kadını yemeğe gönderdiğini, ancak tavşanın yemeği getirmediğini anlar. Hırs ile Tek Köse’nin yanına gider. Tek Köse'yi yakalayıp oracıkta parasının tamamını geri alır.
TEK KÖSE İLE ÇİFT KÖSE
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
  [BALIKÇI OĞLU] Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde balıkçılık yapan bir baba ve oğul varmış. Bir gün baba oğul balığa çıkmışlar. Belirli bir zaman sonra bunların oltasına bir büyük balık takılmış. İkisi birden bu balığı çekememişler. Babası oltayı oğlana verip, kendisi adam çağırmaya gitmiş. Oğlan babasını beklemeye başlamış. Bu balık, çırpınmaya başlamış. Oğlan bu balığa acımış. Dayanamayıp, merhamet etmiş. Balığı bırakmış. Eve gitmiş. Oğlanın babası da adam toplamış, denize gidiyormuş. Oğlanla karşılaşmışlar. Oğlan: —Balığı bıraktım, deyince, balıkçı dayanamamış oğlanı dövmüş. Oğlan eve gelmiş, annesine olanları anlatmış. Artık buralarda duramayacağını, başka yerlere gideceğini söylemiş. Anası ne kadar dil döktüyse de dinletememiş. Annesi, oğluna azık hazırlamış. Oğlana da şu nasihati vermiş: — Oğlum, arkadaşlarına çok dikkat et. Eğer arkadaşın ekmeğin yumuşak yerini kendine ayırıyor, sert yerini sana veriyorsa onunla arkadaşlık etme. Eğer arkadaşın ekmeğin yumuşak yerini sana verip, sert yerini kendisi yiyorsa onunla arkadaşlık kur, demiş. Oğlan epey bir yol yürümüş. Yolda birine rastlamış. Onunla biraz sohbet etmiş. Herhalde iyi biridir diye içinden düşünmüş. Bir ağacın altına oturup yemek yemeye başlamışlar. Bakmış ki oğlan, adam ekmeğin yumuşak yerini kendisine ayırıyor. Belli etmeden bayatı da oğlana verince, annesinin sözü aklına gelmiş. Sonra Balıkçıoğlu, adamın yanından ayrılmış. Bir müddet daha gidince yeni birine rastlamış. Onunla da konuşup yemeğe oturmuş. O da yumuşak tarafını kendine ayırıyor, bayatı balıkçının oğluna veriyormuş. Yine ayrılmış ve yürümüş. Yine biriyle karşılaşmış. Yemeğe oturmuşlar. Bu adam yumuşağı arkadaşına ayırıyor, bayatı kendisi yiyormuş. Balıkçı oğlu, annesinin tarif ettiği insanın böyle olduğunu düşünerek bu adam ile arkadaşlık kurmuş. Beraber şehre gidip ortak bir kunduracı dükkanı açmışlar. Günler, böyle kundura dükkanında geçerken bir gün bir tellal: —Bir saat gözü kapalı, bir saat gözü açık gidebilecek bir yiğit arıyorum, deyince balıkçı oğlu: —Ben varım, demiş. Tellal bunun gözünü bağlamış. Bir saat atın üstünde yürütmüş. Bir saat de gözü açık gitmiş. Bir kuyuya gelmişler. Tellal: —Bu kuyuya ineceksin. Yoksa hakkın olan parayı vermem, deyince bizimki kabul etmiş. Kuyuya inmiş. Kuyuya inince bir de bakmış ki, kuyunun içi altın dolu. Tellal, altınları kovaya koymasını istemiş. Balıkçı oğlu kova kova altın doldurmuş. Sonunda artık tellal: — Altın koyacak yer kalmadı, demiş. Balıkçı oğlu: — Beni yukarıya çek, demiş. Tellal gülerek seni burada bırakacağım. Buranın yerini tek ben bilmeliyim deyip oradan ayrılmış. Balıkçı oğlu bir müddet daha kuyuda beklemiş. Bakmış ki kuyuda bir akrep dolanıyor. Balıkçı oğlu: —Bu akrep bu kuyunun içinde yaşayamaz. Kesin burada bir çıkış vardır, demiş. Akrep bir deliğe girmiş. Balıkçı oğlu, yanındaki bıçakla akrebin girdiği yeri genişletmiş. Bir de bakmış ki karşısında bir tilki. Tilkiyi takip edip epey bir zaman yürümüş. Çıktıklarında insan iskeletleri varmış. Balıkçı oğlu düşünmüş. Tilki buradaki insanları yemiş olmalı. Beni de yemek isteyecektir. Oradan çıkmış. Araya araya kunduracıyla yaşadığı şehri bulmuş. Olanları kunduracıya anlatmış. Birkaç ay böyle geçince yine aynı tellal:  —Bir saat gözü kapalı, bir saat gözü açık gidebilecek birisini arıyorum, demiş. Bu sefer kunduracı gitmiş. Yine aynı şekilde gitmişler. Kuyuya geldiklerinde tellal: —Bu kuyuya inmezsen paranı vermem, demiş. Kunduracı: —Verme. Ben böyle anlaşmadım. Benim anlaşmamda kuyuya inmek yoktu, demiş. Tellala: —Sen in, demiş. Tellal inmiş. Kova kova altını çıkartmış. Altınları alıp tellalı içerisinde bırakıp ata binmiş. At kendisini tellalın evine götürmüş. Tellalın evine gelmiş, oradaki altınları da almış. Bizim ikili çok zengin olmuşlar. Padişahın konağının karşısına bir konak yaptırmışlar. Balıkçı oğlu padişahın kızını istetmiş. Padişah ne istediyse tamam demişler. Padişah: — Benim kızım bundan önce yedi sefer evlendi. Damatlar hep ilk gece öldü, demiş. Düğün olup gerdek olmaya geldiğinde, ben senin ortağınım. İlk ben gireceğim, demiş. Balıkçı oğlu: — Olur mu hiç, o benim karım dediyse de, dinletememiş. Kunduracı elinde bir kılıç içeriye girmiş. Meğer kızın midesinde bir yılan varmış. Ağzından çıkar ve damatları öldürürmüş. Kız da bunu her seferinde saklarmış. Eğer kız söylerse, kızı içeriden sokacakmış. Yine yılan çıkınca, kunduracı yılanı kılıçla öldürmüş. Balıkçı oğlunu çağırmış. Balıkçı oğlu odaya girdiğinde olanları öğrenmiş. Kunduracının sadık olduğuna bir kere daha inanmış. Zamanla, kunduracıyla servetlerini bölüşmüşler. Memleketlerine döneceklermiş. Kunduracı razı olmuş. Balıkçı oğlunun bir zamanlar balık tuttuğu yerde ayrılacaklarmış. Kunduracı: — Bizim her şeyimiz ortaktı, bu kız da ortak, demiş. Balıkçı oğlu: —Etme, tutma demiş. Kunduracı kabul etmemiş. Çaresiz bizim oğlan kabul etmiş. Kızın ellerini ve ayaklarını iki ağaca bağlayıp, kızı germişler. Kunduracı: — Ya Allah! deyip, kızı keseceği sırada kız korkusundan kusuvermiş. Meğerki yılan midesinde yavrulamış. Kusunca yılan yavruları çıkmış. Kızın tekrar ellerini, ayaklarını çözmüşler. Kunduracı: —Balıkçı oğluna ben senin salıverdiğin balığım demiş ve şunları söylemiş: — Sen bir iyilik et, suya at, balık bilmezse Halik bilir. Kunduracı tekrar suya atlamış. Oğlanla kız kendi altınlarını da bırakıp denizde kaybolmuş. O günden sonra padişahın kızı ile balıkçı oğlu arasında hiçbir gizli şey olmamış.
Balıkçı Oğlu
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
AYI VE ÜÇ OĞLAN Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, zamanın birinde üç oğlu ile birlikte bir çiftçi yaşarmış. Bu çiftçi geçimini odun keserek, hayvan bakarak, ekin ekerek sağlarmış.  Bir gün çiftçi hastalanmış. Hastalandığı için odunu büyük oğlu yapmaya başlamış. Büyük oğlan ormanda odun keserken ormanda yaşayan ayı sesi duymuş:  — Kim var orada, demiş. Oğlan korkmuş ve baltayı yere fırlatmış. Ayı gelmiş oğlanı alıp inine götürmüş ve oraya bağlamış. Akşam olmuş, oğlan eve gitmeyince ev ahalisi kaygılanmış. Ertesi gün olmuş. Oduna ortanca oğlan gitmiş. Bir yandan da abisinin izini arıyormuş. Odun keserken ayı sesi duymuş ve oraya gelip çocuğa bağırmış: — Kim var orada, diye. Çocuk: — Ben varım, demiş. Ayı: — Odun kesmeyi bırak, demiş. Çocuk bırakmış. Ayı da çocuğu alıp inine abisinin yanına götürüp bağlamış. Akşam olmuş. Ortanca çocukta eve gelmeyince ev halkı daha da çok telaşlanmış. Babaları iki oğlunun ardından yas tutmaya başlamış. İki yavrucuğunu kaybetmiş. Ertesi gün olmuş. Baba hasta yatağında yatarken küçük oğlan eline baltayı alıp babasına: — Ben oduna gidiyorum, demiş. Babası oğlunu göndermek istememiş. Artık bir tanecik oğlu kalmış. Onu da kaybetmek istemiyormuş. Ama çocuk babasını teselli etmiş: — Ben hem odun keser hem de akşama ağabeylerimi bulup sana getiririm, demiş. Yine de babasının gönlü razı olmamış. Çocuk yine de dinlemeyip gitmiş. Giderken cebine yumurta koymuş. Başım sıkışırsa kullanırım diye düşünmüş. Çocuk ormana gelmiş. Odun kesmeye başlamış. Bir yandan da ağabeylerini arıyormuş. Odun keserken ayı sesi duyup oraya gitmiş. Ayı: — Kim var orada, demiş. Çocuk: — Ben varım, demiş. Ayı çocuğa: — Odun kesmeyi bırak, demiş. Çocuk bırakmamış devam etmiş kesmeye. Ayı başlamış çocuğu korkutmaya. Çocuk: — Boşuna uğraşma, ayı ben senden korkmuyorum, demiş. Sonra devam etmiş sözlerine. — Yerden taş almış, ben bu taşı sıksam suyunu çıkarırım, demiş. Ayı inanmamış. Çocuk ayıya çaktırmadan cebinden yumurta çıkarıp onu sıkmış ve yumurta akmış. Ayı taşın suyunu çıkardı zannederek korkmuş.  Çocuk ayıya ağabeylerini sormuş. Ayı da çocuğa ağabeylerinin ininde olduğunu söylemiş. Çocuk ağabeylerini istemiş. Ayı da ağabeylerini getirmiş. Çocuk ağabeylerine sarılmış. Ayı o kadar korkmuş ki inindeki bütün yiyecekleri çocuğa vermiş. Çocuklar eve dönmüşler. Babaları çok mutlu olmuş. Mutluluktan ağlamaya başlamış. Ertesi gün olmuş. Ayı kapıyı tıklamış, sırtında odun yığını varmış. Ayı: — Artık odunu size ben getireceğim, demiş. Onlar da ayıya teşekkür etmişler. Bundan sonra mutlu mutlu yaşamışlar.
AYI VE ÜÇ OĞLAN
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
NAR TANESİ Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde, bir delikanlı yaşarmış. Bu delikanlı, bey oğlu imiş ve komşusu olan yaşlı bir kadınla uğraşır dururmuş. Her gün kadın, evinin önünde oturup ip eğirir, çıkrık dikiyormuş. Bu delikanlı oradan geçer ve kadına şaka yaparmış. Bir gün böyle, iki gün böyle, kadın artık sinirlenmiş ve delikanlıyı yanına çağırmış: — Benim nasihatlerimi dinle, ben senin derdini biliyorum, demiş. Daha sonra delikanlıya anlatmaya başlamış: — Var git pazara, üç tane nar al. Birini pazarın içinde kes. Diğerini yolda gelirken kes. Birini de çeşmenin başına var, orda kes. Tanelerini de suya saç. O zaman, sudan bir güzel kız çıkacak. O kızla evlen. Delikanlı, yaşlı kadının söylediklerini dinlemiş ve pazara gitmiş. Üç tane nar almış. Birini pazar yerinde kesmiş. İkinciyi yolda kesmiş. Üçüncüye gelince sıra, onu da çeşme başına varınca kesmiş. Tanelerini de suya saçmış. Yani yaşlı kadının dediklerini bir bir uygulamış. Tam o sırada, dünyalar güzeli bir kız çıkmış sudan. Delikanlı, kızı görünce sevinmiş. Ona işlerinin olduğunu ve kendisini orada beklemesini söylemiş. Sonra kaybolur korkusuyla ağacın tepesine çıkarmış. Delikanlı çekmiş gitmiş. Kız, ağacın başına pırlayıp çıkmış, delikanlıyı beklemeye başlamış. Sudan çıkan kızın başında üç tane ak tel bulunurmuş. Delikanlının başka bir komşusunun da bir kızı varmış. Anası, bu kızı suya göndermiş çeşme başına. Bu kız, zenci gibi çok siyahmış. Suyun başına vardığında suya: — Suyum, sen mi güzelsin ben mi, diye sormuş. Su da: — Ne sen güzelsin, ne de ben. Nar tanesi güzel, diye cevap vermiş. Bunun üzerine kara kız, elindeki kovaları yere vurup kırmış. Eve vardığında annesi, kovaları neden kırdığını sormuş. O da cevap vermemiş. Bu olay üç gün aynı şekilde tekrarlanmış. Üçüncü gün, ağacın başından nar tanesi Arap kıza seslenmiş: — Derdin ne Arap kızı? Her gün gelip kovaları kırıyorsun, demiş. Arap kız da olayları anlatmış. Sonra, nar tanesine ağacın başına nasıl çıktığını sormuş. O da Arap kızına, saçındaki ak tellerden birini uzatıp, onun da yukarı gelmesini istemiş. Birlikte ağacın başında otururlarken Arap kız, nar tanesinin saçındaki ak telleri sormuş. Sonra birini kopartmış, derken ikinciyi kopartmış. Üçüncüyü kopardığında, nar tanesi kuş olup uçup gitmiş. Tam bu sırada da delikanlı gelmiş. Bir de bakmış ki, bıraktığı dünyalar güzeli nar tanesi simsiyah olmuş. Hemen: — Nar tanesi, saçlarına ne oldu, diye sormuş. Nar tanesi de: — Delikanlı, rüzgar beni böyle karattı. Saçlarımı da rüzgar yoldu, demiş. Delikanlı da inanmış ve kızı ağaçtan indirip eve götürmüş. Annesine ve babasına, evleneceği kızın o kız olduğunu söylemiş. Ama kıza kanı kaynamamış hiç. Hemen evlenmişler. Delikanlı, sevmediği bir kızla evlendiği için çok üzülmüş ve kaçmış, kaybolmuş. Çıkrıkçı nine, her gün bir komşusuna gidermiş. Giderken de sabah bir kuş cama gelirmiş: — Nine, nine, canım nine. Arap kız uyuyor mu, diye sorarmış. Nine de uyuyor dediğinde: — Uyusun, uykusu kan katranla dolsun, dermiş. Bey oğlunu sorunca da: — Uykusu güller ile dolsun, dermiş. Bir gün böyle, beş gün böyle, sürüp gitmiş. Nine, bunu Bey oğluna söylemiş. O da ağacı kestirmiş. Nine, ağaç kesildikten sonra bir kamga* almış ve koksun diye evine götürmüş. Kamgayı kaşıklığa koymuş ve evden çıkıp gitmiş. Geri döndüğünde bakmış ki evi barkı tertemiz olmuş, tencereler yemekle dolmuş. Nine çok şaşırmış. Ama bir gün böyle, beş gün böyle sürüp gitmiş. Nine olanları kimseye anlatmamış. Ama kendisi de merak etmiş. Bir gün yine evden çıkar gibi yapmış, camın kenarından olup bitenleri izlemek için beklemiş. Tam o sırada, kaşıklıktan ağaç parçası evin ortasına atmış kendini. Hemen o anda servi boylu bir kız olmuş. Etrafı temizlemiş, yemekleri yapmış. Tam işi bitirip kaşıklığa döneceği anda nine camdan elini uzatıp kızın saçlarını yakalamış. Kızın kim olduğunu sormuş. Kız da başından geçenleri bir bir anlatmış. Nine, kızın nardan çıktığını öğrenince delikanlıya söylediği nasihati aklına getirmiş. Bu kızın nar tanesi olduğunu anlamış. Nine, bey oğlunun evine giderek kızın başından geçenleri orada anlatmış. Bey oğlunun karısı Arap kız da, olanları dinleyince, o kızın nar tanesi olduğunu anlamış. Bey oğlunun babası, dört bir yana haber salmış; oğlunun bulunması için. Arayanlar Bey oğlunu bulup getirmişler. Bey oğlu, geldiğinde görmüş ki, evdeki kız kavağın başına çıkardığı nar güzeli. Telaşlanan Arap kız, gerçeği bildiği için her şeyi anlatmış. Bey oğlu, bunu öğrenince çok sinirlenmiş ve Arap kıza: — Kırk katır mı istersin, kırk satır mı, demiş. Arap kız da: — Kırk satırı ne yapayım, kırk katır isterim, demiş. Bunun üzerine kırk katırı peş peşe bağlamışlar. En sonuncu katırın kuyruğuna da Arap kızı bağlamışlar ve evine göndermişler. Nar tanesi ile bey oğlu da kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Nineyi de yanlarına almışlar. Ölünceye dek mutlu, mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. *kamga: Ağaç parçası.
Nar Tanesi
Ordu
Karadeniz Bölgesi
  [LEYLK DADI] Bir varmış, bir yokmuş. Vaktiyle bir köyde, bir karı koca yaşarmış. Bu karı kocanın çocukları olmuyormuş. Allah’a yalvarıp, ağlıyorlarmış. Bir gün kadın, rüyasında kendisinin bir kızı olacağını ama kız on dört yaşına geldiğinde, kara bir leyleğin kızını alıp götüreceğini görmüş. Bu kadın, aradan bir yıl geçmeden, kızını doğurmuş. Hayatlarını sürdürmüşler. Ancak on dört yaşına geldiğinde, kızının kara bir leylek tarafından götürüleceğini unutmuşlar. Kız büyümüş. On dört yaşına gelmiş. Kadın dışarı çıkmış ki bir kara leylek balkonda oturuyormuş. Leylek, kızın anasına, kızını götüreceğini söylemiş. Kadın hemen içeri girmiş, kocasına durumu anlatmış. Üçü birlikte dövünüp ağlaşmaya başlamışlar ama nafile. Leylek, aldığı gibi kızı sırtına bindirmiş. Leylek, kıza: — Bir tanem, gözlerini kapat, seni götüreceğim, demiş. Kız da gözlerini kapatmış. Uçup karanlıklar ülkesine gitmişler. Kız gözlerini açmış ki hiç tanımadığı bir yere gelmişler. Meğerse o kara leylek, perilerin ülkesinin padişahı imiş. Kıza dadılık yapmış. Bu kızı da oğluna gelin götürmüş. Düğün gününe kadar her gün, kıza ilaç verip uyutuyorlarmış. Bir gün kız, “Bu ilacı bana neden içiriyorlar ki?” diye düşünmüş. İlaçları içer gibi yapıp yakasından aşağı dökmüş. Uykusu olmadığı için odaları dolaşmaya başlamış. Bakmış ki odanın birinde bir delikanlı uyuyormuş. Bu delikanlının elinde bir de anahtar varmış. Kız, usulca yaklaşmış ve anahtarları almış. Anahtarla kapıları açmış ve dışarı çıkmış. Padişah sabah bakmış ki kız odasında yok. Hemen hizmetçilerine kızı bulmaları için emir vermiş. Kızı bahçenin içinde bulmuşlar. Çünkü kız, hiçbir yeri bilmediği için uzağa gidememiş. Padişah, kızın bu davranışını beğenmediği için kızı pazara satmaya götürmüş. Padişahın biri, kızı satın almış. Meğerse bu padişahın oğlu delirmiş ve insan eti yermiş. Padişahın zincire vurulmuş oğlunun önüne, her gün bir kızı boyalayıp, kınalayıp atarlarmış. Oğlan da kızları yermiş. Sıra bu kıza gelmiş. Kızı içeri atmışlar. Kız, bakmış ki ağzı köpürmüş, zincire vurulmuş bir deli, kendisini yemek için bekliyormuş. Kız, hemen sıçramış. Kendini camın önüne atmış. Bugünden sonra atılan her kızı, tutup yanına çekmiş. Dört kız olmuşlar. Kız, diğerlerine: — Siz burada bekleyin ve bundan sonraki kızları kurtarın. Ben bir çözüm yolu bulmak için dışarı çıkacağım, demiş. Çatıdan çıkmış ve bir yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Sonunda bir dere kenarına geldiğinde uykusu gelmiş ve bir ağaç gölgesinde uyumaya başlamış. Uyandığında bakmış ki başucunda bir ihtiyar oturuyormuş. İhtiyar, kıza nereye gittiğini sormuş. Kız da başından geçenleri anlatmış ve bir çözüm yolu aramak için kaçtığını söylemiş. İhtiyar, kıza ileriye vardığında bir dev göreceğini ve bu devin yanında da bir kazan kaynağını söylemiş. Kazanın içinde bir gömlek varmış ve o gömlek kaynadığı sürece padişahın deli oğlunun daha şiddetli delireceğini söylemiş. Kız yola düşecekken ihtiyar, devin gözlerinin açık olduğu zaman uyuduğunu, kapalı olduğu zaman da uyanık olduğunu, buna dikkat etmesi gerektiğini söylemiş. Kız yola çıkmış, devin olduğu yere varmış. Bakmış ki, devin gözleri açık. Hemen aklına ihtiyarın nasihatini getirmiş ve devin uyuduğunu anlamış. Elindeki sopayla, kazanı, uyuyan devin üzerine devirmiş ve devi öldürmüş. Kazanın içindeki gömleği almış ve geldiği yere doğru gitmeye başlamış. Padişahın sarayına vardığında, hemen deli oğlanın olduğu yere varmış. Elindeki gömleği, oğlanın sırtına atar atmaz, gömlek oğlanın sırtına geçmiş. Deli oğlan, bir anda akıllanmış. Padişaha varıp oğlunu bu tılsımdan kurtardığını söylemiş. Padişah da buna çok sevinmiş. Kıza, kendisinden ne dilediğini sormuş. Kız da kendisini satın aldığı leylek dadıya teslim etmesini söylemiş. Padişah, bu isteğini kabul etmiş ve kızı geriye, aldığı yere götürmüş. Kızı alan leylek dadı, kıza olan sinirini yenememiş olacak ki, kızı tekrar pazara satmaya götürmüş. Kızı, yine başka bir padişah satın almış. Bu padişahın da kızının dili ve dişi yokmuş. Ölü gibi, gece gündüz yatıyormuş. Bu kızı satın almasının sebebi de kendi kızına hizmet etmesi içinmiş. Gündüzleri kıza hizmet edermiş. Ama neden yiyip içmediğini merak edip bir gece uyumamış ve kızın yaptıklarını izlemiş. Kız uyur gibi yorganı başına çekip yatmış. Padişahın kızının odasının ortasında bir kapağın olduğunu ve gece bir delikanlının oradan çıktığını görmüş. Bu delikanlı hasta kıza hemen dua okuyormuş ve kızla sabaha kadar eğleniyormuş. Tam sabah olup herkes uyanacakken de kıza tekrar dua okuyup lal ediyormuş ve geldiği yerden girip kaçıyormuş. Kız, bunları gördükten sonra gündüz aynı duayı hasta kıza okumuş, ilaçlarını kırmış atmış. Kız, hasta halinden kurtulmuş. Çok sevinen bakıcı kız olanları padişaha anlatmış ve kızının ölene dek hastalıktan kurtulması için yerin altından çıkan delikanlıyla kızının evlenmesi gerektiğini söylemiş. Bu padişah da kızının derdine derman olduğu için satın aldığı kıza:  — Dile benden ne dilersen, demiş. Kızın isteği belli. Kendisini, satın aldığı leylek dadıya teslim etmesini söylemiş. Leylek dadı, kızın kendisine tekrar döndüğünü görünce çok sevinmiş. Kıza, kendisini hep takip ettiğini ama kızın her gittiği yerden yüzünün akıyla döndüğüne çok mutlu olduğunu söylemiş. Daha sonra oğluyla bu kızı nişanlamış. Kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Leylek Dadı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [KILLI DERVİŞ]  Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanda bir köyde, bir ana ile kızı yaşarmış. Bir gün bu kızın göğsünde bir yara çıkmış. Ama bu yara, daha önce emsali görülmemiş bir yara imiş. Yarayı görenler hayret ediyormuş. Yaranın ne olduğunu kimse bilemiyormuş. Bunun üzerine kızın anası, yarayı bilene kızını vereceğini köye duyurmuş. Civarda kızın yarasına bakmayan hekim, âlim kalmamış ama kimse yaranın ne olduğunu bilememiş. Bu olayı duyan Kıllı Derviş, kızı görmek için gitmiş ve bu yaranın ‘bit kanı’ olduğunu söylemiş. Ana, verdiği sözü tutmuş ve kızını Kıllı Derviş’e vermiş. Kıllı Derviş, kızı almış, evine götürmüş. Kıllı Derviş’in çok esrarlı davrandığını gören kız, ürkmüş ama onunla yaşamaya mecburmuş. Kıllı Derviş’in evi, kırk kapılıymış. Kız, bu odalarda ne olduğunu çok merak ediyor ama bir türlü öğrenemiyormuş. Bir gün Kıllı Derviş uyurken, anahtarların şapkasının altında olduğunu gören kız, gizlice anahtarları almış. Kıllı Derviş, bunun farkına varmış ama belli etmemiş, uyuyormuş gibi davranmış. Bütün odaları gören kız, bir odada kanları, diğer odada insan kemiklerini görmüş ve çok korkmuş. Daha sonra geriye anahtarları yerine koymuş. Tam bu sırada Kıllı Derviş uyanmış. Kızın benzinin sarardığını görünce ne olduğunu sormuş. Kız gerçekleri söylemekten kaçınmış: — Anamı özledim, demiş. Kıllı Derviş: — Öyleyse ananı çağıralım da gelsin, gör, demiş. Anasını çağırmak yerine Kıllı Derviş, onun kılığına tılsımla girmiş. Kız, ilk başta anasını görünce şaşırmış: — Ana, gözlerin Kıllı Derviş’in gözlerine ne kadar da benziyor, demiş. Anası ise: — Yok kızım, sen Kıllı Derviş’in gözlerine alışmışsın. O yüzden sana öyle geliyor, demiş. Buna inanan kız, bütün gördüklerini, anası sandığı Kıllı Derviş’e anlatmış. Artık kendisinin nasıl biri olduğunu öğrenen Kıllı Derviş, kızı öldürüp yemeye karar vermiş. Kızın temizlenmesi için onu hamama götürmüş. Kıllı Derviş’in kendini de yiyeceğini anlayan kız, ondan kurtulmanın yollarını ararken hamamda Çingenelerin yıkandığını görmüş ve onların birinden yardım istemiş. Çingene, ona ancak baş Çingenenin yardım edebileceğini, derdini ona anlatmasını söylemiş. Kız, baş Çingeneyi bulmuş ve başından geçenleri bir bir anlatmış. Kızın yaşadıklarına üzülen baş Çingene, ona yardım edeceğini söylemiş. Çingene alayına katılıp gizlice hamamdan çıkan kız, kaçmış kaybolmuş. Çingene gençlerinden biri ile evlenmiş. Ama hâlâ Kıllı Derviş’ten korktuğu için evlerinin Kıllı Derviş’in ulaşamayacağı bir yerde olmasını istiyormuş. Kocasına söylemiş ve kocası evi denizin ortasına yaptırmış. Bu arada Kıllı Derviş, hamamın kapısında bir beklemiş, kimse yok; iki beklemiş, kimse yok; derken akşam olmuş. Artık beklemekten usanan Kıllı Derviş, hamama girmiş ki ne kız var, ne de Çingeneler. Uzun yıllar kızı aramış ama bulamamış. Bu sürede de kızın bir oğlu, bir kızı olmuş. Kıllı Derviş’i çoktan unutmuş. Bir gün, bu kızın oğlu, sürüyü otlatırken Kıllı Derviş gelmiş ve çocuğa çok merak ettiği denizdeki evi sormuş. Çocuk da anlatmaya başlamış: — Bir Kıllı Derviş varmış, insan yermiş. Anam, onun elinden kaçmış ve babamla evlenmiş. Çok korktuğu için de babamdan evi denizin ortasına yapmasını istemiş, demiş. Aradığı kızı bulan Kıllı Derviş, çok sevinmiş ve hemen bir tılsımla sürüdeki keçinin içine girmiş. Akşam olmuş, sürü eve gitmiş. O güne dek sürüye hiç saldırmayan kapıdaki kaplan ve aslan kudurmuş adeta. Evin hanımı, kaplan ve aslanı zor zapt etmiş. İçeri girince, herkes uyuduktan sonra tılsımını bozan Kıllı Derviş, sessizce eve girmiş ve evin beyinin uykusunu, çanak kırılıncaya dek uykusundan uyanmasın diye, yeşil çanağa yazmış. Daha sonra kızı uykusundan uyandırmış. Uykudan uyanan kız, karşısında Kıllı Derviş’i görünce o kadar korkmuş ki, dudağı yarılmış. Bağırmış, çağırmış ama bey uyanmamış. Kıllı Derviş: — Boşa bağırma, ben onun uykusunu yazdım, demiş. Daha sonra kızın kendisiyle gelmesini istemiş. Kız, mecburen kabul etmiş. Kapıdaki aslan ve kaplandan geçemeyeceklerini anlayan Kıllı Derviş, evin çocuklarını onların önüne atmış. Kız, çocuklarının parçalandığını görünce içi yanmış. Tam dışarı çıkacakken kız, eşikte duran Kıllı Derviş’i, arkasından aslan ve kaplanın önüne itmiş. Aslan ve kaplan Kıllı Derviş’i hemen parçalamışlar. Kız, Kıllı Derviş’ten sonsuza dek kurtulduğu için çok sevinmiş ama bir yandan da çocuklarına ağlıyormuş. Beyini uyandıramayacağını bildiği halde çok uğraşmış. Çünkü başka çaresi yokmuş. Tam o sırada, gölden bir balık çıkmış ve kadına: — Hanımım, yeşil çanağı kır, demiş. Yeşil çanağın kırılmasıyla uyanan bey, olan biteni sormuş. Çanak kırılınca çocuklar da eski sağlığına kavuşmuş. Hanımı da olanları bir bir anlatmış.
KILLI DERVİŞ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
  [NEYDİK, NE OLDUK, NE OLACAĞIZ] Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, ülkenin birinde bir padişah yaşarmış. Padişah mutlu mesut yaşar iken, bir gün padişahın hanımı vefat etmiş. Padişah belli bir zaman eşinin vefatına üzülmüş ancak bu üzülmenin sonunun olmadığını anladığı için yeniden evlenmeye karar vermiş. Padişahın vefat eden hanımından bir kızı varmış. Ancak yeni evlenmiş olduğu hanım, bu kızı hiç sevmemiş. Bu kızı bir şekilde evden atmak istiyormuş. Padişah kızını çok sevdiği için hanım, kızı evden göndermek gibi bir teklifte bulunamamış. Padişahın kızı henüz küçükmüş. Bir gün bu kız uyurken, uyku esnasında ağzından içeriye bir küçük yılan girmiş. Aradan uzun bir zaman geçmiş, padişahın kızı büyümüş. Büyümüş büyümesine ama bu kızın karnı da yavaş yavaş kızla birlikte büyüyormuş. Kız, büyüdükçe kilo aldığını zannediyormuş ancak olay aslında öyle değilmiş. Bu kızın karnına küçükken giren yılan kızla birlikte büyümüş. Üvey annesi kıza bir gün iftira atmış ve padişaha: — Senin bu kızın başkalarıyla ilişkiye girip hamile kalmış. Onun için de bu kızın karnı her geçen gün biraz daha büyüyor, demiş. Padişah buna inanmak istemese de elinden gelen bir şey de yokmuş. Çünkü kızının karnı, gerçekten her geçen gün biraz daha büyümekteymiş. Padişah, vezirine emir vererek, kızını ormana geziye çıkarma bahanesi ile çıkarmasını ve kızını orada öldürüp gelmesini söylemiş. — Gelirken de kızın elbisesinden bir parçayı kızın kanına bulayıp getir, demiş. Vezir, kızı gezdirme bahanesi ile alıp ormana götürmüş. Fakat paddişahın kızı dünyalar güzeli ve bir o kadar da tatlı bir kızmış. Padişahın veziri, kızı öldürmeye kıyamamış ve kıza: — Aslında ben seni buraya gezintiye çıkmaya değil, öldürmeye getirdim. Ama sultan hanım, siz o kadar masumsunuz ki, ben sizi öldüremem. Onun için elbisenizden bir parça verin bana, ben bir hayvanın kanı ile bulayıp onu babanıza götüreyim. Siz de iyi bakın kendinize, demiş ve kızın yanından ayrılmış. Vezir oradan ayrıldıktan birkaç saat sonra, padişahın kızını bir yolcu bulmuş ve onun kimsesiz olduğunu anlayınca, alıp evine götürmüş. Evinde kendine hizmet etmesini istemiş. Padişahın kızı, o evde kendisi hakkında hiçbir bilgi vermeden yaşamaya başlamış. Bir gün bu güzel padişahın kızı, ocakta süt pişirmeye başlamış. Sütün kokusunu duyan yılan, kızın ağzından çıkarak süt dolu tencerenin içine düşmüş. Kızın karnındaki şişlik inmiş. Kız, bu süt tenceresine düşen yılanı güzelce ilaçlamış ve bir sandığın içerisine yerleştirmiş. Aradan günler geçmiş. Evin oğlu, padişahın kızına âşık olmuş ve babasına bu konuyu açmış: — Baba, ben evimize almış olduğumuz kıza âşık oldum. İznin olursa onunla evlenmek istiyorum, demiş. Babası bu olayı hoş karşılayarak evlendirmiş bunları. Ev sahibinin oğlu ve padişahın kızı yıllar sonra üç oğlu olmuş. Padişahın kızı, çocuklarının isimlerini sırasıyla: “Neydik, Ne Olduk ve Ne Olacağız” koymuş. Aslında çocuklar bile kendi isimlerinin neden bu şekilde olduklarını merak eder olmuşlar, ama anneleri onlara bile bir açıklama yapmamış. Padişah ve veziri bir gün ormanda avlanmaya çıkmışlar ama daha sonra bir türlü geldikleri yolu bulmamışlar. Yollarını ararken bir ev görmüşler. Artık hava kararmaya ve akşam olmaya başlamış. Padişah, vezirine: — Gidip şu evdeki insanlara bu gece evlerinde misafir olarak kalmak istediğimizi söyleyelim. Bizi dışarıda bırakacak değiller ya, demiş. Gidip evin kapısını çalmışlar ve kapıyı açan kişiyi ne padişah tanımış ne de vezir. Ancak kapıyı açan kız yani padişahın kızı, babasını da, onu öldürmeyen veziri de tanımış. Hiçbir ses çıkarmayarak içeri almış. O gece padişah ve vezir evde kalmışlar. Bu arada padişahın yanına, padişahın kızının çocukları gelmiş. Padişah, bunlara isimlerini sormuş ve çocuklar isimlerini sıra ile söylemişler. Padişah isimlerinin neden bu şekilde olduğunu sorunca kız; padişah ve vezirin önüne daha önceden ilaçlayıp da saklamış olduğu yılanı koyarak: — İşte bu yüzden, demiş. Kız: — Anlamadan, dinlemeden, babam beni ölüme gönderdi. Ben yapmadığım bir suçtan dolayı ceza çektim. Bu cezamı çekerken de bu çocuklar dünyaya geldi ve isimlerini de bu şekilde koydum, demiş. Padişah vezirine dönerek: — Benim kızım mı, diye sormuş. — Evet padişahım, kızınız, diye cevap vermiş vezir. Padişah, özür dileyip, kızından kendisini affetmesini istemiş ama kızı babasını affetmemiş. Sabah yola çıkıp, saraya giderken padişah, vezirine: — Neydik, ne olduk, ne olacağız, demiş.  İnsan en sevdiğini dinlemeden yargılamanın cezasını bir ömür boyu çeker.
Neydik Ne Olduk Ne Olacağız
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [KELİKÇİ]   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir köyde gün bulup, gün yiyen, fakir bir kelikçi* varmış. Bu kelikçi, aynı zamanda dindar birisiymiş. Bir gün namaz kılmak için camiye gitmiş. Camide ise, cami hocası ve birkaç zengin oturmuş sohbet ediyorlarmış. İmam, kelikçiyi görünce ona takılmak için: — Ulan kelikçi! Biz hayırlı yola gidiyoruz, hacca gidiyoruz yani. Sen de gitmek istemez misin, demiş. Kelikçi: — Hoca Efendi, sizin sayenizde evvel Allah, ben de gider gelirim, cevabını vermiş. Sonra günlerden bir gün hoca, gerçekten de kelikçiye: — Kelikçi, biz bugün şu saatte yola çıkıyoruz, geliyor musun sen de, diye sormuş. Kelikçi: — Geliyorum hocam. Ben de sizinle geliyorum, Allah’ın izniyle, demiş. Fakir olduğu için, yola çıkarken yanına sadece ekmek almış ve yaya olarak kafileye katılmış. Kafilenin diğer üyeleri ise zengin oldukları için, atı olan atla, devesi olan deveyle, katırı olan katırla gidiyormuş. Giderken hoca ve yanındakiler, yine kelikçiye takılmaya başlamış ve yol boyunca onunla eğlenmişler. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke’ye varmışlar. Orada tavaflarını yapmış, kurbanlarını kesmiş ve diğer işlerini de bitirdikten sonra, günahlarını dökmek üzere Arafat’a çıkmışlar. Arafat’ta da namazlarını kılıp, dualarını ettikten sonra, artık tekrar memleketlerine doğru yola koyulmuşlar. Geri gelirken, yolu yarı edince de yemek yemek, dinlenmek ve namaz kılmak için mola vermişler. Hoca yine kelikçiye: — Ulan kelikçi, sen berat aldın mı, diyerek takılmaya başlamış. Kelikçi de: — Hocam ne beratı ya. Bana berat falan vermediler, ben bilmiyorum, demiş. Hoca: — Vah ulan kelikçi vah, diyerek üzülür gibi yapmış. Bunun üzerine kelikçi: — Hocam, o zaman ben gidip beratımı alayım, demiş ve kafileden ayrılarak geri dönmüş. Giderken, arkadan kır atlı bir adam gelmiş ve kelikçiye: — Evlat, nereye gidiyorsun böyle, diye sormuş. Kelikçi: — Sorma efendim! Biz hacdan dönüyorduk, orada herkese beratını verip, bana vermemişler. Bizim bir hocamız var, o bana hatırlattı da, geri beratımı almaya gidiyorum, diyerek olanı kısaca anlatmış. Adam: — Peki, o zaman bin arkama, demiş ve kelikçi ata binince de: — Yum gözünü, aç gözünü, demiş. Kelikçi, gözünü yumup açmasıyla birden Arafat’ta olduğunu fark etmiş. Adam: — Git, beratını al neredeyse, demiş. Kelikçi, beratını nasıl bulabileceğini düşünürken bir de bakmış ki, bir sürü süpürgeci, Arafat Dağı’nı süpürüyormuş. Sonra hemen onların yanına varmış ve onlara: — Siz ne yapıyorsunuz, niye süpürüyorsunuz burayı, diye sormuş. Onlar da: — Hacılar burada vakfeye durup günahlarını döktüler ya, biz onların günahlarını süpürüyoruz, demişler. Kelikçi: — Ya herkese berat vermişler burada, ama benimkini vermediler. Nerede veriyorlar bu beratı, bana bir tarif edin, demiş. Oradakilerden biri, bir binayı göstererek: — İşte şu binada, demiş. Kelikçi, hemen o binaya gidip kapısını çalmış ve içerideki adama: — Herkesin beratını verdiniz de benimkini niye vermediniz, demiş. Bunun üzerine adam, çekmecesinde duran beratı alıp kelikçiye uzatmış. Kelikçi, kendi beratını görünce çok şaşırmış. Çünkü öyle bir beratı varmış ki, yazıları altın yazılarla yazılmış gibi gözleri kamaştırıyormuş. Sonra hiç vakit kaybetmeden, beratını alıp tekrar memleketine doğru yola koyulmuş. Gelirken yolda yine o kır atlı adam dek gelmiş. Adam, kelikçiyi yanına almış ve “yum gözünü, aç güzünü” demesiyle birlikte onu daha önce konakladıkları yere getirmiş. Kelikçi bakmış ki, diğer kafile üyeleri hâlâ orada çay içip sohbet ediyorlarmış. Kelikçinin geldiğini gören hoca ise hemen onu karşılamış ve Kelikçiye: — Ulan kelikçi, aldın mı beratını, demiş. Kelikçi de: — Aldım hocam, evvel Allah, sizin sayenizde aldım. İşte şu, benim beratım, demiş ve elindeki kâğıdı göstermiş. Hoca beratı görünce onun göz kamaştıran güzelliği karşısında neye uğradığını şaşırmış ve içinden de “Vay be, bizim kelikçi, kelikçi değil de hakiki hacıymış meğer” diye geçirmiş. Daha sonra kelikçi: — Hocam, bu beratım sende kalsın, ben bunu kaybederim. Nereye koyduğumu bilemem, unuturum, demiş. Hoca Efendi hemen beratı alıp koynuna koymuş ve köye varınca da bir sandığa atıp kapağını kilitlemiş. Eskiden de, bazen üç beş kuruş para kazanmak için şehirden pılı pırtı getirip köyde satarmış. Bir gün hoca, pılı pırtı almak için yine şehre gitmiş. Ancak o köye gelinceye kadar kelikçi vefat etmiş. Köye gelince kelikçinin öldüğünü duyan hoca: — Eyvah! Onun bende beratı vardı, demiş. Hemen eve gidip sandığın kilidini açmış ama kelikçinin beratının içinde olmadığını fark etmiş. Bu durum karşısında iyice meraklanan hoca, sonunda çareyi kelikçinin mezarını açtırmakta bulmuş. Mezar kazılınca bir de bakmış ki, kelikçinin beratı göğsünün üzerinde, yine göz kamaştıran güzelliğiyle duruyormuş. *kelikçi: Eski ayakkabı alıp satan.
Kelikçi
Aksaray
İç Anadolu Bölgesi
  [DEVİN ÇOCUKLARI]   Uzak diyarlarda var olan bir ülkenin padişahı ve üç oğlu varmış. İsimleri Ahmet, Mehmet ve Muhammet’miş. Bu padişahın vezirinin de üç kızı varmış. Bu kızlar padişahın oğullarıyla evlenmek istiyorlarmış. Vezirin büyük kızı padişaha: —Beni büyük oğlunla evlendir, sana iki yüz gram yünden çadır dokuyayım. Hem bütün askerlerin barınsın hatta artakalsın, demiş. Vezirin ortanca kızı, padişaha: —Beni ortanca oğlunla evlendir, sana bir yumurta ile öyle bir yemek yapayım ki bütün halkın doysun, demiş. Vezirin küçük kızı ise: —Eğer padişahımız beni küçük oğluyla evlendirirse ona altın topu gibi iki torun vereyim, demiş. Günler aylar birbirini kovalar ve padişah büyük geline iki yüz gram yün gönderir ve çadır örmesini söyler. Büyük kız şaşırır ve isyan eder. Padişah ortanca gelinine bir tane yumurta gönderir ve yemek pişirmesini, bütün askeriyle yemeğe geleceğini söyler. Gelin bir tane yumurtayla yemek pişiremeyeceğini söyler. Padişah bu iki gelinine ceza verir. Bu durum devam ederken küçük gelinin doğum yapacağı gün gelir. Ama küçük kızı çekemeyen iki ablası buna oyun oynarlar. Küçük gelin dediği gibi iki tane altın saçlı iki çocuk dünyaya getirir. Fakat kötü niyetli ablaları bu çocukları çalar ve yerine iki tane köpek yavrusu koyarlar. Çocukları da bir sandığa koyup devler ülkesine doğru akan ırmağa bırakırlar. Çocuklar ırmakta ilerleyedursun biz padişaha dönelim. Padişah küçük gelininin sözünü yerine getirmediğini öğrenince küçük gelinini yedi yolun birleşimine camız postuna sardırıp bıraktırır. Gelen geçenin ona taş atıp tükürmesini emreder. Irmakta ilerleyen çocuklar devler ülkesine varırlar. Orada bir dev anne baba bunları bulurlar. Bunları yemeyi planlarlar ama küçük oldukları için büyütüp yemeye karar verirler. Çocuklar çok çabuk büyürler. Baba dev bunları yemeyi planlarken anne dev, onlara olanı biteni anlatır ve kaçmalarını söyler. Çocuklar devler ülkesinden kaçar ve öz anne babasının yaşadığı ülkeye giderler. Çocuklar devce konuştukları için hiç kimse onları anlamaz. Sadece devce bilen birisi anlar. Çocuklar başından geçeni ona anlatır ve o da çocuklara bir ev tutup o ülkenin dilini öğretir. Çocuklar dili öğrenir ve ortama ayak uydurmaya başlarlar. Hatta erkek çocuk ava çıkar ve ava giderken hep öz annesinin bulunduğu yerden geçer. Herkes ona taş atar ama çocuk gül atar. Kadın çocuğu tanır ama çocuk kadını tanımaz. Çocukların ülkeye geldiğini duyan teyzeleri büyücü bir kadın bulur ve ondan yardım isterler. Büyücüden çocukları uzaklaştırmasını isterler. Büyücü çocukların kaldığı eve gider ve epey dil döktükten sonra çocuğu halk arasında ‘gidergelmez’ diye bilinen bir yere gönderir. Ondan hezeran bülbül kuşlarını ve çıkrığı getirmesini ister. Çocuk az gider uz gider dere tepe düz gider. Ve dev anne ve babasının yaşadığı devler ülkesine varır. Onlara gidergelmezin nerede olduğunu sorar. Dev babası orayı bilmediğini söyler. Çocuğu, kendisinden altı yüz yaş büyük olan dev abisinin yanına gönderir. Dev oranın nerede olduğunu söyler ve yolu tarif eder. Fakat dikkatli olmasını söyler. Çocuk uzun bir yolculuktan sonra denilen yere gelir. Bir kayanın başına çıkar. Bu kayanın başında cennet elmalarının bulunduğu ağaç vardır. Dev amcası o elmaları toplamasını ve aşağıda dönen çıkrığa elmaları atarak durdurması gerektiğini söylemişti. Çocuk eğer elmaları çıkrığa isabet ettiremezse yavaş yavaş bir taşa dönüşeceğini biliyordu. Çocuk ilk elmayı atar fakat isabet ettiremez. İkinciyi de tutturamadığı için vücudunun yarısı taşlaşır. Son attığı üçüncü elma çıkrığa isabet eder ve durdurur. Böylece çocuk eski haline geri döner. Bu sırada peri kızı ortaya çıkar ve çocuğun kendisini hak ettiğini söyler. Oğlan peri kızını da alıp ülkesine döner ve peri kızıyla evlenir. Peri kızı padişahı yemeğe çağırır ve olanı biteni anlatır. Ve bu iki çocuğun torunu kendisinin ise gelini olduğunu söyler. Padişah küçük gelinin cezasını kaldırır ve herkes birbirine kavuşur. Darısı kavuşamayanların başına.
Devin Çocukları
Kocaeli
Marmara Bölgesi
  ÇİRKİN OĞLAN İLE PERİ KIZI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir çirkin oğlan varmış. Bu oğlan henüz çok küçükken dünya güzeli bir çocukmuş. Ancak çok güzel olan bu çocuk kötü niyetli cadılar yani al karısı hep rahatsız ediyormuş. Üstelik bu çocuğu sadece anne ve babası değil bütün ahali seviyormuş. Ak suratlı, tombul yanaklı bu çocuk, sanki o köye mutluluk ve güzelliklerle beraber gelmiş. Günlerden bir gün, annesi bu çocuğu uyutmuş ve tarlaya odun getirmeye gitmiş. O güne kadar bu sevimli yavrucağı hiç yalnız bırakmıyorlarmış. İşte o kötü al karıları için bir fırsat doğmuş. Hemen çocuğun beşiğinin başına gelmişler ve o dünya güzeli yavrucağın bütün güzelliğini almışlar. Çirkin bir çocuk yapmışlar. Öyle çirkin olmuş ki yüzüne bakılmaz hâle gelmiş. Annesi ah etmiş. İçine bir sızı düşmüş. Hemen sırtındaki odunları yere çalmış ve öyle koşmuş ki eve sanki üç adımda eve gelmiş. Gelir gelmez çocuğuna bakmış, çocuğunu öyle görünce bir çığlık atmış. Günlerce ağlamış. Babası oğlunu götürüp bir yere terk etmek istemiş. Ama anne yüreği buna müsaade etmemiş. —Ne kadar çirkin olsa da o Allah’ın bize verdiği oğuldur. Ne olursa olsun başımın tacıdır, demiş.  Saatler günleri, günler ayları, aylar yılları kovalamış. Bu çirkin oğlan büyümüş, köyün çobanı olmuş. Herkes ona çirkin dermiş. Hiç kimse ismini söylemez, çirkin diye çağırırmış. O ise buna çok üzülürmüş. Bu yüzden elinden geldiğince sürülerle zaman geçirir ve hiç toplum içine gelmezmiş. Artık çirkinin evlenme yaşı da gelmiş. Annesi bunu farkındaymış, ancak hiçbir kız onunla evlenmek istemiyormuş. Aslında onun güzelliği hep duruyor ancak bunu kimse göremiyormuş. Bir kez evlenmiş olsa yüzündeki o çirkinlik gidecek, yine çok yakışıklı bir delikanlı olacakmış. Annesi ne kadar uğraştıysa oğluna bir kız bulamamış. Çirkin oğlanla köylüler de dalga geçmiş, çünkü o her zaman “Ben dünyanın en güzel kızıyla evleneceğim” diyormuş. Onlar ise “Sen önce dünyanın en çirkin kızıyla evlen de güzel kızla sonra evlenirsin” diye dalga geçiyorlarmış. Çirkin oğlan bu duruma çok üzülüyormuş ama yine de çok mutluymuş. Neden mi? Çünkü her gece rüyasında çok güzel bir kız görüyormuş ve her defasında onunla evleniyormuş. O bu rüyalarla zaman geçiredursun yıllar birbiri ardınca akıp gidiyormuş. Yıllar aktıkça, zaman geçtikçe çirkin oğlan büyümüş, büyümüş, büyümüş… Artık kırk yaşına gelmiş. Kendisi bile o rüyalara inanmaz olmuş. Artık her şey onun için bir hayalden ibaretmiş. Ayrıca çok da mutsuzmuş. Hayattan da hiçbir umudu kalmamış, hiç kimseyle konuşmaz olmuş üstelik annesini de bu zaman içinde kaybetmiş. Yine bir gün çirkin oğlan koyunlarını otlatmak için yaylaya götürüyormuş. Yaylaya geldiğinde henüz güneş doğmamış, gün yeni yeni ağarmaya başlamış, henüz siyah iplik beyaz iplikten ayırt edilemiyormuş. Yaylaya geldiğinde peri tepesi denen bir yer varmış, orada oluklu pınar varmış, suyu öyle soğukmuş ki yaz ortasında buz tutarmış etrafı. İşte oraya geldiğinde bir de bakmış ne görsün... Bütün periler pınarın etrafında düğün kurmuş oynuyorlar. İçlerinden dünya güzeli bir kız gelinlik giymiş oturuyor. Etrafında yetmiş tane peri kızı da hizmet ediyormuş. Biraz yaklaşınca o kızın hayatı boyunca rüyasında gördüğü kız olduğunu fark etmiş. O anda aklı başından gitmiş. Bir hayli zaman sonra aklı başına gelmiş. Bakmış ki güneş batıyor. Oradakilere sormuş: —Bu düğün kimin, demiş. Onlar da bu senin düğünün. Yıllardır rüyalarında sevdiğin kız artık senindir demişler. O: —Ama ben çok çirkinim demiş. —Hayır, sen çirkin değilsin, bu geceden sonra her şey değişecek, demişler. Sonra düğünleri yapılmış. O gece kız insan olmuş, çirkin oğlan ise eski güzelliğine kavuşmuş. Elinden tuttuğu gibi kızı köye indirmiş. Herkes çok şaşırmış, o kişinin çirkin oğlan olduğuna inanmamışlar. Ama o başından geçenleri bir bir anlatmış. Sonra onlar da: —Demek ki güzellik yüzde değil onu gören gözlerdeymiş, demişler. Sonra o ikisi sonsuza kadar mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, darısı evlenemeyenlerin başına…
Çirkin Oğlan ile Peri Kızı
Tokat
Karadeniz Bölgesi
    [VIRAK VIRAK KADINLAR]  Bir varmış, bir yokmuş. Yıllar önce Anadolu’nun bir yerinde bir çoban ve karısı yaşarmış. Adam sığır çobanlığı yaparmış. Bir gün karısı, adamdan yün almasını istemiş: — Eğirip çorap öreceğim, demiş. Adam inanamamış ve: — Yarın alayım, demiş. Sabah olmuş adam elinde çuvallarla yün getirmiş. Aradan birkaç gün geçmiş ve kadın bir topak iplik yapmış. Adam, akşam yorgun bir şekilde eve gelmiş. Kadın, kocasından ipi tutmasını ve kendisinin toparlamasını istemiş. Kocası yorgun argın kabul etmiş. Kadın, birkaç gün sonra sıkılmış ve yün eğirmeği bırakmış. Kocası her akşam geldiğinde, aynı ipi tutmasını istemiş. Bir gün adam, karısına: — Kaç gündür bana ip tutturuyorsun, getir de şu ipleri bende bir göreyim, demiş. Kadın: — İşte bu kadar demiş. Adam çılgına dönmüş. Kadına: —Yarına kadar bu yünler eğrilmezse seni evden atarım, demiş. Kadın; sabah olunca yünleri yıkamaya havuza gitmiş. Orada kurbağalar, vırak vırak diye ses çıkarıyorlarmış. Kadın: — Vırak vırak kadınlar, şu yünlerimi yıkayıverin, akşam ben almaya gelirim, demiş. Bırakmış ve eve gelmiş. Akşam yünleri almak için gelmiş. Bakmış ki yünler yok. Hemen eve gelmiş, küreği kaptığı gibi havuza gelmiş ve havuzu yıkmaya başlamış. Havuzun duvarının altından altın bir sini çıkmış. Kadın, siniyi aldığı gibi eve gitmiş, akşam kocası gelmiş. Evden ayrı bir ışık vuruyormuş dışarıya. Eve girmiş ki ne görsün altın bir sini. Karısına sormuş: —Hanım bu ne, nereden buldun, demiş. Kadın da: — Vırak vırak kadınlar yünleri kaybetmiş, ben de onların yemek yediği siniyi alıp geldim, demiş. Adam çok sevinmiş sabah sığır otlatmaya gitmiş. Gitmeden önce de siniyi kimseye vermemesi için tembih etmiş. Kocası gittikten sonra, sokağa çerçi gelmiş. Kadın düşünmüş: —Sofra bir tane duracağına şunu vereyim de üç dört tane tabak alayım, demiş. Altın siniyi çerçiye götürmüş ve bunun yerine kendisine birkaç tane tabak vermesini istemiş. Altın siniyi gören çerçi, arabasındaki bütün tabakları kadına vermiş. Kadın, bütün tabakları raflara dizmiş.  Kadının, kocası akşam gelmiş. Bakmış ki altın sini yok. Her taraf tabak. Kadına: —Altın siniye ne oldu, diye sormuş. Kadın: —Altın sininin yerine çerçiden bu tabakları aldım, demiş. Adam yine çılgına dönmüş. Bu sefer evden kadını kovmuş. Kadın, dışarıda kalırken yanına bir tane altın yüklü deve gelmiş. Kadın bu deveyi almış ve eve gelmiş. Kapıyı çalmış, kocası açmamış. Birkaç kere daha çalmış, kocası çıkmış. Bakmış ki ne görsün; altın yüklü deve ile karısı. Hemen içeriye almış. Kadına: —Bugün çok dolu yağacak, sen bu kazana gir, ben başında beklerim, demiş. Kadın da hemen girmiş. Adam kazanın üstüne bir sini koymuş, üzerine de buğday atmış. Birkaç tane civciv koymuş. Bu civcivler yemi yedikçe tık tık diye sesler geliyormuş. Kadın da dolu yağıyor sanıyormuş. Adam hemen altınları almış. Duvarı yıkmış, altınları da içine koyup duvarı yeniden örmüş. Sonra da kadını kazandan çıkarmış. Dışarda da tellallar gezmeye başlamış: — Beyin altın yüklü devesi kayboldu, bulan getirsin, diyorlarmış. Kadın hemen dışarı çıkmış: —Ben buldum, kocama verdim, ne yaptı bilmiyorum, demiş. Askerlerden biri adamı almış. Adamı beyin huzuruna götürürken, adam karısına kapıyı örtüp gelmesini söylemiş. Kadın bunu kapıyı sök de gel anlamış. Kadın kapıyı sökmüş, sırtına almış gelmiş. Adama altınları nereye koyduğunu sormuşlar. Adam: —Beyim öyle bir şey yok, benim karım kafadan sakattır inanmayın, demiş. —Ben kapıyı ört de gel dedim, kapıyı sök de gel, anlamış, demiş. —İsterseniz dışarıda kapı sırtında bekliyor, bakın, demiş. Bey dışarı çıkmış bakmış ki gerçekten öyle. Sonra adamın suçsuzluğuna karar vermişler, salmışlar.  Adamla karısı da zengin olmuşlar. Mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Vırak Vırak Kadınlar
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
  [ÜÇ KARDEŞLER]  Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, üç kardeş varmış. Bunların anne ve babası yokmuş. Bunlar bostan ekerlermiş ve tüm yiyeceklerini bu bostandan temin ederlermiş. Her yıl bu bostanı gelip bir dev yermiş. Bir gün kardeşler karar almışlar. Devin ininin ağzını büyük bir kaya parçasıyla kapatmışlar. Ancak dev yine gelip bostandaki ekili olan ürünleri yemiş. Üç kardeş bir araya gelip demişler ki:  —Biz bu devi öldürelim. Yoksa bize aman vermez. Büyük kardeş demiş ki: — Ben öldüremem. Ortanca kardeş de demiş ki: — Ben de öldüremem. Küçük kardeş: — Ben öldürürüm, demiş. Küçük kardeşi ipe bağlayıp ine salmışlar. Küçük kardeş inince devin kaçırdığı iki kadınla karşılaşmış. Kadınlar küçük kardeşe: —Dev seni öldürür, buraya niçin indin, demişler. Küçük kardeş: —Ben devi öldürmeye geldim, bana devi gösterin, demiş. Kadın devin yerini gösterir ve der ki: —Sakın iki kere vurma, iki kere vurursan dev dirilip seni vurur. Küçük kardeş odaya girer ve uyuyan deve kılıcıyla bir kere vurur. Dev der ki: —İnsanoğlu bir kere daha vur, der. —Ben anamdan bir kere doğdum, der. Dev ölür. Küçük kardeş kadınları alarak inin ağzına gelir. Kardeşlerine bağırır: —Burada iki kadın var onları da alalım mı, der. Onlarda tamam deyip ipi sallarlar kadının biri çıkar. Diğer ip sallanınca kadın: —Sen çık ben öyle çıkayım, der. Küçük kardeş de: —Sen çık, kardeşlerim beni çıkartır, der. Sonra kadın küçük kardeşe dönerek der ki: —Kardeşlerin seni çıkarmazsa şu iki saçı birbirine vur. Bir siyah, bir de beyaz koç gelir. Siyah koça binersen karanlık dünyaya, beyaz koça binersen ışık dünyaya gidersin.  Sonra kadın kendini bağlayarak yukarı çıkar. Gerçekten de kardeşleri kadın çıkınca taşı kapatırlar. Küçük kardeş bir süre bekledikten sonra çaresiz kalınca iki saçı birbirine vurur. Bir siyah bir de beyaz koç gelir. Beyaz koça bineyim derken yanlışlıkla siyah koça binmiş. Koç bunu karanlık dünyaya götürmüş. Küçük kardeş dönüp dolaşırken kuş civcivlerine karşı gelir. Küçük kardeş, ayıyı kuş civcivlerini yerken görmüş. Birden anneleri gelir. Küçük kardeşi öldüreceği zaman yavrular, annelerine: — Bu insanoğlu bizi kurtardı, der. Kuş insanoğluna: — Dile benden ne dilersen, der. İnsanoğlu da başından geçenleri anlatıyor: — Beni ışık dünyaya götür, demiş. Kuş kabul etmiş: — Yalnız bir şartım var, demiş. Ben gâh dedikçe et, kıh dedikçe su getireceksin, demiş. İnsanoğlu kabul etmiş ve yola koyulmuşlar. Kuş insanoğluna gâh dedikçe et kıh dedikçe su getirmiş. Işık dünyaya yaklaşınca kuş, gâh der ama daha et kalmadığı için insanoğlu bacağından kesip verir. Kuş eti dilinin altında saklar. İnsanoğlunu ışık dünyaya bırakır: — Haydi git, der. İnsanoğlu, kuşa: — Sen git ben giderim der. Kuş insanoğlunun yürüyemediğini görünce dilinin altındaki eti çıkarıp ayağına yapıştırır. İnsanoğlu biraz yürüdükten sonra bir çeşmenin başına varır. Burada bir kızın ağladığını görür. Kıza niçin ağladığını sorar. Kız da: — Bu çeşmenin başında bir dev var. Bir kız yer, bir gün su verir. Oğlan kıza der ki: — Devin karşısına çık, bütün kızları yedin, bir ben kaldım. Beni de ye kurtulayım. Kız, devin karşısına çıkıp bunları söyler. Dev, kızı yiyeceği zaman oğlan kılıcıyla devi öldürür. Kız kandan alarak oğlanın anlına sürer, sonra suyunu doldurup evine gider. Herkes olayı merak eder, kızın başına gelip olayları anlattırır.  Kızın babası, halkın ileri gelenlerinden birisidir. Kızın babası herkese haber göndererek bütün halkın meydandan geçmesini ister. Ertesi gün bütün halk meydandan geçer. Oğlan da bu kalabalık ne imiş diye o tarafa gider. Herkes geçip gittikten sonra oğlan oradan geçer. Kız gelip oğlanın koluna yapışarak: — İşte bu delikanlıydı beni kurtaran, der. Kızın babası bu delikanlıya yüksek değer de mal mülk bağışlar. Kırk gün gece gündüz düğün yaptırarak kızı ile evlendirir. Daha sonra kendisine devin ininde bırakan kardeşleri bu delikanlıya muhtaç olurlar. Onlara dersini verir, ancak sonra bu delikanlı onları affeder. Mutlu bir şekilde hayatlarını sürdürürler.
ÜÇ KARDEŞLER
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
    [YEDİ BAŞLI EJDERHA] Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde dört kardeş yaşarmış. Bunların anası, babası yokmuş. Durumları çok kötüymüş. İki erkek kardeş iş buluruz umuduyla yola çıkmışlar. Az gitmiş, uz gitmişler; bir yol ayrımına gelmişler. Büyük kardeş: — Sen bu yana git, ben de bu yana gideyim, demiş. Sonra cebinden bir bıçak çıkarıp yol ayrımına saplamış ve demiş ki: —Eğer senden taraf paslanırsa umudumu keserim, eğer benden taraf paslanırsa sen umudunu kes, sonra vedalaşmışlar. Büyük kardeş, yanındaki köpeğiyle yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, yolda bir tavşana rastlamış. Hemen onu vurmuş, köpeğinin ve kendi karnını bir güzel doyurmuş. Yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, yine bir tavşana rastlamış. Vurmak için hazırlanırken bakmış ki tavşan ona, “beni vurma”, der gibi bakıyormuş. Adam, tavşana acımış, onu da yanına almış, yoluna devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; yolda bir tilkiye rastlamış, vurmuş. Yola devam etmiş. Yine giderken bir tilkiye daha rastlamış. Bakmış ki bu tilki de tavşan gibi “beni vurma!” der gibi bakıyormuş. Onu da vurmayıp yanına almış. Yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Bu sefer bir kurtla karşılaşmış. Onu hemen oracıkta vurmuş. Yola devam ederken yine bir kurtla karşılaşmış; fakat bu kurt da “beni vurma!” der gibi bakıyormuş. Onu da vurmayıp yanına almış.  Yine az gitmiş, uz gitmiş. Bu sefer bir aslanla karşılaşmış. Onu hemen oracıkta vurmuş. Yola devam ederken yine bir aslanla karşılaşmış; fakat bu kurt da “beni vurma!” der gibi bakıyormuş. Onu da vurmayıp yanına almış. Bir köye varmış. Bu köyün bir tepesinde konaklamaya karar vermiş. Köyü izlemeye başlamış. Bakmış ki bu köyde bir mağara var. Bu mağaraya bir adam yanında her gün farklı bir kızla giriyor, yalnız çıkıyormuş. Merak etmiş, köye inmiş. Olan biteni adama sormuş. Demiş ki: —Burada yedi başlı bir ejderha var. Her gün bir kızı istiyor ve yiyor. Artık bu ülkede bir padişahın kızı kaldı. Onu da yarın götüreceğim. Adam olanlar karşısında şaşkına döner. —Padişahın kızını ben götüreceğim, der. Köylü kabul eder. Adam yanına tavşanı, köpeği, tilkiyi, kurdu ve aslanı alır. Silahlarını kuşanır. Sabah padişahın kızını da yanına alır. Mağaraya gider. Ejderhaya saldırır. Hayvanlar da ejderhanın başlarına saldırır. Adam ejderhanın ana başını öldürünce ejderha oraya yığılır. Yedi başlı ejderhanın yedi dilini de yanına alıp kaldığı tepeye çıkar. Aslana der ki: —Sen nöbet tut. Sabah padişahın yanına gideceğiz. Aslan çok yorgun olduğu için kurda: —Sen nöbet tut, der. Kurt tilkiye, tilki köpeğe, köpek tavşana nöbet verir. Tavşan da çok yorgun olduğu için orada uyuyakalır. Köylü bunların uyuduğunu görünce padişahın kızını yanına alır. Adamın başını gövdesinden ayırır, kaçar. Padişaha gidip ejderhayı öldürdüğünü, kızını kurtardığını söyler. Padişahın kızı dili çözülüp de köylünün yalan söylediğini söyleyemez. Padişah kızını köylüye verir. Kırk gün kırk gece düğüne başlarlar. Gel gelelim diğer tarafa. Tavşan uyanır ki adam ölmüş, kız ortada yok. Tavşan köpeği, köpek tilkiyi, tilki kurdu, kurt aslanı uyandırır. Hayvanlar adamı öyle görünce ağlaşırlar. Köpek bir otun olduğunu, o otun ölüyü dirilttiğini söyler. Fakat bu otun çok uzakta olduğunu söyler. Aslan köpeği bu otu bulmak için görevlendirir. Köpek az gider, uz gider, otu alır gelir. Kesik başı yerine koyup otu koklatırlar. Adam uyanır. Burada ne olduğunu sorar; fakat hayvanlar hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylerler. Köye inerler. Padişahın kızının düğünü olduğunu öğrenir ve olanı biteni anlarlar. Adam hemen padişahın yanına gider. Ejderhayı onun öldürdüğünü, köylünün yalan söylediğini söyler. Padişah inanmaz. Kız adamı görünce olanları anlatır. Ejderhayı onun öldürdüğünü fakat onlar dinlenirken köylünün adamı öldürdüğünü söyler. Padişah yine inanmaz. Kanıt ister. Kız yanında getirdiği ejderha dillerini gösterir, adam da cebindeki dilleri gösterir. Padişah bunu görünce köylünün yalan söylediğini anlar. Köylüyü atların arkasına bağlatır, dağa sürer. Padişah kızını adama verir. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar. Adam kardeşini merak eder. Yola düşer. Az gider, uz gider; yol ayrımına gelir. Bıçağın kardeşinin tarafının paslandığını görür, çok üzülür, çok ağlar. Padişahın kızıyla güzel bir yaşam sürer.
YEDİ BAŞLI EJDERHA
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
[GARİP OĞLAN İLE DEV] Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde Garip isminde bir adam varmış. Garip denmesinin sebebi de bir koca anası ile yalnız başına yaşamasıymış. Babası henüz kendisi doğmadan ölmüş. Yokluk, sefalet henüz o doğmadan başlamış. Bütün bu yoklukların sebebi ise bir dev imiş. Her yıl köye gelir, köylülerin az çok olan mahsullerini zorla alıp gidermiş. Artık herkesin canına tak etmiş. Ama ellerinden de bir şey gelmiyormuş. Garip doğduktan henüz kırk gün sonra sefalet öyle artmış, öyle artmış ki annesinin sütü kesilmiş. Zavallı kadın oğlunun öleceğini düşünüyormuş. Bu düşünce ile oğluna süt bulabilmek umudu ile dışarı çıkmış ve nereye gideceğini bilmeden öylece yürüyormuş. Kendi kendine: “Ah keşke oğlum biraz daha büyük olsa idi. O zaman bir parça ekmek yer de ölmekten kurtulurdu” diye düşünürmüş.  Bu düşüncelerle ilerlerken evden çok uzaklaştığını düşünmüş. Üzgün bir şekilde ağlaya ağlaya tutmuş evin yolunu. Bir taraftan da dua ediyormuş Allah’a. “Allah’ım yavrumu bana bağışla” diye. Bu hal üzerine eve dönen kadın bir bakmış ki ne görsün. Çocuk kalkmış, yürüyor, konuşuyor, evdeki yiyeceklerden yiyebiliyormuş. İnanamamış gördüklerine ve kadıncağız çok sevinmiş. Allah’ a şükretmiş biricik yavrusu kurtulduğu için. Gel gelelim çocuk çok çabuk büyümüş ve gelişmiş. Henüz beş yaşında iken on yaşında gösteriyormuş. Yaşıtları ile oynamıyor, büyükler gibi konuşuyormuş. Çok akıllı ve çok güçlüymüş. Ayılarla boğuşuyor, kendinden büyükler ile güreşiyormuş. Bu garip çocuğun bir tek isteği varmış. O da kendisi gibi garip olan anasına son yıllarında mutlu bir hayat sunmakmış. Henüz on yedi yaşında iken bu duyguları iyice kabarmış. Bu düşünceler ile her yıl köye gelip bütün hasatlarını alan devi öldürüp, tekrar kendilerinden aldıklarını elinden alacakmış. Anası ne kadar yalvardı ise de vazgeçirememiş. Herkes ile helalleşip çıkmış yola. Bu çocuk az gitmiş, uz gitmiş günler günleri kovalamış ve sonunda mağaraya ulaşmış. Bir de baksın ne görmüş. Mağarada güzeller güzeli bir kız oturuyor, hem de bağlı. Kız sürekli ağlıyormuş. Onu bu halde gören Garip acımış. Gencin küçük yüreğinde aşkın acısı dolaşmaya başlamış ve bu ateş, bütün damarlarını yakar olmuş. Garip: —Neden ağlıyorsun güzel kız? Kız: —Nasıl ağlamam. Tam bir yıldır burada tutsağım. Garip: —Sen ağlayıp da o güzel gözlerine yazık etme. Bulunur her şeyin bir çaresi güzel kız. Kız: —Kaç kendini kurtar, dev birazdan gelir. Garip: —Ne kaçması, onu öldürmeye geldim. Kızı oradan kurtarmış ve bir plan yapmışlar. Kız mağaranın önünde beklemeye başlamış. Akşam üzeri dev dönmüş. Bir de bakmış ki kızı kapının önünde, onu görünce çok şaşırmış. —Sen nasıl kurtuldun, demiş. Öyle demeye kalmamış kız içeriye kaçmış. Dev de tam arkasından gidecekmiş ki, Garip mağaranın üstünden kocaman bir taş yuvarlamış. Ve dev oracıkta ölmüş. Üç adam boyundaki bu insan azmanı öyle bir çığlık atmış ki sesi gökyüzüne çıkmış. Garip oğlan kızı alıp hemen gidecekmiş ki güzel kız: —Benim gibi başka tutsaklar da var, demiş. Tekrar mağaraya girmişler. Epeyce ilerlemişler. Bir kapıya gelmişler. Kapıyı açmışlar ki bir de ne görsünler, kırk kız, kırk da erkek tutsakmış. Kırk deve, kırk katır, kırk eşek varmış. Ayrıca bu hayvanlara yüklenecek kadar da hazine varmış. Yedi çeşit de hayvan sürüsü varmış. Bütün hazineyi ve tutsakları kurtardıktan sonra hayvanlara yüklemişler. Bütün hepsi Garip oğlana kul, köle oluyorlarmış. Bu hal içinde tutmuşlar köyün yolunu. Gel gelelim köye. Artık herkes umudunu kaybetmiş garip oğlandan. Zavallı anası hastalanıp yataklara düşmüş. Günler sonra köye ulaşmışlar. Anasının elini öpüp, hayır duasını almış. Kırk oğlanla kırk kızı birbirleri ile evlendirmiş. Kırk deve, kırk katır, kırk eşek dolusu hazineyi köylülerle kırk çifte dağıtmış. Kendisi de o güzel kızla evlenip kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Boy boy çocukları olmuş. Sönmek üzere olan o garip ocak tekrar tütmeye başlamış.
Garip Oğlan ile Dev
Artvin
Karadeniz Bölgesi
[BALIKÇI İLE PERİ KIZI] Eski zamanlarda bir köyde fakir bir balıkçı varmış. Bu balıkçının kimi kimsesi yokmuş. Her gün gölde balık tutar, oranın ağasına bu balıkları satarmış. Bir gün yine balık tutmaya göle gitmiş. Ağını göle atmış, çekmiş ama çıkartamamış. Çok ağırmış, zorla çıkarmış. Bakmış ki kocaman bir balık. Çok şaşırmış ama bunu eve kadar taşıyamazmış. Düşünmüş ve sonra oranın ağasına gitmiş. Bir at ve bir araba istemiş, almış götürmüş. Balığı arabaya koymuş eve götürmüş ama çok yorulmuş: —Dinleneyim de öyle keseyim, demiş. Uyumuş, bir uyanmış ki evi tertemiz olmuş, yemeği pişmiş, sofrası kurulmuş. Balıkçı bunu görünce şaşırmış, mana verememiş. Sonra düşünmüş: — Bu balıkta bir iş var, demiş. Sonra evden gider gibi çıkmış, saklanıp balığı izlemiş. Bir de ne görsün, balığın ağzından bir kız çıkmış. Balıkçı hemen koşmuş kızı tutmuş. —Sen ins misin? Cin misin? Kimsin sen? demiş. Kız da: —Ben peri kızıyım. Senin kısmetinim. Senin için gönderildim, demiş. Bunu duyan balıkçı çok sevinmiş. Bir müddet mutlu mesut yaşamışlar. Bu kız çok kısmetli ve bereketliymiş. Onun için rahat içinde yaşıyorlarmış. Sonra köylüler bu durumu merak etmişler. Bunun sırrı ne demişler. Bu ağanın kulağına gitmiş. Ağa: —Siz bu balıkçıyı gece gündüz takip edeceksiniz. Bunun sırrını öğreneceksiniz, demiş. Köylü takip etmiş ve kızı görmüşler. Her şeyi kızın yaptığını öğrenmişler ve ağaya: —Ağam, onun evinde öyle bir kız var ki, yürüdüğü yerde çayır çimen biçiliyor. Güldükçe inci mercan saçılıyor. Her şeyi bu yosma kız yapıyor. O kadar güzel ki doğan ay, ya doğmuş, doğacak, demişler. Bunu üzerine ağa balıkçıyı çağırmış. Bu kız neyin nesi diye sormuş. Balıkçı da böyle böyle gölden çıktı demiş. Ağa inanmamış ve: —Bana öyle bir yemek getir ki benim bir alay askerim doysun, daha da artsın. Yoksa getiremezsen o kızı bana vereceksin, demiş. Balıkçı da: —O benim kısmetim, ailem. Onu nasıl sana veririm, demiş. Balıkçı çaresiz eve gitmiş. Kız: — Ne oldu, diye sormuş. Balıkçı olayı anlatmış ve: —Ben nereden bulurum o kadar yemeği, demiş. Kız da: —Beni bulduğun yere git, orada üç defa, kızınızın koyun sağdığı küçük bakracı getireceksiniz, diye bağır. Orada sana yemeği getirecekler, demiş. Bunun üzerine balıkçı göle gitmiş, üç kere bağırmış. Bir bakmış gölün kenarına bir kazan gelmiş ki dağ gibi. İçi dolu yemek. Kimse taşıyamamış. Balıkçı gidip ağaya haber vermiş. Gidip kazanı taşımış getirmişler. Ağanın bir alayı on gün yemiş yine de bitirememiş. Bunun üzerine ağa şaşırmış. Sonra yine demiş ki: —Sen bana öyle bir koğuş yaptıracaksın ki, bir alayım yatacak, yine de boş kalacak. Yoksa o kızı bana getir, demiş. Sonra balıkçı yine çaresiz eve gitmiş ve olan bitene kız anlatmış. —Ben böyle bir koğuşu nereden bulacağım, demiş. Kız da: —Yine beni bulduğun yere git, gözlerini kapat, üç kere kızınız sizden büyük bir askeri koğuş istiyor diye bağır, demiş. Balıkçı kızı dediğini yapmış, göle gidip üç kere bağırmış, gözlerini bir açmış ki kocaman bir tabur. Hemen gidip ağaya haber vermiş. Ağa gözlerine inanamamış. Sonra kız ağaya gidip: —Bizimle uğraşma, ben ona Allah tarafından kısmet olarak gönderildim, demiş. Ağa da bunun üzerine onlarla uğraşmaktan vazgeçmiş. Onlar da bir ömür boyu mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
[Balıkçı ile Peri Kızı]
Artvin
Karadeniz Bölgesi
[KELOĞLAN İLE CİN] Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan’ın da bir anası varmış. Kıt kanaat yaşarlarmış. Bir gün Keloğlan’a anası, para vermiş:  —Git, istediğini al, demiş. Keloğlan da ne alacağına bir türlü karar veremiyormuş. — Üzüm alsam çekirdeği var yiyemem, elma alsam soymadan yiyemem, demiş. Sonunda karar vermiş: — En iyisi leblebi alayım, demiş. Leblebiyi almış, yolda yemeye başlamış. Yiyerek giderken bir kuyuya elindeki leblebiyi düşürmüş. — Kuyu, leblebimi ver, diye bağırmaya başlamış. Kuyudan bir cin çıkmış. Keloğlan’a: — Ey insan! Beni neden rahatsız ediyorsun, demiş. Keloğlan: — Leblebim kuyuna düştü, leblebimi ver, deyince cin: — Ben sana onun yerine bir sofra bezi vereyim, demiş. Keloğlan: — Ben sofra bezini ne yapayım? Leblebimi ver, demiş. Cin: —Bu senin bildiğin sofra bezlerinden değil, değil. ‘Açıl sofram açıl!’ deyince önüne yemekler serilir, demiş. Keloğlan da kabul etmiş. Sofra bezini alıp evine götürmüş. Anasına olanları anlatmış. Anası da mutlu olmuş: — Açıl sofram açıl, demişler. Güzel bir sofra önlerine açılmış, yemişler. Bir gün Keloğlan, padişaha gidip yemeğe davet etmiş. Padişah onu kırmak istememiş, vezirini alıp Keloğlan’ın evine gitmiş. Bakmış ki ne yemek pişirecek bir ocak var, ne tabak, kaşık var. Vezirinin kulağına eğilerek demiş ki: —Bu Keloğlan neyine güvendi de beni yemeğe davet etti? Ardından Keloğlan sofra bezini padişahın önüne getirir: — Açıl sofram açıl, der. Yemekler padişahın önüne serilir. Padişah ve vezir bu olay karşısında çok şaşırır. Yemekleri afiyetle yer, giderler. Vezirin gözü bu sofra bezindedir. Bir adam tutar, sofra bezini çaldırır. Yerine benzer bir sofra bezi koyar. Keloğlan, o gün acıktığında sofra bezini alır. Açılmayınca sofra bezine bakar ki kendi sofra bezi değil. Sofra bezini çaldırdığını anlar. Kuyuya gelir: — Kuyu! Leblebimi ver, diye bağırır. Kuyudan cin çıkar. Keloğlan olanları anlatır. Cin: — Sana leblebi yerine bir eşek vereyim, der. Keloğlan: — Ben eşeği ne yapayım, deyince cin: — Bu senin bildiğin eşeklerden değil, yap eşeğim yap deyince altın çıkarır, der. Keloğlan kabul eder. Eşeği alır, eve gider. Anasına olanları anlatır. Anası da sevinir. Zamanla bunlar zenginleşmeye başlar. Komşusunun biri bu durumdan şüphelenir. Keloğlan’ı takip eder. Eşeği görünce şaşırır. Eşeği çalar, yerine başka eşek koyar. Zamanla Keloğlan eşeğinin çalındığını anlar. Kuyuya gider: — Kuyu leblebimi ver, diye bağırır. Kuyudan cin çıkar, ne olduğunu sorar. Keloğlan olanları anlatır ve leblebisini ister. Cin: — Ben sana leblebi yerine değnek vereyim, der. Keloğlan: — Değneği ne yapayım, deyince cin: — Bu senin bildiğin değneklerden değil. Vur deyince dövmeye başlar, böylece eşeğini ve sofra bezini çalanı bulabilirsin, der. Keloğlan kabul eder. Değneği alır, önce kahvehaneye gider. Şüphelendiği komşuya sorar: — Eşeğimi sen mi aldın? O da: — Yok ben çalmadım, der. Keloğlan: — Vur sopam vur, der; sopa adamı dövmeye başlar. Adam dayanamayıp çaldığını itiraf eder. Eşeği getirip Keloğlan’a verir. Keloğlan daha sonra saraya gider. Vezire sofra bezini çalıp çalmadığını sorar. Vezir: — Çalmadım, deyince Keloğlan: — Vur sopam vur, der. Sopa veziri dövmeye başlar. Vezir dayanamayıp çaldığını söyler. Sofra bezini Keloğlan’a verir. Keloğlan sofra bezini, eşeğini, anasını alır. Köyünden ayrılır, başka bir yere yerleşir. Mutlu, mesut bir yaşam sürer.
[Keloğlan ile Cin]
Çankırı
İç Anadolu Bölgesi
      [GÜZELLER GÜZELİ] Bir varmış, bir yokmuş; vakti zamanında padişahın birinin yedi sene çocuğu olmamış. Yedi sene sonunda çok güzel bir kızı olmuş. Padişah bu kızını gözünden sakınırmış. Nere gitse kızın yanına korumalarını, cariyelerini gönderirmiş. Kızın artık aklı erince: —Baba neden böyle yapıyorsun, her yere korumaları, cariyeleri gönderiyorsun, demiş. Babası da: —Kızım ben gözüme inanmam. Ondan böyle yapıyorum, demiş. Günün birinde kız, cariyelerine: —Çardağın altına yatak serin, orda yatacağım, demiş. Padişaha haber vermişler. Padişah: —Tamam, kuş tüyünden bir yatak hazırlayın, demiş. Kız uyurken ağzı açık uyurmuş. Bu sırada yılan kızın ağzından içeri girmiş. Gün geçtikçe kızın karnı büyümüş. Herkes şaşırmış. Kızın hamile olduğunu sanmış. Babası çok kızmış ve vezirine emir vermiş: —Ben bu utançla yaşayamam, kendi elimle de kızımı öldüremem. Sen bunu götür, bir yerde öldür, kanlı gömleğini de getir, demiş. Vezir kızı almış. Bir dağın eteğine nehrin yatağına getirmiş. —Siz dinlenin ben etrafa bakayım, demiş. Kız suyun kenarında otururken vezir kılıcını çekmiş. Tam vuracakken kız arkasını dönmüş: —Beni öldürecek misin, demiş. Vezir de: —Sultanım kusura bakmayın. Babanız utancından yaşayamayacağını söyledi. Bana böyle bir emir verdi. Ama ben yapmayacağım, demiş. —Siz gömleğinizi verin, ben onu kana bulayıp götürürüm, demiş. Vezir bir geyik vurup kızın gömleğini onun kanına bulamış, padişaha götürmüş. Padişah ve karısı çok üzülmüş. Karısının ağlamaktan gözleri kör olmuş. Daha sonra kız aç susuz gezinirken bir Arap’a rastlamış. Arap kıza âşık olmuş. Eve getirmiş. Gün geçtikçe kızın karnı daha da büyümüş. Oğlan anasına babasına: —Ben bu kızla evleneceğim çocuğun da babası olacağım, demiş. Evlenmişler ve günün birinde kızın midesi bulanmış. Kaynanası kıza çiğ süt vermiş. Epey süt içtikten sonra: —Boğazıma bir şey oluyor, boğazıma bir şey oluyor, diyerek kusmaya başlamış. Kusarken yılan sıyrılıp gitmiş. Yılan iki metre olmuş. Kızın karnı beline yapışmış. Eski hâline dönmüş. Kırk gün kırk gece bayram yapmışlar. Aradan epey zaman geçmiş bir oğulları olmuş. Arap: —Güzeller güzelim adını ne koyalım, diye sormuş. Kız ise —Neydim olsun, demiş. Biraz daha zaman geçmiş yine bir oğlu olmuş. Arap: —Adını ne koyalım, demiş. Kız da: —Ne oldum, olsun, demiş. Aradan biraz daha zaman geçmiş ve üçüncü oğlan olmuş. Ona da, Ne olacağım, koymuşlar. Oğlanlar büyümüş bu arada padişah görevi bırakmış. Karısını cariyelerini ve korumalarını alıp dağın eteğinde evine gelmiş. Evin bahçesinde kiraz ağaçları varmış. Oğlanlar bu ağaçlardan kiraz yemişler. Korumalar durumu padişaha iletmiş. Padişah: —Yakalayın bana getirin, demiş. Bu üç oğlanı yakalayıp getirmişler. Padişah çocuklara: —Niye yaptınız, demiş. Oğlanlar da: —Açtık, gönlümüz kiraz çekti. Ondan yedik, demişler. —Adınız ne, demiş padişah. Onlar da: —Neydim, Ne oldum, Ne olacağım, demişler. Padişah: —Ananız, babanız kim, demiş. —Anamız güzeller güzeli, babamız Arap, demişler. Çağırın da karınlarını doyursunlar demiş. Çocuklar haber vermişler. Güzeller güzeli, Arap’a: —Bunda bir hayır var, gel gidelim, demiş. Gitmişler. Kız hemen tanımış anasını babasını. Padişah bu çocukların adlarını neden böyle koydunuz, demiş. Kız başlamış anlatmaya… —İşte böyle padişahım, ben sizin kızınızım. Bu çocuklar benim kaderim: neydim, ne oldum, ne olacağım, demiş. Kız anasına sarılıp ağlarken gözyaşlarından anasının gözleri açılmış. Tüm aile mutlu mesut yaşayıp gitmişler.
Güzeller Güzeli
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[AÇGÖZLÜ FİKİRSİZ ADAM] Çok eski zamanlarda bağlık bahçelik bir ülkede, bir adam yaşarmış. Bu adam çalışır, çabalar karnı ekmeğe doymazmış. Bunun nedenini araştırmış, ülkedeki insanlar da: —Bunu sana ancak bir bilge anlatabilir, demişler. Adam düşmüş yollara. Memleketi terk eylemiş, yolda giderken bir çiftçi görmüş. Selamlaştıktan sonra çiftçi: —Ne arıyorsun, demiş. Adam da: —Sorumun cevabını bilecek bilgeyi arıyorum, demiş. Çiftçi: —Bilgeyi bulursan benim iki elma ağacım var, çiçek açıyor, meyve vermiyor. Bunun sebebini de sorar mısın, demiş. Adam da kabul etmiş. Biraz ekmek alıyor ve yoluna devam ediyor. Bu memleketi de terk ediyor ve oradan uzunca bir yol alıyor. Başka bir memlekete rast gelmiş ve bir adama rastlamış. Bu adama da sıkıntısını anlamış ve orada karnını doyurmuş. Biraz sohbet ettikten sonra adam: —Eğer o bilgeyi bulursan, ben bu ülkenin padişahıyım ama bu ülkenin halkı beni dinlemiyor, bunun sebebini de sorar mısın, demiş. Adam bunu da kabul etmiş. Biraz da buradan erzak alıp yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş ve bir ormana rastlamış. Ormanda bir ayı görmüş. Ayı başını taştan taşa çalıyormuş. Adama sormuş: —Nereye gidiyorsun? Buralarda seni hiç görmedim, kimsin, demiş. Adam da sıkıntısını anlatmış. Ayı: —Eğer bilgeyi bulursan; ben kafamı neden taşlara vuruyorum, bunu da sorar mısın, demiş. Adam ayıyı da kabul etmiş. Aylarca yol çekmiş, gittiği yerlerde karnını doyurmuş ama en sonunda aradığı bilgeyi bulmuş. Yanına yaklaşıp selam vermiş. Selamı kabul edilince, bilgenin yanına oturup sıkıntısını anlatmaya başlamış. Adam en sonunda: —Benim karnım doymayacaksa, ben çalışmayayım, demiş. Bilge: —Senin kafana iki devlet kuşu konacak, bunları değerlendirirsen işin iş, yoksa başına çok kötü şeyler gelecek, demiş. Adam sonra çiftçinin sorusunu soruyor. Bilge: —O iki elma arasında bir küp altın var, yaz gelince altın ısınıyor ve ağacın çiçekleri dökülüyor. O altınları çıkarırsa elmalar meyve verir, demiş. Adam bu sefer de padişahın sorusunu soruyor. Bilge: —O padişah erkek değil, erkek kılığında bir kız. Bu yüzden halkı onun sözünü dinlemiyor, demiş. Adam en sonunda ayının sorusunu soruyor. Bilge: —O ayı eğer aklı olup da fikri olmayan birinin beynini yerse iyileşir, demiş. Adam oradan ayrılmış. Çiftçinin yanına gelmiş ve sorusunu cevaplamış. Çiftçi çok sevinmiş. Burada kal, altınları paylaşalım, benim kızımla da evlen, demiş. Adam: —Yok benim başıma devlet kuşu konacak, deyip tekrar yollara düşmüş. Padişahın yanına gelmiş: —Sorunun cevabını buldum, sen bir kızmışsın, bu yüzden halkın seni dinelmiyor, demiş. Kız: —Sen benim sırrıma mazhar oldun gel benimle evlen, istediğin gibi yaşa ama kız olduğumu kimseye söyleme, demiş. Adam: —Yok benim başıma devlet kuşu konacak, demiş ve bu teklifi de kabul etmemiş. Ayının yanına gelmiş. Adam başından geçen tüm olayları ayıya anlatmış. —Senin çaren de aklı olup fikri olmayan bir adamın beynini yersen iyi olursun, demiş. Ayı: — Senden daha iyi aklı olup fikri olmayan birini bulamam demiş ve adama saldırmış. Hemen oracıkta adamı yemiş. Adam önüne çıkan iki fırsatı da değerlendirmeyi bilmemiş ve açgözlü olmanın cezasını çekmiş. Bu masal da burada bitmiş.
Açgözlü Fikirsiz Adam
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
DİBİ GÖRÜNMEYEN KUYU Bir gün üç kardeş dolaşırken bir mağarada, dibi görünmeyen bir kuyu görmüşler. Daha sonra eve dönmüşler. Bu kuyu kardeşlerden küçüğün aklına takılmış, merak etmiş kuyunun başına gitmiş. Eğilip bakarken kuyuya düşmüş. Orada üç güzel kız görmüş. Şaşıran genç, onlara: —Siz ins misiniz cin misiniz, burada ne arıyorsunuz?, diye sormuş. Kızlar da: —Biz ne insiz ne de cin. Senin gibi bir âdemiz. İçeride üç başlı bir dev var. Bizi kaçırdı getirdi. Altı gün uyuyacak, sonra kalkıp bizi yiyecek, demişler. Genç de çaresiz beklemeye koyulmuş. Kardeşlerini merak eden iki ağabey, kardeşlerini aramaya çıkmışlar, bulamamışlar. Sonunda mağara akıllarına gelmiş ve ortanca olanı iple kuyuya sallanmış. Bakmış ki kardeşinin yanında üç de güzel kız var. Şaşırmış, olan biteni anlatmışlar, devi göstermişler. Ortanca kardeş etrafına bakmış ve orada kocaman bir kılıç görmüş. Sonra: —Ben bu kılıç ile devi öldürürüm, demiş. Kızlardan biri: — Benim büyüklerimden duyduğuma göre devin bir kafasını kestikten sonra fırsat vermeden ikinci ve üçüncü kafasını da kesmek lazımmış. Yoksa dev hemen uyanırmış, demiş. Bunun üzerine ortanca kardeş kılıcı almış, önce devin birinci kafasını, sora hemen ikinci kafasını kesmiş. Tam üçüncü kafasını kesecekken dev kılıca vurmuş, kılıç düşmüş. Hemen koşan genç kılıcı almış ve devin üçüncü kafasını da kesmiş. Bunun üzerine dev ölmüş. Küçük kardeş hemen ortanca kardeşini ve kızları da alıp kuyunun dibine gelmiş. Önce ağabeyini ipe bağlamış, o çıkmış. Sonra kızlardan birini bağlamış, o da çıkmış. Arkasından bağırmış: —Ağabey, bu kız senin kısmetin. Sonra diğerini bağlamış ipe ve bağırmış: —Ortanca ağabey! Bu da senin kısmetin. Sonra da üçüncü kızı bağlamış ve bağırmış: —Bu da benim kısmetim, demiş. Sonra kendini de bağlamış ve kardeşleri kendi kendilerine demişler ki: —Bu devi öldürdü, bizi kurtardı. Bu çıkarsa bize üstünlük sağlar. Daha sonra hırsa kapılmışlar ve ipi keserek oradan uzaklaşmışlar. Küçük kardeşin kısmeti olan kız çok ağlamış ama dinlememişler. Ancak bu kız mağaradan çıkarken küçük kardeşe: —Eğer burada kalırsan, seni çıkarmazlar ise al sana iki tane saç teli. Bunları birbirine sürt, o zaman iki tane koyun gelir. Biri siyah, biri beyaz. Sakın ola ki siyah olana binme. Beyaz olana binersen o zaman çıkarsın, demiş. Mağarada yalnız kalan gencin aklına saç telleri gelmiş. Hemen ikisini birbirine sürtmüş, koyunlar gelmiş. Genç karanlıkta fark edemeyip siyah olana binmiş ve koyun onu yerin yedi kat dibine indirmiş. Oraya gidince genç görmüş ki kocaman bir şehir, ama karanlık. Biraz dolaşmış sonra bir şenlik görmüş. Hemen yanaşmış, düğün yeri gibiymiş ama insanlar ağlıyorlarmış. Sormuş: — Neden ağlıyorsunuz, diye. İçlerinden biri: —Burada kocaman bir dev var, bu her ay birimizin kızını yiyor. Vermezsek onun zulmünden kurtulamıyoruz. Her ay birimizin kızını kınalıyoruz, düğün eder gibi gönderiyoruz. Dev onu yer ve bize de dokunmaz, demiş. Genç onlara: —-Beni de oraya götürürseniz ben de o devi öldürürüm, demiş. Hemen götürmüşler ve genç diğer devi öldürdüğü kılıç ile bu devi de öldürmüş. Bunun sonucunda halk gence minnettar kalmış ve: —Dile bizden ne dilersen, demişler. Genç de: —Sizden hiçbir şey istemem. Sadece beni ışık dünyaya götürecek bir yol söyleyin, demiş. Bunun üzerine oradaki halk şaşırmış. Kendi aralarında konuşmuşlar ve içlerinden biri gelip gence: —Bize biraz fırsat ver konuşalım, bunun yollarını arayalım. Bulunca gelir sana söyleriz, demiş. Genç biraz dolaşmış ve bir ağacın altına uzanıp beklemeye koyulmuş. Biraz sonra bir kuş bağırtısı duymuş. Sese doğru biraz yaklaşmış ve ne görsün ki, büyük bir ejderha ağacın üstündeki büyük kuşa ve onun yavrularına doğru ilerliyor. Bir taraftan da korkan çaresiz kuş ve yavruları bağırıyor. Bunun üzerine genç, devleri öldürdüğü kılıcı çıkartıp hemen ejderhayı öldürmüş. Sonra anne kuş sevinmiş ve gence: —Benim ve yavrularımın hayatını kurtardın. Dile benden ne dilersen, demiş. Genç de: —Bana ışık dünyaya kavuşmanın bir yolunu söyle, demiş. Kuş da: —Eyvah! Birkaç kere ışık dünyaya gitmiştim ama şimdi yaşlandım, gücüm yok. Yalnız sen bana üç tane davar gövdesi, iki tulum su getir ve burada hazır ol. Seni bütün gücüm ile ışık dünyaya çıkartmaya çalışırım, demiş. Bunu duyunca sevinen genç, hemen aramaya koyulmuş ve kuşun istediklerini bulmuş getirmiş. Kuş hemen gelmiş, eti bir yanına, suyu bir yanına almış, genci de üstüne bindirmiş. Tam yola çıkacaklarken gence: —Bak insanoğlu, seni çıkartacağım ama sen ağzıma “gag” deyince et, “gıg” deyince su vereceksin, demiş. Sonra yola çıkmışlar. Genç, kuşa “gag” deyince et, “gıg” deyince su vermiş ama artık et bitmiş. Kuş “gag” demiş et yok, yine “gag” demiş et yok. Hemen genç kılıcı ile bacağından et kesmiş ve kuşa vermiş. Bunu anlayan kuş eti yememiş, dilinin altına saklamış. Bir zaman sonra ışık dünyaya gelmişler. Kuş insanoğlunu indirmiş. Bakmış ki genç topallıyor. Hemen seslenmiş: —Dur insanoğlu, senin etini yemedim, demiş. Hemen eti ağzından çıkarmış ve elini gencin bacağına sürmüş. Genç hemen iyileşmiş, kuşa teşekkür etmiş ve kuş geri dönmüş. Genç hemen evine gitmiş, gitmiş ki kardeşleri de yaptıklarına pişman olmuşlar. Kız da onu beklemiş. Sonra genç kardeşlerini affetmiş, kızla da evlenmiş. Mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Dibi Görünmeyen Kuyu
Çorum
Karadeniz Bölgesi
[YEDİ BAŞLI DEV] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken zamanın birinde bir ülkede bir padişah ve padişahın üç oğlu yaşarmış. Bunların saraydan uzakta geniş bir bahçeleri varmış. Her gün sabah kalktıklarında bu bahçeye zarar verildiğini görürlermiş, fakat neyin bu bahçeye zarar verdiğini bilemezlermiş. Padişah bir gün oğullarını huzuruna çağırmış. —Evlatlarım bu böyle olmaz. Bu işe bir çözüm bulmak gerekir. Bundan sonra her gece biriniz nöbet tutacaksınız. Bahçeye zarar vereni bulup öldüreceksiniz, demiş. O gün padişahın büyük oğlu nöbet tutmuş. Gece olmuş, gecenin ilerleyen saatlerinde bir patırtı ile bir yaratığın bahçeye girdiğini görünce korkmuş. Koşarak saraya girip odasına yatmaya gitmiş. Sabah olunca padişah büyük oğlunu huzuruna çağırmış. Gece bir şey görüp görmediğini sormuş. Çocuk sabaha kadar nöbet tuttuğunu fakat bahçeye kimin zarar verdiğini görmediğini söyleyip babasının huzurundan ayrılmış. İkinci gün ortanca oğlan nöbet tutmuş. Yine gecenin ilerleyen saatlerinde bir gürültü duymuş. Korkup saraya gitmiş. Sabah padişah ortanca oğlunu huzuruna çağırmış. Gece ne olduğunu sormuş. Ortanca oğlan sabaha kadar nöbet tuttuğunu fakat bir şey görmediğini söyleyip babasının huzurundan ayrılmış. Üçüncü gün padişahın küçük oğlu nöbet tutmuş. Gecenin ilerleyen saatlerinde gürültü ile gelen bir yaratık görmüş. Pusuya yatmış. Yaratığın yaklaştığını görüp öldürmüş. Bunun yedi başlı bir dev olduğunu anlamış. Bu devin kulaklarını kesip padişaha göstermek için yanına almış. Sabah padişah oğlunu huzuruna çağırmış. Gece ne olduğunu sormuş. Küçük oğlan, gece yedi başlı bir devin bahçeye girdiğini, pusuya yatıp devi öldürdüğünü söylemiş. Yanında getirdiği kulakları padişaha göstermiş. Padişah bunu duyunca çok sevinmiş, küçük oğlunu ödüllendirmiş. Kardeşleri küçük oğlanı kıskanmış. Ormanda gezme bahanesiyle kardeşlerini götürüp bir kuyuya atmışlar. Bu çocuk bu kuyuda üç kapı görmüş; kapılardan biri altın, biri demir, biri tahta imiş. Çocuk hangisine gireceğine bir türlü karar verememiş. En sonunda tahta kapıyı açmış, burada halı dokuyan kızlar varmış. Kızlar: —İnsanoğlu sen buraya nasıl geldin? Burada yedi başlı dev yaşar, Odası da şu altın kapılı odadır, seni burada görürse öldürür, demişler. Küçük oğlan başından geçenleri kızlara anlatmış. Buradan kurtulmak için yardım istemiş. Kızlardan biri saçından iki tel vermiş. —Bu saçları birbirine sürt. Karşına iki koç çıkacak. Biri kara, biri beyaz. Sen beyaz olana bin, o seni yedi kat yukarı çıkaracak. Eğer kara koça binersen yedi kat yerin altına inersin, demiş. Bu sırada dev uyanmış. Oğlan kızların yanından ayrılmış. Saç tellerini birbirine sürtmüş. Karşısına biri kara biri ak iki koç çıkmış. O, korkudan yanlışlıkla kara koça binmiş. Yedi kat yerin aşağısına inmiş. İndiği yerde bir ağaç kovuğunda yavru kuşlar görmüş. Bu yavru kuşları yemek için yaklaşan bir yılan görmüş. Yılanı öldürmüş. Sonra o ağacın altında uyuyakalmış. O sırada anne kuş çıkagelmiş. Bu insanoğlunun yavrularına bir şey yapmasından korkup ağzına koca bir taş almış. O taşı tam oğlanın başına atacakken yavru kuşlar onun kendi hayatlarını kurtardığını söylemişler. Bu sırada küçük oğlan uyanmış. Karşısında bir iri kuşu görünce şaşırmış. Bu kuş: —Sen benim yavrularımın hayatını kurtarmışsın, dile benden ne dilersen, demiş. Çocuk yeryüzüne çıkmak istediğini söylemiş. Kuş onu yeryüzüne çıkaracağını; fakat et ve su gerektiğini, “hık” deyince et, “vık” deyince su vermesini söylemiş. Oğlan eti ve suyu hazırlamış. Kuşun sırtına binmiş. Yola koyulmuşlar. Kuş “hık” dedikçe et, “vık” dedikçe su vermiş. Fakat son kata geldiklerinde et bitmiş. Oğlan kuşa etin bittiğini fark ettirmeden ökçesinden bir parça et kesmiş. Kuş “hık” deyince o eti vermiş. Fakat kuş, bu etin insanoğlu eti olduğunu anlayıp yememiş; fakat çocuğa bir şey söylememiş. Sonunda yeryüzüne çıkmışlar. Çocuk kuşa gitmesini söylemiş. Kuş ise: —Önce sen git, demiş. Çocuk kabul etmiş, topallayarak yürümeye başlamış. Kuş, neden topalladığını sormuş. Çocuk da son katta etin bittiğini o yüzden ökçesinden bir parça kestiğini söylemiş. Kuş da ağzında beklettiği eti çıkarmış. Bu etin insanoğlu eti olduğunu anladığını, yemediğini söylemiş. Sonra eti çocuğun ökçesine yerleştirmiş. Birdenbire çocuğun ökçesi iyileşmiş. Çocuk ayağa kalkmış, kuşa teşekkür etmiş. Kuşun yanından uzaklaşmış. Kuş da yuvasına gitmiş, masal da burada bitmiş.
Yedi Başlı Dev
Karabük
Karadeniz Bölgesi
[BİLLUR KÖŞK] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde cinler cirit oynuyor eski hamam içinde. Tam işte o zamanlarda bir adam varmış. Bu adamın oğlu olmazmış. Üç tane kızı varmış. Adam eşine: — Oğlan doğuramazsan seni boşarım, demiş. Gel zaman olmuş eşi hamile kalmış. Kız mı olacak, oğlan mı olacak derken bir kızı daha olmuş. Evvel zamanda da çocuğu babasına göstermezlermiş. Adama: — Oğlun oldu, demişler. Adam çok sevinmiş. Aradan seneler geçmiş ve çocuk yedi yaşına gelmiş. Artık çocuğa sünnet düğünü yapacaklarmış. Kadın ağlamaya başlamış: — Ne yapacağım, çocuğun oğlan olmadığını kocam anlayacak, demiş. Kadın söylenerek ahıra inmiş ve bir bakmış ki ahırdaki at dillenmiş. At, kadına: — Neden ağlıyorsun, diye sormuş. Kadın, ata her şeyi anlatmış. At: — Hiç ağlama, beni eyerle, çocuğu da giyindir, kuşandır, demiş. Çocuğu giyindirip kuşandırıp babasının karşısına çıkarmışlar. Çocuk babasına: — Baba ben ata binip bir tur atayım, ondan sonra beni sünnet ettirin, demiş. Çocuk ata binmiş, üç tur atmış, dördüncü tura gelince ata bir kırbaç vurmuş ve at toz olup gözlerden kaybolmuş. Aradan yedi yıl geçmiş. Çocuk atla gidiyormuş, bakmış ki üç kardeş kavga ediyor. Sebebi de babalarından düşen mirası paylaşamamalarıymış. Çünkü miras dört, kardeş üçmüş. Çocuk bir yere üç ok atmış, okları getirenlere üç avuç altın vermiş. Mirası da kardeşlerin aralarında paylaştırmış. Yine yola düşmüşler ki karşılarına bir ağaç çıkmış. Ağacın bir tarafı ağlıyor, bir tarafı gülüyormuş. Orda olan yaşlı bir kadına: — Teyze, neden bu ağacın bir tarafı ağlıyor, bir tarafı gülüyor, diye sormuş. Yaşlı kadın da: — Oğlum burada bir dev var, her sene buradan bir kızı alıp yer. Dev, köye de su vermez; ancak deve kız verince öyle köye su verir. Şimdi de padişah kızını veriyor. Onun için ağacın bir tarafı ağlıyor, bir tarafı gülüyor, demiş. Bunu öğrenen çocuk, bir sihir yapmış. Görünmez olup padişahın sarayına varmış. Bir odaya girmiş. Anahtar deliğinden padişahın kızının odasına bakmış. Pencereden bir güvercin girmiş, altın sininin altında yakışıklı bir oğlan olmuş. Kızla kucaklaşmışlar. Fakat kızın morali bozukmuş. Oğlan: — Neden moralin bozuk, demiş. Kız: — Beni deve verecekler, karşılığında da dev köye su verecek, demiş. Çocuk, bütün bunları anahtar deliğinden görmüş. Gün olmuş dev, padişahın kızını almaya gelmiş. Çocuk, deve vurunca devi ortadan ikiye ayırmış. Padişah çocuğu yanına çağırtıp: — Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuk: — Kızını dilerim padişahım, demiş. Padişah: — Kızımı sana verdim, demiş. Yine çocuk padişahın kızının odasına bakıyormuş. Pencereden bir güvercin girmiş, altın sininin altında yakışıklı bir oğlan olmuş. Yine sevgilisini üzgün görmüş. Sebebini sormuş. Kız: — Şimdi de beni devi öldüren ağlana verecek babam, demiş. Oğlan: — Hiç üzülme, filan yerde bir ağaç var. Ağacın bir tarafı ağlar, bir tarafı güler. O oğlan, o ağacı getirsin. O ağacı getiren kızsa oğlan olur. Oğlansa kız olur, demiş. Çocuk tabii sevinmiş: — Ben zaten kızım, oğlan olacağım, demiş. Çocuk görünmez olup bir çula binmiş, ağacın yanına varmış. Bir sihir daha yapmış, ağaç da görünmez olmuş. Ağacı söküp padişaha getirmiş. Kızken de oğlan olmuş. Padişahın kızını da alıp babasının evine gelmiş. Oğlan, babasına başından geçen her şeyi anlatmış. Kız ile kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Yiyip içip muratlarına ermişler.
Billur Köşk
Tokat
Karadeniz Bölgesi
[İĞCİ BABA] Bir varmış bir yokmuş memleketin birinde iğ* satan bir adam yaşarmış. Bu adam halk arasında İğci Baba olarak bilinirmiş. İğci* Baba kapı kapı, memleket memleket dolaşarak iğlerinin satarmış. İğci Baba’nın iğleri herkesçe beğenilirmiş. O, iğlerini satarken bir kız görmüş. Bu kıza da bir iğ satmış. İğci Baba, kıza: — Evimde daha iyileri var. Şimdi gidiyorum, gelirken seni de alır evime götürürüm, demiş kıza. Kız bunu kabul etmiş. İğci Baba iğlerini satıp gelirken kızı da alıp evine getirmiş. Kıza bir sofra hazırlamış. Kızın yemeğinin içine bir parmak kesip bırakmış. Kız, yemeğindeki parmağı görünce tahtanın altına atmış. İğci Baba: — Parmağım parmağım, neredesin, deyince parmak tahtanın altındayım demiş. Bunun üzerine İğci Baba kızın kellesini keserek evine bırakmış. İğci Baba yine iğlerini satarken başka bir kız görmüş. Bu kızı da: — Evde daha güzel iğlerim var, diyerek evine getirmiş. Kız gelirken hiç yanından ayırmadığı kedisini de beraberinde getirmiş. İğci Baba bu kıza da bir sofra kurmuş. Yemeğinin içine kesili parmağı bırakmış. Kız yemeğin içindeki parmağı görünce parmağı alarak kedisine vermiş. İğci Baba: — Parmağım parmağım, neredesin deyince parmak: — Bir sıcak karnın içindeyim demiş. İğci Baba parmağı kızın yediğini zannetmiş. İğci Baba kızla evlenmiş. Kız, evde gezerken üç tane kilitli kapı görmüş. İçerisinde ne olduğunu çok merak etmiş. Bir akşam sezdirmeden İğci Babadan bu kapıların anahtarlarını almış. Sabah olunca İğci Baba her zamanki gibi iğlerini satmaya gitmiş. Kız, İğci Baba gittikten sonra kapıları açmaya gelmiş. Kapının birini açmış ki ne görsün binlerce altın. Diğer kapıyı açmış burada da her türlü eşya var. En son kapıyı açtığında ise birbiri üstüne yığılı cesetler duruyormuş. Evde bir sürü ceset olduğunu tüm halka anlatmış. İğci Baba eve geldiğinde halk tarafından linç edilmiş. Altınlar da kıza kalmış.          *iğ: Pamuk, yün vb.nden iplik eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri ve çengelli olan, ağaçtan yapılmış araç, eğirmen, kirmen. *iğci: İğ kullanan, yapan veya satan kimse.
İĞCİ BABA
Batman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[TOKMAK] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir köyde bir karı koca yaşarmış. Bunların çocuğu olmuyormuş. Beklemişler, tedavi olmuşlar, yıllar sonra bir çocuğu olmuş. Bunlar köyde bir gün tarlaya giderlermiş. Bir çeşmenin başına gelmişler. Orada yoruldukları için of of demişler. Çeşmenin başında bir adam çıkmış: — Beni niye çağırdınız, demiş. Onlar da: — Biz seni çağırmadık, demişler. O da: — Siz “of “ demediniz mi? Onlar da: — Hayır, biz yorulduğumuz için “of”, dedik, demişler. Adam da: — Her neyse siz şimdi çocuğunuzu bana verin, ben de sizi zengin yapayım, demiş. Onlar da: — Hayır, olmaz, demişler. Fakat biraz sonra düşünmeye başlamışlar. Durumları da iyi değilmiş ve sonunda çaresiz kabul etmişler. Ofof da bunlara bir tavuk vermiş: — Tavuğa, yumurtala tavuğum, deseniz o da size altın yumurtlar, demiş. Karıyla koca birbirine bakıp: — Hiç tavuk altın yumurtlar mı demiş. Fakat tavuğu alıp eve gelmişler. Karısı: — Bey bir bakalım acaba bu tavuk altın yumurtluyor mu, demiş. Kocası da tavuğa: — Yumurtla tavuğum, demiş. Tavuk da bir sürü altın yumurtlamış. Karı ve koca hayret etmişler. Kadın bir gün tavuğu alıp hamama gitmiş. Hamamcıya: — Hamamcı, kesinlikle tavuğuma yumurtlama deme, demiş. Hamamcı da: — Niye söyleyeyim ki, demiş. Kadın içeri gitmiş. Hamamcı şüphelenmiş ve tavuğa: — Yumurtla tavuğum, demiş. Tavuk altın yumurtlamış. Sonra tavuğu alıp yerine başka bir tavuk koymuş. Sonra kadın eve gitmiş ve tavuğunun değiştiğinin farkına varmış. Karı koca beraber tekrar çeşmenin önüne gelmişler ve Ofot’u çağırmışlar. Ofof bu sefer onlara bir tokmak vermiş ve kesinlikle: — Tokmağım kudur, demeyin, demiş. Bunlar yolda: — Tokmağım kudur, demişler. Tokmak ikisine de vurmaya başlamış. Kadın tokmağı alıp hamamcının yanına gelmiş. Hamamcıya: — Kesinlikle tokmağıma kudur deme, demiş. Hamamcı da şüphelenmiş ve tokmağa: — Kudur, demiş. Tokmak hamamcıya vurmaya başlamış. Hamamcı tövbe edip tavuğu geri vermiş.
Tavuk ile Tokmak
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
[ŞAHMERAN İLE FAKİR ODUNCU] Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok konuşması günahmış. Bir oduncu varmış. Bu oduncu bir kadının bir oğluymuş. Oduncu bir gün ormana odun kesmeye gitmiş. Giderken yağmur yağmaya başlamış. Yağmur durana kadar bir kayanın arkasına gizlenmiş. Kayanın dibinde biraz durduktan sonra kaya yavaş yavaş açılıp merdiven olmuş. Oduncu bu merdivenden yavaş yavaş aşağıya inmiş. Merdivenin sonunda da büyük bir ev varmış. Evin içine girmiş. Evin odalarını geziyormuş. Bir odada bal kuyusu dolu, diğer odada yılanlar varmış. Adı Şahmeran imış. Yani yılanların şahıymış. Şahmeran yılanlarına: — Bu gelen misafire dokunmayın, demiş. Yılanlar oduncuya beş, altı ay hizmet etmişler. Aradan bir sene geçmiş. Oduncu bu yerin altından sıkılmış, yeryüzüne çıkmak istiyormuş. Oduncu annesini özlemiş. Bu isteklerini Şahmeran’a demiş. Şahmeran, oduncuya: — Eğer ben seni dışarı çıkarırsam ben yaşamam. Beni görenin sırtı yılanların sırtı gibi olur, bu yüzden seni buradan çıkaramam, demiş. Oduncu hiç sesini çıkarmamış. Şahmeran konuşmalarında haklıymış. Bu konuşmadan sonra üç, dört ay geçmiş. Oduncunun artık dayanacak gücü kalmamış. Yeryüzüne çıkmak istiyormuş. Şahmerana çıkarmasını yine dile getirmiş. Şahmeran da: — Cuma namazını kılayım da seni çıkartayım, demiş. Şahmeran namazını kılmış, oduncunun yanına gelmiş. Yılanlarına: — Bunu girdiği yerden geri çıkartın, demiş. Yılanlar bu oduncuyu almışlar, girdiği kayadan geri çıkartmışlar. Oduncu evine gitmiş ki annesi ölmüş. O zamanlarda da padişah hastalanmış. Bütün hekimler toplanmışlar, padişahın hastalığının çaresini bulamıyorlarmış. Uzun süre düşünmüşler. Demişler ki padişah nasıl iyi olur? Hep beraber: — Eğer padişah şahmeranın etini yerse iyi olur, demişler. Şahmeranı kim bilir diye birbirlerine sormuşlar: — Şahmeranı görenin sırtı yılanınki gibi olur, demişler. Ülkede herkesi saraya çağırmışlar: — Herkesi soyup gövdesine bakacağız, demişler. Ülkede herkes gelmiş, oduncu saraya gitmemiş, çünkü biliyormuş eğer giderse şahmeranı bulup öldüreceklerini. Herkese bakmışlar. Kimsenin sırtı yılan derisi gibi değilmiş. Birkaç gün sonra fark etmişler oduncunun saraya gelmediğini. Oduncuyu bulup saraya getirmişler, soymuşlar. Oduncunun sırtı yılan derisi gibiymiş. Oduncuya: — Eğer şahmeranı alıp getirmezsen seni öldürürüz, demişler. Oduncu ormana gitmiş. O kayanın dibine oturmuş. Kaya yine açılmış. Şahmeranın yanına inmiş. Derdini anlatmış. Şahmeran: — Ben sana demedim mi, demiş. Oduncu: — Beni çıkarma buradan sen yaşa, demiş. Şahmeran yılanlarına dönerek: — Yeryüzünde insanoğluna bir şey yapmayın, demiş. Şahmeran ile oduncu kayanın dibinden çıkmışlar. Saraya doğru yol almışlar. Şahmeran yolda, oduncuya: — Şimdi oraya gideriz, beni üçe bölerler. Kafamı oradakiler, ortayı padişah, kuyruğunu da sana verirler. Sen sakın kuyruğumu yeme, kuyruğum zehirlidir. Onlar görmeden kapları değiştir, kafamı sen ye, demiş. Şahmeran ile oduncu saraya gitmişler. Şahmeranın dediği gibi vücudunu üçe bölmüşler. Kazanlarda kaynatmışlar. Oduncu onlar görmeden kapları değiştirmiş. Padişah ortayı, oduncu kafayı, diğerleri de kuyruğu yemişler. Padişah şahmeranın etini yiyince hastalığından kurtulmuş. Padişah oduncuya altınlar verip ülkenin veziri yapmış.
ŞAHMERAN İLE FAKİR ODUNCU
Amasya
Karadeniz Bölgesi
[ ANA BABA KÜSTÜRMEK Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı ile bir koca varmış. İkisinin ailesi bunları yalnız bırakmıyor, durmadan rahatsız ediyorlarmış. Karı ile koca artık bıkmışlar. Evde hiç tek kalamıyorlarmış. Adam demiş ki: — Biz bir koç alalım, kesip yiyelim, demiş. Kadın: — İkimizin de ailesi geliyor, yiyemeyiz, demiş. Adam: — Biz onları küstürelim, bir daha da bize gelmezler, demiş. Kadın: — Nasıl küstüreceğiz bey, demiş. Adam: — Onlardan çok büyük miras isteyelim. O zaman küserler, demiş. Sabah olmuş. Beraber kalkmışlar. Adam, babasına: — Baba ben evinizi, bahçenizi, her şeyinizi istiyorum. Hepsini bana verin, demiş. Babası da: — Sen aklını mı kaçırdın, biz nerede yaşarız, demiş. O zaman adam: — Baba! O zaman ne siz benim evime gelin ne de biz size gelelim, demiş. Adam ailesini küstürmüş. Sıra karısına gelmiş. Babasından ayrıldıktan sonra karısının yanına gelmiş. Adam: — Ben küstürdüm sıra sende, demiş. Kadın da kocası gibi yapmış. Ailesinden her şeyini istemiş. Ailesi de vermeyince küsmüş, eve gelmiş. Artık evlerine kimse gelmiyormuş. Kimse rahatsız etmiyormuş. Adam pazardan koç alıp kestirmiş, karısına: — Hanım sen bu koçu pişir, ben kahveye gidiyorum. Pişince haber ver, beraber yiyelim, demiş. Kadın kelleyi kazana koymuş. Bakmış evde su yok. Su getirmek için çeşmeye gitmiş. Evin çevresinde de bir dilenci varmış. Kadın evden gidince dilenci kazandaki kelleyi alıp bir yere saklanmış. Kadın eve gelmiş ki kazanda kelle yok, kaybolmuş. Kelle kaybolunca kadın kazanın içine et parçası koymuş. Getirdiği su bu etlere yetmemiş. Kadın yine çeşmeye gitmiş. Dilenci, kadının gittiğini görünce eve yine girmiş, kazandaki etleri heybesinin içine koymuş. Evden çıkarken de adamın asılı duran tespihini de alıp çıkmış. Kadın eve gelmiş. Arkasından da dilenci gelmiş. — Bacım. Senin kocan beni gönderdi, bu tespihi de sana verdi. Evdeki etlerin hepsini istiyor, demiş. Kadın da kocası istiyor diye evdeki etlerin hepsini dilenciye veriyor. Kocası kahveden eve gelmiş. Karısına: — Hanım yemek hazır mı, demiş. Kadın da: — Sen etin hepsini istemişsin tartmak için. Ben de hepsini vermiş, demiş. Kadın ile kocası şaşkına dönmüşler. Kadın etler gitti diye ağlar, sızlar. Adam: — Hanım hiç mi kalmadı, der. — Ciğeri kaldı bey, der. Hanımına: — Ciğeri kavur da annemize babamıza karşı kokuta kokuta yiyelim, demiş. Kadın ciğeri pişirmiş. Karı koca ciğeri alıp dama çıkmışlar. Merdivenden çıkarken adam: — Hanım senin eteğin yırtılmış, der. Kadın eteğine bakarken elindeki ciğeri yere düşürmüş. Koçtan hiçbir şey yiyememişler. Adam: — Hanım koçu yiyeceğiz diye anamızı babamızı küstürdüğümüz yanımıza kar kaldı, demiş.
Ana Baba Küstürmek
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
  [İKİ BACI]  Bir varmış, bir yokmuş. Köylerden birinde iki bacı yaşarmış. İkisi de çok güzelmiş. Bunlara bir gün görücü gelmiş. Birini çok zengin bir yere vermişler birini de çok fakir bir yere vermişler. İkisinin de düğünleri olmuş ve gitmişler. Bir gün fakir yerdeki zengin yere giden ablasını ziyarete gitmiş. Zengin olan bacı kardeşinin bacısını geldiğini görünce bulgur pilavını etek altına saklamış. Bu da diğerinin çok zoruna gitmiş. Bir süre sonra zengin yerdeki fakir olanı ziyarete geliyor. Fakir olan: —Gel bacı gel. Kara gün kararıp kalmaz, gelin bunalıp ölmez, bulgur pilavı da etek altına girmez. Gel seninle pirinç pilavı yiyelim, demiş. Oturup yemişler, içmişler. Aradan zaman geçer ikisi de hamile olurlar. Orada hamamda doğum yaptırıyorlarmış. Fakir olanın sancısı gelince ebeler: — Gelelim mi, diyorlarmış. O da: — Gelin canlarım gelin, diyormuş. Doğum yaptırmışlar ve bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Ebeler: —Yürüdükçe ortalığı çayır çimen bürüsün, ağladıkça inci mercan bürüsün, yıkandığı sular altın olsun, güldükçe güller açsın, demişler. Güzeller güzeli bir kız olmuş. Zengin olan: —Bacımın kızı çok güzel oldu. Ben de hamamda doğum yapacağım, demiş. Onu da almış hamama götürmüşler. Ebeler: —Gelelim mi, diye sorunca o: —Cehennemin dibine gelin, gelirseniz gelin, demiş. Onun da bir kızı dünyaya gelmiş. Ebeler: —Yürüdükçe dikenler bürüsün, ağladıkça irinler aksın, güldükçe çok kötü şeyler olsun, demişler. Bu kız da onların dediği gibi biri olup çıkmış. İkisi de büyüyüp gelinlik çağa gelmişler. Bu ülkenin padişahının oğlu bu güzel kızı istemiş. Nişanlanmışlar ve düğün hazırlıkları başlamış. Zengin olan teyze bu kızı çok kıskanıyor. Düğün için yola çıkmadan önce bu teyze kıza tuzlu çörek yediriyor. Kızı ata bindiriyorlar. Teyze ve kızı da gelinin yanında gidiyor. Yolda iken gelin teyzesinden su istiyor. O da: —Bir gözünü verirsen sana su veririm, diyor. Kız da gözünü veriyor. Biraz ilerledikten sonra kıza yine su istiyor. Teyze de kızın öbür gözünü istiyor. Kız bir süre sonra yine su istiyor. Teyze de gelin alayına: —Siz gidin, biz arkadan geleceğiz, diyor. Teyze gidiyor, kızı çalılıkların arasına götürüyor ve gelinliği çıkartıp kendi kızına giydiriyor. Kendi kızını ata bindiriyor. Gelini orda bırakıyor. Güzel kız ağlıyor ve bulunduğu yeri inci mercan kaplıyor. Yoldan geçen bir çoban inci mercanları görüyor. İnci mercanları karıştırınca kızı görüyor. Kızı evine getiriyor. Çobanın da bir kuşu varmış. Kuş: —Kanadımı kızın yüzüne sür, kızın gözleri açılacak, diyor. Kanadı kızın yüzüne sürdüklerinde kızın gözleri eski haline dönüyor. Bir gün padişahın oğlu atlarını köye getirmiş ve cılız atı çoban almış. Bir süre geçtikten sonra at o kadar güzelleşiyor ki tüm atlar onun yanında cılız kalıyormuş. Kız ata: — Ben oraya gelmeden sakın kalkma, demiş. Padişahın oğlu da: —Bunu kim besledi gelsin, demiş. Kız gelince at kalkmış. Padişah kızı görünce hemen onu tanıyor. Evine gidiyor ve karısına: —Sen benim karım değilsin, benim nişanlıma ne yaptınız, diyor. Kız da annesinin yaptıklarını anlatıyor. Kadını evden gönderiyor. Gidiyor padişahın oğlu, çobandan kızı istiyor. Kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar.
İki Bacı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
ŞEHZADE  Bir varmış, bir yokmuş; eski zamanlarda uzak diyarlarda bir padişah yaşarmış. Padişahın çocuğu olmadığı için çok üzülürmüş. Bir gün rüyasında erkek bir evladının olacağını ama çocuk doğduktan sonra kendisinin kısa bir süre sonra öleceğini görmüş. Ayrıca dağlarda geçimini süpürge otu toplayarak sağladığı için Süpürge Hoca diye anılan fakir biri yaşarmış. Padişahın oğlu dünyaya geldikten kısa bir süre sonra padişah ölmüş. Süpürge Hoca’nın da kızları olmuş.  Uzun yıllar sonra padişahın oğlu büyümüş ve Süpürge Hoca’nın kızlarının bulunduğu yere avlanmak için gitmiş. Süpürge Hoca’nın kızları çok güzelmiş. Şehzade kızları görünce birine âşık olmuş ve hemen annesine gelip durumu anlatmış. Annesi o kızları oğluna yakıştıramadığı için karşı çıkış ama oğlunu ikna edememiş.  Kadın gitmiş, kimin nesidir diye araştırmış ve Süpürge Hoca’nın kızları olduğunu öğrenmiş. Evlerine gitmiş, kapıyı çalmış, açan olmamış. İkinci gün yine aynı kimse yokmuş. Üçüncü gün gittiğinde kapıyı bir kız açmış. Ona: — Üç gündür geliyorum yoksunuz, demiş. Kız da: — Kapının kulağı yok da o yüzden duymadık, demiş. Bunun üzerine gelip oğluna kızmış: — Benimle dalga geçtiler, kapının kulağı yok diyorlar. Hiç kapının kulağı olur mu, demiş. Oğlu demek ki onların köpeği yok demiş. Padişahın oğlu tekrar annesini göndermiş. Kadın yine gitmiş ve kızlara: — Sizin anneniz yok mu, diye sormuş. Bunun üzerine kızlar: — Annemiz var. Biri iki etmeye gitti, demişler. Kadın yine sinirlenmiş eve gelip oğluna verdikleri cevabı söylemiş. Oğlu annesine: — Bunda ne var. Anneleri ebeliğe gitmiş, demiş. Derken kadın kızların annesini bulmuş ve içlerinden oğlunun istediği kıza talip olmuş. Kızın annesi kızını şehzadeye vermiş. Düğüne birkaç gün kala şehzade kızla birlikte olmuş, düğün günü geldiğinde şehzadenin annesi oğluna o kızı yakıştıramadığı için onu hile ile saraya çağırmış. Ardından kızın öldüğü dedikodusunu yaymış. Böylece oğlunun evlenmesine engel olmuş. Şehzade kızın öldüğüne inanmış ve yemez içmez olmuş. Annesi sürekli oğluna evlenmesi için kız bulurken şehzade asla evlenmeyeceğini söylermiş. Bu arada dağdaki kızın bir oğlu olmuş.  Yedi yıl sonra şehzade evlenmeye karar vermiş. Dağdaki Süpürge Hoca’nın kızı şehzadenin evleneceğini duyunca oğlunu düğün günü saraya getirmiş. Kız, oğluna;   Yâ çimbala çimbala Dep babamın atını Bey babam buyurdu Biz de seyre geldik, demesini söylemiş. Çocuk düğün yerine gitmiş, ancak halayıklar kovmuş. Bunu üzerine çocuk bağırarak annesinin dediklerini söylemiş. Bu arada padişah çocuğu duymuş ve düğünü durdurup onu yanına çağırmış. Bakmış ki kendisinin mendili ve kösteği çocukta. Hemen olup biteni anlamış. Şehzade annesinin oyununa geldiğini, sevdiği kızın yaşadığını ve bir oğlunun olduğunu öğrenmiş. Şehzade sevdiği kızla evlenmiş, kırk gün kırk gece düğün yapmış.
Şehzade
Muğla
Ege Bölgesi
KEÇİNİN YEDİ YAVRUSU VE KURT Bir keçinin yedi yavrusu varmış. Bir kulübede yaşarlarmış. Anne keçi her gün sabah­leyin erkenden kalkar dağdan ot toplamak için çıkar, gidermiş. Yavruları da annesinin kulübe­sinin içinde beklermiş. Kapıyı kitler, içerde oynarlarmış. Anne keçi evden çıkarken yavrula­rını hep tembihlermiş: — Aman yavrularım sakın ola kapıyı kimseye açmayasınız, ne olur ne ol­maz diye. Onlar da annelerinin sözünü tutar, kapıyı kimseye açmazlarmış: — Ben gelirsem, size ben geldim yavrularım. Sırtımda ot, mememde süt getirdim, derim. O zaman kapıyı açarsınız dermiş. Onlar da: — Olur, derlermiş. Yavrular annelerinin sözünü dinler. Öylece yaşayıp giderlermiş. Oyun oynarken bir gün anne keçi kulübeden ayrılmış. Dağa ot toplamaya git­miş, yine. Orada gizlice bir kurt anneyi izlemiş. Anne gider gitmez, kulübenin kapısına yaklaşmış. Annenin tabii uzaklaştığını gördü ya: — Açın yavrularım ben geldim, diye kapıya tah tah vur­muş. Yavrular korkmuşlar: — Hayır sen annemiz değilsin. Biz sana kapıyı açamayız, demişler. Onun üzerine kurt oradan ayrılmış gitmiş. Akşam olunca anneleri gelmiş. Aynı sözü söyle­miş. Yavrularım açın ben geldim diye. Onlar da kapıyı açmışlar. Olanı annelerine anlatmışlar. Anneleri durumu anlamış, demiş ki: — Çok iyi yapmışsınız yavrularım. Sakın açmayasınız, demiş. Bir gün sonra yine anne koymuş, gitmiş. Yalnız o gün kurt akşamleyin anneyi izlemiş, kapıya geldiğini annenin açın yavrularım sırtımda ot getirdim, mememde süt getirdim dediğini duymuş. O gün anne gitti ya gene gelmiş kapıya: — Açın yavrularım! Mememde süt getirdim. Sırtımda ot getirdim, ben geldim, demiş. — Yoooh. Sen annemiz değilsin, biz sana kapıyı açamayız diye bağırmışlar. Kurt yine koymuş, gitmiş. Akşam olmuş, anneleri gelmiş. Gelen kimse tabii onun kurt olduğunu söylememişler de: — Yine birisi geldi, senin sözlerini söyledi. Biz gene kapıyı açmadık demişler. —Aferin yavrularım. Hele ki açmamışsınız. Ben bu sefer geldiğimde ayağımı uzatırım kapının arasından. O zaman bilirsiniz ki, ben geldim. Kapıyı açarsınız, demiş. Bunlar da: — Olur, demişler. Neyse anne gene gitmiş otlan toplamaya. Kurtta bir yer­den annenin gittiğini fark edince çıkmış, gelmiş. Yine demiş: — Yavrularım! Açın ben gel­dim. —Yoooh! Annemiz değilsin. —Niye, anneniz olsa nasıl. Ayağını annemiz uzatırdı, de­mişler kapının arasından. Kurt hemen ayağının birisini kapının arasından içeri girdirmiş. İncelemiş, bakmışlar: — Yoooh! Bu annemizin ayağı değil. Annemizin ayağı beyazdı, demişler. Bunun üzerine kurt hemen oradan ayağını çekmiş. Doğru değirmene gitmiş. Çuvalın içine ayaklarını batırmış, una iyice bezemiş. Tekrar gelmiş, kapıya vurmuş: — Ben geldim yavrula­rım, demiş. Ayağımı kapıdan uzatıyorum, demiş. Kapıdan ayağını uzatmış. Onlar da bakmışlar ki beyaz, anneleri sanmışlar. Kapıyı açmışlar. Kapıyı açar açmaz kurt birer birer yavruları tüm tüm yutmuş. Bir tanesi saklanmış. Onu bulamamış. O da öyle korkmuş ki hiç sesini çıkarmamış. Kurdun karnı doydu ya, gitmiş dereden bir de güzel su içmiş. Kulübenin yakınında oraya yatmış, uyumuş. Neyse akşam olmuş. Anne gelmiş. Bir bakmış ki kulübenin kapısı açık. Öyle bir korkmuş ki içeriye dalmış: — Yavrularım neredesiniz, diye bağırmış. Hiç ses yok. O korkan, saklanan yavaşça çıkmış: — Anne ben buradayım, demiş. Hep üzülerek anlat­mış: — Kardeşlerimi kurt yedi. Bir ben kaldım, demiş. Anne deliye dönmüş, içerden bıçağı kapmış doğru derenin kenarına gitmiş. Gitmiş ki derenin kenarında kurt horul horul uyuyor. Hemen hart hart karnını kesmiş. Yavrularını hep çıkartmış. Hepsi sağ çıkmışlar, oynaşmaya başlamışlar. Tabii böyle şeyde (kurdun karnında) kaldıkları için nasıl ezilmişler imiş. Anneleri de kendilerini kurtardı diye sevinmişler. Anneleri demiş ki: — Toplayın taşları getirin, bakayım demiş. Taşları toplamış, getirmişler. Kurdun karnına doldurmuşlar. Onu da bir güzel dikmiş. Bunlar evlerine doğru yol alırken kurt uyanmış. Kalkmış ki, yürüye. Pat oraya düşmüş ve orada ölmüş. Çocuklar da bir daha annelerine söz vermişler, hiç kimseye aldanmayacaklarına kapıyı açmayacaklarına. Ondan sonra mutlu hayatlarını sürdürmüşler.
Keçinin Yedi Yavrusu ve Kurt
Amasya
Karadeniz Bölgesi
  [NEYİDİM, NOLDUM, NOLACAĞIM] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, şehrin birinde ünü adaletiyle her tarafa yayılmış bir padişah varmış. Padişahın da güzelliği dillere destan bir kızı varmış.  Padişah kızının saraydan dışarı çıkmasına izin vermezmiş. Bir gün çok sıkılan padişahın kızı babasından izin almayı başarmış. Padişah, vezirine: —Benim çok işim var, kızım sana emanet, sen gezdirip akşam olmadan getir, demiş. Vezir ve kız saraydan çıkmış, ormana doğru ilerlemişler. Vezir çok kötü niyetli birisiymiş. Aklı padişahın kızı ile evlenip zengin olmaktaymış. Ormanda padişahın kızını kendi ile evlenmeye zorlamış, padişahın kızı evlenmeyi kabul etmeyince çok sinirlenmiş. Padişahın kızı vezirden kendini zor kurtarmış. Vezir saraya döndüğünde padişaha: —Kızınızın niyeti dışarıda gezmek değil, sevdiğiyle kaçmakmış, demiş. Padişaha yalan söylemiş. Padişahın kızı ise ormanda koşarken bir çobana rastlamış. Çoban çok iyi niyetli biriymiş. Onu evine götürmüş, karnını doyurmuş, onunla çok iyi ilgilenmiş. Sabah olduğunda ise çoban kıza şimdi nereye gideceksin diye sormuş. Kız: —Ben sahipsiz biriyim, kabul edersen seninle evleneyim, sana da yoldaş olurum, demiş. Çoban duyduklarına çok sevinmiş. Kısa zamanda evlenmişler, üç erkek çocukları olmuş. Anneleri büyük oğlunun adını “Neyidim”, ortancanınkini “Noldum”, küçüğünkini “Nolacağım” koymuş. Çoban, eşinin neden bu isimleri çocuklarına verdiğine bir anlam verememiş. Aradan uzun seneler geçmiş. Padişah ve veziri halkın durumunu öğrenmek için ev gezilerine çıkmış. Yolda çobana rastlamış, tanışmışlar ama çoban padişahın, sultanın ne demek olduğunu bilmiyormuş. Padişaha: —Sultan dayı siz Tanrı misafirisiniz, yemek yedirmeden sizi bırakmam, diyerek ısrar etmiş ve eve götürmüş onları. Padişah eve geldiğinde kızını tanıyamamış. Çobanın eşi güzel bir sofra hazırlamış. Çoban sofra hazır olunca sırasıyla çocuklarını: — “Neyidim”, “Noldum”, “Nolacağım” diyerek çağırmış. Padişah bu isimleri duyunca çobana: —Bu isimleri neden çocuklarınıza verdiniz, diye sormuş. Çoban: —Eşim bu isimleri verdi çocuklara, ben de hiç merak edip sormadım, eşim neden bu isimleri verdi kendine sorun, demiş. Padişah çobanın karısına, neden bu isimleri çocuklarına verdiğini sormuş. Çobanın karısı: —Eğer odadan eşim ile vezir çıkarsa söylerim, demiş. Çoban ve vezir odadan çıkmış, kız da başından geçenleri bir bir padişaha anlatmış: — Geçmişte ne idim, şimdi ne oldum, sonra ne olacağım; bunun için bu isimleri çocuklarıma verdim, demiş. Padişah olanlara bir yandan üzülmüş bir yandan da sevinmiş. Üç akıllı torunu bir de çok iyi niyetli, temiz huylu damadı olmuş. Padişah dışarıdan çobanla veziri çağırmış, çobanın sopasını vezirine vererek onu huzurundan kovmuş. Çobanı baş veziri yapmış. Hepsi beraber saraya dönmüş, mutlu ve huzurlu yaşamışlar.
Neyidim Noldum Nolacağım?
Aydın
Ege Bölgesi
[HAYIRLI RÜYA] Vaktiyle bir oğlan Kur’an kursunda okuyormuş. Hocaları demiş ki çocuğa:  — Rüya görürsen “hayrola” demezlerse rüyanı anlatma, demiş. Bu çocuk da bir gece rüya görmüş. Babasına demiş, “Eee!” demişler. Ona anlatmamış. Anasına söylemiş, “Eee” demiş. Yani hiç “hayrola” dememişler. Oradan başkalarına sormuş, amcalarına, dayılarına hep aynı demişler. En son babası buna kızıp bağırmış. O da evden kaçmış. Bu çocuk da gitmiş gitmiş başka memlekete. Gitmiş bir yere, orda terzi yanına çırak olmuş. Ne olmuşsa o zaman olmuş işte. Bu çocuğa demişler ki:  —Gel seni evlendirelim.  —Birisi varsa evlenirim, demiş.  Ondan sonra neyse falanca gelin var, diye düşünüp oğlana diyorlar. Oğlan da kabul ediyor. Alıyorlar, ondan sonra evleniyorlar. Oğlanla iyice konuşuyor, ama yemek pişiriyor, oğlanla yemiyor. Bir böyle, beş böyle bununla yemiyor yemeği. Hocalar toplanıyor. Hoca oğlana:  —Aldığın hanımdan memnun musun? Diyor ki:  —Aldığımdan beri benimle yemek yemiyor. —O zaman onu gece gözle, diyorlar. Gece yatıyorlar, oğlan hiç uyumuyor. Gecenin bir yarısı kalkıyor kız, aldığı kispet* giriyor, bu çıkıyor evden. Bu oğlan da arkasından gidiyor. O gidiyor ama şeytan kılığında gidiyor gidiyor, mezarlıklara gidiyor. Oğlan da arkadan gidiyor. Bekçi soruyor:  —Nereye nereye?  —Şu kispetliyi takip ediyorum. —Onu ne takip ediyorsun, geceleri mezarlığa gelip ölülerin ciğerini yiyip gidiyor. —Ah öyle mi, deyip bu oğlan eve gidiyor.  Uyku uyumuyor. Oradan kız geliyor, kispetini çıkartıyor. Yatıyor bunun yanına, ama nasıl soğuk. Buz gibi, aralarına bir yastık koyuyorlar. Sabahtan yine kalkıp bir yemek pişiriyor bu karısı, kocası:  —Gel yemeğimizi yiyelim. —Yok ben yemeyeceğim, diyor. —Niye? —Ben yemiyorum, diyor. —Ben yemediğini biliyorum, diyor oğlan. Kadın beş parmağını oğlana uzatıyor ve parmaklarını. Bu çocuk bırakıyor: —Ben gideceğim, diyor.  Sudan gidince arkasından gelemeyeceğini biliyor. Sudan gidiyor. Çocuk da akşam vakti çıkıyor. Bu çocuk sonra memlekete denizden yüze yüze gidiyor. Karısı orda kalıyor, ona yetişemiyor. Gidiyor başka yere geliyor, orda da bir yere çırak oluyor. Yine orda duruyor. Birkaç gün gün sonra oradakiler onu çok seviyor ve evlendirmek istiyor. Müezzinlik yapıyor, camilere gidiyor oğlan:  —Bir hayırlısını alın bana, diyor. —Falancanın kızı var, onu alalım, diyorlar.  Gidiyorlar, alıyor kızı oradan, iyice mutlu oluyorlar. Neyse iki tane çocuğu oluyor biri kız, biri oğlan. Kucağına alıp oturtunca çocukları da evleri de güneşliymiş. Karısına diyormuş ki:  —Ben bir rüya gördüydüm zamanında. —Hayrola efendim?  —Böyle böyle bir yerde kucağımın birine ay, birine güneş doğduydu. Ben bunu söyleyecektim. Hiç “hayrola” demediler. Ben kaçtım, geldim. Şimdi sen bana hayırlı hanım oldun ya, çok şükür Allah’ıma, deyip dua ediyor. *Kispet: Yağlı güreşte pehlivanların giydikleri, belden baldıra kadar uzanan, dar paçalı meşin pantolon.
Hayırlı Rüya
Batman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[GÜLÜNCE YÜZÜNDE GÜLLER AÇILAN KIZ]   Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten … Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı, derken zamanın birinde bir hamamcıyla karısı varmış. Bunlar çok fakirlermiş. Kadın da hamileymiş. Kış gelmiş, çatmış. Kadının zengin bir bacısı varmış. Ona gitmiş: — Geleyim de sizin burada doğurayım. Bizim evde odun yok, çıra yok… Bu soğukta evde doğum yapamam, demiş. Zengin bacı, ablasını evine kabul etmemiş: — Git nerede doğurursan doğur. Eve almam, demiş. Bir zaman sonra kadın sancılanmış. Hamamcı: — Gel karı. Hamamda doğum yap. Hamam sıcak… Ne olacak, demiş. Karısını hamama götürmüş. Kadın bebeğini doğurmuş. Üç tane melek ad vermek için bebeğin yanına gelmiş. Meleklerden biri: — Güldükçe güller açılsın yüzünde, demiş. Biri: — Yürüdükçe ardında çayır çimen bitsin, demiş. Biri de: —Yıkandığın sular altın olsun, demiş. Sonra gitmişler. Hamamda bebek yıkandıkça yere altınlar dökülmüş. Hamamcıyla karısı zengin olmuşlar. Gel zaman, git zaman… Zengin bacı da hamile kalmış. Ablasının hamamda doğurup zengin olduğunu öğrendiğinden, demiş ki ablasına: — Abla hamamda doğurmak iyi olurmuş. Ben de gideyim sizin hamamda doğum yapayım. Olur mu? Kadının da gönlü alçakmış: — Git, doğur. Ne olacak bacı? Hamamı yiyecek değilsin ya, demiş. Zengin bacı da hamamda doğum yapmış. Yine üç melek gelmiş bebeğin yanına. Biri: — Güldükçe yüzünden boynuzlar çıksın, demiş. Biri: — Yürüdükçe ayağının altından çakır diken bitsin, demiş. Biri de: — Yıkandığın sular pislik olsun, demiş. Zengin kadının kızı yıkandıkça sular pislik olmuş. Kızın kendisi de çirkin olmuş. Bu kızlar büyümüşler. Padişahın oğlu yüzünde güller açılan kızı duymuş. Bu kıza dünürcü göndermiş. Hamamcı, kızını vermiş. Bir zaman sonra gelini almaya gelmişler. Düğüncüler yola çıkarken teyzesi: — Gelinin yanında gideyim ben de, demiş. Çirkin kızını da yanına almış, arabaya binmiş. Yolda giderken teyze, akşamdan hazırladığı, tuzlu çörekleri kıza yedirmiş. Biraz gidince kız susamış. Susamış ama nasıl susamış… Dayanamaz olmuş. Teyzesinden su istemiş. Teyze: — Dayan kızım, su içme! Burada bir tas su, bir göz… Bir tas su isteyelim de gözlerini mi verelim, demiş yalancıktan. Kız sabretmiş. Biraz daha gitmişler. Ama susuzluğu gittikçe artmış: — Yok! Yandı içerim. Gözlerimi veririm. Su istiyorum, demiş. Teyzesi, kızın gözlerini almış. Sakladığı yerden çıkarmış suyu, yeğenine vermiş. Gidecekleri yere yaklaşmışlar. Düğüncüler hoplayıp zıplıyorlarmış. Teyzesi, kıza: Şöyle biraz gidelim, demiş. Kızı götürmüş. Biraz uzaklaşınca bunu bir kayalığın deliğine itelemiş. Kız, gözleri görmediğinden orada kalmış. Teyze, düğüncülere yetişmiş. Kendi kızını donatmış, padişahın oğluna götürmüş. Padişah’ın oğlu: — Bana böyle demedilerdi. Kız çok güzel olacaktı. Ama neyse… Demek ki nasip buymuş, demiş. Çirkin kıza düğün yapmış. Öte tarafta bir adam kil eşerken yüzünde güller açan kızı görmüş. Ona: — Sen ne arıyorsun burada? Nesin, ins misin, cins misin? Necisin, diye sormuş. Kız: — İnsim de cinsim de… Seni yaratan Allah’ın kuluyum ben, demiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış. Kilci, kızı almış eve getirmiş. Olanları karısına anlatmış. — Hayrına kızı bir yıka karı. Sevaptır, demiş. Kilci, kil eşmeye gidince kilcinin karısı, kızı yıkamış. Başından akıttığı sular, leğene döküldükçe altın olmuş. Kilci ile karısı da zengin olmuşlar. O sene kış ağır geçmiş. Padişah atları besiye dağıtıyormuş. Kızın da evde oturmaktan canı sıkılıyormuş. Atların dağıtıldığını duyunca kilciye: — Bana da bir tane at getir, demiş. Kilci: — Sen ne yapacaksın atı? Nasıl bakacaksın, dediyse de, kız: — Ben beslerim onu, sen getir, demiş. Kilci gitmiş, padişahtan at istemiş. Padişah: — Hepsini dağıttık. Elimizde bir uyuz at kaldı, demiş. Kilci geri gelmiş: — At getirmedim. Bir uyuz at kalmış. Onu da ne yapacaksın? Besleyemezsin, demiş. Kız: — Sen getir. Uyuz olsun, ben ona bakarım, demiş. Kilci gitmiş, uyuz atı getirmiş. Kız aşağı iniyormuş. Yürüdüğü yerde çimenler büyüyormuş. At, peşinden gidiyormuş. O dolanıyormuş, at peşi sıra yayılıyormuş. Kıza iyice alışmış at. Bu arada, padişahın oğlu, bir gün çirkin kızdan gül istemiş: — Hani gülünce senin yüzünde gül bitiyordu ya… Gülü görelim, demiş. Çirkin kızın yüzünde güller açılmadığı için kız gülü verememiş. Padişahın oğlunu geçiştirmiş. Mevsimi de değilmiş gülün… Yüzünde güller açılan kız bunu duymuş. Yüzünde açılan güllerden kilciye verip göndermiş sarayın yakınlarına. Kilci: — Göze gül satarım! Göze gül satarım, diye bağırmış. Kızın teyzesi, kızını kurtarmak için kilciden hemen gülleri almış. Gözleri de vermiş. Çirkin kız, padişahın oğluna vermiş gülleri. Gülünce yüzünde açtığını söylemiş… Kilci gözleri getirip kızın gözüne takmış. Yalnız sağ gözü soluna, sol gözü sağına takıldığından şaşı olmuş kız. Bahar gelmiş. Kızın beslediği at, iyice semirmiş. Padişahın atları besiden toplanıyormuş. Padişahın adamları kızın atını almaya da gelmişler. At ahırdan çıkmıyormuş. Kız adım atarsa atıyormuş, yoksa yerinden kımıldamıyormuş. Adamları, padişaha: — Filan yere verdiğimiz atı getiremiyoruz. Bir kız beslemiş. O olmadan kımıldamıyor at, demişler. Padişah: — Kız ile beraber getirin atı, demiş. Atla beraber kızı da götürmüşler. Kız başından geçenleri, teyzesinin yaptıklarını anlatmış padişaha. Padişah: — Tavladan iki at çekin. Kızını birinin kuyruğuna, anasını birinin kuyruğuna bağlayın, gönderin, diye emir vermiş. Kızı oğluna almış. Kırk gün, kırk gece düğün yapmış onlara. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler…
Gülünce Yüzünde Güller Açılan Kız
Batman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
  [DEV İLE KIZ] Bir varmış, bir yokmuş. Adamın birinin üç kızı varmış. Adam bir gün şehre gidecekmiş. Kızlarına: — Kızlar şehre gidiyorum. Ne istiyorsunuz, demiş. Biri, üstüne elbiselik ısmarlamış. Biri, başına örtü ısmarlamış. Küçük kız: — Ben alıç istiyorum. Eğer alıcımı getirmezsen yoluna tozlu dumanlar çöke! Gelemeyesin köye, demiş. Adam gelmiş şehre. Elbiseliği almış, örtüyü almış, işini görmüş. Geri dönerken yolda küçük kızının ısmarladığı alıcı almayı unuttuğunu fark etmiş. Şehirden de epeyce uzaklaşmış imiş... — Görüyor musun, kızın alıcını unuttum, demiş kendi kendine. Yoluna da tozlu duman çöküyormuş. Orada bir alıç ağacı görmüş. Ağacı silkelemeye çıkmış. O arada dev gelmiş: — Şimdi seni yiyeyim mi? Sen niye benim ağacımı silkeledin? Bu ağaç benimdi, demiş. Adam korkusundan titreyerek: — Ne yapayım? Üç kızım var. Böyle böyle oldu. Alıcı unutunca yoluma tozlu duman çöktü. Yolu bulup da köye gidemiyorum. Bu ağacı gördüm. Alıcı alayım ki yolum açılsın da gideyim köye, demiş. Dev: — Kızını bana verirsen seni yemem. Yoksa yerim seni, deyince adam da: — İyi ya veririm! Ne yapayım? Ne zaman gelirsin, demiş. Dev: — Siz ne zaman ayran çorbası pişirirseniz ben, o zaman gelirim, demiş. Adam alıcı almış. Tozlu duman yoldan çekilmiş. Eve gelmiş. İki kızını çağırmış. Ismarladıklarını vermiş ellerine güzelce. Küçük kızına hiçbir şey söylememiş, alıcını da kaldırmış önüne atmış. Kız buna üzülmüş. Oturup ağlamış: — Babam niye ablalarımın ısmarladıklarını güzel güzel verdi de benimkini sinirle attı, demiş anasına. Anası kızına teselli vermiş. Sonra kocasına dönmüş: — Niye böyle yaptın adamcağız? O kız ne yaptı ki onun eşyasını kızarak önüne attın, demiş. Adam: — Niye atmayayım? Böyle böyle oldu… Dev kızı istedi ben de verdim. Yoksa beni yiyecekti, demiş. Evde kızılca kıyamet kopmuş. Bağrışmışlar, ağlaşmışlar. Ana: — Dev ne zaman gelecek, diye sormuş. Adam: — Siz ayran çorbası pişirdiğinizde ben gelirim, dedi, demiş. Bunlar bir zaman ayran çorbası pişirmemişler. Bir gün, zaman geçince unutmuştur diye pişirmişler. Dev çıkıp gelmiş. Kapıyı bacayı tıkamışlar, kilitlemişler. Dev kapıda bağırmış, çağırmış. Ama bunlar açmamışlar. O yana bu yana derken dev, bacaya çıkıp camı kırmış, başını içeri uzatmış: — Niçin kapıyı açmıyorsunuz? Hepinizi yiyeyim mi şimdi, demiş. —Sağırız, duymadık, demişler. Dev: — Hepiniz mi sağırsınız, demiş. — Hepimiz sağırız. İşitmedik ondan açmadık, demişler. Başka bahaneler de uydurmuşlar. Sonra devi içeri almışlar. Yedirip içirmişler. Sabahtan kızlarını yola hazırlamışlar, devin yanına katıp yolcu etmişler. Dev ile kız gitmişler gitmişler, devin evine yaklaşmışlar. Devin üç tane eniği* varmış. Enikler yolda bunları karşılamış. Dev enikleri kucaklamış, sevmiş. Birini bir omzuna koymuş, birini öbür omzuna. Ötekini de başına koymuş: — Sev bunları! Yoksa yerim seni, demiş kıza da. Kız korkusundan sevmiş enikleri. Eve varmışlar. Evin kırk odası varmış. Bu kırk odada, kimi canlı kimi ölü, kırk insanoğlu kilitliymiş. Anahtarları da devin sakalında asılıymış. Durmuşlar, oturmuşlar. Birkaç zaman sonra dev, kıza: — Karım değil misin? Gel, sakalımı bitle, demiş. Kız, devin sakalını bitlerken anahtarları görmüş: — Ne güzelmiş bu anahtarlar. Bana versene, demiş. Dev: — Yok, demiş vermemiş. Kız: — Karın değil miyim? Versen ne olur? Ben senin dediğini yapıyorum da, demiş. Dev anahtarları vermemiş. Ama kız, sakalını bitlerken devin uykusu gelmiş. Uyumuş. Kız, hemen anahtarları devin sakalından çözmüş, almış. Dev, bir gün nereye gitmişse gitmiş. Kız hemen odaların kapılarını açmaya başlamış. Yalnız devin enikleri eteğinden asılmış, bırakmamışlar kızı. Kız, dönmüş, bir kazan su kaynatmış. Enikleri kaynar suya sokmuş sokmuş çıkarmış. Tandırın yanına dizmiş. Enikler ölmüş. Sonra kız gitmiş, odaların hepsini açmış. Diriler çıkmış, ölüler kalmış. En son odada bir adam varmış. Bu adam, hemen bir kavak kesmiş. Kavağın içini oymuş, kızı da içine bindirip ırmağa göndermiş. Irmağın akıntısı, kızla kavağı götürmüş. Bu kavak, bir adaya takılmış, yeşermiş. Kız oraya yerleşmiş. Bir kadının keçisi varmış. Çoban da bu keçiyi otlatırmış. Keçi, bu kavağa dadanmış. Onun yeni yeşeren yapraklarını yermiş. Kız da oradan uzanıp keçinin sütünü emermiş. Keçi süt vermez olunca kadın, çobana demiş ki: — Benim keçim her gün sağılmış geliyor. Çoban: — Irmağın kenarında bir kavak var. Bu keçi, o kavağın yanına gidince memeleri boşalmış geliyor. Ben o kavağı keseceğim, demiş. Kavağı kesmeye gitmiş. Bakmış ki kavağın içinde bir kız, ay gibi parlıyor. Kız: — Ben emiyorum sütü. Beni babamın köyüne bırakırsan bu kavağı kes. Yoksa kesme, demiş. Çoban, kızı almış, eve getirmiş. Kadın, kızı görünce tanımış: — Bu kız, benim bacımın kızı ya, demiş. Kızı, babası evine kavuşturmuşlar. Yemiş, içmiş muratlarına geçmişler. *enik: Memeli hayvanların yavrusu
DEV İLE KIZ
Kocaeli
Marmara Bölgesi
  [AZRAİL İLE DELİKANLI] Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulları çokmuş. Çok konuşması gayet günahmış. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir köyde bir delikanlı yaşarmış. Delikanlının bir gün köyün pınarının başında oturuyormuş. Azrail at ile yanına yaklaşmış. Ama delikanlı bunun Azrail olduğunu bilmiyormuş. Azrail, delikanlıya selam vermiş ve ilerideki köye gideceğini söylemiş. Delikanlı: — Ben de o köye gidiyorum, beraber gideriz, demiş. Daha sonra Azrail atından inip pınardan su içmiş ve yola koyulmuşlar. Birlikte toplam yedi adım gelmişler. Köye vardıklarında delikanlı Azrail’e nereye misafir olacağını sormuş. Azrail ise: — Ben hiçbir yere misafir olmayacağım. Sen şu atı tut. Ben karşıdaki eve gidip hemen geleceğim, demiş. Bu arada delikanlıya: — Ben yokken sakın ata binme, demiş. Azrail eve girince delikanlı merak edip ata binmiş. Ata bindiğinde dünyanın bir tava şeklinde olduğunu ve eyere takılı olduğunu görmüş. Bunun üzerine hemen atın üstünden inmiş. Bu arada Azrail evden çıkmış ve delikanlının yanına gelmiş. Delikanlıya ata binip binmediğini sormuş. Delikanlı inkar etmiş, ama Azrail ona inanmamış. Bunun üzerine delikanlı bindiğini ve ne gördüğünü söylemiş. Daha sonra Azrail’e kim olduğunu sormuş. Azrail de kim olduğunu açıklamış. Bunu üzerine delikanlı: — Dur öyleyse. Bana ne zaman öleceğimi söyle, öyle git, demiş. Azrail ise delikanlıya evlendiği gece öleceğini söylemiş ve ortadan kaybolmuş. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş fakat delikanlı evlenmemiş. Annesi, babası, arkadaşları delikanlıya evlenmesi için ısrar etmişler. Fakat delikanlı evlendiği gece öleceği için evlenmek istemiyormuş. Aradan zaman geçtikten sonra ısrarlara dayanamayıp artık ne olacaksa olsun deyip evlenmiş. Düğün dernek kurulmuş ve delikanlı evlenmiş. Ancak düğün gecesi gelinin yanına yaklaşmamış. Bunun üzerine kız: — Niçin yanıma gelmiyorsun, diye sormuş. Delikanlı ise başına gelenleri karısına anlatmış. Olup biteni duyan kız: — Hele sen yanıma gel. Azrail gelirse ben onunla konuşurum, demiş. Delikanlı kızın yanına yaklaşınca kapı çalınmış ve Azrail gelmiş ve: — Ey emanet sahibi! Emaneti almaya geldim, demiş. Bunun üzerine delikanlı: — Bak gördün mü? Azrail canımı almaya geldi, demiş. Kız: — Ya Azrail gardaş! Benden Allah aşkı için niyaz eyle, biz bununla evlendik. Bizi muradımıza nail etmeyecek mi? Benden Allah aşkı ziyan eyle de canımızı alacaksan yine al, demiş. Azrail Allah’ın yanına giderek: — Ya Allah! İki genç muradına erecekmiş, kızın sana niyazı var, selamı var, bizi muradımıza nail eylesin, bir için suyla yedi adım yolun hatırı yok mu, diyor demiş. Allah bunun üzerine: — Git o kullarıma söyle onlara seksener sene, seksener gün, seksener saat ömür veriyorum, muratlarına nail olsunlar, demiş. Böylece iki genç mutlu ve mesut yaşamışlar.
Azrail İle Delikanlı
Kocaeli
Marmara Bölgesi
[KİRAZOĞLU İLE ALİ]   Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken; pireler berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Bir adamın üç tane kızı varmış. Ülkenin padişahı bir gün: — Kirazoğlu diye bir adam var. Onun parmağındaki yüzüğü kim getirirse dünyalığını vereceğim, diye tellal bağırtmış. Adam demiş ki: — Herkesin oğlu var. Benim yok ki gidip getirsin de bu fakirlikten biz de kurtulalım. Büyük kız hemen: — Ben giderim, demiş. Hazırlanmış. O gitmeden babası gidip köprünün altına saklanmış. Kız gelince: — Peeh, diyip kızı korkutmuş. Kız geriye dönmüş. Ondan sonra ortanca kız: — Ben giderim, demiş. Adam yine köprünün altına saklanmış. Ona da: — Peeeh, demiş. Korkmuş kız. O da geri gelmiş. Bu sefer küçük kız: — Ben giderim, demiş. Adam köprünün altına saklanıp: — Peeh! Püüh, dediyse de kız korkmamış. Atlamış ata, gitmiş. Gitmiş, gitmiş, gitmiş… Kirazoğlu’nun yaşadığı ülkeye yaklaşmış. Orada bir ihtiyara rastlamış. İhtiyar: — Nereye yolcusun? Necisin, demiş. Kız: — Ben Kirazoğlu’nun ülkesine gideceğim demiş. Adam: — Anaam! Ona kuş kanadı ve yılan göbeği ile gitmezsen nasıl gideceksin, demiş. — Ben gideceğim, demiş kız. Azmetmiş, gitmiş. Erkek kılığına girip Kirazoğlu’nun evine azap durmuş. Adını da Ali koymuş. Orada Kirazoğlu’nun anasıyla beraber mal görmüş*, ahır süpürmüşler… Her işi görürlermiş. Kirazoğlu’nun anası bir gün: —Ali yüzü, kız gözü Yaktı, yandırdı bizi Kolu bilezik yeri, Parmağı yüzük yeri Ali, kız, demiş oğluna. Oğlan: — Ana, Ali kız olur mu, yok, demiş. Anası: — La oğlum, kız bu, demiş. Oğlan: — O zaman bir halbur gül getirip yatağının altına serelim. Üstüne yatar da solarsa o kızdır, demiş. Ali’nin bir köpeği varmış. Hemen gidip söylemiş Ali’ye: —Bu gece yatağının altına gül dökecekler. Sakın girip yatma! Kız yatmamış. Sabah gidip yatağı kaldırmışlar. Gül olduğu gibi duruyormuş. Anası bir gün yine: —Ali yüzü, kız gözü Yaktı, yandırdı bizi Kolu bilezik yeri, Parmağı yüzük yeri Bu Ali, kız, demiş. Kirazoğlu: — Ne yapalım ya ana, demiş. — Oğul, karının canı çifttir. Bir gün sütü koyayım ocağa. Süpürgeyi de veriyim önüne. O, ot süpürgesi bağlarken süt kaynasın taşsın. Dayanamaz bakar, demiş anası. Yine köpek gelip haber vermiş: — Aman ha! Seni deneyecekler. Sütü ocağa koyup taşıracaklar. Süt taşıyor diye kalkıp ocağa bakmayasın! Ondan sonra sütü ocağa koymuşlar. Ali de orada süpürgeyle uğraşıyormuş. Süt köpürüp taşıyormuş. Ali arada bir kafasını çevirip bakıyormuş. Aslında canı gidiyormuş ama hiç oralı olmuyormuş. Süpürgesini bağlıyormuş. Kirazoğlu’nun anası gelmiş: — Oğlum, süt taşmış. Niye bakmadın demiş. Ali: — Amaan, ana sen de! Benim sütle işim ne? O karı işi, demiş. Kirazoğlu: —Bak ana gördün mü? O da olmadı. Ali kız değil, demiş. Bir zaman sonra Kirazoğlu’nun anası yine: —Ali yüzü, kız gözü Yaktı, yandırdı bizi Kolu bilezik yeri, Parmağı yüzük yeri Ali, kız, demiş. Oğlan: — Nasıl anlayacağız ana, demiş. — Oğul, ondan kolay ne var? Ali’yi hamama götür. Anlarsın, demiş anası. Kirazoğlu: — Ana tamam, sözünü tutacağım. Gidip hamamı tutacağım. Ali ile yıkanacağız. O zaman ortaya çıkar neyse, demiş. Gitmiş, hamamı tutmuş. İçeride kimse kalmamış. Kirazoğlu demiş ki: —Sen misafirsin. Evvel soyun da yıkan! Ali de demiş ki: — Yok, ağam. Sen yıkanmadan ben nasıl yıkanayım? Hele seni bir soyundurup suya sokayım. Üstünü başını katlayıp yerine asayım. Ondan sonra da gelir, ben yıkanırım. Kirazoğlu kanmış. Elbiselerle yüzüğünü Ali’ye vermiş. Ali kapıyı üstünden kilitlemiş, bir name yazmış: —Yaz geldim yaz giderim Güz geldim güz giderim Kiraz gözün kör olsun Kız geldim kız giderim Yüzüğü de almış, gitmiş. Kaç günde geldiyse gelmiş babasının evine. Kirazoğlu bakmış ki Ali gerçekten kız. Nameyi okuduktan sonra atına binip sürmüş. Kızın atının izini sürüp eve yetişmiş çabukça. Kız ocağın başında ablasının dizine yatmış: — Bacı, Kirazoğlu’nun sesi kulaklarımdan gitmiyor, demiş. O ara Kirazoğlu gelmiş. Ablası: — Kız, bir misafir geldi. Başını kaldır da bir bak hele, demiş. Başını kaldırınca görmüş ki Kirazoğlu arkasından gelmiş. Kirazoğlu, onların dünyalığını vermiş. Yüzüğün padişaha verilmesine gerek kalmamış. Yüzük ile kızı alıp gitmiş. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler. *mal görmek: Büyük baş hayvanları sulama ve yemleme; ahırı temizleme; hayvanların rahatça yatması için altlarına kuru gübre serme; gerektiğinde kaşağılama gibi uğraşları yapmak.
KİRAZOĞLU İLE ALİ
Denizli
Ege Bölgesi
[YAMERT İLE CÖMERT] Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemek günahmış az söylemek ise sevapmış. İki kardeş ve bir anneleri varmış. Öksüz kalmışlar. Bunlar biraz yetişince: — Anne biz çalışmaya gidelim işe gücümüz yetiyor artık, demişler. Anneleri de bu iki azık koymuş. Birine ayrı yemek birine ayrı yemek koymuş. Oğlanın birinin adı Yamert birinin adı Cömert imiş. Bir zaman iki kardeş yol almışlar. Acıktıkları zaman bir yol ayrımına gelmişler. Kardeşin biri: — Kardeş şurada biraz yemek yiyelim, demiş. Yamert, Cömert’e:  — Önce senin azığını yiyelim sonra da benim azığımı yeriz, demiş. Cömert’in azığını yemiş bitirmişler Yamert’in azığı kalmış. Bir müddet gittikten sonra yine acıkmışlar. Cömert, kardeşine:  — Kardeş acıktık şimdide senin azığını yiyelim, demiş. Yamert ise: — Yedirmeseydin, ben sana azığımı yedirmem, demiş. — Öyleyse şeytanından bul, bana Allah yol gösterir, demiş ve Cömert ayrı bir yola düşmüş. Bir müddet gittikten sonra dağın başında bir ağıl görmüş: — Yoruldum, şuraya biraz yatayım, dinleneyim, demiş. Oraya varmış ve yüksekte bir yere yatmış. O gün de kurtlar hep o ağılda toplanırmış. Gelen kurt gelmiş. Gelen kurt gelmiş, ama Cömert çok korkmuş. Yukarıda olduğu için kurtlar onu hiç fark etmemişler. Kurtlar bir tanesi demiş ki: — Hadi gelin bugün başımıza gelen fıkraları anlatalım, demiş. Bu arada topal kurt da gelmiş kapının arkasına yatmış. Topal kurt demiş ki: —Bu insanoğlunun hiç aklı yok. Falan yerde bir dağarcık dolusu altın var. Orda sıçan oynuyor, içine çekiyor. Oradan altınları almayı bilmiyorlar. Başka bir kurt da demiş ki: —Bir köyde hiç su yoktur. Dev geliyor, pınarı gözüne yatıyor, her sene bir kızı yiyor. O devi öldürüp de suyu akıtmayı bilmiyorlar. Bir kurt da demiş ki: —Padişahın kızı hastadır. Ölme derecesinde yatıyor, çok perişan. Kara kediyi kesip de kanını kızın vücuduna çalıp diriltmesini bilen yoktur. Cömert ise bunları dinlemiş ve uykuya yatmış. Sabah olmuş. Çekilen kurt gitmiş. Çekilen kurt gitmiş. Onlar biraz uzaklaştıktan sonra cömert de kalkıp gitmiş. Onların tarif ettiği yere varınca bir dağarcık lirayı görüyor. Altınları oradan alıyor. Onların tarif ettikleri köye varıyor. Bir gelinin oturduğu bir eve yaklaşıyor ve geline: — Bacı, bana bir su versene, demiş. Gelin evin içinde dolanıyor, çevriniyor, evde hiç su bulamıyor. Cömert niye su vermiyorsun diye sorunca gelin cevap veriyor: — Suyun gözünde bir dev yatıyor. Senede bir gün su dolduruyoruz. Şimdi de devin günü yaklaştı. Bizlerden bir kız yiyecek ki bu sayede kırk gün uykuya dalıyor, biz de suyumuzu dolduruyoruz. Bir sene yetecek şekilde. Şimdi de gün yaklaştı, bu yüzden suyumuz bitti, diyor. Cömert: — Ben devi öldürürsem bana ne verirsiniz, diye soruyor. Gelin: — Evin anahtarı dahil her şeyi sana bağışlarız. Diğerlerinin de ne vereceğini bilmiyorum diyor. O gün de yenme sırası bir padişahın kızında imiş. Cömert kılıcını yanına alıyor. Kızı da donatıp düzeltiyorlar. Dev kızı yiyecek ki kırk gün kırk gece uykuya yatacak. Dev: — Oh ne güzel, bu sefer nasibim çift çıkıyor, diyor. Cömert kız ile birlikte yanına varıyor. Cömert devin yanına gelince kılıcı devin alnına vuruyor ve ortadan ikiye bölüyor. Millet, oğlana: — Ne dilersen dile, diyorlar. Oğlan: — Sağlığınızı dilerim, diyor. O köyden hiçbir şey almadan çekip gidiyor. Kızı hasta olan padişahın köyüne geçiyor. Köye varıyor ve ahaliye: — Bir hastanız varmış. Bir de ona ben bakayım diyor. Kızın da anası: — O kadar doktor geldi, onlar bilemedi de bu dilenci mi bilecek, diyor. Babası içerden konuşulanları duyuyor. Karısına: — Hanım, herkesin bir bildiği vardır, çağır yanıma gelsin, diyor. Cömert geliyor ve bir kara kedi istiyor: — Bir kız, bir Allah, bir de ben kalacağım, diyor. —Tamam, diyor padişah. Annesinin gönlü olmuyor; ama padişah karısını dinlemiyor. Ayrıca padişahın kızını kim iyi ederse padişah kızını ona verecektir. Cömert, kediyi kesiyor ve kanını kızın vücuduna sürüyor. Kız uykudan uyanıyor. Herkes odaya doluyor. Padişah:  — Ben Allah’ın huzurunda vaat ettim kızımı sana vereceğim, diyor. Cömert bu duruma memnun oluyor, çünkü fakirlikten canı yanmıştır. Kendi binasının yanıma damadıyla kızı için bir bina daha yapıyor. Onlar orda yiyip içedursunlar, gel haberi nerden verelim. Yamert’den. Cömert evlendi gayri. O da kardeşine haksızlık yaptığı için dolaşa dolaşa fakir düşüyor. Üzerindeki bir ipliği çeksen kırk yamalığı dökülüyor. Oraya toplaya toplaya dilenmeye geliyor. Kardeşini tanıyor: — Kardeş sen nasıl bu hale geldin, diye soruyor. — Senden ayrılınca falan yerde bir ağıla rastladım. Senede bir kurtlar toplanırmış oraya. Onlar birbirleriyle konuştu. Bende onları dinledim. Sonra altını aldım. Devi öldürdüm, padişahın kızını iyileştirdim. Bu hale geldim, diyor. Yamert: — Ben de gitsem böyle olur muyum acaba, diyor. Cömert de: — Olursun inşallah, diyor. Yamert, ayrıldıkları yolun yerinden tarifine göre geliyor ve ağıla giriyor. Bir direğin kenarına yaslanıyor. Gelen kurt geliyor. Gelen kurt geliyor. Topal kurt da topallaya topallayarak geliyor. Kapının arkasına yatıyor. Bir tanesi: — Haydi başımıza gelenleri yine anlatalım, diyor. Biri de diyor ki: — Geçenki toplantımızda burada bir insanoğlu varmış. Bizim söylediklerimizi bütün dinlemiş ve zengin olmuş, diyor. Bir tanesi de: — O zaman gelin bir arayalım, diyor. Bakıyorlar ki direğin dibinde bir adam kısılmış duruyor. Hemen kurtlar başına birikip onu yiyorlar. Hoş muradına geçiyorlar. Haksızlığın sonu da harap oluyor. Hikâyede burada bitiyor.
YAMERT İLE CÖMERT
Denizli
Karadeniz Bölgesi
[ÜÇ YUMURTA]   Varmış yokmuş, bir padişah varmış. Bu padişahın oğlu olmazmış. Padişah: — Allah’ım sen bana bir oğul ver, şu çeşmeden kırk gün yağ ile bal akıtacağım, demiş. Oğlu olmuş padişahın. Bir gün bir koca nene su almaya giderken padişahın oğlu koca nenenin testisinin kapağını kırmış. O gün nene: — Üç yumurtanın hışmından gidesin oğlum, demiş. Padişahın oğlu, üç arkadaşıyla gezerken bir çobana rast gelmişler. Çobana üç yumurtayı sormuşlar. Çoban da: — Şu üç tepenin başındadır. Yalnız bulunca kırmayın. “Gak” der su, “gık” der ekmek veremezsiniz kuş olur, uçar, giderler, demiş. Yola koyulmuşlar iki tepenin başında buldukları iki yumurtayı kırmışlar. Yumurtalardan güzeller güzeli kızlar çıkıp “ga” deyip su, “gı” deyip ekmek bulamayınca kuş olup uçmuş gitmişler. En son padişahın oğlu yumurtayı alıp çeşmenin başında kırmış. Ekmeğini, suyunu da verince kız kalıvermiş. Padişahın oğlu kıza kendisini burada beklemesini söylemiş ve babasını, annesini getirmeye gitmiş. Bu sırada padişahın beslemesi atları sulamaya gelmiş. Atlar kavağın tepesindeki güzel kızın şavkından ürkünce besleme onu görmüş. Kıza kim olduğunu sorunca kız: — Padişahın oğlu benimle evlenecek. Şimdi de anasını babasını getirmeye gitti. Ben de onu bekliyorum, demiş. Besleme bir kurnazlık düşünerek: — Beni de onlar gönderdi, senin saçlarını yapacağım, deyince kız: — Eğil kavağım eğil, demiş. Kavak eğilmiş, — Doğrul kavağım doğrul, demiş, kavak doğrulmuş. Güzel kız, beslemeye: — Boynumda bir tüy var. Sakın onu çekmeyesin, kuş olur uçar, giderim, demiş. Besleme tüyü çekmiş ve kız kuş olup uçmuş gitmiş. Aradan biraz zaman geçince padişahın oğlu anasıyla, babasıyla gelmiş. Oğullarının güzel dedikleri çirkin beslemeyi görünce anne ve babası çok şaşırmış. Padişahın oğlu neden böyle olduğunu sorunca besleme: — Gün vurdu ağardım, güneş vurdu karardım, diyerek padişahın oğlunu kandırmış. Davullu zurnalı kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Günlerden bir gün padişahın oğlunun bahçesine bir kuş musallat olmuş. Kuş her gelişinde: — Padişahın oğlu uyuyor mu, diye sorar. Uyuyor dediklerinde ise: — Uyusun uyusun, konduğum dallar kurusun, der uçarmış ve o dallar kururmuş. Besleme bu durumu fark etmiş ve kuşun güzel kız olduğunu anlamış. Dallara yapıştırıcı döktürüp kuşu yakalatmış. Padişahın oğluna: — Bu kuşu kesip kanını hiçbir yere damlatmayacaksın, demiş. Padişahın oğlu yok dese de karısının inadını kıramamış, kuşu kesmiş. Kuşun bir damla kanı eşiğin dibine damlamış. Kanın damladığı yerden bir servi kavak büyümüş. Bu sefer de: — Bu kavak kesilecek, hiçbir parçası da hiç kimseye verilmeyecek, demiş. Padişahın oğlu yapmak istemese de ağacı kestirmiş. Oradan geçen koca nene: — Oğlum, padişahın oğlu testimin kapağını kırdı, bir kapaklık verin, demiş. Testiye kapak yaptıran nene evine gitmiş. Koca nene dolaşır gelir ki; evi temizlenmiş, bulaşıkları yıkanmış… Bu durumu merak eden nene bir gün pencereden ne olduğuna bakmış. Kız testiden çıkarken nene yakalamış. Kız neneye durumu anlatmış. Tellallar: — Padişahın oğlunun atları dağıtılacak, herkes bahara kadar bir atı besleyecek, demişler. Bunu duyan kız, koca neneyi göndermiş: — Sen de bir at al da gel, demiş. Koca neneye de en uyuz, en zayıf atı vermişler. Güzel kız abdest aldığı suyu bahçeye serpmiş. Su serptiği yerler yeşermiş ve atı beslemiş. O uyuz at olmuş küheylan. Atlar toplanırken bu at gitmek istememiş. O sırada güzel kız ata vurmuş: — Sahibinden ne gördüm ki, senden ne göreyim, demiş. Padişahın oğlu bu durumdan şüphelenmiş, tellal bağırttırıp ülkenin bütün kızlarını bulgur seçmeleri için saraya çağırtmış. Kızlar bulgur seçerlerken birbirlerine dertlerini anlatmaya başlamışlar. Israr edince güzel kız da başından geçenleri bir bir anlatmış Padişahın oğlu bunları duyunca karısının yanına gitmiş: — Kırk katırla mı gidersin, kırk satırla mı, diye sormuş. Besleme: — Kırk katırla eştire eştire* giderim, demiş. Padişahın oğlu katırın bir ayağına bir teneke, öteki ayağına da beslemeyi bağlamış, katırı sürmüş. Daha sonra kırk gün kırk gece düğün kurulmuş ve padişahın oğlu güzel kızla evlenmiş. Onlar yemiş, içmiş, yerin dibine geçmiş, siz de yiyin için muradınıza geçin. *eştirmek: Koşturmak  
Üç Yumurta
Tokat
Karadeniz Bölgesi
[İYİLİĞE GÜZELLİK Bir varmış, bir yokmuş, pire tellal iken, deve berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir adam varmış. Bu adamın mutlu bir evliliği varmış. Bir süre sonra karısı ölmüş. Daha sonra kadının biri adamın oğluna: — Babana söyle, beni nikâhına alsın, demiş. Adam daha sonra kadınla tanışır, onu nikahına alır. Adam çobanlık yapıyormuş. Güzel de bir kızı varmış. Aynı şekilde kadının da kızı varmış. Bir zaman kadın adamın kızına iyi davranmış ama sonra adam: — Artık sen çobanlık yapmaktan vazgeç, kızın çobanlık yapsın, demiş. Adam da: — Ben, kız çocuğunu çöllere göndermem, der. Fakat bir türlü kadını ikna edemez ve onu göndermek zorunda kalır. Kız bir gün koyunları sürmek için hazırlanır. Üvey annesi bir torba da pamuk verir. — Bunu da iplik yapacaksın, der. Sürünün içinde bir de inek varmış, adı da kırmızı inekmiş; sürüyü koruyormuş. Kız başlıyor pamuğu eğirmeye. Pamuğu eğirdikten sonra rüzgâr alıp götürür. Kız pamuğu aramaya çıkar. Sonra yolun kenarında oturan bir kadın görür. Kadına: — Buradan hiç yün yumağı geçti mi diye sorar. Kadın: — Gel, başımdaki bitleri seç, sonra yünün yerini göstereceğim, der. Kız kadının başındaki bitleri ayıklarken yan tarafta bir tabak susam görür. Bitleri ayıklarken arada susamı da ağzına atarak: — Tadı ne güzelmiş deyince, kadın: — Yeter kızım, der. Sonra ona: — Git falan yerde otur, başını yere koy, karayel estiği zaman başını yere koy, kıbleden esen rüzgâr estiği zaman başını kaldır, der. Kız kadının dediğini yapar. Öyle yaptığı zaman alnında güneş, çenesinde de ay çıkar. Kız kendini öyle görünce korkar. Yüzünü çamura bular. Sonra hazırlanır, hayvanlarını toplayıp eve doğru yola koyuluyor. Kız eve geldiği zaman üvey annesi kızın yorgunluğuna bakmadan kızı dövüp: — Bu yüzünün hali nedir diye sorar. Üvey anne bakar ki kızın yüzünde güneş ve ay var. Kıza sorar: — Bu yüzündekiler nedir nasıl oldu diye... Kız başından geçenleri anlatır. Kadının o gece uykusu gelmemiş, sürekli düşünmüş. Bu defa kadın, kendi öz kızını gönderir. Kızına yemek hazırlar, ona yardım eder, çöle kadar hayvanları götürür. Kız hayvanlara sahip çıkmaz. Kız başlar pamuğu eğirmeye. Onun pamuğu da rüzgâr tarafından götürülür. Kız, aynı o kadını görür. Kadın ona da diğer kıza söylediğini söyler. Ama kızın midesi bulanır. Kadına tekme atar ve bir tarafa itekler. Kadın bu hareketi üzerine ona da rüzgâr hikâyesini anlatır, fakat ona tam tersini yapmasını söyler. — Karayel estiği zaman başını kaldır, kıbleden esen rüzgâr estiği zaman da başını yere koy, der. Böyle yapınca bakar ki çenesinden ve alnından et fazlalıkları çıkmış. Utancından yüzünü örter ve eve doğru yola koyulur. Annesi heyecanla başından ve yüzünden örtüsünü çekmiş ve: — İnşallah senin yüzünde diğer kızın ki gibi güzel olmuştur, demiş. Sonra kız ağlamaya ve başından geçenleri anlatmaya başlamış. Bütün suçu sürüyü korumakla görevli kırmızı ineğe atmış. Annesi, kocasına: — Bu ineği keseceksin, der ama adam kesmek istemez. En sonunda adam karısıyla baş edemez ve ineği keserler. Kırmız inek dile gelir ve güzel kızı yanına çağırır: — Beni kesecekler, etimi kavurma yapacaklar; sana lezzetli et olacağım ama onlara zehir. Bir kemiğimi atma, derimin içinde sakla, sana lazım olacak! İnek kesilir. Eti kıza dediği gibi lezzetli gelir, diğerlerine de zehir gibi. Etin böyle acı olduğunu görünce eti atmaya karara verirler. Kız: — Atmayın, ben yerim, der. Kız eti yedikçe güzelleşip kilo alır. O zamanın padişahının düğünü olur. Kadın ve kızı da düğüne gideceklerdir, fakat üvey kız gelmesin diye direğe bağlarlar. Onlar gittikten sonra kız bir çaresini bulup bağlarını çözer ve aklına ineğin derisinin içine sakladığı kemik gelir. Oraya gidip bakar ki kemik altın, ayakkabı, kıyafet gibi şeylere dönüşmüş. Kız bunları giyip kuşanıp düğüne gider. Düğün bitiminde evine gelir, fakat padişahın oğlu onu çok beğenir ve nereye gittiğini merak eder. Hizmetçilere onu bulmaları için emir verir. Kız annesi ve üvey kardeşinden önce eve varır, eski kıyafetlerini giyer ve kendini direğe bağlar. Hizmetkâr onu takip eder ve evini öğrenir. Kızın güzelliği ve yüzünün aydınlığı bir gün ışığı kadarmış. Onu alıp padişahın oğluna götürürler. Oğlan çarşıya gidip çeyizinin alınması için yine emir verir. Fakat kız: — Benim çeyizim hazır, der ve onları ineğin derisinin içinde sakladığı kemiğin olduğu mağaraya götürür. Orada görürler ki ineğin derisinin içi altınla dolu. O altınları alıp eve götürürler ve evlenip mutlu mesut olurlar.
İyiliğe Güzellik
Batman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[PADİŞAHIN ÜÇ GELİNİ] Bir varmış, bir yokmuş; bir padişah varmış. Bu padişah bir gün tellal bağırttırmış ki hiçbir yerde ışık yanmayacak diye. Sonra padişah bu kurala uyuluyor mu diye adamlarını, evleri kontrol etmek için göndermiş. Adamlar gezinirken bir tepede bir evin ışığının yandığını görmüşler. Hemen apar topar padişaha haber vermişler. Padişah da o evde neler olup bittiğini öğrenmek için adamlarını oraya göndermiş. Adamlar gelip kapıdan olup biteni dinlemişler. O evde üç tane öksüz kız kardeş yaşarmış. Kilim dokurlarmış. Üçü kendi aralarında konuşuyorlarmış. Padişahın üç oğlu varmış. Kızlardan en büyüğü: — Padişah beni en büyük oğluna alsa bir kilim dokurum ki bir tabur asker oturur da daha da yer bile artar. Ortanca kız kardeş: — Padişah beni ortanca oğluna alsa bir pilav pişiririm ki bir tabur asker yerde yine de artar, demiş. Küçük kız da: — Padişah beni en küçük oğluna alsa bir altın perçemli kızla bir altın perçemli erkek doğururum, demiş. Adamlar duyduklarını padişaha anlatmışlar. Padişah da düşünür, taşınır bu kızları oğullarına almaya karar verir ve onları evlendirir. Aradan zaman geçince padişah büyük gelinine: — Hadi bakalım, şu kilimi dokuda görelim, demiş. O da: — Aman padişah, öyle kilim dokunur mu o lafta kaldı, demiş. Padişah bu sefer ikinci gelinine sormuş: — Hadi gelin şu pilavı pişir de görelim, demiş. İkinci gelin de aynı cevabı vermiş. Üçüncü gelin zaten hamileymiş aynen söz verdiği gibi. Doğum zamanı gelmiş. Büyük ablaları onu kıskandıklarından doğumu onlar yaptırmışlar. Gelinin dediği gibi altın perçemli bir kızla altın perçemli bir oğlan doğurmuş. Bunu gören ablaları çocukları bir sandığa koyup nehre atmışlar. Padişaha da işte küçük gelinin iki tane köpek yavrusu doğurdu demişler. Kıskandıkları için çocuklar yerine köpekleri gösterirmişler. Padişah da şehrin en işlek yerine kadını ve köpek yavrularını oturtmuş. — Bakın ey ahali, bu kadın köpek doğurdu, gelen geçen yüzüne tükürsün, demiş. Bu arada ırmağa atılan bebekleri iki oduncu bulmuş. Bir oduncu: — Sandıktan mal çıkarsa benim! Diğer oduncu da: — Cansa benim, demiş. Çünkü hiç çocuğu olmuyormuş. Sandığı açtığında çocukları gören oduncu çok sevinmiş ve çocukları alıp evine götürmüş. Çocukları büyütmüş. Oduncu ile karısı ölmüş. Onlar ölünce bütün yük erkek çocuğun üstüne kalmış. Bir gün avlanmaya çıkmış. Bu arada padişah da adamları ile birlikte avlanmaya çıkmış. Padişah çocuğu görmüş ve görür görmez kanı kaynamış. Birkaç kere gördükten sonra padişah onu saraya yemeğe çağırmış. Çocuk: — Benim bir kız kardeşim var, demiş ve başından geçenleri anlatmış. Çünkü oduncu ona olan biteni anlatmış. Padişah da: — Olsun onu da getir, demiş. Çocuk yolda dalgın dalgın giderken karşına yaşlı bir adam çıkmış. Yaşlı adam neden dalgın olduğunu sormuş. O da padişahla olan bütün konuşmalarını anlatmış, beni neden çağırıyor diye. Yaşlı adam çocuğa bir at vermiş ve bir de yol göstermiş: — Ama oradan çıkana kadar arkana bakma. Arkanı dönersen seni cinler boğar, öldürür. Ama bakmazsan dünya güzeli bir huri atının arkasına biner, demiş. Çocuk arkasına bakmadan gitmiş. Sonra atının arkasına bir huri binmiş ve eve gitmişler. Çocuk her şeyi huri kıza anlatmış. O da: — Merak etme, her şey güzel olacak, demiş. Öbür taraftan padişah her şeyi gelinlerine anlatmış. Onlara: — Yarın için yemeğe çağırdım, çok güzel yemekler yapın, demiş. Gelinler bunu duyunca çocukların kendilerinin ırmağa bıraktığı çocuklar olduğu anlamışlar. — Biz ne yapalım da onları öldürelim, diye düşünmüşler ve yemeklere zehir atmaya karar vermişler. Nihayet o gün gelmiş erkek çocuk, kız çocuk ve huri sarayın yolunu tutmuşlar. Huri, çocuklara meydandan geçerken: — Orada bir kadın ve yanında köpek yavruları var, ona gelen geçen tükürüyor. Siz sakın tükürmeyin, çünkü o sizin annenizdir, demiş. Çocuklar oradan geçerken kadın çocukların kendi yavruları olduğunu anlamış. Sonra arkalarından: — Yavrum, yavrum, diye bağırmış. Sonra çocuklar saraya varmışlar sofralar açılmış, yemekler konmuş ve sofraya oturmuşlar. Huri kız her şeyi bildiği için: — Önce şu kediye verelim de sonra biz yiyelim, demiş. Kedi yemeği yer yemez ölmüş. Padişah şaşırmış. Huri kız her şeyi anlatmış. Padişah gelinleri konuşturmuş. Onlar da her şeyi itiraf etmişler. Padişah onları kırk katırın kuyruğuna bağlatmış, parça parça ettirmiş. Sonra öbür gelini getirmişler. Bir güzel yıkamışlar. Padişah, huriyle torununu evlendirmiş. Çok mutlu bir hayat sürmüşler.
PADİŞAHIN ÜÇ GELİNİ
Amasya
Karadeniz Bölgesi
  [MERAKLI KIZ VE KURT] Bir varmış, bir yokmuş. Annesi ve babasıyla birlikte çok uzaklarda yaşayan meraklı bir kız varmış. Bu kız bir gün arkadaşlarıyla oyun oynarken arkadaşları kardeşlerinden söz etmişler. Bunun üzerine meraklı kız oyunu bırakıp hiç kardeşinin olmamasına üzüle üzüle eve gitmiş. Annesine: —Anne benim neden kardeşim yok, diye sormuş. Annesi kızın çok üzüldüğünü görünce gerçeği anlatmaya karar vermiş. —Aslında senin çok uzaklarda, yedi dağın arkasında yaşayan yedi erkek kardeşin var, demiş. Kız hemen annesine: —Ben onların yanına gitmek istiyorum. Oraya nasıl giderim, diye sormuş. Annesi de: —Kızım gidip toprak getir, sana bir eşek yapayım. Ona binip git ama eşeğini hiçbir zaman durdurma, durduğunda eşek yıkılır ve sen yolda kalırsın, demiş. Bunun üzerine kız annesine toprak getirmiş. Annesi ona topraktan eşek yapmış. Kız eşeğe binip yola koyulmuş. Epey gittikten sonra yolda parlak bir kâğıt görüp merak etmiş ve eşeğini durdurmuş. Eşeğini durdurduğu anda eşek yıkılmış. Annesinin dediklerini hatırlamış. Hemen eve dönüp annesine olanları anlatmış. Annesi kızına tekrar bir eşek yapmış. Kızını bu kez daha sıkı tembih etmiş. Kız eşeğine binip bu defa annesinin sözünü dinleyip eşeğini hiç durdurmadan ağabeylerinin evine varmış. Kız içeri girmiş ama evde kimse yokmuş. Çünkü ağabeyleri avcılıkla geçinirmiş, bu yüzden her gün ava giderlermiş. Kız, ev çok kirli olduğu için evi temizleyip düzenlemiş. Ağabeylerine yemek yapmış. Akşam olunca da ağabeylerinden korktuğu için saklanmış. Ağabeyleri geldiklerinde ise temizlenmiş evi, yapılmış yemekleri görünce şaşırmışlar. Kimin bu evi bu hale getirdiğini merak etmişler. İçlerinden birinin elini kesip onun uyanık kalmasını sağlayarak evi temizleyen kişiyi görebileceklerine karar vermişler. Bunun üzerine en küçük kardeşlerinin parmağını kesip üzerine tuz serpmişler. O da bu acıyla uyanık kalıp beklemiş. Kız geç saatte ortaya çıkmış. Bekleyen kardeşi onu görmüş ve yakalamış. Ağabeylerine haber vermiş. Kız: —Bana bir şey yapmayın, ben sizin kardeşinizim, diye ağlayıp sızlamış. Ağabeyleri de: —Sen bizim kardeşimizsen neden saklandın? diye sormuşlar. Kız: —Sizden çekindiğim, korktuğum için saklandım, demiş. Daha sonra kardeşler birbirlerini bulduklarına çok sevinmişler ve hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Ağabeyleri her çıktıklarında kıza: —Kapıyı kimseye açma. Buralarda bir kurt var, seni kandırıp yer. Parmağını uzat da yüzük takayım der, sen sakın kurdun dediklerini yapma. Ne olursa olsun kapıyı açma, şeklinde tembihlerlermiş. Kurt ise her gün ağabeylerin evden çıkmasını bekliyor ve her gün gelip kızı kandırmaya çalışıyormuş. Kurt, kızın ağabeyleri gittikten sonra kapıyı çalmış ama kız açmamış. Kurt kızı başka isimler, başka sesler kullanarak kandırmaya çalışmış. Kız ise ağabeylerinin sözünü hatırlayıp kapıyı açmamış. Kurt: —O zaman parmağını uzat da yüzük takayım, demiş ama kız yine hayır demiş. Kurt her gün bu şekilde gelip gitmiş. Kız bir gün çok merak ettiği için parmağını uzatmış. Kurt kızın parmağını emmiş. Bu günlerce devam etmiş. Kurt kızın parmağından kızın kanını içtiği için kız gün geçtikçe zayıflıyormuş. Kızın bu durumunu gören ağabeyleri kıza: —Sen niye zayıflıyorsun? Yoksa anneni babanı mı özledin? diye sormuşlar. Eğer öyleyse seni geri götürelim, demişler. Kız: —Yok beni geri götürmeyin, annemi babamı özlemedim, demiş. Ağabeyleri niye zayıfladığını tekrar sorunca kız olanları anlatmış. Ağabeyleri de sonraki gün kurda bir tuzak kurup kurdu yakalamışlar. Sonra da mutlu yaşamlarına devam etmişler.
Meraklı Kız ve Kurt
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
  [FESLEĞENCİ KIZ] Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkenin birinde fesleğenci bir kız varmış. Bu ülkenin padişahının da bir oğlu varmış. Padişahın oğlu bir gün bu fesleğenci kızı camdan görmüş. Ertesi gün yine camdan bakınca kızın fesleğenlerle uğraştığını, neredeyse gününün tamamını fesleğenlerle uğraşarak geçirdiğini görmüş. Yanına gelip ona: — Fesleğenci kızı, fesleğenci kızı! Gece gündüz fesleğenlerle ilgilenirsin, fesleğenin yaprağı kaç, demiş. — Dünyanın hâkiminin oğlu! Gece gündüz okuyup yazarsın, gökteki yıldız kaç? Gökteki yıldız sayılır mı ki fesleğenin yaprağı sayılsın, demiş. Padişahın oğlunun daha öncesinden fesleğenci kıza duyduğu sevgi onun bu sözlerinden sonra daha da artmış. Ona fena halde âşık olmuş. Kız da ona karşı boş değilmiş. Çocuk durumu babasına açmış. Koskoca bir ülkenin padişahı olan babası fesleğenci kıza âşık olmasına çok kızmış. Onların evlenmemesi için elinden gelen her şeyi yapmış. Fakat yine de padişahın oğlu orada gizlice fesleğenci kız ile evlenmiş. Yeraltında gizli bir yer yaptırmış. Fesleğenci kız ile buluşuyormuş. Babası oğlunun fesleğenci kız ile evlendiğini ve yeraltında bir yerde gizlice görüştüğünü görmüş. Oğlunun, kendi sözünü dinlemeyip fesleğenci kız ile evlenmesi padişahı iyice sinirlendirmiş. Oğluna askerlerinin başında sefere gitmesi gerektiğini söylemiş. Padişahın oğlu da ülkenin iyiliği için askerlerin komutanı olarak savaşa gitmiş. Padişahın oğlu sefere gidince elbette padişah da boş durmamış. Oğlu ile fesleğenci kızın arasını açmak için elinden geleni yapmış. Fesleğenci kız hakkında dedikodu çıkartarak halkı ona karşı kışkırtmış. Bu dedikodulardan ötürü kız sokağa çıkamaz olmuş. Yeraltındaki yerinden çıkamamış. Bu arada çocuğu olmuş, çocuğu tek başına doğurmuş ve ona tek başına bakmış. Aradan birkaç yıl geçmiş. Padişahın oğlu seferden geldiğinde fesleğenci kız hakkında anlatılanları duymuş ve doğruca onun yanına gitmiş. Fesleğenci kız hakkında söylenenlerin dedikodu olduğunu söylemiş ama padişahın oğlu kendini anlatılanlara o kadar kaptırmış ki fesleğenci kıza inanmak gelmemiş içinden. Onu öldürmemiş, onun ülkeyi terk edip başka bir ülkeye gitmesini istemiş. Kız çaresiz oğlunu da alıp ülkeyi terk etmiş. Bu duruma en çok padişah sevinmiş. Oğlunu kendi istediği bir kızla evlendirmiş. Başından beri oğlunun bu kızla evlenmesini istiyormuş, nihayet o da kız da amaçlarına ulaşmış. Padişahın oğluyla evlenen kız iyi biri değilmiş. Amacı padişahı öldürüp ülke yönetimine ortak olmakmış. Saraya yerleştiği ilk günden beri padişahın sağlığını bozmak için çalışmalara başlamış. Padişahın yemeğine her gün azar azar zehir katıyormuş. Bir gün padişahın oğlu onu mutfakta yemeklere zehir koyduğunu görmüş. Bunu babasına söylemiş: fakat babası böyle bir şeyin olabileceğine pek ihtimal vermemiş. Kendi gözleriyle durumu görmek için ertesi gün mutfağın kapısının önünde beklemeye başlamış. Kız mutfağa gelmiş, koynundan çıkardığı şişedeki zehrin tamamını padişahın yemeğine boşaltmış. Daha sonra kendi elleriyle padişaha yemeğini götürmüş. Durumdan haberi olan padişah, kızın getirdiği yemeği yememiş, ona zorla yedirtmiş. Kız yemekten bir kaşık aldıktan sonra ölmüş. Padişah kendisine güvenip de oğluyla evlendirdiği kızın böyle bir şey yaptığını görünce fesleğenci kıza iftiralar attığı için kendini suçlu hissetmiş. Oğluna gerçekleri anlatmış. Fesleğenci kız hakkında anlatılanların yalan olduğunu, fesleğenci kız hakkında söylenenleri kendisinin uydurduğunu söylemiş. Bunları duyan padişahın oğlu çok sevinmiş. Padişah kendisine gelin olmayı fesleğenci kızın hak ettiğini söylemiş. Gelininden özür dileyip hakkını helal ettirmek istiyormuş. Bu padişahın son isteğiymiş. Padişahın oğlu da babasının son isteğini yerine getirmek için askerleriyle birlikte fesleğenci kızı aramaya koyulmuş ve nihayet fesleğenci kızı ve çocuğunu küçük bir kulübede bulmuş. Fesleğenci kızdan özür dilemiş. Hakkını helal etmesini istemiş. Fesleğenci Kız kin tutmayan birisiymiş. Padişaha da kocasına da hakkını helal etmiş. Gelininin helalliğini alan baba, mutlu bir şekilde hayata gözlerini yummuş. Bundan sonra ülkeyi fesleğenci kız ile oğlu ortak yönetmişler. Uzun yıllar o ülkede herkes mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamışlar.  
Fesleğenci Kız
Kocaeli
Marmara Bölgesi
[ŞAMİLİM ŞAMDAN]          Padişah bir rüya görmüş. Rüyasında bir kaya, mağara gibi bir yere büyük kızını çağırmışlar. Padişah büyük kızına söylemiş. Kız gitmiş, orada beklemiş beklemiş, hiç kimse gelmemiş; hiçbir şey yokmuş. Geri gelmiş: — Ben hiçbir şey görmedim, demiş. Bu sefer de padişahın rüyasında ortanca kızını çağırmışlar. Ortanca kız da gitmiş beklemiş beklemiş, orada da bir şey yokmuş. Bu defa küçüğü çağırmışlar padişahın rüyasında. Padişah küçük kızına söylemiş. Küçük gitmiş, orada durmuş ve demiş ki: — Aman, ne gelirse benim başıma gelecek. İki bacımın ikisi de gitti. Yatağını matağını alıp oraya gitmiş, yerleşmiş. Kız orada sağı solu ararken tararken küçük bir kapı bulmuş. O kapıyı açıp girmiş. Orada bir babayiğit Kur’an okuyor. O, Kur’an okurken kız neyse babasının evine geri gelmiş: — Aman bacım mağarada nasıl yerler, yurtlar var. Yedim içtim, babamı görmeye geldim. Hâlbuki yalan söylüyormuş. Neyse o zamana kadar mağaraya geri gelmiş. Ailesi kıza haber salmış: — Biz seni görmeye geleceğiz. Kız da: — Gelin, demiş. O zaman küçük kapıyı açmış, o Kur’an okuyan delikanlıya demiş ki: — Şamilim Şamdan, bak anam gelecekmiş, babam gelecekmiş. Ne diyorsun. O da: — Gelsinler. Aha kırk anahtar. Bu kırk anahtarı al, odaları aç. Kiminde yiyecek, kiminde giyecek, kiminde zenginlik… Her şey var. Kırk tane de cariye var. Buyur hanımefendi, diye seni karşılarlar. Bu kırk tavuktan, kırk horozdan, kırk çulluktan geri kalan olmasın. Hepsini kesip yiyin, demiş. Kız kırk anahtarı eline almış. Açmış, açmış, açmış. Her yeri açmış. Kiminde yiyecek, kiminde giyecek, kiminde zenginlik, altın her şey var. Birini açmış tavuk, birini açmış çulluk, birini açmış horoz, birini açmış kırk tane cariye… — Buyur hanımefendi, diye karşılamışlar kızı. O da: — Kırk horoz keseceğiz, kırk tavuk keseceğiz, kırk da çulluk keseceğiz annemlere. Onlar kesiyorlarmış. O arada bir tazı gelmiş. Horozun birini alıp kaçmış. Tazı kaçmış, kız kovalamış, tazı kaçmış, kız kovalamış. Irmaklar, tozlu yol olmuş kıza. Geçmiş oraya varmış ki bir bahçe, bahçede bir çocuk oynuyormuş. Bir de güzel bir peri kızı. Gördüğü oğlan ile yatıyorlarmış karyolada. Çocuğun da üstü başı pis olmuş. Kız: — Aboo! Gözleri kör ola, bu çocuğu hiç söylememişlerdi. Bu çocuğu buraya atmışlar da üstü başı batmış, pis olmuş. Kalkmış çocuğu havuzda yıkamış. Yatan kız, onları seyrediyormuş. Adamın haberi yokmuş. — Gözleri kör ola! Seni de buraya atmışlar, demiş. Çocuğun üstünü yıkamış, başını yıkamış, kurulamış, giydirmiş. Çocuğa: — Haydi, Allah’a ısmarladık, deyip gitmiş. Peri padişahın kızı onlara bakıyormuş. Demiş ki oğlana: — Kalk kalk kalk! Bana bir hürmet ettiysen, ona yüz edeceksin. Sen benim ana bir baba bir kardeşimsin. Bir daha yanıma gelme! Git hürmetini ona yap. Meğer burada aynı karyolada yatan kız ile oğlan kardeş imiş. Horoz, bunların karyolasının altında imiş. Kız, horozu alıp geri gelmiş. Horozu eline almış, gelmiş. Neyse kızın anası gelmiş, babası gelmiş, bacıları gelmiş, oturuyorlarmış. Hizmetçiler hizmet ediyormuş. Kız, hizmetçi kızlardan birine: — Anamın, babamın, bacılarımın yanında beni çağırın. Hatunum, ağam seni çağırıyor, deyin. Hizmetçi gelmiş: — Hatunum, ağam seni çağırıyor… Hâlbuki hiçbir şekilde ağa mağa yokmuş. Kız: — Aman onun da nazı bitmez. Bileziğimi de kırdı, demiş. Hâlbuki yalan söylüyormuş. Üç defa daha böyle çağırmışlar:  — Aman onun nazı da bitmez. Yüzüğümü de kırdı, demiş kız. Anasıyla büyük bacısı: — Eniştemiz gelsin de biz de görelim. Aslında enişte menişte yokmuş. Yani küçük kız ile Kur’an okuyan adam sadece karşılıklı üç beş söz etmişler. Başka bir ortaklıkları yokmuş. Neyse o yanı bu yanı dolanırken yine küçük kapıyı bulmuş. Oraya varıp Kur’an okuyan, biraz önce de bir karyolada bir kız ile yatan adamı tekrar bulmuş. Demiş ki: — Şamilim Şamdan. Anam geldi, babam geldi, bacılarım geldi. Seni görmek istiyorlar. Geleceksen gel, gelmeyeceksen ben onlarla gideyim. Neyse oğlan gelmiş. Gelmiş ki bir ay, bir güneş… Kayınbabasının elini öpmüş, kızlarla tokalaşmış. Kızlar çatır çatır çatlamışlar: — Bu güzel oğlan buna nasip oldu, demişler. Kızın babası: — Anasından kız doğduysa kız, oğlan doğduysa oğlan, demiş. Kızı alıp evine geri getirmiş. Kırk gün toy düğün etmişler. Oğlan kızı almış. Kızlar da çatır çatır çatlamışlar.
Şamilim Şamdan
Kocaeli
Marmara Bölgesi
PADİŞAHIN KIZI İLE ÇOBAN Günün birinde bir padişah varmış. Bu padişahın da bir kızı varmış. Padişah kızını Allah’ın emri ile kocaya vermiş. Kız kocasına götürülürken devenin sırtındayken rüzgâr kızı uçurup Cebeli Dağı’nın sırtına bırakmış. Rüzgâr alıp götürünce padişahın kızı kendi kendine: — Beni kurtlar, kuşlar yemesin, deyip, ağacın başına çıkmış. Orada o geceyi sabah etmiş. Sabah olunca, bir bakmış yok, iki bakmış yok, gelen yok, giden yok. Oraya on beş yirmi günde bir çoban uğrarmış. Çoban gelince kız:  — Kardeş, ne olur azığından üç tek bana da ver de yiyeyim. Çoban da vermiş. On beş yirmi gün sonra çoban yine gelmiş. Padişahın kızı ona:  — Çoban arkadaş, senden bir isteğim var. Çoban:  — Söyle bacım. Kız:  — Beni köyüne götürür müsün? Çoban:  — Yok hanımım yok, ben seni köyümüze götüremem. Kız:  — Çok ekmeğini yedim, hakkın bana geçti, senden bir ricam daha var. Çoban:  — Söyle hanımım, söyle. Kız:  — Allah’ın emriyle, peygamberin kavliyle, beni kendine eş edinir misin? Çoban:  — Yok hanımım, yok. Ben seni alamam. Kız:  — Çoban arkadaş, dinle beni, bir isteğim daha olacak. Çoban:  — Buyur hanımım, buyur. Kız:  — Çoban kardeş, sen aç ben de aç, sen tok ben de tok, sen susuz ben de susuz, sen uykusuz ben de uykusuz, Allah’ın emri ile beni kendine eş edin. Böyle der demez, çoban yumuşamaya başlamış, kabul etmiş. Kız:  — Çoban arkadaş, yumuşadın ama benim de bir şartım var. Çoban:  — Söyle, şartın ne imiş? Kız:  — Evlenirsek ve çocuğumuz olursa çocukların ismine sen karışmayacaksın, isimlerini ben koyacağım. Çoban:  — Tamam. Akşam olsun sığırları toplayayım seni köye götürüp nikâh kıyayım.  Akşam olunca köye gitmişler. Nikahları kıyılmış. Çoban yine çobanlık etmeye devam etmiş. Yıllar sonra çoban çobanlık yaparken yanına atlı bir dede gelmiş. Dede:  — Evladım, beni Tanrı misafiri eder misin? Çoban:  — Akşam olsun, sığırı toplayıp seni de götürüp Tanrı misafiri ederim. Akşam olunca çoban dedeyi de alıp evinde misafir eder. Karısı çocuklardan bir şeyler isterken şöyle seslenir: — Ne İdim, şunu getir. Ne Oldum, bunu getir. Ne Olacağım, bunu getir.  Kız ile çobanın üç oğlu olmuş. Kız çocuklarına “Ne idim, Ne oldum, Ne olacağım, isimlerini koymuş.  Neyse çocuklar yiyecekleri getirmişler. Dedeyi yedirip içirip yatırmışlar. Sabah olmuş, dede uyanmış. Gideceği zaman çobana sormuş:  — Evladım ben bu çocukların isimlerinden hiçbir şey anlamadım. Ne idim, Ne oldum, Ne olacağım… Bunlar nasıl isimler, bunu bana anlatır mısın?  Kız, bu sırada dedeyi tanımış. Dede, aslında kızın padişah olan babasıymış. Ama padişah kızını tanımamış. Çoban, dedeye:  — Bu isimleri ben koymadım, karım koydu, gel bir ona soralım. Dede de kıza:  — Evladım, bu isimler ne biçim isimler, bunu bana bir anlatır mısın? Bunu duyan kız, dedenin boynuna sarılmış: — Ben bir padişah kızıydım, bir de şimdi bak; Ne idim? Ne oldum? Ne olacağım?” demiş.  Dede de bunları duyunca, kızını tanıyıp ona sarılmış. Onlar ermiş muradına Allah bizi de erdirsin muradımıza.
Padişahın Kızı ile Çoban
Giresun
Karadeniz Bölgesi
[KURT İLE TİLKİ]  Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde ormanın birinde, birbirlerine arkadaş bir aptal kurt ile bir kurnaz tilki yaşarmış. Bunlar hayatlarını hep birlikte geçirirler, birlikte avlanırlarmış. Bir gün bu ikisi köyün birinden bir yağ tuluğu çalmışlar. Tam tuluğun içindeki yağı yiyecekleri sırada tilkinin aklına kurnazlık düşmüş ve yağı kurt ile birlikte yememek için kafasınca bir oyun hazırlamış. Tilki, kurda dönüp: — Bak kurt kardeş, şimdi yaz içindeyiz. Yiyeceği bol bol bulabiliyoruz. Ancak bu böyle gitmez, kış bastırınca bu kadar yiyecek bulamayız. Kış için hazırlık yapmamız gerek, gel biz bu yağı şimdi yemeyelim, kış için saklayalım, demiş. Kurt tilkinin sözüne inanmış ve teklifini kabul etmiş. Beraber gidip çaldıkları tuluğu bir kumluğa gömmüşler. İki arkadaş ormanda gezerlerken tilkinin karnı acıkmış ve aklına kurtla birlikte kumluğa gömdükleri yağ tuluğu gelmiş. Kurda dönüp: — Bugün büyük kardeşimin bir yavrusu oldu, onun yanına gideceğim, demiş. Kurt da ona inanmış, tilki gidip doğruca kumlukta gömülü olan tuluğu çıkarıp birazını yemiş. Ormana tekrar kurdun yanına gelince kurt, tilkiye: — Kardeşinin yavrusunun ismini ne koydunuz, diye sormuş. Tilki de ona: — Belleme, demiş. Yine bir gün tilkinin karnı acıkmış ve kurda dönüp: — Bugün ortanca kardeşimin yavrusu doğdu, onun yanına gideceğim, demiş.  Tilki gidip yine tuluğu çıkarmış, bu sefer tuluğun içindeki yağların yarısını yemiş. Ormana tekrar geri döndüğünde kurt: — Kardeşimin yavrusunun ismine ne koydunuz, diye sormuş. Tilki bu sefer: — Belleme, cevabını vermiş. Aradan gün geçmiş tilki yine acıkmış, kurda dönüp: — Bugün küçük kardeşimin yavrusu doğdu, onu ziyarete gideceğim, demiş.  Ve doğruca gidip tuluğun içindeki yağın tamamını yemiş. Ormana dönüşünde kurt yine sormuş: — Kardeşinin yavrusunun ismine ne koydunuz? Tilki cevap olarak bu sefer:  — Dipleme, demiş. Ormanda ay ayı, gün günü kovalamış ve nihayet kış gelmiş. Bu sefer yiyecek bulmak zorlaşmış ve çok aç olan kurdun aklına kumluğa gömdükleri yağ tuluğu gelmiş. Tilkiye dönüp: — Hadi gidelim şu gömdüğümüz yağ tuluğunu çıkarıp karnımızı doyuralım, demiş. Tilki teklifi kabul etmiş ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyormuş. Birlikte yağ tuluğunu gömdükleri kumluğa gitmişler, kurt kazmış kazmış yağ tuluğu ortada yok. Hemen tilkiye dönüp: — Yağı sen mi yedin, diye sormuş. Tilki inkâr etmiş; ama kurdun laftan anlayacağı yok. Hemen o da suçu kurdun üstüne atmış. Kurt ve tilki başlamışlar kavga etmeye. Tilki bakmış kurtuluş yok, kurda dönüp: — Bu iş böyle çözülmez. Gel seninle güneşe doğru yatalım, yağı kim yediyse o çıkaracaktır, demiş. Kurt kendinden emim bir şekilde teklifi kabul etmiş. Birlikte gidip güneş gören bir yere uzanmışlar. Zavallı kurt güneşin etkisiyle hemen gevşeyip uyumuş. Kurt uyurken tilki yediği yağları güneşin etkisiyle çıkarmış. Hemen kendi çıkardıklarını kurdun altına atmış ve uykuya dalmış. Aradan zaman geçmiş ikisi birlikte uyanmışlar ve bakmışlar ki çıkarılan yağ kurdun altında duruyor. Tilki: — Bak gördün mü kim çıkarmış, demiş. Zavallı kurt da: —Tamam tilki kardeş, tuluğun içindeki yağı ben yemişim. Hatırlayamadım herhâlde. Fakat ağzının kenarından akan yağ ile ağzından çıkınca yağı bana getirirken araya damlattığın yağlar benim işim değil, demiş. Tilki kurnazlığı ile bu işten de sıyrılmasını düşünmüş bir an fakat, kurt her şeyin yine de farkındaymış.
Kurt ile Tilki
Ordu
Karadeniz Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş, bir gün bir kız ormanda gezintiye çıkmış. Ağaçların arasında bir saray görmüş, merak etmiş girmiş içeriye, sonra kapılar kapanmaya başlamış. Kız korkmuş, kapıları açmaya çalışmış, açamamış. Umudu kesilince sarayın içinde gezmeye başlamış, sarayda kimsecikler yokmuş. Sarayın kırk odası varmış. Merak edip odaların kapılarını açmaya başlamış. İlk açtığı odada elmaslar, ikinci açtığı odada altınlar, sonrakinde mücevherler varmış. Bütün odalar değerli eşyalarla doluymuş. Kırkıncı odanın kapısını açmakta zorlanmış. Orada da değerli eşyalar göreceğini düşünürken odada bir sandık görmüş ve sandığı açmış. Sandıktan kesik bir baş çıkmış, ama yüzü hiç bozulmamış. Bir delikanlının kafasıymış bu! Biraz yüzüne kan bulaşmış, saçları durmaktan keçeleşmiş. Bizim kız bunu temizlemiş, saçlarını taramış ve güzelce bir beze sardıktan sonra tekrar sandığa koymuş. Kırk gün boyunca her gün yıkayıp saçlarını taramış ve yerine koymuş. Günlerden bir gün bizim kızın canı sıkılmış. Pencereden dışarıyı seyre dalar, yoldan geçen göçmen kıza seslenir, sarayda yalnız olduğunu ve canının sıkıldığını söyler, aşağı ip sallandırıp kızı yukarı çeker. Göçmen kız meraklı gözlerle etrafı süzerken bizim kız, ona, kırkıncı odaya girmemesini söylemiş. Göçmen kız odaları tek tek açıp bakmış ve ceplerine altınlardan elmaslardan doldurmuş. Kırkıncı odayı da açmış. Bir de ne görsün yakışıklı bir şehzade karşısında duruyormuş. İçinden kızın bu odaya bunun için girmesine izin vermediğini düşünmüş. Şehzade saçını tarayanın kim olduğunu sormuş, o da: — Bendim sizi temizleyen, demiş ve şehzade göçmen kıza âşık olmuş. Bizim kız her şeyi içine atmış, bir türlü söyleyememiş şehzadeye. Göçmen kızla şehzade evlenmişler. Kız, buna çok üzülmüş ama şehzadeyi çok sevdiği için saraydan da ayrılmıyormuş. Göçmen kız ile padişahın oğluna hizmet ediyormuş. Gel zaman git zaman şehzade bir gün komşu ülkeye gidecekmiş. Göçmen kıza bir şeyler isteyip istemediğini sormuş o da: — Mücevher istiyorum, demiş. Bizim kıza sormuş. O da: — Sabır taşı istiyorum, demiş. Şehzade yola çıkmış, aylar sonra saraya geri gelmiş. Karısına mücevher, bizim kıza da sabır taşı almış. Bizim kız, her gün şehzadeye olan aşkını sabır taşına anlatıp ağlarmış. Bir gün şehzade kızın odasının önünden geçerken ağladığını ve sabır taşına kendisine olan aşkını ve göçmen kızın şehzadeyi nasıl elinden aldığını anlattığını duymuş ve o sırada da sabır taşının çatladığını görmüş. Kıza sarılıp onu sevdiğini söylemiş. Çingene kızın yanına gitmişler. Şehzade, göçmen kıza: — Kırk katır mı istersin kırk satır mı istersin diye sormuş. Göçmen kız da: — Kırk satırı ne yapayım, kırk katır isterim, demiş. Göçmen kızı bacaklarından kırk katıra bağlayıp ormana sürmüşler. Diğer kız ile şehzade de kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Kesik Baş
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
[DİLEĞİ KABUL OLAN KIZ] Adamın kızı olmuş. Doğum sırasında da hanımı ölmüş. Hanımı ölünce adam demiş ki ben artık evlenmem. Evlenmemiş, evlenmemiş ondan sonra millet toplanmış: — İlla evleneceksin. Niye evlenmiyorsun, demişler. O da: — Bu hanımın ayakkabısı. Bu kimin ayağına olursa ben onu alırım, demiş. Artık bunu yaşlılar toplanmışlar, gezdirmişler bu ayakkabıyı köy köy kasaba kasaba. O zaman kimsenin ayağına ayakkabısı olmamış. Eve getirmişler. Kızı demiş ki: — Baba bunu bana ver, ben giyineyim, annemizden hatıra kalsın. Nasıl olsa kimsenin ayağına da olmadı. Kız ayakkabıyı giyince baba: — Tamam, ben kızımı alıyım, demiş. Gitmiş, komşulara söylemiş. Köylüye falan gelin, düğün hazırlığını yapın. Ben kızımı alacam falan. Ondan sonra bunlar telaşlı telaşlı usta getirmişler. Ev, oda falan yapacaklar. Kızı bir gün soruyor: — Siz böyle telaşlı iş yapıyorsunuz. Bu neyin nesi? — Senin babanı evlendireceğiz, demişler. — Kimle? Kadın kim, demiş. — Ayakkabı senin ayağına oldu. Ondan sonra bu kız da ben nasıl babamı alırım diye ağlamış, figan etmiş öyle böyle. Ondan sonra ustalara gitmiş, yalvarmış:  — Dinle. Bana bir tahta tabut gibi yapın. Beni içine koyun. Böyle bir damın içine eskiden sivik* derlermiş. Beni siviğin başına koyun. Orda ben Allah’a yalvaracağım. İnşallah, Allah dileğimi kabul eder, demiş. Onu götürmüşler, sivigin başına koymuşlar. Kız yalvarmış Allah’a. Ya Rabbim! Bir yel gele de beni dere kenarına ata. Ondan sonra bir sel de gele, beni alıp götüre. Babam beni görmeye ve benle evlenmeye. Yoksa babam kararlı, benle evlenecek. Ustalar öyle yapmış, oraya koymuşlar. Kızın dileği kabul olmuş. Yel gelmiş, götürmüş. Sel de gelmiş, bunu almış, uzaklara götürmüş. Bir gün padişahın oğlu ava gitmiş. Arkadaşlarını toplamış ava gitmiş. Gitmişler ki orda derenin içinde bir şey oynuyor, ama şimdi anlam veremiyorlar. Hani tabutun içinde ya, tabut oynuyor böyle. Anlam verememişler. Adam demiş ki: — Gideceğiz, buna bakacağız, demiş. Mal ise sizin demiş, cansa benim. Yani benim annem yalnız. Benim sarayımı temizleyemiyor. Hizmetçiye ihtiyacım var, demiş. Gidip bakmışlar ki bir kız işte. Kızı tanımıyorlar. Tabut aynı elbise gibi olmuş. Getiriyorlar eve. Anası eve getirilmesine izin vermemiş. Tahta parçaları dökülmüş. Annesi: — Bunu eve getirmeyin. Ben bunu ne yapacağım, demiş. Oğlan da ısrar etmiş. — İşte evde hizmetçi olarak çalışacak, demiş. Bu hizmetçi olarak çalışırmış. Fakat kız tabutu çıkarınca üstünden, tabut gibi tahtayı dünya güzeli bir kız olurmuş. Ondan sonra bir gün bir düğün olmuş, herkes düğüne gitmiş. Bu demiş ki kendi kendine: — Ben üstümdeki tahta parçalarını çıkarayım, ben de düğüne gideyim. Gitmiş düğünde, herkes oynamış. Padişahın oğlu falan gitmiş, bu da peşinden gitmiş. Gitmiş, bir halaya girmiş, oynamış oynamış. Ama çok güzelmiş. Padişahın oğlu tanıyamamış kızı. Fakat bu kıza vurulmuş: — Ya Rabbim! Ben bunu nasıl edeyim de bu kızı alayım, demiş. Kendi yüzüğünü parmağından çıkarıp götürmüş, gizlice kızın saçına bağlıymış. Gelmiş akşam eve: — Bir kız gördüm dünya güzeli. Gidip bana isteyeceksiniz, demiş. — Nerde bulalım, nasıl edelim? —Valla, ben gidip bu sefer köy köy gezeceğim. Ben nasıl olsa yüzüğümü bağladım ki belli ola, demiş. Bir gün gidip aramış. İki gün gidip aramış, tabii bulamış. Ertesi gün yine oğlan, annesine: —Anne bana hamur işi yap. Ben uzaklara gideceğim. Kız demiş ki: — Ben de senin ile hamur işi yapayım, sana yardım edeyim, demiş. Annesi yine bırakmamış, izin vermemiş. Yalvarmış ne olur hamur işi yapayım, demiş. Hamur işi yapınca yüzüğünü çıkarıp hamur işinin içine koyacak ki padişahın oğlu yiyince ağzına gele. Kızın yanında hizmetçi olduğunu bilmiyor ya. Gitmişler. İşte hamur işi yapınca bunlar uzaklara gitmiş, gezmişler. O arada yemek yemişler bir yerde. Yemek yiyince aniden, nasıl hani, o böreği padişahın oğlu yemiş. Yiyince bu yüzüğü ağzına gelmiş aniden. Yüzüğü ağzına düşünce durumu anlamış. — Hadi geri gidelim. Çabuk tekrar saraya dönelim, demiş. — Ne oldu? — Yok hadi saraya geri dönelim, demiş. Eve gelmiş kıza, — Üzerindeki tahtaları çıkaracaksın, demiş. Hani tabutun tahta parçaları pardösü gibi olmuş ya. Kıza: — Bunu çıkaracaksın. Kız: — Yok çıkarmam. Padişahın oğlu: — Çıkaracaksın. Kız: — Çıkarırsam ben çıplağım. Padişahın oğlu: — Ne olursa olsun. Ben annemi de evden çıkaracağım. Sen bunu çıkaracaksın üstünden. Onu çıkarınca böyle hani dünya güzeli derler ya aniden böyle her taraf aydınlanmış gibi. Millet toplanmış padişahın sarayı yanıyor diye. Hepsine: — Yok bir şey yok, demiş, adamlarını geri göndermiş. Ondan sonra da annesine demiş ki: — Ben bu kızı alacağım. Annesi yine izin vermemiş: — Sen padişahın oğlusun. Ben öyle dere kenarında bulunmuş kızları senle evlendirmem falan, demiş. — Üstündeki tahtayı çıkarsın ki sen göresin. Onu çıkarınca kız gerçekten bir dünya güzeli oluyormuş. Ondan sonra padişahın oğlu bir düğün yapmış. Düğün kırk gün kırk gece sürmüş. İşte burada mutlu sona ermişler. *sivik: Damların, yüksek duvarların kıyıları.
DİLEĞİ KABUL OLAN KIZ
Denizli
Ege Bölgesi
[PADİŞAHIN OĞLUNUN RÜYASI] Evvelce zamanlarda padişahın birinin üç oğlu varmış. Bu üç oğlan evlenme çağındaymış. Babaları bir gün oğullarına uykuya yatmalarını ve rüya görmelerini istemiş. Onlara rüyalarında gördükleri kızları alacağını söylemiş. Sabah olunca babaları rüyalarında ne gördüklerini sormuş. Büyük oğlu kuzey kavminden bir kızı gördüğünü, ortanca oğlan doğu kavminden bir kızı gördüğünü söylemiş. Küçük oğlan ise:  — Annem elime su döktü, babam yağlık* tuttu, demiş. Babası sinirlenip oğluna bağırmış: — Ben koskoca padişahım, hiç sana mendil mi tutarım, annen sana su mu döker, demiş.  Çünkü o zamanlarda hürmet ve saygı için eve gelen misafire evin küçük kızı su döker, küçük oğlu da havlu tutarmış. Küçük oğlunu saraydan kovmuş. Padişahın küçük oğlu tılsımlı küheylanına binerek saraydan gidiyor. Gide gide bir su kenarına geliyor. Bir de bakıyor ki iki kavim birbiriyle savaşıyor. Denizci ve karacı kavimlermiş savaşanlar. Uzunca süre kimin haklı olduğunu anlamak için savaşan kavimleri izlemiş. Karadakilerin haksız olduğuna kanaat getirdikten sonra tılsımlı atının beline büyük bir halat bağlamış. Halatın diğer ucunu da büyükçe bir ağaca bağlamış. Atıyla ağacı kökünden söktükten sonra atını karadakilerin üzerine sürmüş. Atının ardına bağladığı ağaçla koca orduyu yere sermiş. Deniz kavmindekiler bunu gördükten sonra: — Bu atlı adam bizim padişahımız olsun, demişler. Padişahın küçük oğlunu atıyla birlikte adalarına götürmüşler. Bu iki kavmin savaşmalarının gayesi büyülü bir saraydaki dünyalar güzeli bir kızmış. Hiç kimse sarayın büyüsünü bozup kıza ulaşamıyormuş. Bu büyülü saraya girmek isteyene yıldırım çarpar, oracıkta ölürmüş. Bu şekilde koca orduyu yenen adam bu sarayın tılsımını da bozar diyerek padişahın küçük oğluna bunu söylemişler. Padişahın oğlu tılsımlı atıyla birlikte saraya varmış. At sarayın önünde kişnedikten sonra sarayın büyüsü bozulmuş. Padişahın oğluna yıldırım çarpmamış. Büyü bozulduktan sonra saraya giren oğlan kızı görüp âşık olmuş. Kızla evlenmişler, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Denizciler de padişahın oğluna: — Sen bundan böyle bizim padişahımızsın, demişler. Aradan uzunca zaman geçtikten sonra oğlan bir gün rüyasında babasının savaştığını ve kaybettiğini görmüş. Uyandıktan hemen sonra atına binip babasının sarayına doğru yola koyulmuş. Gerçekten de babası savaşta mağlup olmak üzereymiş. Yine atının arkasına ip bağlayıp iki ağacı kökünden söktükten sonra atını babasının düşmanlarının üzerine sürmüş. Babasını mağlup olmaktan kurtarmış. Babası kurtulduktan sonra: — Kim bu delikanlı? Bu yiğit kim, diye merak etmiş. Oğlunu tanıyamamış. Derhal bu yiğidin misafir edilmesini, padişah gibi hürmet edilmesini söylemiş. Padişahın diğer oğulları ve kızları: — Bu yiğide su döken, mendil tutan biz olacağız, demişler. Padişahın karısı suyu kendisinin dökeceğini, padişahın kendisi de mendili kendisinin tutacağını söylemiş. Yemek yendikten sonra padişahın karısı oğluna su dökmüş, babası da mendil tutmuş. Oğlu söz arasında babasına: — Sen zamanın en büyük padişahıydın. Nasıl oldu da bu hâllere düştün, demiş. Babası: — Ben yıllar önce gördüğü bir rüyadan dolayı küçük oğlumu saraydan kovdum. Çok cengâverdi, atını sürdü mü düşmanı yerle bir ederdi. Meğer beni ayakta tutan oymuş. O gittikten sonra bu hâllere düştüm, demiş. — Peki niye kovdun? Ne görmüş rüyasında, diye sormuş oğlu. — Rüyasında annesini mendil tutarken, beni de su dökerken görmüş. Ben koskoca padişahım, sana mendil mi tutarım diye kovdum, demiş. Oğlan da babasına: — Döktün işte. Ben senin oğlunum. Rüyamda senin yenilmek üzere olduğunu gördüm. Geldim sizi kurtardım. Sen de benim yıllar önce gördüğüm rüyamı gerçekleştirdin, demiş. Padişah da: — İnsan zamanın en büyük padişahı da olsa büyük konuşmamalı, demiş. *yağlık: Mendil, havlı.
Padişahın Oğlunun Rüyası
Denizli
Ege Bölgesi
[AKILLI ŞEHZADE]  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer tellal iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış. Bu padişahın bir anadan bir babadan kırk tane oğlu varmış. Şehzadelerin evlenme yaşları gelince şehzadeler tutturmuşlar, biz gibi bir anadan bir babadan kırk kızla evlenmek isteriz diye. Padişah her tarafı aratmış ama bir anadan bir babadan olma otuz dokuz kız bulabilmiş: — Biri de farklı olsun, demiş dinletememiş. Şehzadeler biz kendimiz arayalım kısmetimizi diye yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler bir kuyu başında konaklamışlar. En küçükleri: — Burada konaklamayalım, hadi konakladık bari nöbetleşe uyuyalım, dediyse de ağabeylerine söz dinletememiş. Herkes uyuyunca en küçükleri kalkmış, en küçük parmağına ufak bir kesik atıp içine tuz dökmüş, acıyla uyuyakalmadan nöbet tutmuş. Tam gece yarısı bir gürültü kopmuş. Ağabeyleri sarhoş olduğundan uyanmamışlar, fakat nöbet bekleyen en küçükleri hemen kılıcını eline alıp gürültünün geldiği yere gitmiş. Bakmış yedi başlı bir ejderha. Kılıcını kaldırmış ve ejderhaya saldırmış. Tek vuruşta altı kafasını koparmış bir kafası kalmış. Tek kafa dile gelip:  — Yiğitsen bir daha vur, demiş. Şehzade de:  — Ben anamdan bir kere doğdum, bir daha vurmam, deyince ejderhanın sağlam kafası düşüp kuyunun içine yuvarlanmış. Şehzade kafanın peşinden kuyuya girmiş ki ne görsün, gümüşten bir saray. Sarayın içinde de çeşit çeşit değerli taş. Kuyudan çıkıp ağabeylerinin yanında uyumuş. Sabah olunca ağabeyleri: — Akşam nöbet tutalım dedin. Bak hiçbir şey olmadı, deyip yollarına devam etmişler. Akşam vakti bir başka kuyunun başında konaklıyorlar. En küçük şehzade yine uyumamış. Bu defa öldürdüğü ejderhanın kardeşi gelmiş. Şehzade yine tek seferde altı kafa uçurup bir kafa kalmış. Kalan kafayı uçurmayı reddedince kafa düşüp kuyuya yuvarlanmış. Şehzade kuyuya girince bu sefer altın bir sarayla karşılaşıyor. Bu sarayda bir anadan bir babadan otuz dokuz kız var. Kızlarla konuşuyor. Kızlar aslında kırk kardeş olduklarını, en güzelleri olan en küçüklerini ejderhanın kardeşinin götürdüğünü söylüyorlar. Şehzade kardeşlerini bulacağına dair söz verip kızları ağabeyleri ile nişanlayıp kuyudan çıkıyor ve uyuyor. Sabah tekrar yola koyuluyorlar. Akşama bir başka kuyu başına vardıklarında bir ejderha onları bekliyor. Kardeşlerini kimin öldürdüğünü sorunca en küçük şehzade öne çıkıyor. Küçük kardeşleri ağabeylerine altın sarayla otuz dokuz kızı ve gümüş sarayı anlatıp onları geri yolluyor. Küçük kardeş, ejderha ile baş başa kalınca ejderha şehzadeden rüzgâr atını ona getirmesi karşılığında canını bağışlayacağını söylüyor. Şehzade kırkıncı kızı bulmak için kabul ediyor. Her yıl denizden çıkan aygırı yakalayıp gem vurabilirse canını bağışlayacak. O at rüzgârdan hızlı olduğu için rüzgâr atı olarak anılıyor. Şehzade atı yakalıyor. At, şehzadeye:  — Sen beni ejderhaya versen de yine de seni öldürecek. Çünkü hem kardeşlerinin öcünü almak hem de kırkıncı kızla evlenmek istiyor. Ejderha yakalayamaz diye beni yakalama görevini kız verdi. Eğer beni ejderhaya vermeden kızı yakalayabilirsen ve ikiniz de üstümdeyken ejderhanın altı kafasını koparabilirsin ve kurtuluruz, diyor. Şehzade atın üstünde ejderhanın karşısına geliyor. Kırkıncı kızı bir kez görmek karşılığında atı vereceğini söylüyor. Ejderha başta kabul etmiyor ama atın üzerindeki şehzadeyi de bir türlü yakalayamıyor. Kızı uzaktan göstermeye karar veriyor. Şehzade kızı görünce hemen atı kıza sürüp kızı yakaladığı gibi kılıcını çekiyor, ejderhanın altı kafasını uçuruyor. Ejderhanın yedinci kafası da kuyudan içeri giriyor. Ama artık gözünü açıp bakamıyor kuyuda. Öylece uyuyor. Kızla şehzade kuyuya girip bakıyor. Her ağaçta meyve yerine değerli taş sallanıyor. At; şehzadeyle kıza, her ağaçtan birer dal koparmalarını ve bu dalları yan yana beraber dikmelerini söylüyor. Şehzadeyle kız atın dediklerini yapıp ata biniyorlar. Şehzadenin memleketine gidiyorlar. Bakıyorlar düğün denek kurulmuş, kızın ailesi de gelmiş kardeşleriyle birlikte evleniyorlar. Padişaha olan biten her şeyi anlatıyorlar. Padişah ölünce yerine küçük oğlu geçip ağabeylerini de hoşnut ederek ülkeyi yönetiyor. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri küçük şehzadeye, biri anlatana, biri de dinleyene.
Akıllı Şehzade
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [ALTIN KIZ İLE KARA KIZ]  Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir adam, karısı ve bir kızı yaşarmış. Adamın karısı ölünce, adam yeniden evlenmiş. Adamın bu kadından da bir kızı olmuş. Kadın üvey kızını hiç sevmiyormuş ve evin bütün işlerini ona yaptırıyormuş. Bir gün adama:  — Kızını götürüp ormana atacaksın, demiş. Babası çaresiz kızını ormana bırakmış ve ona:  — Kızım, sen beni burada bekle. Ben odun toplayıp geleceğim, demiş. Kız akşama kadar babasını beklemiş ama adam gelmemiş. Kız iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Ağlarken uzakta bir ışık olduğunu fark etmiş. Sevinçle koşarak ışığın olduğu tarafa doğru gitmiş. Oraya vardığında küçük bir kulübe görmüş. Kapıyı çalmış, içerden yaşlı bir kadın çıkmış. Kız kadını görünce çok korkmuş. Bunu gören kadın onu hemen içeri almış. Bu kız çok iyi kalpli bir kızmış. Kadın onu eve alınca, içeri girer girmez bütün işlerini yapmaya başlamış. Sabah olmuş kadın, kıza:  — Ben tarlaya gidiyorum, ineklerime iyi bak, demiş. Akşam döndüğünde ineklerin yanına gitmiş ve onlara sormuş:  — Bu ablanız size iyi baktı mı, demiş. İnekler cevap vermiş:  — Bu ablamız çok iyi, bize çok güzel baktı. Onu çok sevdik, demişler. Bunu duyan kadın kızın yanına gitmiş. Ona:  — Kalk kızım, seninle bir yere gideceğiz, demiş. Ve kızı alıp bir dere kenarına götürmüş. Kıza:  — Sen otur, benim uykum var, dizine yatacağım. Bu dereden bir simsiyah, bir bembeyaz, bir de altın gibi sarı bir su gelir. Altın gibi olan su gelince beni uyandır, demiş. Kadın uyumuş. Biraz sonra suyun geldiğini gören kız heyecanla:  — Nine, nine uyan! Altın gibi su geliyor, demiş. Kadın uyanmış ve kızı bu suya batırmış. Sudan çıkan kız, altın gibi olmuş. Sonra bu kızı alıp babasının evine götürmüş. Kızı gören üvey annesi ve kardeşi bunun nasıl olduğunu kıza anlattırmışlar. Üvey anne kendi kızının da böyle altın gibi olmasını istiyormuş ve adama onu da ormana götürüp bırakmasını söylemiş. Bu kız da aynı kardeşi gibi o kulübeyi bulmuş. Yaşlı kadın onu da içeri almış. Ancak bu kız çok tembelmiş, kadına hiç yardım etmiyormuş. Yaşlı kadın ona da ineklere bakmasını söylemiş. Akşam geldiğinde ineklere yine sormuş ama bu kez inekler şikâyet etmişler:  — Öbür ablamız çok iyiydi, bu ablamız çok kötü. Bize hiç bakmadı, demişler. Kadın bunu duyunca hemen kızın yanına gitmiş, onu da alıp dere kenarına götürmüş. Ama ona:  — Sen otur, benim uykum var, dizine yatacağım. Dereden simsiyah su gelince beni uyandır, demiş. Kız altın olacağını düşünerek sevinçle bekliyormuş. O sırada su gelmiş:  — Nine nine uyan, simsiyah su geliyor, demiş. Kadın uyanmış ve kızı bu suya batırmış. Sudan çıkan kız simsiyah olmuş. Sonra bu kızı da evine bırakmış. Kız, altın gibi olduğunu sanarak seviniyormuş. Anne bu olaya çok üzülmüş.  Bir gün altın kızı istemeye gelmişler. Ama anne kendi kızını altın kızın yerine onlara vermiş. Kızı ata bindirmişler. O sırada bir horoz:  — Altın kız evde, kara kız ata bindi gidiyor, diye ötmeye başlamış. Kimse horoza inanmamış ve onu taşlamaya başlamışlar. Oğlan kızı eve götürünce bir de ne görsün o gerçekten kara kızmış. Kızı alıp hemen annesine götürmüş ve altın kızı geri istemiş. Böylece altın kız yaptığı iyiliklerin ve iyi kalpliliğinin mükâfatını her yerde almış ve bir ömür boyu mutlu yaşamış.
Altın Kız ile Kara Kız
Karabük
Karadeniz Bölgesi
İĞCİ BABA Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben ve anam beşikte, babam eşikte iken eski zamanlarda, bir evde üç kız kardeş oturuyormuş. Bir gün üç kız kardeş pencerenin önünde otururlarken, sokakta arkasına zembil* yüklenmiş bir ihtiyarın avaz avaz: — İğciii! Pamuk satarım, iğ satarım, diye bağırdığını işitmişler. Kızlar vakit geçirmek için böyle bir şey arıyorlarmış. Hemen sokak kapısına inerek ihtiyar iğciyi çağırmışlar. Kızlar:  — Baba, güzel iğin var mı, deyince, ihtiyar zembilini yere koyarak:  — İşte kızlarım, bunlar var, demiş. Kızlar, iğleri çevirip ellemişler lakin beğenmemişler ve ihtiyara:  — Baba, bunların daha iyisi yok mu, diye sormuşlar. İhtiyar da zembilini arkasına atıp:  — Var ama burada değil, evde. İsterseniz beraber gidelim. Size daha güzellerini veririm, diye cevap vermiş. Bunun üzerine büyük kız, kardeşlerine dönüp:  — Ben bu ihtiyarla gider, iğleri alır gelirim, demiş. Büyük kız, ihtiyarla beraber yola çıkmış. Hayli yürüdükten sonra bir dağa, oradan biraz ilerleyerek büyük bir mağaranın önüne gelmişler. Kız mağaraya girince bir bakmış ki her yer insan ölüsü ile dolu. Kız korkmuş, aklı başından gitmiş fakat sesini çıkarmadan ihtiyarla beraber odaya inmiş ve orada kalmış. Akşam olunca ihtiyar:  — Haydi kızım, şu duvardaki etleri al, pişir de yiyelim, demiş. Kız ister istemez ilk gördüğü ölünün etini almış, pişirmiş, ihtiyarın önüne koymuş. İhtiyar yemeye başlamış. Kıza dönüp yemeğe el sürmediğini görünce:  — Kız, niye yemiyorsun, demiş. Kız da:  — Affedersiniz, ben et sevmem, demiş. İhtiyar da:  — Ya ne yersin? Parmağı mı yer misin, diye sormuş. Kız, ihtiyarın parmağını kesmez zannıyla: — Yerim, deyince ihtiyar parmağını kesip kızın önündeki tabağa koymuş. Kız şaşırmış, korkmuş, parmağı almış; yer gibi yaparak sofranın altına atmış. İhtiyar:  — Parmağı yedin mi, diye sorunca kız:  — Yedim, demiş. İhtiyar:  — Yemedinse seni öldüreyim mi, demiş. İhtiyar, bunun üzerine, etrafa bakınarak:  — Parmağım neredesin, diye bağırmış. Parmak sofranın altından seslenmiş. İhtiyar yerinden kalkmış, kızı kesip duvara asmış. Ertesi gün hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi iki kız kardeşin evine gitmiş ve:  — Ablanızı yolda bir şehzade görüp aldı. Gelin sizi de götürüp zengin kocaya vereyim, olmaz mı, demiş. Kızlar buna inanmışlar. Ortanca kız giyinerek ihtiyarla beraber mağaraya gitmiş. Her yerde insan ölüsünü, hele ablasının ölüsünü görünce, aklı başından gitmiş. Geldiğine bin kere pişman olmuş. Akşam olunca ister istemez ihtiyarla beraber aynı sofraya oturmuş.  İhtiyar ortanca kızdan da insan eti pişirmesini istemiş. Kız yemeyince parmağını kesip vermiş. Kız parmağı da yememiş. Ölen ablası gibi yaparak, usulcacık mağaranın kapısından dışarı atmış. İhtiyar yine:  — Parmağım neredesin, diye sormuş. Parmak:  — Bahçede çöplerin içindeyim, cevabını verince, bu kızı da keserek duvara asmış. İhtiyar ertesi gün, tekrar küçük kızın olduğu eve gitmiş, onu da: — Seni de zengine vereceğim, diyerek kandırıp mağaraya getirmiş. Fakat küçük kız, çok sevdiği ve yanından hiç ayırmadığı samur kedisini de yanında getirmiş. Kız, mağaraya girip ablalarını o hâlde görünce intikam almayı aklına koymuş. Akşam olunca ihtiyarla yemeğe oturmuşlar. Kız insan etini yememiş. İhtiyar parmağını kesip vermiş. Kız da parmağı alıp sofranın altında duran samur kedisine atmış, kedi parmağı yemiş. İhtiyar yine:  — Parmağım neredesin, diye sormuş. Parmak da:  — Sıcacık bir karındayım, deyince ihtiyar, kızı kucaklayıp:  — Aferin kızım, sen benim parmağımı yedin, başka yere atmadın! Hoşuma gittin, demiş. O günden sonra kızı kendine evlat edinmiş ihtiyar ve ona insan eti yerine kuzu eti yedirmiş. Günün birinde ihtiyar, kıza kırk tane anahtar vererek:  — Kızım, al şu anahtarları, içindeki kırk odayı aç, her tarafını istediğin gibi gez, fakat sakın kırk birinci odayı açayım deme, diyerek çıkıp gitmiş. Kız da anahtarlarla kırk odayı gezmiş. Odaların içinde birçok inci, mücevher, altın ve gümüş takımları, elmaslar varmış. Kız bunlara hayretle bakarken kırk birinci oda gelmiş aklına. Kırk birinci odayı açtığında saçlarından tavana asılmış, yakışıklı bir delikanlı varmış. Kız delikanlıyı görünce şaşırmış ve sonunda konuşarak:  — İns misin cin misin, sormuş. Delikanlı da:  — Ben de senin gibi insanım, demiş. Kız bunu duyduktan sonra delikanlıyı asıldığı yerden kurtarmış. Kız ve delikanlı ihtiyardan intikamını almak için plan yapmışlar. Akşam olup ihtiyar mağaraya geldiğinde yemek yedikten sonra ihtiyar fenalaşmış çünkü kız delikanlının yüzüğündeki zehiri yemeğin içine koymuş. İhtiyar orada ölmüş. Delikanlıyla kız mağarada bulunan mücevherleri alıp mağarayı ateşe verip yola düşmüşler. Sonra da ülkeyi terk etmişler. Başka bir ülkede yeni bir hayat kurmuşlar. Gökten üç elma düşmüş biri bana, biri anlatana, biri sana. Bu elmayı yemeyen kişi iğci babanın parmağını yesin. *zembil: Hasırdan örülmüş saplı torba.
İĞCİ BABA
Tokat
Karadeniz Bölgesi
[KARGA]  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir garip kuşçu varmış. Geçimini kapan kurup kuş avlayarak sağlarmış. Bir gün kuşçu ölmüş. Oğlu kapanı alıp evin geçimini sağlamaya gitmiş. Bir ağacın dalına kapanı kurmuş, saklanıp beklemiş. Bir karga yakalamış. Karga dile gelmiş ve:  — Eğer beni bırakırsan sana çok güzel kuşlar gönderirim. Sende bu kuşları padişaha çok paralara satarsın, demiş. Oğlan, bu nasıl bir karga? Bırakayım, gitsin, diye düşünmüş ve kargayı salmış. Tekrar saklanmış, biraz sonra sesi de kendi de güze bir bülbül yakalamış. Karga, oğlanın yanına gelip:  — Hadi çabuk bu bülbülü padişaha götür, demiş. Bülbüle hayran kalan padişah gence bir kese altın vermiş. Padişahın sürekli bülbülü dinlemesini kıskanan veziri, padişaha:  — Hünkârım bu bülbül çok güzel ama ona saf altından bir kafes yaraşır, dilerseniz bülbülü getiren delikanlı bize bu kafesi de bulup getirsin, demiş. Padişah genci çağırmış, istediğini söylemiş. Kırk gün de mühlet vermiş. Genç ağlayarak eve giderken karga omzuna konmuş ve kafesi nerede bulacağını söylemiş. Genç kafesi padişaha getirince itibarı artmış. Vezir buna çok kızmış. Bir süre sonra padişaha: — Hünkârım bülbüle altın kafes çok yakıştı, ama fil dişinden saray daha güzel olmaz mı, diye sormuş. Padişah o kadar çok fildişini nasıl bulacaklarını sorunca da gencin bulabileceğini söylemiş. Padişah genci çağırmış, istediği şeyi söylemiş ve kırk gün süre vermiş. Genç ağlayarak giderken karga tekrar omzuna konmuş ve derdini sormuş. Genç olan biteni kargaya anlatınca karga, tasalanmamasını, padişahtan kırk deve yükü şarap ve kırk yiğit isteyerek yarın sabah şehrin kapısında kendini beklemesini söylemiş. Genç tüm hazırlıkları yapıp kargayı beklemiş. Karga yol göstermiş. Gide gide boş yalakların olduğu kurak bir yere gelmişler. Filler alışkanlıktan her akşam bu kurak yere su içmeye gelir, sonra da suyun olduğu yere giderlermiş. Şarapları yalaklara döküp saklanmışlar. Filler gelip su bulduk sevinciyle tüm şarabı içip sarhoş olmuşlar. Oldukları yere yıkılınca askerler fillerin dişlerini söküp rüzgârla yarışarak memleketlerine dönmüşler. Genç ödüllendirilmiş. Vezir kıskançlıktan kudurmuş. Padişah fildişinden sarayın hemen yapılmasını emretmiş. Saray yapılmış, bülbül içine konmuş ama bülbül ötmeyi kesmiş. Padişah bülbül bir türlü ötmeyince çok üzülmüş. Vezir:  — Hünkârım söyleyelim bülbülü getiren gence, sahibini de getirsin. Ondan ötmüyor herhâlde, demiş. Gence emir verilmiş. Ağlayarak evine dönerken karga gelmiş derdini sormuş. Genç anlatınca:  — Git padişahtan bir gemi iste, ama gemide hem hamam hem de en güzel çiçeklerle bezeli bir bahçe olacak. Ayrıca geminin tayfaları kırk güzel kız olacak, demiş. Genç padişaha gidip karganın söylediklerini istemiş. Padişah en kısa zamanda hazırlatmış, genci de gemiye kaptan yapmış, yollamış. Karga gene yol göstermiş. Bir adaya gelmişler. Karga gence kıyıya gelen kızları görünce en büyük kayığa atlatıp yanlarına gitmesini, en güzelini gemiye getirip önce bahçeyi sonra hamamı gezdirmesini, kız hamama girince de gemiyi hemen harekete geçirmesini söylemiş. Genç, karganın söylediklerini aynen yapmış. Kız hamama girince de gemiyi harekete geçirtmiş. Kız hamamdan çıkıp ülkesinden ayrıldıklarını görünce ağlamaya başlamış. Genç kıza ağlamamasını söyleyip gittikleri ülkenin güzelliklerini anlatmış. Padişah gençle kızı karşılamış. Kızın gelmesiyle bülbül ötmeye başlamış. Hem kızın güzelliğine vurulan hem de bülbülün ötmesine sevinen padişah kızla evlenmek istemiş. Kız kabul edince kırk gün kırk gece düğünle evlenmişler. Gence de bir vezirlik vermişler. Padişahla kız mutlu mesut yaşarken kız birden hastalanmış. İlacının memleketinde olduğunu söyleyince genci hemen gemiye bindirip kızın memleketine yollamışlar. Karga, gencin yanına gelip kanadından iki tüy vermiş. Kızın sarayının kapısında bekleyen aslanların burunlarına tüyleri vurmasını, içerideki cariyelere sultanlarının hasta olduğunu, ilacını istediğini söylemesi gerektiğini anlatmış. Genç karganın söylediklerini yapıp ilacı almış. Memleketinde genci saraya götürmek için bir araba bekliyormuş. Genç arabaya omzunda kargayla binmiş. Sarayda hemen padişahın huzuruna çıkıp ilacı vermiş. Sultana ilacı içirmişler, hemen iyileşmiş ama gencin omzundaki kargayı görünce vezir: — Hey gidi yüzsüz seni. Demek sendin beni yerimden, yurdumdan eden, demiş.  — Ama bak ben burada mutluyum, hilelerin işe yaramadı. Bu gence hiç mi acımadın da bu kadar acı çektirdin, demiş. Padişah ne oldu, niye kargayla konuşuyorsun, diye sorunca vezir anlatmış:  — Padişahım bu karga benim cariyemdi, beni kızdırdı, ben de onu karga kılığına soktum. Şimdi affediyorum, demiş. Bunun üzerine karga çok güzel bir kıza dönüşmüş. Vezir, padişaha:  — Padişahım gel biz bu kızla genci evlendirelim, sen de genci evlatlığa kabul et, demiş. Padişah bunu kabul etmiş düğün dernek kurulmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri karga kızla gence, biri anlatana, biri de dinleyene.
Karga
Muğla
Ege Bölgesi
 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken bir köyde çok fakir bir adam yaşarmış. Bu adam köy köy gezer, zengin ağaların hizmetkârlığını yaparmış.  Yine bir zaman bir köye gitmiş. Köyün ağasına hizmetkâr durmuş. Ama ağanın şartı varmış. Kim ona küserse onun sırtından bir davulluk deri yüzecekmiş. Adam bu şartı kabul etmiş. Ağa adama çok zor işler buyuruyormuş. Adam sabretmiş, dişini sıkmış, hiçbir zaman küstüm dememiş. Ama artık adamın takati kalmamış. En sonunda dayanamamış:  — Ben artık bu işi yapamayacağım, küstüm size ağam, demiş.  Ağa adamın sırtından bir davulluk deriyi yüzmüş, adamı da işten atmış. Adam kendi köyüne, ailesinin yanına dönmüş.  Adamın köyde Gökboncuk adında bir oğlu varmış. Babasının vaziyetini görünce:  — Baba sana bu eziyeti kim yaptı, diye hiddetlenmiş. Babası her şeyi olduğu gibi anlatmış. Gökboncuk babasına yapılanları sindirememiş ve:  —Kim bu ağa denen adam? O adamın derisini yüzüp sana yapıştıracağım, demiş. Babası ne kadar yapma, etme, gitme demişse de babasını saymamış ve yola düşmüş. O köye gitmiş ve ağaya hizmetkâr olmuş. Ağa, Gökboncuk ile da aynı pazarlığı yapmış. Gökboncuk her şeyi kabul etmiş ve işe koyulmuş. Ağanın emirleri arka arkaya gelmeye başlamış. — Sabahtan tavuklara yem verilecek, demiş. Gökboncuk sabah olunca kümese gitmiş, bütün tavukları kesmiş, telef etmiş ve ağaya götürmüş. Gökboncuk, ağaya: — Ağam küstün mü, diye sormuş. Ağa da:  — Yok oğlum, niye küseyim, demiş.  Akşam olmuş, ağa Gökboncuk’u öküzlere saman vermeye göndermiş. Bu sefer de Gökboncuk, öküzlerin kafasını kesmiş, ağaya götürmüş. Ağa öküzlerin kafasının kesildiğini görmüş. Gökboncuk, ağaya:  — Ağam küstün mü, diye sormuş. Ağa da:  — Yok oğlum, niye küseyim, demiş ve gitmiş. Gece olmuş ve yatmışlar. Ağa, karısına:  — Biz bu Gökboncuk’tan kurtulamayacağız, başımıza bela oldu, demiş. Düşünmeye başlamış. Bir süre sonra aklına bir fikir gelmiş:  — Hatun sen bir sürü çörek pişir, bu gece mutlaka kaçmalıyız, yolda azık olur bize, demiş. Kadın çörekleri pişirmiş ve bir çuvala doldurmuş. Gökboncuk ağayla, karısının kaçacağını anlamış ve çuvalın içindeki çörekleri boşaltmış ve kendisi içine girmiş.  Sabah olunca ağa çuvalı sırtına aldığı gibi, karısıyla kaçmışlar. Böylece bir süre yol gitmişler. Gökboncuk çuvalın içinde iyice sıkılmış, bunalmış ve tuvaleti gelmiş. Artık dayanamaz vaziyetteymiş ve çuvalın içine işemiş. Ağanın sırtından aşağıya doğru da akmaya başlamış. Ağa olanlardan huylanmış ve eliyle sırtını yoklamış. Eline bir yaşlık gelmiş ve anlamak için elini yalamış.  — Ulan karı, çöreği iyi yapmışın amma biraz tuzlu olmuş, demiş.  Öylece bir vakit daha gitmişler. Gide gide bir deniz kenarına varmışlar. Orda yemek yemeye durmuşlar. Ağa:  — Hatun aç şu çuvalı da karnımızı doyuralım, demiş. Kadın çuvalı açmış, birde bakmış ki Gökboncuk çuvalın içinde duruyor. Çok şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilememişler. Gökboncuk çuvalın içinden çıkmış. Ağaya:  — Ağam küstün mü, demiş.  — Yok oğlum niye küseyim ki, demiş. O geceyi orada geçirmişler. Herkes yatmış. Gökboncuk yine bir şeyler olacağını fark etmiş ve uyumamış. Ağa, karısına:  — Hatun Gökboncuk’u denize atmalıyız yoksa başımıza bela olacak, demiş.  Gökboncuk konuşmaları duymuş. Gece onlar uyuyunca kalkmış ve kadını kendi yerine doğru çekmiş ve ağanın yanına yatmış. Ağayı dürtmeye başlamış.  — Herif herif kalk gayri, kalk da Gökboncuk’u denize atalım, demiş. Ağa hemen kalkmış, Gökboncuk sandığı karısını biri bir taraftan, biri bir taraftan tutmuş ve denize atmışlar.  Sabah olunca ağa bir bakmış ki karısı yerinde yokmuş. Gökboncuk ise hâlâ hayattaymış. Şaşırmış kalmış. Gökboncuk’a sormuş:  — Oğlum ablan nerde, demiş. Gökboncuk:  — Ağam gece denize attık ya. Hatırlamıyor musun, demiş. Adam olanlara çok üzülmüş, donup kalmış. Gökboncuk adamı böyle görünce: — Ne oldu ağam küstün mü, demiş. Ağa: — Bu sefer küstüm, demiş. Gökboncuk bunu fırsat bilmiş ve ağanın sırtından bir davulluk deriyi yüzmüş. Hemen götürmüş ve babasının sırtına yapıştırmış. Babası yeniden sağlığına kavuşmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
GÖKBONCUK
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
[ALINLARI AY YILDIZLI OĞLAN VE KIZ] Bir varmış, bir yokmuş… Ülkelerin birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç oğlu varmış. Günlerden bir gün padişah bu üç oğluna kız aramak için ülkedeki herkesin ışıklarını yakmaması için haber vermiş. Akşam olunca padişah, veziri ve askerleriyle kız aramaya çıkmışlar. Bakmışlar ki her evin ışığı kapalı sadece bir evinki açıkmış. O evdekilerde ışık gözükmesin diye kalın perdeler takmışlar ancak ışık dışarı yansımış. Bunu gören padişah ve askerleri hemen o eve gitmiş ve içeride konuşulanları dinlemişler. O evde üç fakir kız yaşıyormuş ve dokumacılık yapmak için ışığı açmışlar. Büyük kız kardeş: — Padişah beni büyük oğluna alsa, ona büyük bir çadır dokurum. Bütün ordusunu alır, yarısı da artar, demiş. Ortanca kız kardeş: — Padişah beni ortanca oğluna alsa, ona sofra dokurum. Bütün ordusunu alır, yarısı da artar, demiş. Küçük kız kardeş: — Padişah beni küçük oğluna alsa alınları ay yıldızlı bir kız bir de oğlan doğururum, demiş. Bunun üzerine padişah bu üç kız kardeşi oğullarına alır.  Gel zaman git zaman… Padişah bakmış gelinlerinden hiç ses çıkmıyor. Padişah büyük oğluna demiş ki: — Karının bana verdiği bir vaadi vardı, yerine getirsin, demiş. Büyük oğlu karısına söyleyince karısı: — Ben koskoca padişahın geliniyim, padişahın şerefine yakışır mı bu yaptığı, demiş. Padişah bunu duyunca susmuş. Padişah ortanca gelininden de vaadini gerçekleştirmesini istemiş. Ortanca gelin de büyük gelinin dediklerini söylemiş. Padişah yine susmak zorunda kalmış. Küçük gelin hamileymiş. Padişah gelininin doğurmasını bekliyormuş. İki büyük kız kardeş eğer küçük kız kardeşleri dediğini yaparsa biz ne yapacağız diye korkmuşlar.  Gel zaman git zaman… Küçük gelin sancılanmış dediği gibi alınları ay yıldızlı bir kız ile bir oğlan doğurmuş. Bunu öğrenen iki büyük kız kardeş hemen iki köpek yavrusu bulup bebekleri çalmışlar, yerlerine iki köpek yavrusunu bırakmışlar. Bebekleri de ormana bırakmışlar. Küçük gelin uyanınca iki büyük kız kardeş: — Bu iki köpek yavrusunu sen doğurdun diye inandırmış. Padişah bu iki yavruyu görünce bu kadar da olmaz deyip bu küçük gelini kuyuya atmış. Bir de oradan gelen geçen herkesin bu küçük geline tükürmesi için emir vermiş. Oradan gelen geçen herkes ona tükürmüş.  Gel zaman, git zaman… Ormanda bırakılan iki kardeşi geyik bulmuş ve onları emzirip büyütmüş. Bir gün padişah askerleriyle birlikte ormana gitmiş ve bu kız ve oğlanla karşılaşmış. Bunlar padişaha yemek hazırlamışlar. Bu durumu iki büyük kız kardeş duymuş ve telaşlanıp o kızı ve oğlanı zehirlemeye kalkışmışlar ama başaramamışlar. Bu sırada erkek kardeş bir gün ormanda atla gezerken bir dev ve yanında gezen bir kız görmüş. Oğlan, kıza âşık olmuş, kızın onunla birlikte gitmesi için hamamda banyo yaparken tarağının alınması gerekiyormuş. Kız hamamda banyo yaparken oğlan, devin gözünün açık olmasını beklemiş çünkü devin gözü açıkken uyurmuş. Oğlan, devin gözünü açmasıyla hemen hamama girmiş ve kızın tarağını almış. Bunu gören kız oğlanla birlikte ormana gitmiş ve evlenmişler. Bu kız o kadar bilgiliymiş ki bütün sihirleri insanların iyilik veya kötülük düşündüklerini biliyormuş. Bu kız, erkek ve kız kardeşin başına gelenleri öğrenmiş.  Bir gün padişah bu iki kardeşi yemeğe davet etmiş. Bunu fırsat bilen iki büyük kız kardeş, bütün yemeklere zehir koymuş. Bunu bilen oğlanın karısı iki kardeşini uyarmış ve kıza içinde panzehir saklı bir yüzük takmış. İki kardeş yemeğe gitmişler, gelen her yemeğin içine kız yüzükteki panzehiri dökerek yemeklerdeki zehri almış. Sonra oğlanın karısı ve kız kardeşi etrafı dolaşmaya çıkmışlar. Bunlar kuyunun içindeki kadını görmüşler, oradakiler bu kadına tükürmelerini söylemiş. Bunlar da: — Neden tükürelim ki, demişler. Onlar da: — Bu kadın bir kız, bir oğlan doğuracağı yere iki köpek doğurdu, demişler. Kızlar da: — Ne biliyorsun köpek doğurduğunu, demişler. Onlar da: — Biz gördük, gösterdiler, demişler. Kızlar bunun üzerine padişahı ve askerleri yemeğe çağırmışlar. Oğlanın karısı çadır ve sofra dokumuş. Padişah ve bütün askerleri yemeğe geliyor, ancak çadırın yarısı boş kalıyor. Çadırın yarısını bile askerler dolduramıyor. Bunlar sofrayı donatmışlar, sofra askerlerin tamamını alıyor, sofranın yarısı boş kalıyor. Sofrada altın tabak, kaşık ve çatal konmuş. Bu üç kişi tabakları, çatalları, kaşıkları sayacaklarını söylüyorlar. O esnada padişahın cebine biri altın kaşık ve çatal koyuyorlar. Kız saydığında bir kaşık bir çatal eksik olduğunu söylüyor. Kız, Padişaha: — Bütün ordunu arayacağım, diyor. Padişah da çekinmeden: — Arayabilirsin, diyor ve bütün askerleri arıyor fakat bulamıyor. Son olarak padişahın cebine bakıyor ve bir adet altın kaşık ile bir adet çatal buluyor. Padişah utancından kıpkırmızı oluyor. Padişah: — Ama nasıl oluyor, ben almadım onları, diyor. İki kardeş: — Peki o kadının nasıl iki köpek doğurduğuna inandın, demişler. Padişah: — Ama bana iki köpek yavrusunu gösterdiler, diyor. Onlar da: — Sana yalan söylemişler. Köpek yavrusu doğurmadı, alınları ay yıldızlı bir kız ve oğlan doğurdu. Onlar da biziz deyip başlarından geçenleri anlatıyorlar: — İki büyük kız kardeş sizi kandırıp yemeklerin hepsine zehir koydular. Biz zehri bir yüzüğün içindeki panzehir ile aldık, diyorlar. Padişah hemen iki büyük kız kardeşi çağırtıyor ve soruyor onlara: — Kırk satır mı, kırk katır mı istersiniz diye. İki kardeş: — Katır olsun, bari de gezelim, demişler. İki kardeş kırk katırın arkasına bağlanıyor. Katırlar bunları sürükleye sürükleye alıp bir taraflara götürüyorlar. Derhal annelerini kuyudan çıkarıp kucaklıyorlar. Bundan sonra mutlu bir hayat yaşıyorlar. Orada masal, burada sağlık...
Alınları Ay Yıldızlı Oğlan ve Kız
Tokat
Karadeniz Bölgesi
[BUMBUM] Bir varmış, bir yokmuş, çok eski günlerde bir delikanlı varmış, ağzını açtığında sanki gök gürlermiş. Öylesine yüksek sesle konuşurmuş ki damları titretirmiş. Bu yüzden ona “Bumbum’’ adını vermişler. Fakat o köyde herkes onun gibi yüksek sesle konuştuğu için onun bu kusurunu kimse yüzüne vurmuyormuş. Köy diğer köylerden çok uzakta yamacın dibinde imiş. O köyden hiç yabancı geçmiyormuş. Köy çorakmış, az şey yetişiyormuş. Bumbum her gün aç kalıyormuş. Günün birinde daha fazla kazanmak üzere şansını denemek istemiş. Bu nedenle de yollara düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş. Kocaman bir ovaya gelmiş. Orada tarlada hasat yapan köylüler ile karşılaşmış. Onlar bir araya toplanıp yemek yiyorlarmış. Bumbum onlara seslenmiş: — Kardeşler bu ülkenin adı ne? Sesi öylesine gürültülü çıkmış ki köylüler gök gürlüyor sanmışlar. Yemekleri öylece bırakıp ekinleri korumak için telaşa kapılmışlar. Bumbum durmadan aynı soruyu soruyormuş. Fakat köylüler konuşacak zaman bulamıyorlarmış. Bumbum’un sesini gök gürlemesi sandıklarından ekinlerin ıslanmasından korkuyorlarmış. Bumbum onlardan yardım alamayacağını anlayınca yoluna devam etmiş. Bu kez bir tepede koyunlarını otlatan bir çobana denk gelmiş. Çobana: — Hey, dostum bu köyün adı ne? Çocuğun sesi öylesine yüksek çıkıyormuş ki zavallı çoban bir fırtına yaklaştı sanarak köpeğini ve sürüsünü dilini şaklatarak çağırmış. Sürüyü sağ salim köye götürmek istiyormuş. Bumbum çobanın peşinden koşmuş fakat onu kaybetmiş. Zavallı Bumbum öylesine yorulmuş ki olduğu yere yığılıp birkaç saat uyumuş. Uyandıktan sonra birkaç köyden geçmiş. Fakat her yerde aynı sefalet ve yoksulluk varmış. Bu yüzden ülkenin padişahının sarayının bulunduğu yere doğru adımlarını yöneltmiş. Kentin kapısından içeri giren Bumbum, yaya bir adamı durdurarak: — Arkadaş bu ülkenin adı ne diye sormuş. Normal sesle konuşmuş ancak o zamana kadar böylesine gür bir ses duymamış olan kentlinin ödü kopmuş. Bütün sokak birden karışmış. Herkes korkunç bir kasırganın geleceğini sanarak evlerine koşmuş. Bu arada Bumbum sesinin herkesi korkuttuğunu anlamış. Bu kes susmayı denemiş. Bumbum halktan başkentin nerede olduğunu öğrenerek oraya doğru yol almış. Başkentte hiç konuşmadan ekmeğini kazanmak için ne iş verdilerse yapmış. Odun toplamış, ocak temizlemiş, padişahın eşyalarını onarmış. Burada da sefalet içinde olan köylüleri görmüş. Padişah, halkının sızlanmasından çok öfkeliymiş. Gerçekleri bildirecek on iki kadılık bir heyet toplamıştı. Padişah adamları arasından hep sağır ve kekemeleri seçmiş. Tam on bir kişi toplamıştı. Kimseyi korkutmamak için dilsiz taklidi yapan Bumbum, kente vardığında el işaretiyle derdini anlatmış. Bunun üzerine padişah on ikinci kadı olarak dilsiz bildiği Bumbum’u seçmiş. Saray halkı ve kentin ileri gelenleri toplanmışlar. Padişah kadılara dönerek konuşmaya başlamış. — Ey kadılar! Halk doyuncaya kadar yiyor değil mi? Onun bu sorusunu duymayan sağırlar ellerini kulaklarına koymuşlar. Kekemeler itiraz etmek istediler ama dertlerini anlatamadılar. Bumbum şaşakalmış. Derin bir nefes almış. Padişah sorularına devam ediyormuş: — Halk her susadığında içecek buluyor değil mi? Hiçbir şey duymayan sağırlar başlarını sallamışlar. Ancak kimse onların neden baş salladığını anlayamamış. Onaylamışlar mı idi yoksa hayır anlamında mı baş sallıyorlardı. Bumbum iyice sinirlenmiş, burnundan soluyormuş. Artık bu kadar maskaralığa dayanamayan Bumbum olanca sesiyle: — Yalan, diye haykırmış. Yalan halk yoksulluktan kırılıyor. Yarı aç geziyor, hepsi bir deri bir kemik… Bumbum öylesine yüksek sesle bağırmış ki sesi adeta bir patlama yaratmış. Padişahın zaten harap sarayı başlarına yığılmış. Şamatayı duyan halk kaza yerine vardığında padişahlarını kurtarmak için büyük çaba harcamışlar ama o ölmüş.  Halk, daha sonra ahali kendilerini kurtarmak isteyen Bumbum’un yanına yardıma koşmuşlar ve onu kurtarmışlar. Bumbum’u kendilerine padişah yapmışlar. Kaderini değiştirmek için köyünden uzaklaşan Bumbum, sonunda muradına erişmiş. Ülkedeki herkesi fakirlikten kurtarmış.
Bumbum
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
[İYİLİĞE İYİLİK, KÖTÜLÜĞE KÖTÜLÜK] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben ve babam beşikte, anam eşikte iken eski zamanlarda, bir evde Ayşecik adında bir kız varmış. Bu kız annesi ve babası ile çok mutlu yaşarmış. Bir gün Ayşecik’in annesi hastalanmış, ölmüş. Babası başka bir kadınla evlenmiş. Bunların bir kızları daha olmuş. Adını da Fatmacık koymuşlar. Zaman zamanı kovalamış, bu iki kız büyümüş. Anneliği Ayşecik’i sevmediği için ona hep zor işleri yaptırmaktaymış. Bir gün üvey annesi, Ayşecik’in eline helkeleri* verip suya göndermiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş… Suyun yanına varmış. Ayşecik helkeleri doldurmuş. Omzuna asmış, dönüp eve giderken yolda selvi ağacına rastlamış. Selvi ağacı: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Ayşecik: — Tabii dökerim diyerek suyu dökmüş. Selvi ağacı: — Allah sana benim gibi uzun boy versin, diyerek hayır duası etmiş. Duası kabul olup, Ayşecik’ in boyu selvi gibi uzamış. Yoluna devam ederken pembe güle gelmiş. Pembe gül: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Ayşecik: — Tabii dökerim, demiş; suyu dökmüş. Pembe gül: — Allah sana benim gibi pembe yanak, pembe dudak versin, demiş. Ayşecik’in yanakları ve dudakları pembe olmuş. Tekrar yoluna devam ederken bu kez beyaz güle gelmiş. Beyaz gül: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Ayşecik: — Tabii dökerim, demiş; suyu dökmüş. Gül de ona: — Allah sana benim gibi beyaz ten versin, demiş. Ayşecik’in teni bembeyaz olmuş. Tekrar yoluna devam ederken bu kez siyah güle gelmiş. Siyah gül: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Ayşecik: — Tabii dökerim, demiş, suyu dökmüş. Siyah gül: — Allah sana benim gibi simsiyah saç, kaş, göz versin, demiş. Ayşecik’in saçı gözü simsiyah olmuş. Ayşecik böylece dünyalar güzeli bir kız olmuş. Ayşecik bu güzellikle eve gitmiş. Üvey annesi bunu görünce kızmış, bağırmış. Ayşecik’e: — Bu güzelliği nerden aldın diye sormuş. Ayşecik başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine anneliği hemen Fatmacık’ı suya göndermiş Fatmacık da Ayşecik gibi suyu doldurmuş. Eve geri dönerken selvi ağcına gelmiş. Selvi ağacı: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Fatmacık: — Yaa, senin için mi doldurdum suyu, demiş. Suyu dökmemiş. Selvi ağcı Fatmacık’a: — Allah sana benden de uzun bir boy versin, demiş. Fatmacık’ın boyu upuzun olmuş. Yoluna devam ederken pembe güle gelmiş. Pembe gül: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Fatmacık: — Yaa, senin için mi doldurdum suyu, demiş; dökmemiş. Pembe gül: — Allah sana benim gibi gözlerinin akına pembe renk versin demiş. Fatmacık’ın gözlerinin akı pembe olmuş. Tekrar yoluna devam ederken bu kez beyaz güle gelmiş. Beyaz gül: — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Fatmacık: — Yaa, senin için mi doldurdum suyu, demiş. Suyu dökmemiş. Beyaz gül: — Allah sana benim gibi beyaz kaş, göz rengi, saç versin, demiş ve Fatmacık’ın saçı, kaşı gözü bembeyaz olmuş. Fatmacık bu kez siyah güle gelmiş. Siyah gül:  — Kızım bana biraz su döker misin, demiş. Fatmacık: — Yaa, senin için mi doldurdum suyu, demiş; dökmemiş. Siyah gül: — Allah sana benim gibi sim siyah bir ten versin, demiş. Fatmacık’ın teni simsiyah olmuş. Bunlardan sonra Fatmacık çirkin mi çirkin olmuş. Fatmacık bu hâlde eve gitmiş. Annesi kızını bu hâlde görünce bağırmış. — Kızım sen niye böyle oldun diye kızmış. Bu olaydan sonra Ayşecik’in anneliği kimse bu güzelliği görmesin diye Ayşecik’i eve hapsetmiş. Fatmacık’a da güzel güzel elbiseler alıp giydirmiş. Ayşecik’i bir gün bir yakışıklı delikanlı görmüş. Bahçede kuşlara yem atarken gören oğlan, Ayşecik’e âşık olmuş. Bu oğlan padişahın oğluymuş. Hemen babasına deyip istetmiş. Bunu öğrenen Ayşecik in anneliği, Ayşecik’i bir yere kapatmış. Kendi kızını Ayşecik diye vermiş. Padişahın oğlu bundan habersiz düğün hazırlıklarına başlamış. Ayşecik bunu hemen duymuş hapsedildiği yerde ağlamış, ağlamış…      Gel zaman, git zaman… Düğün günü gelmiş, Fatmacık yüzünü hep kapalı tutmuş, evlenene kadar gösterilmez diye. Düğüne az bir zaman kala Ayşecik’in yardımına bir peri çıkagelmiş. Ona güzel elbiseler getirmiş giydirmiş, saçını yapmış. Bir de atlı arabaya bindirip götürmüş. Fatmacık saraya geldiğinde padişahın oğlu onu görünce şaşırmış. Nasıl böyle bir şey olabilir diye düşünmüş. Evleneceği kızın örtüsünü açınca Ayşecik’in olmadığını görmüş. Bunu öğrenen padişah, anne ve kızı ömür boyu zindana hapsetmiş. Ayşecik ve padişahın oğlu mutlu bir yaşam sürmüş sonsuza kadar… Orada masal, burada sağlık... *helke: Bakırdan yapılmış kova, bakraç.
İyiliğe İyilik Kötülüğe Kötülük
Denizli
Ege Bölgesi
[TÜMEN KUZULARI] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, annem vurdu bir oklava, babam vurdu bir oklava, ben gittiğim bokluğa, boklukta eşelenirken eşelenirken bir tüfek buldum, tüfeğimin sapı yok. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Olsun, dedim tüfeği takıp omzuma, yola koyuldum, az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, acıktım, susadım ama ne yedim ne içtim, ben diyeyim aylarca sen de yıllarca geriye gittim. Yıllar yıllar önce içinden masmavi bir dere geçen, güzel çam ağaçlarıyla kaplı, renk renk çiçeklerle süslü, havası temiz, hayvanları semiz bir orman varmış. Bu ormanda bütün hayvanlar kardeşçe geçinir, birlikte yaşayıp giderlermiş. Yalnız bir boz ayı varmış ki son günlerde doymak nedir bilmez olmuş. Koyun sürülerine saldırıp ormanda tatsızlık çıkarır, huzursuzluk yaratırmış. Ormanın padişahı aslan, boz ayıyı çok uyarmış, ama her defasında boz ayı inkâr eder: — Ben oyun olsun diye saldırır gibi yapıyorum, yoksa onları yiyeceğimden değil, dermiş. Bu ormanda yaşayan Tümen kuzuları ve anneleri ise boz ayının hainliklerinin namını duymuşlar, kendilerine ormanın kuytu köşelerinde korunaklı bir yuva kurmuşlar. Anneleri otlanmaya gittiği zaman kapıyı sıkıca kapatır: — Sakın ben yokken kapıyı kimseye açmayın yavrularım, ben size yemek bulmaya gidiyorum, der gözü arkada kalmadan gidermiş. Bu günlerce böyle devam etmiş, Tümen kuzuları da anneleri de artık rahatmış, yuvalarına gelen giden yokmuş, ormanın saklı bir yerinde yaşamlarını sürdürüyorlarmış. Ya da onlar öyle sanıyorlarmış.  Boz ayı günlerce Tümen kuzularını uzaktan uzağa gözetlemiş, anneleri günaşırı yuvadan uzaklaşır, bir tehlike olmadığını sezince daha da fazla uzaklaşırmış.  Gün gelmiş, boz ayı o etli, semiz kuzuları aklından çıkaramaz olmuş, düşündükçe iştahı kabarırmış. Annelerinin yine yuvadan uzaklaştığı bir gün bir ağacın arkasına saklanıp beklemiş, anne gelmeyince kapıya dayanıp seslenmiş: — Açın kapıyı Tümen kuzucuklarım ben geldim. Kuzular, boz ayıyı anneleri sanmışlar ve kapıyı açmışlar. Aç ayı, bütün yavruları yemiş, üzerine bir rehavet gelip de çöküverince oracığa yığılıvermiş. Kuzuların annesi geldiğinde kapıyı açık, boz ayıyı ise yerde uyuklar halde görünce durumu anlamış. Kaçmış gitmiş, çok ağlamış, çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş. Ayıya bir ders vermeye karar vermiş. Bir gün boz ayının kapısını çalmış, olanları bilmezden gelip: — Ayı kardeş, ben yavrularımı kaybettim, bulamıyorum, herhalde beni bırakıp gittiler, bu ıssız yerde senin de ailen, dostun yok. Benim de yok. Gel seninle kardeşlik olalım. Sen benim canımı bağışla, ben de sana senden korkmadan yoldaşlık yapayım. Boz ayıya mantıklı gelmiş, herkese saldırdığım için hiç arkadaşım kalmadı. Herkes benden kaçıyor, koyunla birlikte olursam herkesin düşünceleri değişir, yine bana yaklaşırlar ben de onları haklarım, diye düşünmüş. Bu arkadaşlık teklifini kabul etmiş. Tümen kuzularının annesi, bir gün boz ayıya: — Gel kardeşlik, senle bir sele örelim, o seleyle ben sana dereden balık tutarım, sen de afiyetle yersin, demiş. Ayıya bu da mantıklı gelmiş, kabul etmiş. Yalnız koyunun bir şartı varmış. — Kardeşlik, ben örmeye başlayacağım sen yorulma ama biraz üreyince sen içine gir, sen içten ben dıştan öreyim ki çabuk bitsin. Ayı sele örmekten ne anlar. — Tamam, demiş. Ayı içinden: — Ben içine gireyim de o dışardan, içini nasıl görecek, ördüm sanır. Ayı seleye girmiş, koyun hızlı hızlı örüyormuş, sele bitmek üzereymiş ayı dışarısını göremez olmuş. — Kardeşlik beni ne zaman çıkaracaksın bitmedi mi daha? — Merak etme ayı kardeş, ben seleye bir delik açacağım bitirince, oradan rahatlıkla çıkarsın.  Ayı kabul edip biraz daha uzanmış. Uyuyayım bari, içerisi zaten karanlık. Boş boş vakit de geçmiyor diye düşünmüş ve uykuya dalmış. Bir süre sonra paldır küldür bir sesle irkilmiş. Yuvarlanıyormuş. Koyun seleyi bitirmiş, bir de tekme sallamış, ayıyı dereye yuvarlamış. Ayı o zaman anlamış ki oyuna geldi. Ama yapacak bir şey yok, Tümen kuzucukları geri gelmez, ormanda yaptığı hainlikleri de geri alamaz, pişman olmuş olmasına da yaptıklarının cezasını da canıyla ödemiş. Boz ayı bir annenin canını zamanında öyle bir yakmış ki, bu yangını; değil kendisinin ölümü, o güzel ormanın serin deresi bile söndüremezmiş.
Tümen Kuzuları
Bilecik
Marmara Bölgesi
  [DADIBOLA] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken anam düştü beşikten, babam düştü eşikten, ben çorbayı içtim kaşıklan. Zamanın birinde, bir dağda yaşayan bir köylü varmış. Bu köylünün üç tane kız evladı varmış. Dördüncü çocuğu da kız olmuş ve bu çocuğu erkek gibi yetiştirmeye karar vermiş. Hatta ona erkek ismi vermiş. Onu öyle bir yetiştirmiş ki erkeklerin yapamadığını o yapıyormuş. Ok atmada birinci, kılıç kuşanmada en iyiymiş. Zamanının erkeklerine taş çıkarırmış. Babası erkek gibi yetiştirdiği kızıyla gurur duyarmış. Zaman ilerledikçe o zaman çıkan savaşlara padişah emriyle asker toplanıyormuş. Her evden bir erkek orduya alınıyormuş. Bu evde de tek erkek baba olduğundan kara kara kızlarını kime emanet edeceğini düşünürmüş. Erkek gibi yetiştirdiği kızı, onun bu hâline çok üzülmüş ve ne olduğunu sormuş, babası da durumu anlatmış kızına. Kızı, babasının hâline dayanamamış ve babasının yerine askere gitmeye karar vermiş. Babası bu fikre pek yanaşmamış: — Senin kız olduğun anlaşılırsa hâlimiz nice olur, demiş. Kız da babasına köpeğinin ona yardım edeceğini söylemiş. Köpeğinin adı Dadıbola imiş. Konuşulanları anlıyor ve gidip sahibine anlatıyormuş. Kızın en büyük yardımcısıymış. Babası kızına öğüt vermiş: — Kimseyle güreş tutma, hamamda kalabalığa karışma, herkese sırrını verme, demiş. Kız askere gitmiş ve birliğine teslim olmuş. Askerlerin içinden seçme yapılmış. Bu seçilenler sarayda hizmet bölümüne gönderilmiş. Padişahın oğlu gelen askerlerin içinde o kızı görmüş ve ilk bakışta onun kız olduğunu anlamış, ama bunu nasıl kanıtlayacağını bilememiş. Padişahın oğlu dayanamamış ve annesinden yardım istemiş. O da: — Kızı bir piknik yapılabilecek bir yere davet et. Biraz da zahmetli işler bul. Soğan soyma, fasulye ayıklama gibi. Yemek işinden hiç anlamadığını söyle. Eğer hemen girişirse bil ki kızdır, demiş. Padişahın oğlu aynısını yapmış. Ama kız hiç oralı olmamış. Padişahın oğlunun planı suya düşmüş. O da tekrar annesinin yanına gitmiş ve başka bir fikir istemiş. Bu defa annesi: — Ocağa büyük bir kazanla süt koydur, süt kaynasın. Tam taşmaya başlayınca kalkıp da sütü ateşten alırsa bil ki o kızdır, demiş. Süt kaynamış, taşmış ama padişahın oğlu indirmiş. Kız hiç oralı olmamış yine. Annesi bu sefer oğluna kızla güreş tutmasını söylemiş. Kız, babasının verdiği öğüdü unutmuş, oğlanla güreşmeye razı olmuş. Bir erkek gücüyle bir kadın gücünün bir olmadığını hissetmiş. Bunlar güreşirken kızın dişi kırılmış, padişahın oğlu da dişinin yerine bir tane inci takmış. Askerler terhis olup memleketlerine gitmiş. Kız da giderken padişahın oğluna bir not bırakmış. Notunda: Oğlan geldim, kız giderim. Dadıbola ile padişahın oğlunun Önünden vız giderim, demiş. Bu notu okuyan oğlan doğru annesinin yanına gitmiş: — Ben sana demedim mi anne o asker kızdı, diye demiş. Padişahın oğlu o kıza âşık olmuş. Gidip o kızı bulmaya karar vermiş. Padişahın oğlu çerçici kılığına girip kızı aramaya gitmiş. Kızlar, çerçiciye: — Aynan var mı diye sormuşlar. Çerçici de: — Var, demiş ve aynayı çıkarmış. Bizim kız aynayı eline alıp kendine bakınca gülmüş. Gülünce padişahın oğlu kızın dişindeki inciyi görmüş ve onu tanımış. Evlerinin neresi olduğunu sormuş ve kervanını kapının önüne çekmiş. Kendini tanıtmış ve kıza talip olmuş. Ama ondan önce kurduğu tuzakları anlatmış ve kızın bunları nasıl anladığını sormuş. Kız da köpeği Dadıbola sayesinde her şeyi öğrendiğini, köpeğinin gelip kendisine anlattığını itiraf etmiş. Sonra evlenmeye karar vermişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
DADIBOLA
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi